• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Elif Şafak tüm makaleleri

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Farklılıklara seyahat
05 Ekim 2009
Dünyayı dolaşmak lâzım, dostlar. Daha çok seyahat etmek lâzım. Biz yeterince yolculuk yapmayan bir toplumuz. Daha yeni yeni alışıyoruz ailecek seyahate çıkma fikrine. Bayramlar, Şubat tatilleri, yaz tatilleri gelip geçiyor. Yurtiçi gezilerimiz akraba ziyaretleri temelli. Halbuki yolculuk, insanın tam da bilmediği yere gitmesi, alıştığı ortamdan çıkması, Öteki ile tanışması demek.

Benim çocukluğumda sol elle yazmaya kalkan çocuklar, kararlı bir şekilde sağ elle yazmaya "ikna" edilirlerdi. Doğru birdi. Herkesin birbirine benzemesi şart. Genele uyum sağlayamayanların ileride mutsuz olacağına inanılır, o hayali saadet uğruna genç yaşta kalıplar konulur ve harfiyyen uygulanırdı. Böylece hiçbir art niyet olmaksızın anneler, anneanneler ve öğretmenler habire solak çocukları diğerlerine benzemeye zorlarlardı. Böyle böyle sağ elle yazmayı öğrenen ben de o rahleden geçtim. Şimdi kendi çocuklarıma bakıyorum. Sol elle kalem tutuyorlar. Dokunmuyorum. Laf etmiyorum. Onlar için doğal ve kolay olanı yeğliyorum.
Hoş, diyebilirsiniz ki artık şartlar çok değişti. Solakların "sorunlu" olarak görüldüğü bir dünyadan sol elli olmanın adeta "sevimli bir ayrıcalık" olarak addedildiği yeni bir dünyaya geçtik. Obama da kendince bu sürece katkıda bulunmuştur belki. Ne de olsa Beyaz Saray'da artık sol elle yazan bir başkan var. Medyada solaklık konusunda çıkan yazılar da arttı. Ve hemen hiçbiri olumsuz değil. Dolayısıyla yirmi-otuz sene içinde hayli değişti algılarımız. Artık solak olmak ayıp değil. Ne güzel. Ama değişmeyen şeyler de var: Farklılıklara olan tahammülsüzlüğümüz gibi.
Genele uymayan her ayrıntıya ve ilk bakışta ayrıksı duran her insana düşünmeden verdiğimiz o refleks tepki yerinde duruyor. Sabit ve hoyrat. "Kız gibi kırıtma" diye azarlıyoruz azıcık farklı görünen oğlan çocuklarını. "Karı gibi ağlama" diyoruz delikanlı olduklarında. Ve hislerini hep içine atan erkekler yetiştiriyoruz. Ağlayamayan erkekler. Duygularını, duygusallıklarını bir günah gibi omuzlarında taşıyan.
Farklılıklara nasıl baktığımız, ne kadar tahammül edebildiğimiz ayna tutar bize. İçimize. Kişiliğimize. Bir başkasını kendine benzemeye zorlamak ve benzemediği takdirde aşağılamak kibirden başka bir şey değil. Kibir ise tüm tek Tanrılı dinlerde günahların en eskisi, en belalısı. Eğer tüm arkadaşlarımız, dostlarımız, yakınlarımız hep bizim gibi düşünen, bize benzeyen insanlardan oluşuyorsa, yazık. Demek ki yeterince beslenemiyoruz dünyanın çeşitliliğinden. Oysa devasa bir renk cümbüşüdür kâinat. Her telden, her demden insana yer varsa içinde. Peki bizim yüreğimizin kâinattan daha dar olması için bir sebep var mı?
Diyelim ki hep "kafa dengi" bulduğumuz insanlarla sosyalleşiyor, benzer yayınları takip ediyor, benzer kanalları izliyor, aşağı yukarı aynı kitapları okuyor ve aynılıklar üzerine kurulu bir hayat yaşıyoruz. Öyleyse ruhsal ve zihinsel açıdan tek taraflı besleniyoruz. Habire aynı besinleri yiyen bir insan bedenen nasıl rahatsız olursa, habire aynı fikirleri dinleyen insan da zihnen daralır. Her gün tavuk yersek ne tavuğun kıymetini biliriz, ne diğer besinlerin tadını. Her gün aynı kanaate sahip insanlarla ahbaplık edersek artık ne o fikirleri idrak edebiliriz, ne dünyanın enginliğini, zenginliğini.
Şu dünyada ne öğreneceksek bize benzemeyen, tıpatıp bizim gibi düşünmeyen insanlardan öğreneceğiz. Yani bizim gibi olmayandan. Farklılıklardan. Öteki'nden. Batılı'nın Doğulu'dan, Doğulu'nun Batılı'dan öğrenecek bir şeyi var muhakkak. Alevi'nin Sünni komşusundan, Sünni olanınsa Alevi komşusundan. Kadının erkekten, erkeğin kadından. Gencin yaşlıdan öğrenecekleri var ama yaşlının da gençten. Dindar bir insanın agnostik birinden öğreneceği şeyler var, agnostik olanın da dindar birinden. Bu dünyanın ritmi bu. Nefes alış verişimizin ritmi bu. Almak ve vermek üzerine kurulu. Ne kadar çok verirsek gönülden, o kadar çok genişleyecek elbet bu yürek. Durmayacak kafesinde. Özgür kalacak. Oturduğum yerden, önyargılarıma ve alışkanlıklarıma sığınarak, "Kürtler," "kadınlar", "gâvurlar", "şunlar, bunlar, filancalar... " hakkında atıp tutamam. Zihnimin kapılarını sonuna kadar açık tutmam lâzım. Aşka. Anlamaya. Yaradan'dan ötürü yaradılanı tanımaya ve sevmeye. Habire konuşarak bir yere varamam. Tepeden bir bakışla ahkâm keserek bir arpa boyu yol gidemem. "Öğretmen"den evvel "öğrenci" olabilmem lâzım. "Konuşmacı"dan evvel "dinleyici" kalmam lâzım.
Dünyayı dolaşmak lâzım, dostlar. Daha çok seyahat etmek lâzım. Biz yeterince yolculuk yapmayan bir toplumuz. Daha yeni yeni alışıyoruz ailecek seyahate çıkma fikrine. Bayramlar, Şubat tatilleri, yaz tatilleri gelip geçiyor. Yurtiçi gezilerimiz akraba ziyaretleri temelli. Halbuki yolculuk, insanın tam da bilmediği yere gitmesi, alıştığı ortamdan çıkması, Öteki ile tanışması demek.
Evliya Çelebi duasında sürç-i lisan etmiş. "Şefaat" dileyeceğine Rabbinden, "seyahat" dilemiş. Sonra da biçare, kendini habire oradan oraya kalıbını taşırken, yolculuk ederken bulmuş. Bize de birazcık sürç-i lisan lâzım. Diyebilirsiniz ki seyahat etmek ancak parası olanlara has bir ayrıcalık. Değil öyle, öyle değil. Nice parası olanlar var, en ücra egzotik adalara, lüks otellere gidiyor gene de dünya "görmüyorlar." Dünyayı dolaşmak yatlarla, jetlerle olacak iş değil. Bu işin ulaşım aracı ne uçak, ne tren, ne balon, ne araba. Sadece ve sadece bir binek hayvanı var. Empati Atı. Atlarız empati atına. Yağız, beyaz, hızlı. Süreriz doludizgin, bir başına.
Çok seyahat ederek de dünyayı görmek mümkün, çok kitap okuyarak da. Yeter ki yitirmeyelim empati kurma yeteneğimizi. Yeter ki daralmasın şu göğüs kafesi.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Kadife dostluklar, dikenli aşklar
11 Ekim 2009


