Elif Şafak tüm makaleleri

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Yazın doğup hep sonbaharda yaşayanlar
24 Temmuz 2009

BU hafta, pek çoklarının "kasvetli sonbahar çocuğu" sandığı ama aslında bir "güneşli yaz çocuğu" olan Ernest Hemingway'in yaş günüydü. Dünyaca ünlü sıradışı yazar temmuzda doğdu, gene temmuzda öldü. Ama bu aralar hayatının ayrıntılarıyla değil, sarsıcı intiharıyla değil, ölümünden sonra kitaplarının başına gelenlerle gündemde. Zira vârisleri kendi aralarında fena halde çatışmaktalar.
Bir işadamının vârisleri, onun fabrikaları ya da malları için kapışır. Bir emlak zengininin vârisleri, merhumun arsası veya evleri için birbirine girebilir. Peki ya bir yazarın vârisleri ne yapar? Onlar da bazen kelimeler için kapışırlar. Kiminin çıkardığı bölümleri, kimi akrabalar geri koymak ister. Vârislerin ellerinde yazarın kitapları değişim üstüne değişim geçirir. Yeni baskılar eskileri tutmaz bazen. Araya editörler, yayıncılar, eleştirmenler girer. Okurlar da tartışmaya dahil olur. Ve tüm bu kelime savaşları yaşanırken yazarın kemikleri çürümeye, namı ise yürümeye devam eder.

***

Yeni basılan Ernest Hemingway kitaplarından bazı kısımlar çıkartıldı. Aile üyeleri hangi bölümlerin, hangi kelimelerin yeni baskılara konacağı konusunda mahkemelik durumda. Mesela "A Moveable Feast" kitabının yeni kopyası, eskisinden farklı. Zira bu kitabın editörlüğünü Hemingway'in torunu yaptı. Ve kitapta kendi anneannesi (Hemingway'in ikinci eşi olan kadın) hakkında yapılan yorumları beğenmediği ve bunların kitabın aslında olmadığına inandığı için bu kısımları çıkardı, sansürledi. Bunu yapan torun bu haliyle kitabın şimdi daha doğru olduğunu, zaten dedesinin anneannesi hakkında o olumsuz bölümleri yayınlamayı asla düşünmediğini söylüyor.
İddiasına göre Hemingway'in dördüncü eşi olan kadın, bu kitabı yazarın ölümünden sonra bölük pörçük notlarından derledi. O esnada yazarın eski eşine dair olumsuz notlarını da metne ekledi ve öyle yayına verdi. Böylece iki ayrı eşten olan çocuklar ve iki farklı yayınevi, Hemingway kitaplarının nasıl basılması gerektiği konusunda ciddi bir fikir ayrılığı içindeler. Yazarın kendisi hayatta olsa ne derdi kimse bilemiyor. Kimbilir belki de bu tuhaf kavgaya hiç karışmaz, sessizce ve muzipçe izlerdi bir köşeden.
Düşünün, hayatınızı yazıya adıyorsunuz. Yazıya ve aşka. Zeki, yaratıcı, dik kafalı, maceracı, çalışkan, gözlemci, dirençli, biraz da hırçın bir tabiatınız var. Kadınları seviyor ama onlara tahammül edemiyorsunuz. Sık sık âşık oluyor, aşksız ve sevgisiz yaşamıyor, yalnız kalmaya dayanamıyor, buna rağmen habire sevgililerinizi terk ediyorsunuz. Sevdiklerinizi hem çok mutlu hem kahrediyorsunuz. Acıtmakta da, aşkta da, kavuşmakta da, ayrılıkta da biriciksiniz.
Zaman zaman herkesten ve her şeyden kaçmak istiyor; yok olmak, toz olmak, hiç olmak istiyor; toplumdan bunaldıkça yazıya sığınıyorsunuz. Kelimeler en değerli varlığınız. Harfler inci topları gibi ışıldıyor parmaklarınızın arasında. Harflere mücevher muamelesi yapıyorsunuz. Sevdiğiniz kadınlar sizden elmas, yakut, pırlanta beklerken, siz onlara harflerden yüzükler, kolyeler, bilezikler takıyorsunuz. Dili "kullanmıyor", adeta dille dans ediyorsunuz. Her bir kelime için ayrı ayrı uğraşıyor, yazmayı delice seviyorsunuz.
Ve siz bu dünyadan çekip gittikten sonra kelimelerinize akrabalarınız tarafından el konuluyor. Hiç görmediğiniz torunlarınızın torunları, kitaplarınız hakkında söz sahibi oluyor. Vârisleriniz gruplara ayrılıp, veryansın tartışıyorlar. Kitaplarınız iki grubun elinde uzun, ince bir ip gibi iki tarafından sündüre sündüre çekiştiriliyor. Kapanın elinde kalıyor.

