Elif Şafak tüm makaleleri

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Kebapsız pazartesi
19 Haziran 2009

BUGÜNLERDE İngiltere'de bir kampanya çok konuşuluyor. Beatles'ın eski üyesi Paul McCartney önderliğinde gelişen ve pek çok ünlü simadan destek gören bir kampanya bu. ismi "Etsiz Pazartesi". Amaç pazartesi günlerini "et yenilmeyen gün" ilan ederek, haftada bir günlüğüne de olsa herkesin vejetaryen olması ve bu sayede aşırı et tüketiminin yarattığı sıkıntılara dikkat çekerek, tüm toplumda bilinç yükseltmek.
Eğer bu kampanya yaygınlaşırsa, haftanın bir günü kimse et satmayacak, et almayacak, et pişirmeyecek, et tüketmeyecek... Bu ilginç uygulama şimdilik İngiltere ile sınırlı görünüyor. Ama eğer başarılı olursa, benzer kampanyalar Avrupa'mn diğer ülkelerinde de mantar gibi çoğalabilir. Mesela, sırada Belçika var. Belçikalılar birkaç şehirde "Etsiz Perşembe" ilan etme hazırlığı içindeler. Diğer Avrupa şehirleri de kendilerine gün seçiyor.
*
Kırmızı et yemeyi uzun zaman evvel bırakan biri olarak bu kampanyayı ilgiyle takip ediyorum. Ben et yemeye kesinkes veda edeli on altı seneyi geçti. En son köfteyi" üniversitede öğrenciyken yemişimdir herhalde. O günden bugüne et tüketimi bana uzak, ruhuma yabancı. Eti bırakmak, bir yanıyla sigarayı bırakmak gibidir. Bir anda karar ve -rir, gözünüzü kararür ve pat diye bırakırsınız. Ertesi sabah uyandığınızda her şey farklıdır. Bedeninizi başka bir biçimde taşımaya başlarsınız. Algılarınız değişir. Hayatla ilişkiniz farklılaşır. Koku ve tat alma duyularınızda bir değişim olur. Hem beden hem zihin sakin ama derin bir değişim geçirir.
Öte yandan, eti bırakmak sigarayı bırakmaya pek benzemez. Zira bırakınca kolay kolay başlamazsınız bir daha. Sigarayı bırakanlar çok zorluk çekebilirler, bilhassa ilk başlarda. Bırakıp bırakıp başlayabilirler. Ama et yememek konusunda kafası net olan biri pek öyle yalpalamaz. Tabii eğer zihni bu konuda berraksa....
*
Ben de et yemeyi böyle bıraktım on altı sene evvel. Bir kez bile aramadım ondan sonra. Bununla beraber hiçbir zaman fazla anlam yüklemedim et yemeyişime. Bir et lokantasının kapısından kendi başıma girmişliğim yoktur, ama
arkadaşlarımın hatırı için kebapçıya da giderim, dönerciye de. Et yenilen mekânlarda rahatlıkla oturdum, otururum. Ben vejetaryenliğimi "bireysel bir tercih" olarak yaşıyorum. Kendi kendime verdiğim bir karar. Bunun üstüne makro nutuklar atmak, büyük teoriler inşa etmek istemedim hiçbir zaman.
Kimi vejetaryenlerde gördüğüm "sağlıklı yaşam stilini abartma" ve "et yiyen herkese yamyam gözüyle bakma" tavrından uzak duruyorum. Kimileri durumu o kadar ileriye götürmüş ki sadece et değil, hiçbir hayvansal gıda tüketmemekten yana. Ne yumurta, ne süt, ne peynir, ne yoğurt... Et yemeyebilirsiniz, ama et yiyenler hakkında genellemeler yapmak, negatif laflar etmek ya da vejetaryenliği daha "üstün ve gelişmiş" bir hayat tarzı zannetmek başka bir şey. Bu yüzden olsa gerek kendimi "en iyi dostları genellikle vejetaryenler değil, etoburlar olan bir vejetaryen" addediyorum.
*
O yüzden şimdi etoburlara yapacağım öneriyi gene bir dosttan gelen bir tavsiye olarak alırsınız umarım. Bir an için durup benzer bir kampanyanın Türkiye'de yürüdüğünü düşünelim. Haftada bir gün "Kırmızı Et Yememe Günü". Elbette Türkiye, İngiltere değil. Elbette, diyebilirsiniz ki, "İyi de zaten bu ülkede kaç kişi düzenli olarak et yiyebiliyor Allah aşkına? Kaç ailenin mutfağına et girebiliyor?" Ve bu haklı bir çıkış olur. Ama iki temel nokta var: Haftada bir gün et yememe kampanyası zaten maddi imkânsızlıklardan dolayı et yiyemeyenlere değil, et tüketenlere yönelik bir girişim. İkincisi, bu tür kampanyaların amacı aynı zamanda toplumdaki gelir dağılımı eşitsizliklerine dikkat çekmek ve tüm doğal kaynakları daha tutumlu kullanmaya yöneltmek.
Çünkü hepimiz her an israf halindeyiz. Kendimizi doğanın efendisi zannediyoruz. Bitkileri, hayvanları ve tüm kaynakları emrimize amade addedip talan ediyoruz.
*
Böyle bakınca, haftada bir gün, sadece bir güncük, bilinçli olarak et yemesek ne olur ki? Kimbilir belki daha az gergin, daha az sinirli oluruz. Kimbilir sadece doğal kaynakların tüketimi konusunda değil, kendi iç ruhsal dengemiz açısından da hayırlı bir iş yapmış oluruz.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Erkekler kadınlardan daha mı komik?
22 Haziran 2009
Mizah büyük oranda erkeklerin alanı. Espri patlatmak, fıkra anlatmak, argo kullanmak, dalga geçmek, tiye almak... erkeklerin tekelinde. Gerek kendi kişisel dünyamızda, gerekse daha toplumsal ölçekte, erkek "güldüren", kadın ise "gülen" rolünde. Ve bu rol dağılımı kolay sarsılmıyor. Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada komedi sözkonusu olduğunda erkekler hem nicelik hem nitelik bakımından önde.

Kadın misafirlerin erkek misafirlerden daha çok konuşması ancak belli mevzularda olur. Tutkuyla bağlandıkları hususlarda dilleri çözülüverir - aşk gibi, çocuk gibi, aile ya da sadakat gibi konularda. Ama tüm bunlar zaten "ciddi" mevzulardır. Kadınlar kalabalık ortamlarda kolay kolay "hafif" konulardan konuşamazlar

Kalabalık bir arkadaş meclisi düşünün. Kadınlı erkekli, genellikle çiftler halinde oturuyor herkes. Tamamen gençlerden oluşan bir masa da olabilir bu, orta ya da ileri yaşlılardan da. Hayal etmesi size kalmış. Ben sadece ipuçları vereceğim. Diyelim ki hafiften duman altı ortalık, küllükler dolup boşalıyor. Yemek masasında kalan mezeler, yiyecekler soğumuş, kahve faslına geçilmiş. Çoktan bitmiş aslında yemek. Şimdi uzayan sohbetin tadı var herkesin damağında. Şekerli, köpüklü, yoğun bir tat. Sohbete damgasını vuran belirgin bir özellik var: Mizah! Kesif, keskin, zeki, gürültülü ve yer yer argoya kayabilen, düzeyi kâh düşen kâh yükselen ama hiç azalmayan bir mizah.
Matrak bir arkadaş meclisi düşünün. Öyle canlı ve candan bir sohbet var ki birinin lafını bir başkası tamamlıyor. Dinleyenler kahkahalarla gülüyor. En çok konuşan ve en çok espri yapan birkaç kişi, birbirlerine pas veren futbolcular gibi kelimeleri yuvarlaya yuvarlaya döndürüyorlar top sahada. Herkes keyifle dinliyor ve izliyor.
Resmi zihninizde canlandırabildinizse küçük bir soru sormak isterim. Ama pat diye, düşünmeden yanıtlamanız gereken: "Böyle kalabalık bir ortamda arka arkaya esprileri patlatan insanları düşündüğünüzde aklınıza kadınlar mı geliyor yoksa erkekler mi?"
Cevap muhtemelen "erkekler".
Zihninizdeki resimde, grup içinde en çok konuşan, sesi en çok duyulan ve en çok komiklik yapanlar erkekler olmalı. Aralarında kadın var mı peki? Pek yok. Kadınlar daha ziyade kenarda, dinleyiciler arasında. Dikkatle dinleyip sık sık kafa sallıyor; mimiklerini bol bol kullanıp ara sıra lafa karışıyorlar. Kendi aralarında konuşup söylenenler hakkında yorum yapıyorlar. Pasif değil kadınlar. Ama konuşmanın başını çekmiyorlar.