Dost”, Türkçenin en güzel kelimelerinden. Yalın, şeffaf ve tatlı; insanın ağzında akide şekeri gibi eriyen. “Dost” başka, “arkadaş” başka. Keza “yoldaş”, “kardaş”, “ruhdaş”, “rüyadaş” başka. Öyle güzel ayrıntılar var ki dilimizde, başka dillerde karşılığını arasanız, kolay kolay bulamazsınız. “Sevgi” başka “aşk” başka. Arkadaş bir esinti ise, ferah ve latif; dost kuvvetli bir rüzgâr demek, bir deligüzel yel, saçıp dağıtan, tutup silkeleyen. Arkadaş çiseleyen bir yağmur ise, dost bir fırtına demek. Parçaları yerinden söken, tozu dumana katan, insanı sarsıp kendine getiren.. O yüzden bu kadar azdır gerçek dostlar. Doğası gereği. O yüzden sarılmak gerek sıkı sıkı dostluğun kadife ipine. Ve kulak vermek nabzına, ritmine.
Dostların arasında olmak çöl ortasında kendini yemyeşil bir vahada bulmak gibidir. Kuruyan dilin suya doyar, daralan yüreğin ferahlar, içindeki karamsarlık sisi perde perde kalkar. Dost umut demektir. Faniliğinle, eksikliğinle, kusurlarınla, takıntılarınla çok daha barışık hale getirir seni. Dostun seni seviyordur ya, aynen bu halinle seviyordur ya, sen de kendini daha çok sevmeye başlarsın. Onun gözünden kendine bakarsın. Bir damla içersin dostluğun iksirinden, dünyaya bakışın değişir. Bir yudum daha, sırtın dikleşir, özgüvenin pekişir. Dost hekimdir, lokmandır, şifacıdır. Herkese karşı billur bir köşk yahut camdan bir parça olan kalbin, dostunun elinde lastik bir top oluverir. Dost atar topu yere, vurur duvardan duvara, gene de bir şey olmaz. Lastik top seker, zıplar ama kırılmaz. Dost yalakalık yapmaz, lafı dolandırmaz, diplomasi falan bilmez, çat diye söyler meramını, sözünü sakınmaz. Onun yergisinde iltifat, siteminde sevgi saklıdır. Dost ne dese kızılmaz. Ona kırılmak olmaz. Dosta açılan kredi, yürek kredisidir. Faizsiz. Peşinatsız. Ve yürek kredisinin ne dibi vardır, ne bitimi.
Hayatı boyunca dostları sayesinde ayakta durmuş yalnız bir adamın hikâyesidir bu hafta anlatacağım hikâye. Öyle bir adam ki hep yakın dostlarından güç almış ve hep ama hep kadınlardan dert yanmış. Öyle bir adam ki seneler boyunca benzer hataları benzer bir tutkuyla tekrarlamış. Kadınların kanattığı yaralarını dostlarının yanında sarmış.ÜNLÜBİRYAZAR
1930’lu yıllar. Mekânlardan Avrupa. Nazizmin yükselen ayak sesleri. Dört bir yanda Naziler ve Nazi sempatizanları çoğalmakta. Böyle bir ortamda bir adam düşünün. Yaratıcı ruhlu, bakışları insanı delip geçen bir sanatçı. Nice siyasi ve ekonomik badireler atlatmış, hapisler yatmış, kaçak olmuş, sürgünde kalmış, yazmaktan bir an bile geri durmamış ve zaman içinde dünyanın en ünlü yazarlarından biri haline gelmiş. Günlükler tutmuş, Kafka ile bir tutulmuş, Kieerkegaard ve Heidegger’e hayranlık beslemiş, edebiyat kadar felsefenin de içinde olmuş. Öyle bir yazar ki romancılığının yanısıra şairlik, kısa öykücülük, çevirmenlik, edebiyat eleştirmenliği ve yayın yönetmenliği yapmış. “Edebiyat, yaşamın saldırılarına karşı bir savunmadır,” diyecek kadar inanmış yazmaya. Her konuda söyleyecek derin lafları, sürüyle bilgisi var. Böyle bir adam. Bir entellektüel. Ve bu adamı bir fiskede dağıtıveren şey ne Naziler, ne sürgün, ne yaşadığı sıkıntılar. Onu bir oğlan çocuğu kadar narin yapan tek bir konu var: Kadınlar.
Dostları onu bir kenara çekip kadınları bu kadar ciddiye almamasını öğütlediğinde, şöyle yazacaktı günlüklerine. “Kadınları düşünmemek mümkündür tabii ki... Tıpkı ölümü düşünmemenin mümkün olduğu gibi.”
Pavese’nin gözünden bakınca, tıpkı ölüm gibi kadınlar da insanın düşünmekten kurtulamadığı ama düşündükçe huzursuz ve mutsuz olduğu, kendine ve hayata olan güvenini yitirmesine sebep bir konuydu. O da tüm yaşamı boyunca tedirginlik ve karamsarlıkla baktı kadınlara. Peşinden koşamayacağı, koşsa bile tutamayacağı imkânsız bir hayale bakar gibi uzaktan, yılgınlıkla.... Sevdiği de oldu sevildiği de. Ama hiçbir zaman bitmedi kadınlara olan güvensizliği. Kapanmayan bir gedik gibi kaldı ruhunun orta yerinde.
“Aşk, dinlerin en bayağısıdır” diye yazdı günlüklerine. Bir yanı Doğuluydu. Kendi bunu bilmese de. Aşka bakışı Doğu geleneklerinde “kavuşmamayı esas alan” şiir ve masallardan devşirilmiş gibiydi bazen. Sevilen kadın hep uzakta duracak, uzak olacaktı. Aslolan kavuşmamaktı. Kendine eziyet eden adamlardandı. Hep onu sevmeyecek kadınlara aşık oldu, sevenlerden ise köşe bucak kaçtı. “Bize tam bir kayıtsızlıkla davranan kişiye delicesine aşık olmamızın nedeni budur belki de...” diye yazdı. “O zaman kadın mükemmellik duygusunu temsil eder gözümüzde.”
Pavese’nin yazılarını okurken düşünmeden edemem. Bu kadar derin ve duyarlı bir adam, böyle bilgili ve yaratıcı bir yazar, nasıl olur da mesele aşka gelince bu kadar toy kalır, böyle kırılgan ve küsmeye hazır? Ve merak ederim, her yürek sızısında, her gönül faciasında koşa koşa yanlarına sığındığı dostlarını. Onu teselli eden, kırık kanatlarını onarıp yeniden semaya uçuran dostluklarını.....
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Düz mantık insanları
19 Ekim 2009
Hayatın bir görünen yüzü var; dokunulan, maddeden ve mantıktan ibaret olan. Bir de görünmeyen yüzü var; alametlerle ve "tesadüfler"le örülü, gizemli boyutu. Kadınlarla erkekler arasında işte bu ikinci boyutu kavrama hususunda büyük fark var. Ama kadınların kendi aralarında da bir bölünmüşlük sözkonusu. Ayn Rand gibi hatunları unutmayın. Onlar her yerde; siyasette, akademide, bürokraside... Her kadınla burç muhabbeti yapamazsınız.