***

Hemingway yaşasaydı bir öykü çıkartırdı bunlardan. Kısa cümlelerle. Yazarlık formülü, gazetecilik mesleğinin etkilerini taşıyan bir formüldü. "Lafı uzatmadan kullan. Kısa paragraflar kur. Hep canlı bir dili tercih et. Olumsuz değil, olumlu ifadeler seç."
Buna inandı ve hep böyle yazdı. Ölümü de böyle kurguladı. Kısa, net, dolaysız. Hayatına son verecek tüfeği kendisi gidip seçti, dükkânda denedi, satın aldı. Kimseye bir şey hissettirmeden. Edebiyat tarihinde intihar eden epeyce yazar vardır ama genellikle kimse tüfekle intiharı seçmez. Hemingway bu anlamda da bir ayrıkotu olarak kaldı.
Yaz çocuğuydu. Ama hayat boyu sonbaharda yaşadı. Amerika'da, Idaho'daki mezar taşında şu kelimelerin yazması tesadüf değil: "O en çok sonbaharı sevdi... "
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Kendine rağmen sanat
27 Temmuz 2009
Sağlığına dikkat etmemek bir sanatçı hastalığıdır. Üstelik bulaşıcıdır. Bu hastalığa yakalananlar kendilerini lime lime edip hırpalayarak yaşar. Doğu, Batı, Kuzey, Güney... Geçmişte ve bugün hangi yöne giderseniz gidin, bedenine eziyet etmeyi vazife bilen birtakım sanatçılara rastlarsınız muhakkak. Ressamlar, şairler, müzisyenler, yazarlar, karikatüristler, film yönetmenleri.... Bakar bakmaz tanıyabilirsiniz onları. Yaşları genç bile olsa yaşlı bakar, yaşlı konuşurlar. Mutlu bile olsalar mutsuz bakar, mutsuz konuşurlar.
İşin tuhafı bu hastalığa yakalanıp da durumundan şikâyetçi olan pek yoktur. Tam tersine, kendini yıprattıkça daha çok, daha hızlı, daha delice yıpratmak ister insan. "Kendine rağmen yaşamak" bir sanattır. Bilen bilir. Yıkıcı, yakıcı, hoyrat ve haşin bir enerji topudur ki ellerinin arasında topaç gibi çevrilir. Böyle yaşar kimileri. Zımpara kağıdı gibi kullanırlar yüreklerini. Sırf incitmek için sevdiklerini. En çok da kendilerini. Dillerinin altında buzdan bir hançer taşıyan insanlar vardır. Sinek gördü mü kaçırmayan kurbağa gibi onlar da bir fırsat çıkmayagörsün hızla çıkarır dillerini; yanlarındaki insanı durduk yerde iğneler, sevgililerini acıtırlar. Boş zamanlarında ya da yalnız kaldıklarında kendilerini kanatan insanlar vardır. Elleri, dizleri, yürekleri görünmez yara bantlarıyla, sargılarla kaplıdır. O görünmez yaralan görebilmek için onlardan biri olmak gerekir.
Fransa'nın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından Jean Paul Sartre günde iki paket sigara içer, aralarda boş kaldıkça bir pipo yakmayı ihmal etmezdi. Konuşmayı seven bir adamdı; kelimelerini dumanla taçlandırıp öyle havaya salıveren.... Sık sık içki içer, hızını alamadığı günlerde amfetamin ve benzeri kimyasallar tüketirdi. Beyniyle deneyler yapmaya kalkar, beynini bir deney hayvanı gibi incelemeye alırdı. Uçuktu. Zordu. Kadınları anladığı, hatta sevdiği şüpheliydi ama kadınlar tarafından ne çok sevildi. Bedenini hep hor kullandı. Bir çok yazar gibi o da bedenini beynine amade yaptı. Tüm ömrü boyunca sarhoş kalmaya çalıştı; bu dünyaya ayık gözlerle bakmaya tahammül edemiyormuşçasma. Şimdilerde ise Fransa'da yazarın posterleri basılırken elindeki sigara bilgisayarda siliniyor. Gençler ondan etkilenip sigaraya özenmesin diye Sartre'in elinden düşmeyen sigarası resimlerinden kaldırılıyor.