Kalabalık bir arkadaş meclisinde sohbetin kıvamını ve akışını kadınların belirlediği nadir görülür. Hele hele kadınların arka arkaya espriler patlatıp dinleyenleri gülmekten kırıp geçirmesi daha da az rastlanır bir hadisedir. Kadın misafirlerin erkek misafirlerden daha çok konuşması ancak belli mevzularda olur. Bir tek bu temalarda aniden açılır masadaki kadınlar. Daha cesur, daha iddialı, daha atılgan olurlar. Tutkuyla bağlandıkları hususlarda dilleri çözülüverir - aşk gibi, çocuk gibi, aile ya da sadakat gibi konularda. Ama tüm bunlar zaten "ciddi" mevzulardır. Dalgası geçilse bile özü ciddidir. Uzun lafın kısası, kadınlar kalabalık ortamlarda kolay kolay "hafif" konulardan konuşamaz, mizah yapamazlar.
"Kadın ve komedi" hemen yan yana gelebilen bir ikili değil. Aralarında doku uyuşmazlığı var. Diyeceksiniz ki "Tanınmış kadın komedyenlerimiz yok mu?" Var elbette. Keza komedi dizilerinde oynayan, senelerdir tiyatro oyunlarında rol alan veya mizah yüklü hikâyelerinin kaleme alınmasında en az erkekler kadar faal olan kadınlar var. Gayet de başarılılar. Ama bu tür kadınların sayısına baktığımızda garip bir orantısızlık dikkat çekiyor. Mizah büyük oranda erkeklerin alanı. Espri patlatmak, fıkra anlatmak,
argo kullanmak, dalga geçmek, tiye almak... erkeklerin tekelinde. Gerek kendi kişisel dünyamızda, gerekse daha toplumsal ölçekte, erkek "güldüren", kadın ise "gülen" rolünde. Ve bu rol dağılımı kolay sarsılmıyor. Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada komedi sözkonusu olduğunda erkekler hem nicelik hem nitelik bakımından önde.
Peki kadınların zeka, tespit ve gözlemde erkeklerden aşağı kalmadıklarını hatırlarsak, hatta gerek dil oyunlarında, kelimeleri kullanma yetisinde, gerekse soyutlama açısından erkeklerden daha iyi olduklarının altını çizersek, nasıl açıklayacağız bu temel farkılığı?
1. Kadınlar kamusal alanda mizah yapamazlar çünkü kendilerine gülünmesinden hoşlanmıyorlar. Hafife alınmaktan ürküyorlar.
2. Kadınların, erkeklerden farklı olarak, kalabalık ortamlarda kendilerini ispatlamaya ihtiyacı yok. Komedi biraz da kendini gösterme ve rekabet işi.
3. Kadınlar özel alanda geveze ve açık, kamusal alanda suskun ve kapalılar.
Bu üç açıklamadan bana en yakın gelen üçüncüsü. Kadınların hayatında derin bir bölünme var. Evimizde başka, dışarıda başkayız. Kamusal alana çıkar çıkaz savunma mekanizmalarmızı donanıyoruz. Çocukluğumuzdan beri bize öğretilen klişeler devreye giriyor. "İyi kadın", "namuslu kadın", "uslu-cici kız" oluveriyoruz. Bedenimizi taşımıyor, habire kaçırıyoruz. Bir yerden bir yere. Evet, erkekler kadınlardan daha "komik". Çünkü komik olmayı göze alabiliyorlar.
Bakmayın böyle "teorik" yazdığıma. Meselenin bir ucu fena halde bana da dokunuyor. Şimdiye değin gerek çeşitli roman okurlarından, gerek edebiyat eleştirmenlerinden defalarca aynı şeyi duydum:
"Kitaplarınızda ne kadar güçlü bir mizah duygusu var!" Ama gündelik hayatta beni tanıyanlar zannetmem ki hakkımda benzer bir tespitte bulunsunlar. "Ne kadar komik yazıyorsunuz" diyebilirler. Bu beni mutlu eder. Ama "Ne kadar komiksiniz" demelerini ister miyim acaba? İşte orada edebiyatın katı kuralları devreye girer. Yazarken mürekkep yerine mizah kullanabilsem de konuşurken değişiyor, "ciddi"leşiyorum. Kamusal alanda değil espriler patlatmak, mümkün mertebe dinlemeyi tercih ediyorum. Sakin, sessiz bir gözlemci olarak kalmak istiyorum.
Bir tek yazı dünyamın mahremiyetine çekildiğim zaman içimde bir yerde saklı bir kapı açılır. Gündelik hayatta hiç açılmayan bir kapı. Ve kapının ardından çıkan enerji çılgın, asi, taşkın, ironik ve "komik" bir enerjidir. Her şeyin içindeki mizahı görür. En çok da hüznün içindeki mizahı. Peki madem kalemimde mizah bu kadar belirgin, gündelik hayatta neden öyle değilim? Ya da madem gündelik hayatta daha "durgun" biriyim, yazı yazmaya başlar başlamaz hissettiğim bu taşkınlık, bu kıvılcım, bu komiklik nereden geliyor? Bölünmüşlüğümün kadın olmakla ilgisi var mı? Bence evet.
Zira biz kadınlar kamusal alana çıkar çıkmaz değişiyoruz. Değişmekle kalmıyor, içimizdeki mizah denizini kurutuyoruz. Ama bilerek ama bilmeyerek.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
TOBB Üniversitesi'nde bir öğleüstü
26 Haziran 2009

ANKARA'da sakin bir öğleüstü. TOBB Üniversitesi'nin tıklım tıklım dolu amfisinde öğrencilerle "AŞK üzerine bir sohbet"te buluşuyoruz. Romanım hakkında konuşmamı kısa kesip, soru-cevap kısmına geçiyorum. Çünkü ben esas, öğrencilerin görüşlerini, yorumlarını, eleştirilerini merak ediyor, onları dinlemek istiyorum. Onlar da, sağolsunlar, sıkılmadan, çekinmeden, birbirlerini ezmeden tek tek söz alıp, arka arkaya sorular soruyorlar.
Tasavvuftan aşka, yazı yazmanın zorluklarından okurların yazardan beklentilerine; yerellikten evrenselliğe, din felsefesinden sanatın özerkliğine kadar son derece geniş bir yelpazede konuşuyoruz. Konular konuları açıyor. Her soru yeni sorulara zemin açıyor. Ve giderek ortaya son derece samimi, sahici, sıcak bir edebiyat ve kültür sohbeti çıkıyor. Öyle bir hava var ki amfide, insana bu memleketin gençleri hakkında umut ve güven veriyor.
*
Mizacım gereği çok sık seyahat ediyor, mesleğim gereği okurlarla ve bilhassa gençlerle ve kadınlarla çok sık sohbet ediyorum. Edebiyat okurlarının fikirlerine kıymet veriyor, yazarların sadece "gözlemci" değil, aynı zamanda iyi birer "dinleyici" olması gerektiğine inanıyorum. Benim işim "hikâye anlatıcılığı". Ve hikâyeler, hayaller hepimizin ortak malı. Kimsenin tekelinde değiller. Hiçbir grup, kesim ya da kişi ile sınırlı değiller. Hikâyelerin tapusu yok ve herkesin anlatacak bir hikâyesi var aslında. Ben de okurlarımı kategorilere ayırmadan, kendimden ayrı görmeden, "filancacılar" ya da "falancacılar" diye yapay sınırlarla bölmeden yaklaşıyorum.
Türkiye'de nice zaman birbirimizi çok kolay ve acımasızca yaftaladığımızı, yargıladığımızı, dışladığımızı düşünüyor; edebiyatçının bütün bu polemiklerden uzak durması ve herkese eşit yaklaşması gerektiğine inanıyorum. Ve bir şeyi daha biliyorum: Siyaset insanların farklı yanları üzerine odaklanır; sanat ise insanların ortak yanları üzerinde durur. Siyaset habire "biz" ve "onlar" ayrımı yapar. Husumetten beslenir. Sanat ise farklı gibi duran parçaları birbirine yaklaştırır. Bütünleştirir. Birler. Empatiden beslenir. Tasavvuf gibi sanat da özünde birleyicidir.