Burçlara inanmanın yaşı yok. Bir bakmışsınız, genç insanları da çekiyor bu kadim merak, orta yaşlıları da. Fal baktırmanın da yaş haddi yok. Bu öyle bir konu ki her yaştan, her kafadan insanı cezbedebiliyor. 17 yaşında bir genç kızın da 80'lerinde bir anneannenin de kahve yahut el falına baktırmak için her zaman bir sebebi var. Burçlara ve fallara ilgi göstermenin yaş sınırlaması yok ama cinsiyet sınırlaması var galiba. Batıl inançların dünyası öyle bir dünya ki orada kadınlarla erkeklerin yolları aniden ayrılıveriyor.
Burçlara neden daha çok kadınlar inanır dersiniz? Falcılara niçin en çok kadınlar gider ve nasıl olur da birbirlerine doktor tavsiye eder gibi falcı tavsiye ederler? Hiçbir erkeğin yeni tanıştığı bir erkeğe "Pardon, acaba burcunuz Başak ya da Aslan olabilir mi?" diye sorduğuna tanık oldunuz mu? Ya da diğer erkeğin aynı muhabbeti sürdürerek "Aa yükselen burçlarımız uyuşuyormuş, demek ki iyi anlaşacağız" sonucunu çıkarttığını düşünebiliyor musunuz? Peki kendi çocuklarının burçlarını bilen bir baba tanıyor musunuz? Soruyu bir de tersinden soralım: Kendi çocuklarının burçlarını bilmeyen bir anne tanıyor musunuz? Her iki sorunun cevabı da (yüzde yüz olmasa da, yüzde doksandokuzlarda): "Hayır".
Öyleyse nedir bu derin farkın sebebi? Nereden kaynaklanmakta kadınlarla erkekler arasındaki "akılcılık" uçurumu? Nasıl oluyor da erkekler hep mantıklı görünmek, akılcı konuşmak, düz mantık çizgisinde demir atmak durumundayken kadınlar rasyonalite-dışı alanlara diledikleri gibi kanat takıp uçabiliyorlar? Fala, burçlara ve batıl inançlara inanmak acaba bir zayıflık ve hayat karşısında çaresizlik belirtisi mi yoksa tam tersine bir bilgelik göstergesi mi? Zayıf insanlar mı inanır falcılığa, yoksa hayatın kuru mantıktan ibaret olmadığını bilecek kadar bilge olanlar mı?
Kadınların akıl-dışı bilgi kaynaklarına, erkeklerinse hep akıl ve mantık çizgisine yakın durdukları bir dünyadır yaşadığımız. Ama genellemelere hiç uymayanlar da var muhakkak. Aklı ve düz mantığı şiar edinen kadınlar var mesela. Ve bugün sizlere bahsedeceğim kadın bunların en tanınmışlarından: Ayn Rand.
Öyle bir yazar ki Ayn Rand, dünya üzerinde bugün hangi ülkeye giderseniz gidin sayısız hayranına rastlarsınız. Romancı, deneme yazarı, oyun yazarı ve bir filozof. Dünya edebiyatının hakkında en çok konuşulan, en çok takipçisi bulunan ve en çok nefret edilen ilk beş yazarı arasına rahatlıkla girer.
1905'te St. Petersburg, Rusya'da doğdu. 1926'da ABD'ye geldi. Cebinde az biraz para ve yüreğinde derin bir "kendini yeniden var etme" arzusuyla. Ve bir daha ana vatanına dönmedi, ailesini görmedi. Geçmişi ile geleceğini keskin hatlarla ayırdı. Ateşli bir komünizm karşıtı ve bir o kadar ateşli bir kapitalizm yanlısıydı. Oyuncu Charles Francis O'Connor ile evlendi. Bir sure Holywood'da düşük bütçeli metin yazarlığı yaptı. Ta ki 1943'te Hayatın Kaynağı adlı yapıtıyla büyük bir çıkış yakalayana kadar. Ardından en önemli eseri olan Atlas Vazgeçti geldi. İnsanın, hayatındaki tüm değerleri kendi düz mantığını kullanarak seçmesi gerektiğine inandı. Bireyin devlet ve toplum karşısındaki haklarını savunup, hükümetlerin bireylerin hayatına müdahale etmesine karşı çıktı. "Hiç kimse kendi beynini, bir başkasının yerine düşünmek için kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamaz ve devredilemezler," diyordu. Ayn Rand öyle bir kadındı ki sadece toplumların değil, sadece bireylerin değil, sevginin ve hatta aşkın temelini de mantık ve akıl olarak görüyordu. "İyi bir evliliğin sırrı nedir?" diye sorsanız, "Mantıklı seçim yapmak" diye cevap verirdi.
Hayatı boyunca kolay kolay falcıya gitmeyecek bir kadın görüntüsü sergiledi. Ayn Rand ile oturup bir çok şey konuşabilirdiniz: Politika, sosyoloji, ekonomi, siyaset felsefesi, Batı Medeniyetleri tarihi... Ama burçlar ya da batıl inançlar üzerine konuşabileceğini, böyle bir konuya itibar edeceğini düşünmek zor.
Pek çok romancının aksine sadece kurgusal kitaplar değil, bir düşünce ekolü bıraktı geride. Bugün sevenlerinin de sevmeyenlerinin de bu kadar çok olması tesadüf değil. Çelişkilerle doluydu. Liberal düşüncenin savunuculuğunu yaparken, bireysel hayatında totaliterdi. Kendi gibi düşünmeyen herkesi dışlayıp aşağılayabilirdi. Teoride bireysel özgürlükten ve eleştirel düşünceden yana oldu. Ama işin aslı, eleştirilmekten hiç hoşlanmazdı. Köşeli bir kadındı. Kansere yakalandığında kimsenin bunu duymasını istemedi. Her zaman güçlü görünmek istediğinden ve her şeyin beyin tarafından yönlendirildiğine inandığından, hastalığını bir "düşünsel zaaf" gibi algıladı. Aklı ve mantığıyla kanseri yenebileceğine inandı. İşin ilginç yanı yendi de. Ölümü çok sonra kalp krizinden olacaktı. Sıradışı bir insandı... Sıradışı bir kadın.
Hayatın bir görünen yüzü var; dokunulan, maddeden ve mantıktan ibaret olan. Bir de görünmeyen yüzü var; alametlerle ve "tesadüfler"le örülü, gizemli boyutu. Kadınlarla erkekler arasında işte bu ikinci boyutu kavrama hususunda büyük fark var. Ama kadınların kendi aralarında da bir bölünmüşlük sözkonusu. Ayn Rand gibi hatunları unutmayın. Onlar her yerde; siyasette, akademide, bürokraside... Her kadınla burç muhabbeti yapamazsınız.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Arjantin'de Mevlânâ okumak
22 Ekim 2009


FRANSA'nın kuzeyinde yağmurlu, rüzgârlı, düzenli bir kasaba burası. İsmi Deauville. "Ne işin var orada?" dediğinizi duyar gibiyim, elden geldiğince anlatayım. Her sene ekim ayında, emekli cenneti olarak görülen bu sakin ve sessiz bölgeye apayrı bir canlılık geliyor. Dünyanın 80 ülkesinden toplam binin üzerinde kadın, buraya adeta akın ediyor. Afrika'dan, Japonya'dan, Güney Amerika'dan, Ortadoğu'dan, Rusya'dan... Dört bir yandan kadınlar. Zira "alternatif Kadın Davos'u" olarak da tanımlanan Kadın Forumu burada düzenleniyor.
Her şey bir işkadının vizyonuyla başlamış aslında. Ve pek çok girişim gibi bu da engellerden ilham almış. Aude Zieseniss de Thuin isimli başarılı bir Fransız işkadını, bundan üç sene evvel Davos'a katılmak için başvurduğunda beklemediği bir ret cevabıyla karşılaşmış. Ama bu durumda pek çoğumuzun yapacağı gibi, "Eh ne yapalım, artık seneye giderim" ya da "Demek ki kısmet değilmiş" diye konuyu kapatmaktansa, kendi Davos'unu kurmaya karar vermiş.
Önce kendisi gibi idealist ve girişken kadınlardan bir ekip oluşturmuş. Sonra tüm dünyadan siyaset, ekonomi, sanat, tıp, biyoloji, mühendislik, fizik, edebiyat gibi alanlarda üretken kadınlara kapısını açan bir forum kurmuş. Uluslararası konferanslarda ve girişimlerde kadınların rolü hâlâ son derece sınırlı. Bilhassa belli bir sosyal zümreden gelmeyen kadınların. Buna dikkat eden Kadın Forumu, dünya üzerinde daha çok sayıda kadının ekonomik, toplumsal ve kültürel konularda daha fazla söz hakkına sahip olması için çalışıyor. Bugün dördüncüsü düzenlenen foruma her yerden katılım var. Her sektörden.