Balzac ve kahvesi, Camus ve sigarası.... KRSK, yani 'Kendine Rağmen Sanat Kulübü'nün müdavimleri durmayı bilmezler ve bilseler bile zaten durmak istemezler; sigarayı, kahveyi ve aşkı bağımlılıkla talep ederler. Bağımlılıkla ve bencillikle. Ve bir de sık sık hayal ile hakikat, ölüm ile yaşam, dünyevi ile uhrevi arasındaki o incecik sınırda gezinmek isterler. Daha da zorlamak için kalıpları, gözlerini bir ipek eşarpla bağlayıp, ellerini iki yana açarak, ipte cambaz gibi yürürler hayatın kıyısında... ha düştü ha düşecek.....
"Nereden biliyorsun bunları?" diye sorarsanız bir sürü teorik cevap verebilirim size. Kitaplardan, filmlerden, romanlardan örnekler.... Ama hepsinin ayağı azıcık havada kalır. Hepsi tüyden bir bulut gibi süzülür eğer bir şeyi daha eklemezsem: "Kendimden". Kendimden biliyorum. Kendi hallerimden.
Senelerce her kitabımı kendimi yıpratarak yazdığım ve bedenimi ihmal etmeyi marifet saydığım ve etrafımda buna benzer daha nice sanatçı vakası gördüğüm ve onların da
serüvenlerine tanıklık ettiğim için aşinayım bu yaşam tarzına. Sigara, kahve, sigara, kahve.... eşliğinde günler haftalar aylar mevsimlerce kapanarak yazmak ve bedenini değil sağlıklı ya da dinç kılmak, neredeyse "öteki" belleyerek itmek, ötelemek.... "Beyni" tahta oturturken, "bedeni" küçümsemek.... Pinhan'ı yazarken ana gıdam kahve ve sigaraydı. Mahrem'i yazarken çubuk kraker ve sigara. Araf ı yazarken yeşil elma ve sigara.... Böyle böyle yazıldı romanlar. Şimdi sigarayı seneler evvel bırakmış,
kahveyi çoktan azaltmış vaziyette mutfakta çocuklarıma havuçlu brokoli çorbası ya da vitaminli portakal suları hazırlarken o eski hâlim geliyor gözümün önüne. Uzaktan el sallıyoruz birbirimize.....
"N'aber görüşmeyeli?" diyor eski hâlim gözlerini kısarak. "Bakıyorum artık sigarasız yazıyorsun. Sen de mi uydun yoksa toplu yasağa? Sen de mi uydun bu sağlıklı beslenme-yoga-
detoks modalarına.....? Kereviz suyu içerek roman yazılır mı?"
Cevap vermiyorum. Çünkü biliyorum ki ne desem yanlış anlayacak, ne söylesem kızacak. Çünkü biliyorum ki hırçın olmayı sevdiği için hırçın kalacak.
Doğru, aylarca ekşi elmayla beslenerek roman yazmıyorum artık. Üstelik sigarasız da yazmanın mümkün olduğunu öğrendiğimden beri sayfalar daha kolay akıyor. Gene de ne zaman dumanlı hayat tarzına sahip ve "kendine rağmen yaşayan bir sanatçı" görsem, yanma yaklaşıp avuçlarımın içinde saklamak istiyorum güm güm atan yüreğini. Eflatun bir mücevher gibi. O hırçın enerjinin nasıl da kıymetli ve sahici ama bir o kadar deli ve kişiyi yok edici olduğunu bildiğimden şefkatle bakıyorum. Ama bunları anlatamıyor, hislerimi kendime saklıyorum. Çünkü biliyorum ki şefkat 'Kendine Rağmen Sanat Kulübü'nün üyelerinin en sevmediği şeydir. Ve sen ne dersen de onlar kendi yakıtlarını tüketinceye kadar bu şekilde yaşamaya devam edecektir.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
İstanbul'da okuyup New York'ta mezun olmak
31 Temmuz 2009