Hal böyle olunca gittiğim hemen hemen her edebiyat etkinliğinden kıymetli anılarla dönüyorum. Ama TOBB Üniversitesi'nde gördüğüm öyle bir özellik var ki, doğrusu benzerine çok az kurumda rastladım. Burada öğrenciler "ders al-ezberle-sınıf geç-mezun ol-iş ara" klişesinin dışındalar. Son derece yaratıcı ve yapıcı, mesleki ilgi alanlarına olduğu kadar bireysel becerilerine de önem veren eşitlikçi bir yapı içinde okuyorlar. Beni etkileyen, düşündüren bir karışım bu. Ve her karışım gibi onun da bir formülü var. Dört unsur bir arada: a (bilim, bilgi ve beceri) artı b (özgüven, önyargısızlık) artı c (dünyaya açıklık) artı d (edep ve kendi kültürüyle barışıklık). Düşünün tüm bu unsurları aynı anda kaç yerde bulabiliriz? Hem "buralı" hem "dünya vatandaşı" olmak, hem bilgi hem edeple donanmak, yerellikle evrenselliği harmanlamak, mesleki beceri kazanırken birey de olabilmek, ezberci değil yaratıcı bir eğitim almak, öğrenmek kadar kültürel ve ruhsal açıdan da kendini yetiştirmek...
Türkiye'de son zamanlarda çok üniversite açıldı. Ama tüm bu unsurları hedefleyen ve önemseyen kaç kurum sayabiliriz acaba? Ne yazık ki fazla değil.
*
Türkiye bunca zaman gençlerini hep "beyin göçü"ne kaptırdı. Mühendislikten uluslararası hukuka, sosyal bilimlerden tıp alanına, nice gencimiz okuma amaçlı Amerika ve Avrupa'ya gitti ve mezuniyetten sonra dönmek yerine oralarda kaldı. TOBB Üniversitesi böyle bir ortamda, "beyin göçü"ne maruz kalan bu topraklarda, şimdi düşünen, sorgulayan, bilen, yapan, başaran "beyinler" yetiştiriyor. Ama "bilgi" kadar "edep"i de önemseyerek.
Benden naçizane bir tavsiye: Olur da memleketin hızlı gündeminden bunalırsanız, basında çıkan şiddet haberlerine, köşe yazarlarının dinmeyen polemiklerine ya da televizyon kanallarındaki patırtılı kavgalı hallere bakıp karamsarlığa kapılırsanız, şöyle bir
Ankara'ya, TOBB Üniversitesi'ne gidin. Oturun kantinde, öğrencilerle sohbet edin. İzleyin. Dinleyin. Ortamı gözlemleyin. Ve orada gürül gürül akan enerjiyi, dinamizmi, idealizmi hissedin. Çıktığınızda tebessümle bakıyor olacaksınız etrafa.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Yalnız benim için yaz...
29 Haziran 2009
İki okur düşünün. İki iyi arkadaş. Aynı kitabı okurlar ama tamamen farklı sayfalarda duraklayarak, farklı karakterlere yakınlık duyarak. Nasıl ki parmak izlerimiz birbirine benzemiyorsa, hiçbir okurun okuma biçimi bir başkasınınkine benzemez. Bir romanı çok sayıda insan okuyabilir ama herkesin okuması ayrı ve özeldir. Bir metni sadece onu yazan kalem değil, aynı zamanda onu okuyan göz de inşa eder! Bu yüzden bir romanı beş kişi de okusa beş yüz bin kişi de, herkesin okuması tek ve biriciktir!

Ben sizi seneler evvel ilk romanınız Pinhan ile tanıdım. O günden bugüne çıkan her kitabınızı okudum. Ama eskiden sadece benim yazarımdınız. Etrafımdakilere hep sizden bahsederdim. Şimdi herkesin yazarı oldunuz. Etrafımdakiler bana sizden bahsediyor. Bazen dayanamayıp arkadaşlarımı tersliyorum: Bana niye Elif Şafak anlatıyorsunuz diyorum. Yahu siz daha onun ismini bile duymamışken ben onu okuyordum. Daha hiçbiriniz keşfetmemiştiniz bile... Ama anlamıyorlar niye sinirlendiğimi. Ve ben bu yüzden sizden soğudum. Gene okuyorum her kitabınızı ama herkesle beraber okumak hoşuma gitmiyor. Keşke bu kadar meşhur olmasaydınız. Sırf benim yazarım olarak kalsaydınız."
Bana bunları söyleyen kişi genç bir kadın. Kalabalık bir salonun ortasında, son derece keyifli geçen bir edebiyat sohbetinin ardından söz alıyor. Yarı sevgi, yarı sitem dolu bir sesle şikayetini dile getiriyor. Dürüst ve dobra. Samimi ve hakiki. Ama gülüşmeler oluyor salonda. Diğer okurlar hınzırca sataşıyor kadına. "Ne yani sadece senin için basılsın romanlar, öyle mi? Senden başka kimse okumasın mı yani?" diyor arka sıralardan biri.
"Hatta kitapların üstüne özel okur baskısı yazılsın..." diye takılıyor bir başkası. "Her kitaptan bir adet olsun ortalıkta! Sadece sen oku."
Genç kadın aniden sinirleniyor. Bana eliyle salondakileri işaret ederek: "Bu insanlar sizi meşhur olduğunuz için okuyor. Allah bilir çoğu öyle. Halbuki ben sizi şöhretten evvel keşfetmiştim," diyor.
"Ne biliyorsun ya kimin niye okuduğunu?" diye çıkışıyor ön sıralardan bir üniversite öğrencisi. "Sen kendini niye başkalarından üstün zannediyorsun şimdi?"
Ve salonda bir dalgalanma daha oluyor. Fısıltılar, gülüşmeler, yorumlar.... Genç kadın etrafın tepkilerinden etkilense de kararlı bir şekilde gözlerimin içine bakıyor. Bir cevap bekliyor. Karşılıklı duruyoruz. Yüz yüze. Söylediğine göre on beş senedir kitaplarımı okuyor ve beni bu sene AŞK ile keşfedenlerle yan yana durmak istemiyor. O benim eski okurum, sadık okurum, samimi okurum, kırgın okurum, kıskanç okurum... Nasıl anlatsam ona hassasiyetini anladığımı ama resmin bir başka yüzü daha olduğunu? Nasıl anlatsam aslolanın "okur" ile "yazar" arasındaki değil, "okur" ile "kitap" arasında kurulan bağ olduğunu? Nasıl anlatsam kitapların yazarlarına değil, aslında onları seven, anlayan ve sahiplenen okurlara ait olduğunu? Nasıl anlatsam benim baktığım yerden tek tek her okurun ayrı, ayrıcalıklı ve özel olduğunu?
Roman sanatların en yalnızıdır. Başka hiçbir sanat dalı bu kadar yoğun, derin ve uzun süreli bir yalnızlık talep etmez. Elbette asosyal şairler, heykeltıraşlar, ressamlar, karikatüristler de vardır. Ama bu onların kişiliklerinden kaynaklanır, illa da yaptıkları işten değil. Halbuki romancı eserini yazdığı uzun zaman boyunca kafasındaki hayali karakterleri hayattaki hakiki insanlara tercih ederek marazi bir yalnızlık için yazmak zorundadır. Kozasından çıkamayan ipek böceği gibi gece gündüz didinerek. An gelir kozanın dışında bir hayat olduğunu bile unutur.
Romancı, sanatçıların en yalnızıdır. Hayatın hemen her alanında çalışan herkes şöyle ya da böyle başka insanlarla alışveriş halindedir ve "ekip çalışması" ne demek bilir. Başkalarıyla ortak iş yapmayı öğrenir. Bir yönetmen kendi egosunu oyuncuların egolarıyla dengelemek durumundadır. Bir müzisyen, bir aktör ya da sergiye hazırlanan bir ressam... Bir gazeteci, bir akademisyen ya da bir bankacı... Başkalarıyla ortak üretmeyi bilir. Bir tek romancılar başından sonuna uzuuun süreler boyunca som ve saf yalnızlık gerektiren bir iş icra ederler.
Roman okuru da okurların en yalnızıdır. Araştırma-inceleme, şiir, kısa hikaye, tiyatro eseri ya da akademik kitap okurları çok daha farklı bir tempoyla okurlar ellerindeki kitabı. Halbuki roman okuru eserini satın alır, evinin mahremiyetine çekilir ya da gider tenha bir köşe bulur veya kendini kalabalıktan soyutlar. Ve işte o halde, mutlak yalıtılmışlık ve yalnızlık içinde bu dünyadan koparak okur. İçsel bir yolculuğa çıkar. Bir başka kıtaya yelken açar. Bedeni buradadır ama zihni ve yüreği kuş gibi hayal alemine kanat çırpar.