*

Toplu fotoğraf çekimi esnasında ufak tefek kumral bir kadın yanıma yaklaşıyor, utangaç bir edayla kendini tanıtıyor. Arjantinli (ve sonradan öğrendiğime göre mesleğinde hayli tanınmış ve başarılı) bir biyologmuş. Buenos Aires'in kuzeyinde dağlık bir bölgede organik tarım yapıyormuş. Kendini kısaca tanıttıktan sonra gülümseyerek, "Her şey bir yana, ben aslında bir Mevlânâ âşığıyım" diyor. "Şimdiye değin üç kez Konya'ya geldim, Hazreti Pir'in mezarını ziyaret ettim. Mevlânâ'nın İspanyolca'ya çevrilen her şeyini okudum. Ama tabii onu anlamak için daha çok yolumuz var."
Şaşırıyorum. Bir an için ne diyeceğimi bilemiyorum. Halbuki şimdiye değin Mevlânâ'nın çağrısına kulak vermiş pek çok Batılıyla karşılaştım. Kanada'da, Amerika'da, İngiltere'de, Portekiz'de, Danimarka'da yaşayıp da Mevlânâ dendi mi gözlerinin içi gülen insanlar tanıdım. Ama bu kadın, hepsinden daha fazla şaşırtıyor beni. Çünkü medeniyetten uzak, şehir hayatına sırtını dönmüş, alabildiğine sakin ve basit bir hayatı seçmiş, adeta kendini yalıtmış. Böyle münzevi ve coğrafi açıdan uzak bir insanın Mevlânâ'yı keşfetmiş olması ve kendini onun âşığı olarak tanıtması beni ürpertiyor.
Modern insanın maneviyat arayışı bugün her zamankinden daha derin, daha belirgin. Adeta manyetik bir çağrısı var Hazreti Mevlânâ'nın. Nasıl bir tılsımdır ki bu, nasıl bir esrar perdesi, bunca yüzyıl, bunca değişimden sonra bile aynı kalıyor, eskimiyor, tavsamıyor. Arjantin'de bir dağ köyünde organik tarım yapan bir kadının, geceleri yatmadan evvel Rumi'den İspanyolca dizeler okuduğunu bilmek garip bir ürperti veriyor insana. Ve insanlık adına müthiş bir umut ve inanç.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Çoluk çocuk kitap fuarına gidebilmek...
29 Ekim 2009

28. İstanbul Kitap Fuarı öncesinde kitap dünyasında bir tatlı telaş var. Yayıncısından çevirmenine, editöründen yazarına hepimizi etkileyen bir hazırlık dönemi süregitmekte. Günlük gazetelerin kitap eki hazırlayan servisleri fazla mesai yapıyor bugünlerde. Onlarca yayınevinde poster, kitap kapağı, ayraç, afiş ve redaksiyon yetiştirme telaşı devam ediyor. Herkesin çabası bir: TÜYAP'ta kitapseverlerle en güzel, en verimli şekilde buluşmak.
Yeri hâlâ ne yazık ki pek çoğumuza sapa ve uzak gelse de TÜYAP her sene birbirinden başarılı kitap fuarlarına imza attı. Katılımın her sene genişlediğini, okurun ilgisinin ise hiç azalmadığını gözlemlemek zor değil. Bir başka sevindirici gelişme, çocuk edebiyatının ve çocuk kitaplarının giderek çoğalması, zenginleşmesi. Bu alanda yazan Türk yazarların sayısı hızla artmakta. Çocuk edebiyatı deyip geçmeyin. Bu öyle bir alan ki adeta kültürel bir barometre.
Bir ülkenin çocuk edebiyatının gelişmişliği ve çeşitliliği, o ülkenin kültürü ve dokusu hakkında çok şey söylüyor. Ve bu açıdan TÜYAP'ın kattığı en önemli zenginliklerden biri "ailecek" kitap fuarına gitme fikrini hayatımıza yerleştirmiş olması. Her sene gördüğüm bir manzara bu: Anne, baba, çocuklar, kuzenler, hep bir arada kitap alışverişine çıkmışlar ya da sevdikleri yazar ve şairleri görmeye gelmişler. Aynı aileden üç, bazen dört kuşağın birden "okurunuz" olduğunu görmek kadar bir yazarı duygulandıran çok az şey vardır.

*

Türkiye'de yeterince kitap okunmadığından hep ama hep şikâyet ediliyor. Elbette gönül ister ki daha fazla sayıda insan, bilhassa gençler, daha fazla kitap okusun. Ama mevcut edebiyat okurunun hakkını yememek gerektiğine inanıyorum. Bizde elden ele dolaşıyor kitaplar. Yurtdışında yaptığım etkinliklerde bir kitabı birden fazla insanın okuduğuna hemen hemen hiç tanık olmadım. Halbuki Türkiye'de aynı kitabı bazen beş, bazen altı kişi okuyor. İmza günlerinde bakıyorum, bir romanı bir ailenin tüm fertleri okumuş, farklı renkte kalemlerle satırların altını çize çize. Tüm bunlar istatistiklere yansımayan hakikatler. Zaten ekseriya verilere yaslanmadan konuşmaya alışkınız. Kitap okurunun sayısına dair tahminlerimiz de pek güçlü değil. Hele buna bir de korsan kitaplar eklenince.
Bambaşka demlerden ve yaşam biçimlerinden kitapseverler akın akın geliyor fuara: Öğrenciler, bürokratlar, ev hanımları, anneanneler, torunlar, serbest meslek sahipleri... Bu bir hafta boyunca nice buluşma gerçekleşiyor: Okurlar yazarlarıyla, çevirmenler meslektaşlarıyla, eleştirmenler akademisyenlerle buluşuyor. Bu sene yurtiçi ve yurtdışından katılım hayli geniş. 550 yayınevi stand açacak. Toplam 300'e yakın etkinlik düzenlenecek. Fuarın onur konuğu ise edebiyatımızın en güzel yüreklerinden, en verimli kalemlerinden Cevat Çapan. Kendisinin şiirleri, çevirileri, incelemeleri ve yaşam öyküsü üzerine paneller düzenlenecek.
Eğer siz de benim gibi roman çevirilerinin yeterince dikkatli ya da iyi yapılmadığını düşünüyor, bazen bir kitabı okurken sırf çevirisindeki hatalar yüzünden kursağınızda kaldığını hissediyorsanız, gelin bu seneki TÜYAP fuarına ayrı bir özen gösterelim. Zira bir hafta boyunca çeviri sanatının ve çevirmenlerin sorunları ayrıntılarıyla konuşulacak. Ve inanıyorum ki çok daha kaliteli çevirilerin yapılabilmesi için çözüm önerileri çıkacak. Kültürlerarası diyalogda çevirinin oynadığı muazzam rolün altı çizilecek.
Çevirmenler, kültür dünyamızın başat ama sessiz aktörleri. Ne emeklerinin karşılığı olan paraları kazanıyor, ne hak ettikleri itibarı görüyorlar. Çoğu ek işler yapmak zorunda kalıyor. Bu da çeviriye ayırabildikleri zamanı kısıtlıyor ve ortaya çıkan işin niteliğini etkiliyor. Yurtdışında yazarlar kadar çevirmenlere de burslar ve olanaklar sağlanıyor. Ama bizde çevirmen bir başına... Yazarların ve egolarının ön plana çıktığı bir sistemde şimdi durup bir kitabı var eden o görünmez sanatçıları, sessiz kalem emekçilerini konuşmanın tam zamanı.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Ağlayabilen kaç erkek tanıyorsunuz?
02 Kasım 2009
Yüreğini tertemiz ipek bir mendil gibi ceket cebinde taşıyan, yani çekinmeden görünür kılan kaç erkek var etrafımızda?