BİZ burada memleket meseleleriyle boğuşup birbirimizle uğraşaduralım, pek de uzağımızda olmayan Abu Dabi'de ilginç bir gelişme
yaşanıyor. Amerika'nın önde gelen
üniversitelerinden NYU, 2010'da NYU-Abu Dabi'yi açmaya hazırlanıyor. Bu gelişme Arap dünyasında üniversite eğitiminin kalitesini derinden etkileyecek. Sadece o değil. Üniversitenin varlığı Abu Dabi'yi gençler ve onların aileleri için güçlü bir çekim merkezi haline getirecek.
Birleşik Arap Emirlikleri nicedir yeni ve gösterişli şehir modelleri geliştirmekteydi. Lüks oteller, iş merkezleri, ışıltılı alışveriş merkezleri... Bu iddialı projenin bir parçasıydı. Ama üniversite bambaşka bir boyut. Bir öte boyut.
Burada öyle bir açılım var ki etkileri henüz yeni yeni anlaşılmakta. Zira yaşadığımız yüzyıl "global üniversiteler" yüzyılı olacak. Yerkürenin bambaşka köşelerinde okuyan gençler, sadece kendi yerel bağlamlarında değil, uluslararası bir düzlemde konumlanarak dünyaya bakacak ve bu şekilde iş arayacaklar. Bundan sonra, Abu Dabi'de okuyan bir öğrencinin Manhattan'da okuyan yaşıtıyla paralel dünyalar, eşit olanaklar bulabileceği üniversite modelleri yayılacak.