Yazar ile okur arasındaki bağ işte bu "saf yalnızlık ilkesi" üzerinden kurulur. Bir sırdaşlık halidir bu. Bir ruhdaşlık halidir. Yazar, kitap ve okur arasında yatay bir bağ vardır. Bir nevi ruh akrabalığı.
Öte yandan yazar ile yazı aynı değildir. Bir yazarın kişiliği berbat ama yazısı harika olabilir. Ya da kendisi pek hoşsobettir ama kalemi kuvvetli değildir. Yazarlar fani, aksi ve arızalı insanlardır. Huysuz, geçimsiz, kaprisli... Pek çok şey olabilir. Ama onların sıfatlarının hiçbir önemi yoktur. Aslolan kitabın sıfatlarıdır. Eserin nitelikleri!
İki okur düşünün. İki iyi arkadaş. Aynı kitabı okurlar ama tamamen farklı sayfalarda duraklayarak, farklı karakterlere yakınlık duyarak. Nasıl ki parmak izlerimiz birbirine benzemiyorsa, hiçbir okurun okuma biçimi bir başkasınınkine benzemez. Bir romanı çok sayıda insan okuyabilir ama herkesin okuması ayrı ve özeldir. Bir metni sadece onu yazan kalem değil, aynı zamanda onu okuyan göz de inşa eder! Bu yüzden bir romanı beş kişi de okusa beş yüz bin kişi de, herkesin okuması tek ve biriciktir!
Ben bunları söyledikten sonra ılık bir hava esiyor salonda. Genç kadın mütebessim bakıyor ve artık kimse kimseye takılmıyor. Ve o sessizlikte ben bir kez daha anlıyorum ki hepimizin yüreği tıp tıp benzer taleplerle atıyor. Her birimiz özel olmak istiyoruz. Okur yazarının gözünde özel, yazar okurunun gözünde özel...
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Paris bizi beklerken
03 Temmuz 2009
ILYA Ehrenburg'un bir dönemin sol hareketinde hayli iz bırakmış bir romanı vardır: Paris Düşerken. Bugünlerde Paris başka bir fiil içinde: Paris Beklerken. Evet, Paris bekliyor. Neyi mi? Bizleri. Türkiye'den gelecek sanatçı ve edebiyatçıları. Müzik, sinema, dans, plastik sanatlar ve edebiyat... Bütün bir sene boyunca Fransa'nın çeşitli yerlerinde sanatsal ve edebi etkinlikler düzenlenecek. Tüm önyargıları ve önduygularıyla Paris ve Parisliler bu hafta bir basın toplantısıyla duyurulan Türkiye Yılı'nın başlamasını bekliyor.
Siyah Süt'ün Fransızca çıkması sebebiyle Fransa'dayım bu hafta. Kitabım Lait Noir ismiyle (çevirmeni Valerie Gay-Aksoy) kitapçı raflarında yerini alırken ben de Fransız basınından çeşitli gazetecilerle söyleşiler yaptım, yapıyorum. Böylece Fransız basınının "Türkiye Mevsimi"ne nasıl hazırlandığını/ hazırlanmadığını biraz daha yakından görme fırsatım oldu. Burada bir değil üç temel yaklaşım var. Birincisi bazı siyasetçiler, entelektüeller ya da gazeteciler kısmen önyargılı bir tavır içinde, hatta kimileri Türkiye Mevsimi konusunda açık açık ayak sürümekte. Kibirli bir şekilde yukarıdan bakan, Eurocentric (Avrupa-merkezci), hatta Francocentric (Fransa'yı dünyanın merkezi gören) bir tavır bu. Ama bunlar sadece dar bir kesim. Onun dışında Türkiye Mevsimi'nin güzel geçmesi için canla başla çalışan, gönüllü olarak destek veren, İstanbul'a ve Türk kültürüne derin sevgi ya da samimi bir ilgi besleyen birçok Fransız var. Bu insanları görmezden gelemeyiz. Üçüncüsü, hiçbir şeyin farkında olmayan, bütün bu tartışmaları pek de takip etmeyen ortalama Fransızlar. İşte belki de en önemlisi kültür ve sanat aracılığıyla onlara ulaşabilmek! Onların zihin kapılarını aralayabilmek.
Şurası çok açık. Fransa'dan gelen önyargılı laflar ve tutumlar karşısında Türkiye kendini kırgın hissetmekte haklı. Ama kırılıp da bindiğimiz dalı kesmeye kalkarsak hata olur. Fransa'da Türkiye'ye karşı köklü önyargılar olduğu için kültür ve sanatımızı buraya taşımaktan vazgeçmek yerine, tam da bu sebepten ötürü kültür ve sanatımızı buraya göstermekte kararlı ve ısrarcı olmalıyız. Tam da bu yüzden bu adımın atılmasına ihtiyaç var. Küsmek yerine konuşmaya inandığımız için, zihinlerdeki kapıları kapatmak yerine açmak daha yeğ olduğu için, monolog yerine diyalogtan yana olmak için... Ama en önemlisi, sanatın ve edebiyatın evrensel kucaklayıcı birleyici enerjisine inandığımız için...
Sanat ve edebiyatın temelinde "empati" kavramı yatar. Kendini ötekinin yerine koyabilme becerisi. Böylelikle sanat birbirinden son derece farklı görünen insanları buluşturur ve barıştırır. Zihinlerdeki hudutları sorgular. Gündelik siyasetin aşamadığı önyargıları hiç beklenmedik şekilde aşabilir. Bir romanı öyle bir şekilde yazarsınız ki Brezilya'daki okur da onda kendinden bir şeyler bulur, Fransa'daki okur da. Siyaset dar kalıplar içinden bakar. Özü gereği çatışmacıdır. Kategorilere ihtiyaç duyar. Fransız siyasetçiler Türkiye'yi bir öteki olarak kullanmakta. Ama Fransız sanatçılar böyle yaklaşamaz. Sanatın ve edebiyatın açtığı kulvarda hiç beklenmedik güzellikte ve derinlikte diyaloglar kurulabilir.
Türkiye şimdiye değin Avrupa'ya kendini hep ama hep siyaset ve diplomasi kanalıyla anlatmaya çalıştı. Bunda zaman zaman başarılı olduysa da, çoğu zaman zorluklar yaşadı. Avrupa ve dünyadaki ideolojik rüzgârlar karşısında zorlandı. Bugün geldiğimiz noktaya bakalım: Avrupa Parlamentosu seçimlerini ne yazık ki bazı Avrupalı siyasetçiler Türkiye karşıtı bir kampaya için zemin olarak kullandılar. Bunun üzerine bazı Fransız politikacıların Türkiye'yi ötekileştiren sözleri tuz biber ekti. Hem gerginlik hem kırgınlık yarattı.
Hiçbir insan ilişkisi küsmekle çözülmez. Toplumsal ilişkiler de öyle. Fransızlara küsmek bize en ufak bir yarar getirmez. Onun yerine Türkiye'den gelen edebiyatçı ve sanatçılar büyük bir olgunluk, özgüven ve sükûnetle Fransa'ya gidip oradaki okurlarla ve dinleyicilerle buluşmalı. Ve şundan da çekinmemek lazım: Evet, Fransızlar Fransızcadan başka bir dil bilmiyor ama gene de onlarla iletişim kurmak zor değil, çünkü sanatın dili evrenseldir. Şefkatin, dostluğun, yapıcılığın dili de öyle.
Öyle bir müzik, öyle bir film, öyle bir konser, öyle bir sergi, öyle bir şiir, öyle bir roman çıkarırız ki önlerine; öyle bir sanat ve edebiyat rüzgârıyla gidebiliriz ki Fransa'ya, Türkiye konusundaki en duyarsız, hatta en negatif Fransız bile merak ve takdir etmekten kendini alamaz. "Uzak zannettiğim yakın imiş meğer. Ayrı gördüğüm ben imiş meğer..." Diplomatların ve bürokratların
gidemeyecekleri bir yer var: Ortalama Avrupalı vatandaşın kalbi. Oraya sadece sanat ve edebiyat nüfuz edebilir.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Özgürlük sokaktan gelir!