Vaktiyle bu topraklarda beyefendi bir adam yaşardı.
Gerçek ismini bilen de soran da yoktu ama yediden yetmişe herkes onu lakabıyla tanırdı: Tevazu Paşa. Lakabının ilk yarısındaki “tevazu” kelimesi karakterinde ağır basan özelliklerden kaynaklanıyordu. Zira ağırbaşlı, edepli, sakin tabiatlı, tam bir Osmanlı efendisiydi. Lakabının ikinci kısmındaki “paşa” kelimesi ise insanların ona duydukları saygıdan dolayı yaptıkları bir yakıştırmaydı. Hatta bir rivayete göre bu lakabı henüz daha çocukken kazanmıştı. Diğer çocuklardan farklı olduğunu gören mahalle büyükleri olgunluğundan ötürü ona böyle bir isim takmıştı.
Tevazu Paşa, temizliğe özen gösteren, kılığı kıyafeti pak ve yerinde, kendi halinde bir insandı. Eski ve köklü bir ailenin evladıydı. Büyük büyük dedeleri bu
memlekette önemli yerlere gelmiş, mevki ve makam sahibi olmuşlardı. Her
meslekten, her meşrepten insan çıkmıştı ailesinden. Ama en çok “hattat” çıkmıştı sülaleden. Hat Sanatı pek yakışırdı bu aileye. Hat sanatı kime yakışmaz ki?

GAZETECİLİĞİ SEÇTİ

Ne var ki Tevazu Paşa gün gelip de ekmeğini kazanması gerekince, aile mirası hattatlığı değil, bambaşka bir mesleği seçti: Gazetecilik ve yazarlık. Babasının ve amcalarının bütün nasihatlerine rağmen doğru bildiğinde ısrar etti. O yazının şekli veya suretiyle değil, içeriğiyle ilgileniyordu. Yazı yazmayı, kelimeler aracılığıyla insanlara ulaşmayı, gündem kovalamayı, hikâyeler kurmayı, yorum ve fikirleriyle kültüre hizmet etmeyi gönlüne daha yakın buldu.

Böylece Babıali’ye gidip gelmeye başladı. Bir müddet ustaların yanında çalıştı.
Derken büyük bir gazetede görev aldı. İlk haber yazısını kaleme aldığında
heyecanlıydı. Bir fabrikada çalışan kadın işçilerin sorunları hakkında bir yazıydı bu. Hem anne, hem işçi, hem yoksul, hem gencecik olanların sıkıntılarını dinledi, gözlemledi ve yüreğinde hissederek yazdı. Aynı sene ilk romanını tamamladı.
Muazzam bir emek sarf etti bu kitabı bitirmek için, gece gündüz deli gibi çalıştı.
Kitabını bir yayıncıya teslim ettikten kısa bir süre sonra Babıali’de hayli yol almış ve tanınmış bir gazeteci/yazar onu odasına çağırdı. “Evlat romanını okudum, hepimiz okuduk. Kalemin kuvvetli, dile hakimiyetin çok iyi.
Yalnız emin olamadık. Acaba hakikaten sen mi yazdın bunu? Bu kadar genç
adamdan böyle bir kitap çıkar mı? Doğru söyle yoksa arakladın mı?”

Tevazu Paşa şaşkın kalakaldı. İthamlar karşısında gözleri doldu, sesi titredi, kendini nasıl savunacağını bilemez. Çaresizlik yumru oldu oturdu boğazına. Dayanamadı, ağlamaya başladı. Bunun üzerine kıdemli gazeteci/yazar bir mendil verdi, bir de nasihat:”Dur yahu. Ne demeye ağlıyorsun hemen. Kötü bir şey mi dedik sana? Bak evlat. Bilgilisin, eğitimlisin, yaratıcısın, bunlar gayet iyi özellikler. Lakin bir eksiğin var. Pek duygusal adamsın yahu. Öyle her lafa alınır gücenirsen bizim meslekte işin zor. Buralarda derin manda derisi gibi kalın, kulakların kurşun dökülmüş gibi sağır olacak ki vız gelsin tırıs gitsin elalemin lafları. Aman dikkat et. Bizim meslekte duygusallık olmaz. Kalem ehline kadın gibi ağlamak yakışmaz!”

ama yazar çizerTevazu Paşa bir kez daha baktı kıdemli gazeteciye. İzin istedi, ayrıldı. Şaşkın, kırgın döndü baba ocağına. Ailesiyle konuştu. Yazıdan vazgeçmeme ama diğer yazarlardan mümkün mertebe uzak durma kararı aldı. Adada bir eve çekildi. Dostları ve sevdikleriyle görüşmeyi tercih etii. İstanbul sokaklarını dolaşıp sıradan gibi görünen insanların hikayelerini dinledi, onlara kulak verdi takımının kibirinden kendini yalıttı. Dedikodu ve iftiradan uzak durmaya çalıştı. Kalemini saldırmak için değil, anlamak ve anlatmak için kullandı. Ne çığırtkanlık bildi ne dalaşma. Bağıra çağıra konuşma gereği duymazdı, başkalarına sataşmazdı, her insanı okunacak bir kitap addedip merakla ve özenle ele alırdı. Her dinden her dilden insanla dostluk kurabilecek kadar önyargısızdı. Kadın erkek ayırımı yapmazdı, insanları hiyerarşilere ayırmazdı. Kozmopolit Osmanlı kültürünün parçasıydı. Tevazu Paşa bir mirasın belki de son halkasıydı. Çoktan sizlere ömür. Güzel yaşadı, güzel öldü. Sessiz sedasız çekip gitti aramızdan. Göçtü bu gölgeler aleminden. Yokluğu kocaman bir boşluk bıraktı geride, kültürümüzde. Şimdi onun ruhunu tanıyan ve taşıyan gençler yetişiyor mu acaba bir yerlerde?

Bu yazıyı yazarken, hayali bir Tevazu Paşa kurarken, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın hayatından ve kişiliğinden ilham aldığımı söylemeliyim. Hayli erken bir dönemde birbirinden yaratıcı romanlar yazmış, popüler kültürü hiçbir zaman küçümsememiş, son derece çarpıcı konular yakalamış, sokağın ve İstanbulluların hallerini ‘yüksek edebiyat’a taşımış, seçkincilikten uzak durmuş, edebiyatı sırça köşkten yazmak olarak algılamamış, Babıali’nin dedikodularından ve sonsuz nefs savaşlarından uzak durmaya çalışmış, adadaki evinde münzevi yaşamış, kayısı reçelleri kaynatmış, harikulade danteller yapmış, ince ruhlu kelimeşinas Hüseyin Efendi......