06 Temmuz 2009


Paris'te dolaşan hemen her İstanbullu kadın gibi benim de içimde bir damar hafiften cızz ediyor. Gönlüm istiyor ki canım İstanbul, güzelim İstanbul da öyle sadece belli başlı semtlerinde değil, her köşesinde böyle bir rahatlığa kavuşsun. Sokaklarında kadınların gece vakti de olsa rahat rahat yürüyebildikleri, gençlerinin aşklarını özgürce yaşayabildikleri, kimsenin kimseyi taciz etmediği, insanların gergin ya da şüphede olmadığı ve yabancıların bile birbirlerinden bir Allah selâmı esirgemediği bir şehir halini alsın.

Paris'te, Seine Nehri'nin kıyısında sakin bir gece. Gökyüzü kat kat derinleşen bir lacivert derya halinde. Vakit ilerlemiş olmasına rağmen şehir cıvıl cıvıl. Uyumaya niyeti yok daha. Ve Fransız gençler, ellerinde sandviçler, sigaralar, içeceklerle oturmuşlar kaldırımlara. Bazıları ayaklarını nehre sarkıtmış, bazıları sırtlarını birbirlerine yaslamış. Konuşuyor, şakalaşıyor, gülüşüyorlar. Ortalık turistten geçilmiyor. Dünyanın her köşesinden yolcu kalkmış gelmiş buraya. Japon, Amerikalı, Arap aileler yüzlerinde saklamaya gerek duymadıkları bir merakla dolaşıyorlar. İnsanlarda gözle görülür bir rahatlık var; beden dillerine yansıyan bir rahatlık. Turistler bile birbirlerine selâm veriyor, aynı tecrübeleri yaşıyor olmanın verdiği yakınlıkla tebessüm ediyor. İki adımda bir aşık bir çift ilişiyor gözünüze. Ya herkes aşık bu şehirde ya buraya sadece aşıklar geliyor. Ve ben en "uykusu kaçmış, çoluğunu çocuğunu evde bırakmış, yalnız ve durgun" halimle bir kenardan usulca seyrediyorum bu manzarayı. Paris'te dolaşan hemen her İstanbullu kadın gibi benim de içimde bir damar hafiften cızz ediyor. Gönlüm istiyor ki canım İstanbul, güzelim İstanbul da öyle
sadece belli başlı semtlerinde değil, her köşesinde böyle bir rahatlığa kavuşsun. Sokaklarında kadınların gece vakti de olsa rahat rahat yürüyebildikleri, gençlerinin aşklarını özgürce yaşayabildikleri, kimsenin kimseyi taciz etmediği, insanların gergin ya da şüphede olmadığı ve yabancıların bile birbirlerinden bir Allah selâmı esirgemediği bir şehir halini alsın.
Belki diyeceksiniz ki, "İyi de makyaja aldanmamak lâzım. Aynı Fransızlar kendi içlerindeki yabancı göçmenlere eşit davranmıyor. İlk bakışta görünmeyen derin bir toplumsal ayrımclılık var orada." Ya da belki diyeceksiniz ki "Paris sokaklarında hava öyle şeker şerbet olabilir ama bu arada Fransız siyasetçiler habire gerginlik üretiyor. Türkiye'yi açıkça Ötekileştiriyor..." Belki de haklı olarak itiraz edeceksiniz: "İstanbul gibi bir şehir yok ki yeryüzünde. Nasıl bir başka şehirle kıyaslarsın? Yapay bir karşılaştırma bu. Zoraki." Tüm bunlara amenna. Hatta kimbilir belki kiminiz daha sert çıkacak, diyeceksiniz ki, "amma da kompleksli, özenti bir tavır içindesiniz. Paris'e gidip etrafa gıpta ediyorsunuz.... Sonra da oradan buraya bakıp yazıyorsunuz. Osmanlı'dan bu yana dinmeyen tipik aydın kompleksi....."
Bütün bu lafları duyar gibiyim. Duyuyor ve anlıyorum. Ama ben bu yazıda öyle büyük makro meselelerden değil, küçük, ufacık bir özgürlükten söz ediyorum: Sokakta yürüyebilme özgürlüğünden!
Çocukken başlayan bir özgürlük bu. Sokakta oynayabilme imkânıyla gelen temel bir hak. Basit ama etkileri ömür boyu süren bir kentsel ayrıntı. Bugün orta yaşını geçmiş kime sorsanız benzer bir şikâyet duyarsınız. "Bizim zamanımızda her akşam sokakta oynardık. Kapıcının çocuğu da apartman yöneticisinin çocuğu da her fırsatta dışarı çıkardı. Hep beraber bağrış çağrış oyunlar kurardık. Mahalle diye bir şey vardı. Sokak diye bir şey vardı o zamanlar. Anne babalarımız merak etmezdi. Ara sıra balkondan bakarlardı, o kadar. Oysa şimdi böyle bir şey kalmadı. Artık kimse çocuğunu sokağa bırakamıyor. Yeni kuşak sokak nedir tanımadan büyüyor."
21. yüzyıl başında İstanbul'da giderek daha fazla sayıda çocuk daracık bir apartman odasında, kendi başına, televizyon ya da bilgisayar karşısında, yaşıtlarından uzak, dış dünyadan kopuk ve sokaktan ürkerek büyüyor.
Halbuki özgürlük sokakta başlar. Demokrasi zihinlere sokakta yerleşir. Farklılıklarla birlikte yaşama alışkanlığı, hiç kimsenin dünyanın merkezi olmadığı idraki, ortak nezaket kalıpları ve birbirine saygı sokakta öğrenilir. Bir şehrin, bir ülkenin insanlarını mutlu ya da mutsuz eden ayrıntılar hep gündelik hayatın içinde saklıdır. Birey olarak sokaklarla ilişkimiz toplumsal dokumuzu etkiler. Pencereyi açtığımızda gördüğümüz o daracık yollardan ya da gün içinde geçtiğimiz güzergahtan ibaret değildir sokaklar. Kültürün, medeniyetin tıp tıp atan damarlarıdır. İnce ince, mavi mavi uzanırlar şehrin bağrında. Binalar, anıtlar, müzeler, sergiler, kafeler tamam da, bir şehrin yaşam kalitesinin asıl göstergesi sokaklarıdır.
Bağnazlık kapalı kapılar arkasında örülür. Bağnaz insan kendini herkesin üstünde görür. Kibirli, elitist insan camdan duvarlar çeker kendiyle başkaları arasına. Sokağı sevemez. Zihin ve gönül açıklığı ise sokakta ve sokaklarla büyür. Sanatçı dediğin sokak sevmemezlik edemez. Edebiyatın enerjisi ve ritmi sokaktan gelir. Resimler atölyelerde yapılır, filmler platolarda çekilir, müzik albümleri stüdyolarda tamamlanır, romanlar evlerde yazılır belki ama sanatın her türlüsü ilhamını sokaktan alır.
Türkiye'de hep siyaset ve ekonomi konuşmaktan, habire sıcak gündem tartışmaktan, gündelik hayatımızın temel unsurlarına yakından bakmaya bir türlü fırsat bulamıyoruz. Büyükşehir Belediyesi keşke bir kampanya başlatsa. İstanbul'un altyapısına, köprülerine ya da binalarına değil bu sefer sadece sokaklarına odaklansa. Kadınların sokakta daha rahat yürüyebilmeleri, çocukların sokakta oynayabilmeleri, vatandaşların ortak yaşam kültürünü geliştirebilmeleri için.... velhasıl sokakların elimizden kayıp gitmediği bir güzel şehir için kampanya... Sokakları kaybedersek kültürü kaybederiz.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Ünlü olmanın konuşulmayan ağırlığı
10 Temmuz 2009
HANİ habire yeni şeyler "öğrenmek" istiyoruz ya. Birileri hakkında araştırmalar yapıyor, eski bilgilerimizin üzerine yenilerini ekliyor, kallavi teoriler inşa ediyor, varsayımlarda bulunuyoruz ya... Halbuki keşke öğrendiklerimizin çoğunu unutabilsek. Hani her bahar sadece evlerimizde değil hafızamızda da temizlik yapabilsek. Sık sık sıfırlanabilsek. Zihnimizin perdelerini açabilsek. Dışarıda uzanan sonsuz semayı görebilsek. Bir gün de bize birisi hakkında fikrimiz sorulduğunda "bilmiyorum ki" diyebilsek. "Bilgi" insanı daha olgun, daha alim, daha uzman yapmaz her zaman. Bilgi bazen de perdeler çeker insanın gözüne ve gönlüne. Bilgi zor bir emanettir taşımasını bilmeyene.
Dünyanın her yerinde ünlü insanların kaderidir bu: Onlar hakkında herkes bir şeyler "bilir". Ya da bildiğini zanneder. Ünlülerin ne zaman, kimin tarafından ve ne kadar tanınmak istediklerini ayarlama şansları yoktur. Çok sayıda insan onlar hakkında ileri geri konuşur. Yakıştırmalar yapar, hem de büyük bir kesinlikle. Ünlü insanlar hiçbir zaman kendilerini tam olarak anlatamazlar.
Başkalarının gözündeki imajları ile yalnız kaldıklarında ortaya çıkan kişi arasında kapanmaz gedikler vardır hep. Bazen en yakınları bile anlayamaz bu bölünmüşlüğün derinliğini. Bunu en güzel Rita Hayworth ifade etmiştir bugüne kadar. Dünya sinema tarihinin en unutulmaz filmlerinden Gilda sayesinde muazzam bir başarı ve şöhret yakalamış, ama özel hayatında mutsuzluk üstüne mutsuzluk tatmıştır. "Sevdiğim bütün erkekler Gilda ile evlendi. Ama sabah benimle uyandılar..." Ünlüleri uzaktan sevmek daha kolaydır bu yüzden. Bir serabı seyreder gibi...
Ve öldüklerinde geride efsaneleri kalır. Bazen o efsane o kadar büyük ve bulanıktır ki içindeki hakikati kimse bilmez, bilemez. Tıpkı Michael Jackson örneğinde olduğu gibi... Muazzam bir roman karakteri olabilirdi Jackson. Hem de başrolünü oynadığı romanda hiç yer almadan. Farklı insanların gözünden anlatılabilirdi.
Kardeşlerinin, çocuklarının, hayranlarının ve sevmeyenlerinin gözünden ayrı ayrı. Parçaları birleştirdiğinizde bile tamamlanmayan bir puzzle olarak kalırdı. Hep bir bilinmeyen olurdu formülünde. Bir esrar kuyusu resmin orta yerinde. Sanatçının cenaze töreninde konuşulanları izliyorum. Hakkında yazılanları okuyorum. İnternetteki atışmaları takip ediyorum. Sevenleri kadar belli ki sevmeyenleri de var. Herkes bir noktadan bakıyor. Herkes kendi gözündeki perdelerden mesul bu dünyada.
Bu hafta bir sanat tarihçisi "ünlüler ve haklarındaki efsaneler" hususunda mevcut bilgilerimizin ne kadar yarım yamalak, hatta yalan yanlış olabileceğine dair müthiş bir örnek sundu. Bugüne değin Vincent van Gogh'un deliliğin eşiğinde bir sanatçı olduğuna inandık hep.
Ünlü ressamın ruhsal bir buhran anında kendi kulağını kestiğini, sonra da acısına rağmen oturup otoportresini yaptığını sanırdık. Halbuki yeni çıkan bir kitaba göre tüm bunlar sadece safsata. Vincent van Gogh tutup kendi kulağını kesmedi. Hakikat bambaşka. Ve çok daha az "romantik" aslında.
İddiaya göre Vincent van Gogh'un kulağını bir başka ressam kesti: Paul Gauguin. Usturayla filan değil, basbayağı kılıçla. Hem de kavga ederlerken. Üstelik bir kadın meselesi yüzünden. Aynı kadına kapılan iki koca adam, iki yetenekli ressam. Biri kılıcını çeker berikinin kulağını uçuruverir.
Gauguin kanı görünce panikler, yaptığından utanır ve kaçar. Van Gogh ise kimseye bunu anlatmaz. Olayı örtbas etmeye çalışır. Zaten herkes onun hafif kaçık olduğuna inanmaktadır. Bu hadiseden kısa bir süre sonra akıl hastanesine kaldırılır.
Eğer bu yeni iddia doğruysa, Vincent Van Gogh hakkındaki nice kanımız çürümüş olacak.
Deliliğe demir atmış, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir adam yerine vefalı bir dost olarak göreceğiz ünlü ressamı. Tablo tamamen değişecek. Ve bir şey daha var aklımı kurcalayan. Eğer Gauguin, van Gogh'un kulağını kesmeseydi (ya da eğer van Gogh kulağının nasıl kesildiğini anlatıp arkadaşından şikayetçi olsaydı), kaderi bambaşka olabilirdi. O zaman Vincent van Gogh bir sonbahar sabahı akıl hastanesine yatırılmazdı. Oradaki akıl hastalarının durumunu görüp depresyona girmezdi. İçine kapanmazdı. Ve kimbilir belki de sonu böyle olmaz, hadiseden yedi ay sonra intihar etmezdi...
Ünlüler hakkında yazmak, aynalarla dolu bir salonda yürümek gibi. Bilemiyorsunuz ki nerede başlıyor hakikat, neresi tamamen hayal perdesi...
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Pembe giyebilen erkekler
12 Temmuz 2009
Çocukken gökkuşağı dostumuzdu. Masallarda, oyun ve oyuncaklarda, boyama kitaplarında karşımıza çıkardı olanca güzelliğiyle. Büyüdük; gökkuşağı hayatımızdan çıkıp gitti. Büyümek demek renklerden yoksun kalmak demek belki de... Artık ne eflatun var, ne turuncu ne turkuaz çevremizde. Gökkuşağının renklerini yitirdik. Onun yerine gökkuşağında olmayan ~~ kapalı renklere boyandık: Siyahlar, griler, kahverengiler, lacivertler. Formalarımız, ceketlerimiz, döpiyeslerimiz... Bireysel ve toplumsal fotoğraflarımızda koyu tonlar ağırlık kazandı. Çıkın sokağa. Bakın etrafınıza. Giyebildiğimiz renkler o kadar sınırlı ki. Kâinatın renkleri alabildiğine çeşitli, hercai. Halbuki bizim zihinlerimiz nasıl da sınırlı, sınırlayıcı....
AŞK'ın kapağının pembe olması kitap piyasaya çıktığından beri farklı çevrelerde çok konuşuldu. Ne ilginçtir ki kitabın içeriği kadar kapağı da yazı ve sohbet konusu oldu. Pek çok kişi pembe kapaklı bir romanı sevdi, benimsedi. Elbette okurların büyük çoğunluğu romanın içini dışından fazla önemsedi. Ama aralarda ince ince itirazlar, şikâyetler de geldi. Hemen hepsi de erkeklerden.... Gittiğim etkinliklerde, imza günlerinde, okumalarda hemen her zaman salondan bir erkek okur söz alıp, yarı mahcup yarı sitemkâr kapak rengini eleştirdi.' AŞK'ı severek okuyorum. Ama kitabı hep evde okumak zorunda hissediyorum. Vapurlarda, otobüslerde, ortalık yerde bu romanı okuyamıyoruz. Çünkü kapağı pembe, adı da aşk olunca kadın romanı gibi duruyor. Etraftan bakıyorlar. Biz erkekler kamusal alanda kitabı elimizde tutamıyoruz." Demek ki sadece pembe değil "aşk" da kadınlara atfediliyor. Aşk ki kainatın özü, yaradılışımızın gayesi. Aşk ki o imiş her ne varsa alemde....
îlk başlarda çok üzerinde durmadık bu meselenin. Ne ben ne yayınevini. Ama zamanla baktık ki durum ciddi. Sosyolojik bir hadise var ortada. Türkiye'de erkek okurlar ellerinde pembe bir kitap tutmaya alışkın değil. İsparta'dan gelen bir okur mektubu durumu özetledi: "Nişanlımın AŞK'ı okumasını çok istiyorum. Ama kapağı pembe olduğu için kendisine okutamadım bir türlü. Acaba bir sonraki baskıda koyu renkli bir kapak yapar mısınız? Nişanlım da okusun
istiyorum..." Sonunda yayınevinde bir toplantı yapıp pembeden rahatsız olanlar için külrengi alternatif kapak yapmaya karar verdik. Bunu edebiyat okurunu önemsediğimiz, bir seçenek sunmak istediğimiz ve en önemlisi okur ile kitap arasındaki ilişkiyi donmuş bir kalıp olarak değil, organik, yaşayan, akışkan bir bağ olarak gördüğümüz için yaptık. Bugün AŞK raflarda hem pembe hem külrengi. Değişmeyen tek şey içeriği.
Pembeye nice anlamlar yüklüyoruz: "Kadınsı, Barbie bebek, kırılgan, nazenin,..." Bugün piyasa pembe laptoplar, pembe telefonlar, pembe ve parlak elektronik cihazlarla dolu. Hepsi de "kadınlar için" diye piyasaya sürülüyor. Halbuki eğer başka bir kültürde ya da başka bir zaman diliminde yaşasaydık renklere karşı tavrımız bambaşka olacaktı! Mesela Tayland'da pembe itibarlı bir renk. Salı günü dünyaya gelenlerin rengi. Kız ya da erkek fark etmez. Anadolu dahil pek çok yerde ise genç kızların, kadınların rengi pembe değil, kırmızı. Gelinlikler kırmızı. Lohusalara bağlanan kurdelalar da.