Ağlayabilen kaç erkek tanıyorsunuz? Yüreğini tertemiz ipek bir mendil gibi ceket cebinde taşıyan, yani çekinmeden görünür kılan kaç erkek var etrafımızda? Güçlü görünmenin, herkese höt demenin, konuşurken gürlemenin, aşkı bile bir fetih haline getirmenin, heybetlenmenin ve kibirlenmenin, önüne gelenle kavga etmenin bu kadar revaçta olduğu bir ortamda, kendi köşesinde sessiz ve sakince oturup kayısı tadında hikâyeler yazan erkek yazarlarımız da olmuş ve oluyor ve olacak neyse ki.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Amerikalı bir yazar ve Türk okurlar
06 Kasım 2009

TÜRKİYE'de son yıllarda gençler arasında en çok merak uyandıran kitaplardan biridir "Olasılıksız". Yazarı Adam Fawer. Kalemi ve yaratıcı zekâsıyla çağdaş edebiyatın en ilgi çekici isimlerinden biri olan Fawer, TÜYAP etkinlikleri bünyesinde İstanbul'daydı bu hafta. Bir kahve içmek için buluştuk; uzun, keyifli ve dost bir sohbet etme fırsatı bulduk. Ve ben yazısına, yaratıcılığına zaten saygı duyduğum bir insanın kişiliğine, mütevazılığına da saygı duyarak masadan kalktım.
Adam Fawer'ın bana yönelttiği bir soru zihnimde derin yer etti. "Türkiye'ye ilk gelişim. Gördüklerimden çok etkilendim" dedi. "Burada okurlar ne kadar sevgi dolu, nasıl da sevecen ve tutkulu... Başka hiçbir ülkede böyle bir şey gözlemlemedim. Genelde hep bir mesafe vardır okur ile yazar arasında. Amerika'da da imza günlerine, etkinliklere okurlar gelirler ama buradaki kadar sevgi görmedim hiçbir yerde. Merak ediyorum, Türk okuru hep böyle özel midir?"
"Öyledir" diyorum. "Türkiye'deki roman okuru başka ülkelerdekilere benzemez. Burada alabildiğine samimi, candan, kitaplarla, bilhassa romanlarla doğrudan bir bağ kuran çok özel bir okur var. Senelerdir bunu hep hissediyorum, hep gözlemliyorum."
"İnanılmaz bir şey" diyor Amerikalı yazar, "Hakikaten çok şaşırdım. Yalnız bir şey daha dikkatimi çekti. Sanki burada romanları daha ciddiye alıyorlar. Yani romanın hayal ürünü olduğunu hatırlatmak gerekiyor bazen. Kitabımda gizli şifreler arıyor bazı okurlar ya da hayatı açıklayacak esrarengiz formüller."
Ne diyebilirim ki? Haklı. Bizde zaman zaman romanın hayal ürünü olduğu unutuluyor. Ya çok seviyoruz yazarlarımızı, ya pek kızıyoruz onlara. Ortası olunmuyor sanki. Halbuki yazarda insan. Etten ve kemikten. Çelişkileriyle, hayal ve hevesleriyle, sevinç ve zaaflarıyla hepimiz gibi, hepimiz kadar... Masadan kalkarken camdan dışarı bakıp, puslu bir İstanbul manzarasına gülümsüyor Adam Fawer. "Bu şehirde yaşayabilirim, biliyor musun?" diyor. "Bir sanatçı burada yaşayabilir."
*
Kitap fuarlarında, kitap dünyasında inanılmaz bir canlanma var. Bu sene TÜYAP'ın en önemli özelliklerinden biri, uluslararası boyutunun genişlemesiydi. İstanbul'a gelen Batılı şair ve yazarlar, beklemedikleri kadar güzel bir şehir, ummadıkları kadar girişken, sorgulayan, dinamik bir okur kitlesi buluyorlar karşılarında. Etkileniyorlar. Etkilenmemek ne mümkün?
Türkiye'de son senelerde sanatın hemen her dalında hızlı bir değişim, gözle görülür bir yenilenme var. Müzik, sinema, fotoğraf, resim, mizah... Tüm bu alanlar hızla genişliyor, renkleniyor, çeşitleniyor. Çekilen filmler, ayrılan bütçeler, albüm yapabilen müzisyenlerin sayısı katlanarak artıyor. Belki de diyeceksiniz ki bu kadar çeşitlilik beraberinde bir bulanmayı da getiriyor. Niceliksel artış illa da niteliksel artış demek değil. Ben gene de daha fazla yaratıcı insanın kendini ifade etmek için daha fazla imkân bulmasını kıymetli bir gelişme olarak algılıyorum.
Sanatın tüm alanlarında bir dalgalanma var ama belki de en dikkat çekici büyüme, edebiyat sahasında. Roman, hikâye ve şiir dallarında. Edebiyat algımız genişliyor, edebiyatçı algımız değişiyor. Toplumun kıyısında duran bir edebiyat değil, bizzat içinde yaşayan; halka tepeden bakmak yerine kendini okurla eşitleyen ve birleyen; hayatın nabzını tıp tıp elinde tutan, hikâye anlatma sanatını seven ve sahiplenen, bir ayağı yerel bir ayağı evrensel bir edebiyat gelişiyor. Ve Türkiye bu anlamda o kadar özel bir yerde ki.
Şimdiye değin ne zaman Türk edebiyatının gelişmesinden bahsedilse hep yazarlara bakıldı. Halbuki sadece yazarlar değil gelişen ve çeşitlenen. Okur da değişiyor, okur da renkleniyor. Türk edebiyatı çok özel. Ama Türk okuru da çok özel. Ve bazen bu hakikati bir Amerikalı yazar, bizden daha iyi görüyor.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Bilmiyorum' diyebilmek
09 Kasım 2009

Sahi niye bir türlü "bilmiyorum" diyemiyoruz şu hayatta hemen hemen hiçbir konuda? En bilmediğimiz zamanlarda bile bilirmiş gibi yapmalarımız neden? Basit bir adres de sorsalar, kapsamlı siyasi ya da felsefi analizler yapmamızı da isteseler verdiğimiz tepki aynı: Bilirmiş gibi yapmak.