Aslında pembenin kızlara atfedilmesi o kadar yeni bir hadise ki. Bir zamanlar pembe kızların değil, oğlan çocukların rengiydi. 19. yüzyıldan kalma birçok tabloda erkek çocukların pembe giydiklerini görüyoruz. Kızların kafalarında mavi kurdelalar, üzerlerinde mavi elbiseler var. 1914 tarihli bir Amerikan gazetesinde (Sunday Sentinal, 29 Mart 1914) verilen bir ilan bunun en somut örneği: "Sevgili anneler, geleneklere uymak istiyorsanız
oğlanlarınıza pembe, kızlarınıza mavi giydirin!" Tarih boyunca pek çok yerde kızların rengi maviydi. (Meryem Ana ikonlarına bakın, çoğu zaman mavi giyinir. Pembe kıyafetli Meryem Ana heykelciği nadirdir.) Uzun zaman pembenin güçlü ve iddialı bir renk olduğuna inanılıyordu. Erkek çocuklara uygun bir renk! Keza 1927'de Belçika'da dünyaya gelen yeni veliaht pembe renkli kundaklarla halkın karşısında çıkartılmıştı. Yakın zamana kadar aristokrasi oğullarına pembe giydiriyordu.
Pembenin kız çocuklara ve kadınlara atfedilmesi ancak 1950'li yıllardan sonra gelişti. 1970'lerde feminist hareket bu rengi sahiplendi. Kırılganlıktan kuvvet üretti. Mesela Amerika'da barış yanlısı bir kadın grubu kendilerine Kod Pembe ismini verdi. O günden bugüne pembe nice kadın grubunun favori rengi oldu. Yakın zamanda pembe kurdela göğüs kanseri konusunda -gene kadınlara has zannedilen bir hastalık konusunda -duyarlılığı geliştirmek için sembol olarak seçildi.
Bütün bunlar olurken akıntıya karşı yüzenler de oldu. Bazı erkekler "pembeyi kadınlardan geri almak" istiyor. 1970 başlarında Iowa Üniversitesi'nin (hem de en erkek spor olan) Amerikan futbolunun koçu oyuncuların dolaplarını pembeye boyattı, ortalık karıştı. Hâlâ spor dünyasından beklenmedik çıkışlar oluyor. Tenis ve masa tenisi dünyası pembeye karşı futbol dünyasından daha önyargısız. Bugün pek çok modacı erkeklere pembe gömlekler, ceketler, kravatlar giydirmekte.
Biz Türkiye'de henüz bu gelişmeleri uzaktan seyrediyoruz. Pembe kundak -mavi kundak ayırımını Batı'dan aldık ve ne yazık ki gereğinden fazla kanıksadık. Yeni olan bir alışkanlığı eski zannediyoruz. Kültürel olan bir alışkanlığı evrensel zannediyoruz. Bu arada pembe, yani kalp chakramızın rengi olan o sıcak ve samimi ton ışıl ışıl tebessüm etmekte hepimize. O güzelliği görüp görmemek bizim elimizde.
Pembenin kız çocuklara ve kadınlara atfedilmesi ancak 1950'li yıllardan sonra gelişti. 1970'lerde feminist hareket bu rengi sahiplendi
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
İçinde yaşadığın şehri görememek
17 Temmuz 2009

HIZLI ve hırçın bir koşuşturma içindeyiz çoğu zaman.
Yapılacak işler, bitirilecek ödevler, gidilecek yerler, edinilecek payeler, tırmanılacak basamaklar bir türlü bitmiyor. İstanbul'da zaman, su gibi, maden gibi, ekmek gibi kıt bir kaynak olmuş; bize yetmiyor.
Güne ne kadar erken başlarsak başlayalım evden hep telaş içinde çıkıyoruz. Ve ne kadar acele edersek edelim, azalmıyor bu telaşımız. Bir iş biter gibi oluyor, ardından hemen yeni bir iş çıkıyor. Habire geç kalıyoruz; yetişemiyor, yetinemiyoruz. Bedenimiz ter içinde koşarken, zihnimizin kancaları bir yerlere takılıp kalıyor. Ya geçmişe gidiyor aklımız, ya geleceğe kayıyor. Ya başlıyoruz "Geçmişte kim bana ne demişti, filanca tarihte şöyle mi olmuştu yoksa böyle mi olmuştu?" diye çetele tutmaya, gereksiz hatıralar arasında boğulmaya, aynı mizansenleri kafamızda tekrar ve tekrar kurmaya... Ya dönüyoruz gelecekle ilgili planlara, senaryolara, şahsi hayallere, gayelere...
Zihnimiz durmadan ya geçmişte ya gelecekte takıldığı için bizler aslında hemen hemen hiçbir zaman şu "an"da duramıyoruz. Türkçe'de zaman ekleri bu kadar zengin olsa da bizim hayatımızda "şimdiki zaman" ebediyen eksik gibi. Şu andan mahrum kalmışız ama haberimiz yok.
***
Ve söyleniyoruz bol bol. Şikâyet etmek, en sevdiğimiz dil jimnastiği.
Hem bireysel hem kolektif düzlemde. Konuşma yeteneğimizi iltifat etmek, takdir belirtmek ya da duygularımızı dillendirmek için değil, aynı şikâyetleri yinelemek için kullanmayı tercih ediyoruz. Ne vakit bir taksiye binsek, başlıyor taksi şoförü şikâyete. Ne vakit bir fatura yatırmaya gitsek hır çıkıyor, tartışma çıkıyor kuyrukta. Birbirine çatıveriyor insanlar.
Bağırarak medeniyet dersi vermeye kalkan şık hanımlar da oluyor. Trafikten, pahalılıktan, hükümetten, muhalefetten, birbirimizden, en çok da İstanbul'dan şikâyet ediyoruz biz bu şehrin sakinleri. Bazen bana öyle geliyor ki, birbirimize bağırmak için fırsat kolluyoruz. Öndeki araba hatalı sollasa, kuyruktaki adam önümüze geçmeye kalksa, marketteki kasiyer bir ürünün fiyatını pahalı yazsa, sesimizi yükseltmek için bir fırsat geçiyor elimize.
Bir bardak suda nice fırtınalar koparıyoruz. Sinirlerimizi tel tel ayırıp, küçümen denizciler misali kâğıttan kayıklara bindirerek, o fırtınalarda harap ede ede...
***
Mevlânâ şu yaşadığımız hayatı, bir dağın eteğinde durup haykırmaya ve sonra kendi sesimizin yankısını duymaya benzetiyor. Ne söylüyorsak, ağzımızdan hangi kelimeler çıkıyorsa, dağ er ya da geç aynen iade ediyor. Nasıl bir enerji veriyorsak kâinata, bize misliyle dönüyor. Telaş ettikçe telaşımız artıyor. Kızdıkça kızgınlığımız katmerleniyor.
Dağ bizi bize yansıtıyor. Bu yüzdendir ki hayata hep komplolar, şüpheler, vesveselerle bakan insanın evhamları dinmek bilmiyor. Bu yüzdendir ki habire birilerini ötekileştiren insan için aslında herkes potansiyel öteki olarak kalıyor. Husumet ve rekabetin diliyle konuşana kendi sesinin yankısı gene husumet ve rekabet olarak geri geliyor.
Sonra nasıl oluyorsa bunca hayhuy içinde bir an durup, kendimize minnacık soluklanma parantezi açıp da etrafa bakabildiğimizde, tüm ihtişamıyla gözümüzü alıyor İstanbul. Şehri aniden fark ediveriyoruz. Bir dolmuşun penceresinden, bir lokantanın masasından, bir sahil kenarından ya da evimizin penceresinden baktığımız ve gördüğümüz o nadir anlarda İstanbul muazzam bir sürpriz, beklenmedik bir hediye paketi gibi dikiliveriyor karşımıza. Şaşırıyoruz.
İçinde yaşadığımız şehri görmeden yaşadığımızı anlıyor, dalgınlığımızdan utanıyor ve adeta af dilercesine İstanbul'a methiyeler düzüyoruz. "Böyle güzel şehir yeryüzünde yok!" diyoruz. "Bunca yer dolaştım, hiçbir memlekette İstanbul gibi bir şaheser görmedim!"