Geçenlerde Ankara'da bir sokakta gençten bir adama yakınlardaki bir yerin adresini sordum. Dakikalarca düşündü, kem küm etti, bir o tarafı gösterdi, bir bu tarafı. Sonunda sorduğum adresle ilgisi olmayan bir yönü gelişigüzel işaret ediverdi. Kafadan attığı o kadar barizdi ki, dayanamadım soruverdim. "Tarif ediyorsun ama aslında sorduğum yerin neresi olduğunu bilmiyorsun, değil mi?" Önce boş boş baktı. Sonra yarı mahcup gülümsedi, çocukça bir tebessümle durumu kabul etti. "Doğrudur abla," dedi. "Peki öyleyse niye garip garip tarifler uydurmak yerine açıkça 'Bilmiyorum' demiyorsun?" diye sordum. Bu seçenek hiç aklına gelmemiş gibi şaşkın baktı yüzüme. Söyleyecek laf kalmadı. Sustuk karşılıklı.
Sahi niye bir türlü "bilmiyorum" diyemiyoruz şu hayatta hemen hemen hiçbir konuda? En bilmediğimiz zamanlarda bile bilirmiş gibi yapmalarımız neden? Basit bir adres de sorsalar, kapsamlı siyasi ya da felsefi analizler yapmamızı da isteseler verdiğimiz tepki aynı: Bilirmiş gibi yapmak. Gözümüzü yumup başlıyoruz konuşmaya. Kelimeler köşeli bir uçurtma gibi çıkıyor boğazımızdan. Kuyruğu uzun mu uzun bir uçurtma, git git bitmiyor. Her konuda habire bir şeyler söylüyor, tanımadığımız şahıslar hakkında gayet iyi tanırmış gibi ileri geri konuşuyoruz. Bazen konuşmakla kalmayıp yazıyoruz da. Bilmeden ama bildiğimizi zannederek. Bildiğimiz izlenimini vererek.
Bilgi çağında yaşıyoruz. Yarım yamalak bilgiler çağında. Kitap okumak veya derinlemesine sabırla araştırmak yerine, internetten üstünkörü bir şeyler öğreniveriyoruz. Yetiyor. Televizyon kanallarında her akşam habire tartışma üstüne tartışma izliyoruz. Sanki her konuda zıt fikirlerde olmak ve çatır çatır tartışmak durumundayız. Bu 'mevzilenme arayışı' beraberinde 'düşünsel sabitlenmeyi' getiriyor. Kendimizi hep bir öteki üzerinden tanımladığımız için adeta çivi çakıyoruz bulunduğumuz yere. İşte o zaman 'fikir sahibi' olmaktan çıkıp 'sabit fikir sahibi' olmaya doğru yol alıyoruz, pupa yelken. Şu basit hakikati bile söyleyemiyoruz kendi kendimize: "Bugün, şu anda filanca konuda böyle düşünüyorum. Ama yarın fikirlerim değişebilir. Ben değişebilirim. Başka bir açıdan bakabilirim. Bir ihtimaldir. İhtimal güzel şeydir. Belki değişirim."
Cahilin cehaleti kötüdür. Hamdır. Koftur. İçi boştur. Ama daha da kötüsü 'bilen'in gafletidir aslında. Bilgiyle gelen cesaret ve cehalet karışımıdır. Bazen bilgi sadece bir perdedir. İner gözümüzün üstüne, kapatır gönlümüzü. Çok bilenin çok daha iyi anladığını sanmak hata olur. "Bildiklerini unut," diyor Dost. "Gel al eline bir silgi, şu yeni başlayan güne bilgilerini silmekle başla. Zihnimin tahtasında kargacık burgacık harfler, ne çok kelimeler var. Alıyorum kumaş silgiyi. Tahtayı siliyorum boydan boya. Bir temizlik, bir hafiflik, bir ferahlık hali ki değmeyin gitsin.
"Zanlarını, yargılarını, ön yargılarını ve dahi tüm genellemelerini koy bir çuvala ve hepten terk et. Gıybet etme sakın, bil ki dedikodu denilen şey mıknatıs gibi kötü enerji çeker. Kimsenin aleyhine konuşma, uzaktan atıp tutma, insanları kem dille yargılama, bil ki yanılırsın. Birini ne kadar çok aşağılar yahut dışlarsan, onun durumuna düşme ihtimalin o kadar artar. Kâinatın matematiğidir. Bir koyar bir alır insan. Bilmeden kendi hesabını dürer."
Dinliyorum sessizce. "Hiçbir konuda yüzde yüz emin olma," diyor Dost. "Kendini ayrıcalıklı sayma. Konumuna ya da mevkine, ismine veya şöhretine güvenme. Şu hayatta tüm zahiri kisveler sabun köpüğünden ibarettir. Nazlı nazlı yükselir köpük, derken pat diye sönüverir. Her zaman başkalarından öğrenmeye açık ol. En iyi bildiğin konularda bile köşeli düşünme, büyük konuşma. Cümlelerinin sonuna nokta değil, ünlem değil, virgül yahut üç nokta koy. Açık bir kapı bırak daima. Ne kadar bilsen de hiçbir zaman yeterince bilemeyeceğini unutma. Tevazudan şaşma. Ancak o zaman kurtulabilirsin bilginin cehaletinden..." Bu yüzden Tebrizli Şems nam bir güzel insanın tutup da Hazreti Mevlânâ'nın tüm kitaplarını tek tek suya atması. Bu yüzden kendinden "Ümmi" diye bahsetmesi Yunus Emre'nin. Bu yüzden tasavvuf tarihi boyunca pek çok hakikat ehlinin "Cahilim, bilgisizim, ben bilemem" demesi. Yoksa hakikaten okur yazar olmadıklarından değil. Dün de zordu ama içinde yaşadığımız "enformasyon çağı"nda artık daha da zor "Bilmiyorum" kelimesini telaffuz edebilmek. Halbuki bir söyleyebilsek şunu hafifleyeceğiz. Berraklaşacağız. Duru ve yalın. Bir kelimenin idrakı değiştirecek bakışımızı, duruşumuzu. Güzel şey, "Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum..." diyebilmek.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Zamanla yarışan kadınlar
16 Kasım 2009

Yap-boz 'puzzle' gibi bazı kadınların hayatı. Parçalar bir bütüne tamamlanıyor elbet ama parçalı kalma hali hiç değişmiyor. Bazen kendimi aynı anda havada sekiz top çevirmeye çalışan bir akrobat gibi hissediyorum. Öyle zamanlar oluyor ki toplar uyum içinde dönüyor, muazzam bir dengede, ahenkle. "Vay be," diyorum kendi kendime, "aynı anda ne çok iş yapabiliyorum". Öyle zamanlar oluyor ki bütün toplar sözleşmiş gibi çıkıyor yörüngeden, hepsi paldır küldür kafama iniyor. Hiçbir şey beceremiyorum. Hiçbir şeyi tam yapamıyorum.

Sabahın bir saati evden çıkmışım. Yapacak o kadar çok iş var ki, nereden başlayacağımı kestiremiyorum. Gün yirmi dört saat değil, otuz altı saat olsa keşke. Sakız gibi sündürebilsek ellerimizde. Evin işleri, seyahatler, çocukların koşturmacası, biriken emailler, edilecek telefonlar, imza günleri, okuma etkinlikleri, önceden verilmiş sözler, sorumluluklar, randevular ve özgürce yazı yazmak arasında bölünmüşüm gene. Kendimden en az altı adet klonlamak istiyorum. Sonra her birimizi bir başka yöne gönderirim. Birimiz çocuklara bakarken, birimiz roman yazar; birimiz yurtdışında edebiyat festivallerine katılırken, birimiz süpermarkette domates, portakal seçer. En "sıradan" gibi görünen işleri de, en "sanatsal" gibi görünenleri de yan yana yürütürüz böylelikle. Anneme sitem dolu bir mesaj yolluyorum cep telefonundan, "Altız doğursaydın ya beni!" Kadıncağızdan gelen mesaj şöyle: "Senden altız doğursaydım, altı kat hızlı yaşlanırdım." Ardından bir mesaj da Eyüp'e yolluyorum. "Gene yetişemiyorum hiçbir işe. Altız olsaydım fena mı olurdu?" Eyüp'den gelen cevap iki kelime: "Allah korusun."
Yap-boz 'puzzle' gibi bazı kadınların hayatı. Parçalar bir bütüne tamamlanıyor elbet ama parçalı kalma hali hiç değişmiyor. Bazen kendimi aynı anda havada sekiz top çevirmeye çalışan bir akrobat gibi hissediyorum. Öyle zamanlar oluyor ki toplar uyum içinde dönüyor, muazzam bir dengede, ahenkle. "Vay be," diyorum kendi kendime, "aynı anda ne çok iş yapabiliyorum". Öyle zamanlar oluyor ki bütün toplar sözleşmiş gibi çıkıyor yörüngeden, hepsi paldır küldür kafama iniyor. Hiçbir şey beceremiyorum. Hiçbir şeyi tam yapamıyorum.
Aynı anda birden fazla yere yetişme, birden fazla insan olma hallerini erkekler tam olarak bilmiyor. Kadınlara has bir meziyet bu. Hem meziyet hem eziyet. En çok kadınlar bölünüyor. İş, ev, aile, birey, toplum... arasında. Kadın, çok kazanan bir iş kadını da olsa, daha mütevazı şartlarda yaşayan bir memur da olsa aynı bölünmüşlük duygusunu taşıyor içinde. İşteyken aklımız evde, evdeyken aklımız işte. Sofraya konan yemeğin kalitesinden, dolapta diyet kola olup olmamasından kendimizi sorumlu tutuyoruz. Kadınlık karnelerimiz ellerimizde, habire kendimize not veriyoruz. Üstelik notumuz da kıt. "Evi çekip çevirme: Orta. Temizlik ve Titizlik: Orta. Düzenli ve Planlama Olma: Kırık."
Bütün gün dışarda çalışsak da bu "evcimen sorumluluk duygusu" değişmiyor nedense. Üstelik ev işleri o kadar "görünmez" faaliyetler ki, siz saatlerce çalışıp didinebilirsiniz, her şeye yetişmek için ter dökebilirsiniz, gene de akşam eşinizin gözüne bütün gün hiçbir şey yapmamış gibi görünebilirsiniz. Ne ikramiyesi var ev işlerinin, ne fazla mesaisi. Ne bonus biriktiriyorsunuz, ne bir yere işleniyor fazla puanlarınız. Miles & Miles kartı yok ev kadınlığının. Senelerce durmadan çalışsanız bile, hiçbir yere bedava uçurmuyorlar ödül olsun diye.
Zaman yetmiyor bize. Adeta koşarcasına, bir yangından kendimizi kaçırırcasına, telaşla yaşıyoruz bazen. Aynı anda birden fazla kimliğe bürünüyoruz. Kadınların bir günü erkeklerin üç gününe denk belki de. Biz bir güne üç günün işini sıkıştırıyoruz. Bu yüzden onlardan daha çabuk yaşlanıyoruz. Hiçbir kırışıklık kremi, hiçbir botoks yetmiyor kadınların bölünmüşlüğünü düzeltmeye...
Ahmet Hamdi Tanpmar Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde Doğu ile Batı'nın "eşyaya ve zamana tasarruf etme" tarzlarının farklı olduğunu söyler. Belki de bu hususta sadece Şark ile Garp arasında değil, erkek ile kadın arasında da derin farklar var. Zaman tek bir kelime ama tek bir şekilde yaşanmıyor işte. "Zaman" başka, "vakit" başka, "an" başka, "dem" başka, "dehr" başka. Halbuki biz unutuyoruz bu ayrımları. Zamana odaklanmaktan "an"ı yaşamaya fırsat bulamıyoruz ki. Hayatımız ya geleceği planlamakla geçiyor, ya geçmişi hatırlamakla. En az yaşadığımız hakikat, "şu an"ın hakikatidir aslında. Bir kapısı geçmişe, bir kapısı geleceğe açılan "an"ın ismi ise "dem". İçinde önceki ve sonraki zamanın olasılıklarını taşıyor. Bu yüzden dervişler tekrar eder durmadan, "dem bu demdir dem bu dem... " Peki ya dehr? Kesintisiz bir şekilde uzayıp giden, dolayısıyla dilim dilim ayrılmayan o sonsuz bütünün adıdır dehr. Kimi alimler der ki: "İnsanın zamanına 'zaman' deriz, Tanrının zamanına ise 'dehr'."
Peki ya biz kadınların zamansal bölünmüşlüğüne ne ad vereceğiz? "Dantel Zaman". Çünkü el emeği göz nuru dantel dantel örüyoruz zamanı, arada bazı ilmikleri kaçırsak bile...
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Güzelim şehir İzmir
19 Kasım 2009
BU hafta İzmir'deydim. Alsancak D&R'da bir imza gününde buluştuk İzmir'in güzel okurlarıyla. Dersini asıp gelen öğrenciler, işyerinden izin alıp gelen çalışanlar, çocukları komşuya emanet edip gelen ev hanımları, dükkânını kapatıp gelen esnaf, öğle yemeğini imza kuyruğunda sandviçle geçiştirenler... Kimisi kendisi için kitap imzalatıyor, kimisi akrabaları için, kimisi de uzaktaki, hatta gurbetteki dostları için. "İmza atmaktan yorulmadınız mı?" diye soruyor D&R görevlileri. Halbuki ben değil yorulmak, yenileniyorum. Ruhen ve zihnen tazeleniyorum. Okurların anlattıklarından çok şey öğreniyorum. Enerji, moral ve ilham alıyorum konuştuğum ve dinlediğim her roman okurundan. Okur ile yazar arasındaki o derin ve hakiki ruhdaşlık bağına inanıyorum.
Akşam 9 Eylül Üniversitesi'nin davetlisi olarak çok daha geniş bir okur kesimiyle beraber olma fırsatı buluyorum. Sorular soruları açıyor; konular konuları. Koca salonda her yaş grubundan ve her kesimden insan var. Türkiye'de birçok edebiyat etkinliğinde kadınların sayısı, erkeklerden gözle görülür biçimde fazla olur. Halbuki İzmir'de kadınlar kadar erkekler de roman okuyor. Gençler de roman okuyor, gençler dediysem sadece üniversite öğrencileri değil, lise, hatta ortaokul öğrencileri de. Orta yaşlılar da okuyor ve çok daha yaşlı bir kuşak da.
Anneanneler ile torunlar aynı kitabı paylaşıyor bu şehirde. "Önce anneannem okudu romanınızı, sonra ben" diyor genç bir kız. Gözlerinin içi gülüyor. Bilgi ve birikim, kuşaktan kuşağa akıyor. Su gibi akışkan. Su gibi duru. Özenle giyinmiş yaşlı hanımefendiler de var salonda, türbanlı genç kızlar da. Solcular da var, sağcılar da, ortada bir yerlerde demir atanlar da. Kozmopolit bir kültürde yetişenler de var, daha milliyetçi bir çizgide durmayı yeğleyenler de. Liberaller, sosyal demokratlar, feministler, nihilistler, muhafazakârlar, dindarlar da var.
Tasavvufa gönül verenler de var, içinde ruhaniyet olan her şeye şüpheyle bakanlar da. Ve zahiride belirgin, hatta mühim gibi duran tüm bu ayrımların anlamını yitirdiği bir öte boyut var. Her şeyin sabun köpüğü gibi uçuşup yok olduğu bir an. Birbirimizi anlayabildiğimiz, dinleyebildiğimiz ve hatta gayretsiz sevebildiğimiz bir diyar var. İnsandan insana uzanan gönül köprülerinde sessizce ilerleyip zihinsel kalıplarımızın kapılarını sonuna kadar açarsak şayet.

*

İzmir'de bir akşamüstü. Uzun, keyifli ve samimi bir edebiyat sohbeti çıkıyor ortaya. İnançtan konuşuyoruz, hayal kurmaktan, yazmaktan ve yolculuklardan. Birey olmaktan ve birey kalmaktan konuşuyoruz. Edebiyattan ve aşktan. İzmir'in okurunun eğitimine, birikimine, bilgisine ve sağduyusuna tanıklık edip de etkilenmemek mümkün değil. Öyle sorular soruyorlar ki şaşırıyor, zorlanıyorum bazen.
Her ne kadar kimi okurlar beni "Aşk" romanıyla tanımış olsalar da, çok daha uzun zamandır bilen ve takip eden bir kesim var ki bütün kitaplara aşina. Pinhan'dan da soru soruyorlar, Mahrem'den de. Benim bile unuttuğum yahut hiç görmediğim bağlantılar kuruyorlar kitaplarım arasında. Roman karakterlerimi isim isim sayıyorlar. Cismen tanıyorlar. Şükranla yanıtlıyorum sorularını, elden geldiğince, dilim döndüğünce. Bilmiyorlar ki aslında her yazar, okuruna şükran duyar içten içe.
Ben çocukluğumu ruhumun kapalı kutusunda saklanarak geçirdim. İçe dönük, sessiz, yalnızdım. Tek çocuk ve tek anne, habire yolculuk halinde geçti hayatımın ilk demleri. Ergenlik ve gençlik dönemlerim boyunca zaman zaman bir ailem olmamasına hayıflandım, üzüldüm içten içe. Yalnızlıklar ve yolculuklar bazen muhteşem bir keyif ve özgürlüktü ama ağır geldiği zamanlar da oldu.
İzmir'de edebiyatseverlerle buluştuktan sonra akşam yorgun ama yüreğimde şükranla ayrıldım bu güzel şehirden. Geri dönerken uçağın camında çocukluğumu gördüm. Halının üstünde oturmuş, alfabenin harfleriyle oynayan suskun kız çocuğuna göz kırptım. Gülümsedi, yarı muzip, yarı çekingen. Hani o zamanlar hep geniş bir ailem olsun isterdim ya, bunca sene sonra şimdi yüzlerce, binlerce kardeşim ve kız kardeşim oldu. Okur benim ailem. Okur benim akrabam. Hayatta her akrabalık kan bağıyla kurulmuyor. Kimi de kalp bağıyla kuruluyor işte.
 

Top