***
İstanbul dinliyor iltifatlarımızı. Biz ki şikâyette cömert, iltifatta cimri davranıyoruz, İstanbul duyuyor ender övgülerimizi. Hiçbir şehir, sakinlerini bu kadar hırpalayıp, sakinleri tarafından bu kadar hırpalanıp, gene de böyle diri ve güzel kalamaz kolay kolay.
İstanbul bir muamma. İstanbul başlı başına bir bilmece gibi duruyor hayatımızın ortasında. İç çekerek bakıyoruz bu bilmeceye. Derinden hissediyoruz enerji dolu gizemini. Ama sonra soluklandığımız parantez kapanıveriyor, yapacak işler çekiştiriyor kolumuzdan. Bir yerlere geç kaldığımız endişesiyle ayaklanıyoruz. Ve gene başlıyor bitimsiz, kör bir koşturmaca...
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Savaş gibi yaşanan aşklar
20 Temmuz 2009
Herkesin karşı çıktığı aşklar vardır. Herkes karşı çıktığı için daha da derinleşen, pekişen... Ama kim ne derse desin, komşular ve etraf ve dünya ne kadar dedikodusunu yaparsa yapsın, bir fil ile bir güvercin pekâla birbirlerine aşık olabilir... Zaten aşk dediğin,
ardında ne olduğuna kimsenin akıl sır erdiremediği kadife bir esrar perdesidir.

Herkesin karşı çıktığı aşklar vardır. Herkes karşı çıktığı için daha da derinleşen,
pekişen..... Bazı çiftler aşklarını tüm dünyaya karşı verilmiş bitmez bir mücadele gibi yaşar. Her gün, her an kendilerini savunmak durumunda hissederler. Çiftin birliktelikleri psikolojik bir savaştır. Ve her savaşta olduğu gibi bunun da iki tarafı vardır: "Biz" ve "onlar".
"Biz" iki kişiden oluşur. İki sevgili. O kadar. "Onlar" ise alabildiğine geniş bir kategoridir: Akrabalar, arkadaşlar, köşedeki bakkal, üst kattaki komşu, bütün toplum... cümle kâinat. Ağız birliği etmişçesine hemen herkes onları ayırmaya çalışır ya da onlar öyle sanır. Bu yüzden daha da kenetlenir, birbirlerine yapışırlar. Çifti bir arada tutan temel dinamik içeriden değil, dışarıdan gelir. Etraftan ne kadar tepki görürlerse, o kadar sıkı tutunurlar birbirlerine. Başkalarının kem bakışı, zehir dili, ayıplaması ya da kınaması doğal bir zamk olur onlara. Bu sayede daha da yaklaşır, yakınlaşırlar. Halbuki kendi hallerine bırakılsalar, etraftan bu kadar muhalefet görmeseler belki de kısa bir süre beraber olup ayrılacaklardır. Sırf bu kadar çok tepki gördükleri için böylesine ayrılmaz olurlar. Tüm dünyaya inat kurulan evlilikler vardır.

ONLARINKİ ÖYLEYDİ...

Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en olaylı, en yıpratıcı ve şüphesiz en çok konuşulan birlikteliklerinden biriydi onlarınki. Tanıştıklarında adam 46, kadın 22 yaşındaydı. Adam ünlü, kadın ünsüzdü. İkisi de ressamdı. Adam yetenekli, kadın ondan da yetenekliydi. Adam benmerkezci, kaprisli ve talepkâr iken kadın kat kat zor bir kişiliğe sahipti. Kadın adamın öğrencisiydi. Ve adam evliydi.
Hem bu kadar "yanlış" duruyorlardı yan yana, yanlış ve imkânsız; hem de tuhaf bir şekilde birbirleri için yaratılmış gibiydiler. Sanki doğdukları andan tanıştıkları ana kadar geçen her sene öylesine yaşanmış bir zaman diliminden ibaretti. Asıl hayatları birbirleriyle tanıştıktan sonra başlayan hayatlarıydı. Daha önceki her şey hayaldi; bir şiirin doldurma dizeleri gibi.... Ömürlerinin esas şiiri şimdi başlayacaktı. Farklılıklarında, zıtlıklarında garip bir manyetik çekim vardı. Ama belki de tutkularını alevlendiren ateş etraftan gördükleri çetin muhalefet oldu. Evlenmeye karar verdiklerinde en büyük tepki ailelerinden geldi. Bilhassa kadının ailesi baştan karşıydı bu birlikteliğe. Kızlarına 'güvercin', adama ise 'fil' adını takmışlardı. "Siz söyleyin" diyordu kadının annesi komşularına. "Söyleyin ne olur. Güvercinle fil hiç yan yana gelir mi?
Adam iri yarı ve çirkinceydi. Gözlerinde dinmeyen delişmen bir parıltı vardı. Cüssesi kocaman, kahkahası gürültülü, yüreği ise billur bir kadeh gibi kırılgandı. Heybetli, iddialı, sakınmasız, karizmatik bir sanatçıydı. Sıradışıydı. Varlığı göz dolduruyor, her yaptığı konuşuluyordu. İsmi de kendisi gibi görkemliydi: Diego María de la Concepción Juan Nepomuceno Estanislao de la Rivera y Barrientos Acosta y Rodríguez. Tüm dünya onu başka bir isimle tanıdı: Diego Rivera.
Kadın ufak tefekti. Kişiliği köşeli, bakışları sert, dili sivriydi. Güzel sayılmazdı ama hemen herkesin kabul ettiği garip bir efsunu vardı. Bedeni yaralıydı. Zahirde ve batında yaralı. Sağ bacağı sol bacağından inceydi. Çocukken geçirdiği bir hastalığın mirası. Yaşıtlarının yanında kendini hep çirkin ve fiziksel olarak eksik hissetmişti. Yetmezmiş gibi genç yaşta geçirdiği ağır bir trafik kazası onu sakat bırakacaktı. Tedavi görse de belinde, sırtında, boynunda kalıcı ağrılar olacak ve ömür boyu çocuk doğuramayacaktı. Ama ona acımaya kalkanlara müstehzi bir tebessümle tepeden bakmayı başardı. Toplumun gözünde "noksan" bir kadın olmayı kesinkes reddetti. Frida Kahlo'ya acımak kimsenin haddine değildi. Asi, dik başlı, çetin ceviz, deli güzel bir enerjisi vardı. Taşkın nehirler gibi yerinde duramıyor, kabına sığamıyor, kaderine razı olamıyor, sıradanlığa tahammül edemiyordu. Bedenini saklamak için uzun, kabarık etekler giyerdi. Ruhundaki fırtınayı saklamak içinse çekingen değil, suskun değil, girişken ve geveze olmayı tercih etti. Kendi kendine bir karar almıştı. Bu dünya onu yaralamış, hırpalamış, acıtmış olabilirdi. Ama ne yaparsa yapsın onu asla korkutamayacaktı. Frida Kahlo doğuştan savaşçıydı. Aşkını da bir savaş gibi yaşaması tesadüf olabilir mi?
Kadın adamla tanıştığında ondan evvel onun yeteneğini sevdi, sanatını sevdi, resimlerindeki derinliği, deliliği, dehayı sevdi. Adamın bunalımlarını, buhranlarını ve en sonunda bedenini sevdi. Beden dediğin sadece bir kabuktan ibaretti. Üzerimize yapıştırılmış boyalı bir kıyafet işte. Kadın adamın özünü sevdi.
Bazen yazı masamda oturur, bakarım resimlerine. Frida ve Diego. Diego ve Frida. Fotoğraflarını, tablolarını, oto portlerini seyrederim uzun uzun. Bilmem hangisine daha çok hayret ederim: Yan yana ama bu kadar uzak ve kopuk olabilmelerine mi yoksa böyle farklı, hatta zıt ve sert oldukları halde bu kadar tutkulu ve aşık kalabilmelerine mi? İki deli, kederli, yaratıcı, yıkıcı enerji topu. Çarpışan, çatışan, sevişen, kanatan, yaralayan ve yaralı.
Herkesin karşı çıktığı aşklar vardır. Herkes karşı çıktığı için daha da derinleşen, pekişen... Ama kim ne derse desin, komşular ve etraf ve dünya ne kadar dedikodusunu yaparsa yapsın, bir fil ile bir güvercin pekâla birbirlerine aşık olabilir... Zaten aşk dediğin, ardında ne olduğuna kimsenin akıl sır erdiremediği kadife bir esrar perdesidir.
 

Top