Halihazırda dünyanın her yerinden binlerce öğrenci, Amerika ve Avrupa'nın belli başlı üniversitelerine girmek için uğraşmakta. Giden öğrencilerin önemli bir kısmının dönmemesi beyin göçünü körüklüyor. Bugün dünyanın "yaratıcı beyin haritası"nı çıkarmaya kalksak, Doğu ve Batı arasındaki eşitsizliğin öğrenci beyin göçüyle daha da derinleştiğine tanık oluruz. Ne yazık ki bu durumdan Türkiye de nasibini alıyor. Tıptan mühendisliğe, sosyal bilimlerden tasarımcılığa kadar her alanda en parlak gençlerini Batı'ya kaptırıyor. Yaratıcılık dağılımının böylesine eşitsiz kurulduğu bir dünyada "global üniversite" modeli belki de bütün dengeleri sarsabilecek yepyeni bir adım demek.
Aslında denizaşırı üniversite modelleri bir süredir deneniyordu. Harvard'dan Princeton'a büyük üniversiteler, Şanghay'dan Buenos Aires'e dünya şehirlerinde modeller geliştirdi. Türkiye'de de özel üniversiteler, Avrupa ve Amerika'daki üniversitelerle ortak programlar yürütmekte. Ama NYU Abu Dabi çok daha büyük bir adım. Öncelikle NYU sürekli "göç alan" prestijli bir üniversite. Her sene Hindistan'dan Ürdün'e tek kelime İngilizce konuşmayan dar gelirli, orta gelirli anne babalar, çocuklarını okusun diye New York'a gönderir.
NYU 50 bin öğrencisi, 16 bin çalışanı ile Manhattan içinde ayrı bir dünyadır. Güzel sanatlar alanında ayrı bir şöhreti vardır. Sinema, edebiyat, reklamcılık, tasarım, müzik okumak isteyen gençler için haklı bir mıknatıstır. Peki nasıl oldu da New York'ta güzel sanatlar alanında uzmanlaşmış bir üniversite ta Arap çöllerinde şube açma kararı aldı? Üstelik dünyanın bu kadar kutuplaştığı bir dönemde.
★★★
Burada her kafadan bir ses çıkıyor. Kimileri diyor ki, "Amerika kültür emperyalizmi ihraç ediyor". Kimileri diyor ki, "Birleşik Arap Emirlikleri'nde para bol. Böyle şaşaalı bir iddia içine girdiler". Kimileri de şüphe içinde. Diyorlar ki, "Bir Arap ülkesinde tam anlamıyla akademik özgürlük bulmak mümkün mü? New York'tan kalkıp Abu Dabi'ye gidecek bir öğretim üyesi, orada özgürce dersini verebilecek mi? Binalar gösterişli olabilir ama içerik ne olacak? Mesela kadın hakları, eşcinsel hakları, çoğulcu demokrasi gibi konularda dersler nasıl anlatılacak? Öğrencilerin ve öğretim üyelerinin ihtiyacı olan akademik özgürlük, bir Arap ülkesinde sağlanabilir mi?" Tüm bu soruların cevaplarını zaman gösterecek.
Ancak şu anda gayet net bir durum var. Biz burada milletçe kendi kendimizi didikleyip kolektif enerjimizi zayıflatırken, habire birbirimizi ötekileştirirken, el âlem "öteki"ni kendi ülkesine getiriyor! Bunu görmemiz lazım. Türkiye birbirinden yaratıcı insanların ülkesi. Ama aynı zamanda bezginiz ki ne bezgin! Ya kendimizi ya birbirimizi yıpratıyoruz. Bireysel ve kolektif enerjimizi hırpalamaktan vazgeçmemiz şart. Bu kadar genç nüfusu olan bir memlekette dar çekişmelere değil, evrensel açılımlara ihtiyacımız var.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Edeb
03 Ağustos 2009



Sözlükteki pek çok kelimeyi yüksek sesle, hatta düpedüz bağırarak telaffuz edebiliriz. Ama bir deneyin bakın, "edeb" kelimesini haykırmak ne mümkün! Harflerin dizilişi sesimizi yükseltmeye mânidir. Bu kelimenin ses tonu adeta önceden ayarlanmıştır. Ancak fısıltıyla karışık söyleyebiliriz.
Ancak sakin bir edayla: Edeb ya Hû edeb!

Türkçenin en güzel kelimelerinden biridir "edeb". Bir başka dile nasıl çevrilebileceğini sorsalar şöyle bir duraklarsınız. İngilizce'de, İspanyolca'da, Fransızca'da, Almanca'da.... birebir karşılık bulmakta zorlanırsınız. Bulduğunuz hiçbir kelime onu tam olarak karşılayamaz, kavrayamaz sanki. Aynı lezzeti vermez. Aynı sesi vermez. Başka hiçbir söz ya da sözcük yerini dolduramaz. Bu dört harften ibaret kısacacık kelime koskoca bir mânâ denizi barındırır içinde. Gözlerimizi kapayıp bir kez fısıldamak bile yeter melodisini duymaya.
Edeb ya Hû edeb!
Sözlükteki pek çok kelimeyi yüksek sesle, hatta düpedüz bağırarak telaffuz edebiliriz. Ama bir deneyin bakın, "edeb" kelimesini haykırmak ne mümkün! Harflerin dizilişi sesimizi yükseltmeye mânidir. Bu kelimenin ses tonu adeta önceden ayarlanmıştır. Ancak fısıltıyla karışık söyleyebiliriz. Ancak sakin bir edayla: Edeb ya Hû edeb!
Peki nedir edeb? Tasavvufun yüzyıllardır baştacı ettiği bu kelime nasıl oluyor da hem bu kadar göz önünde, aleni; hem de kapalı bir kutu, adeta sır bize?
Haddini aşmamak, kalp kırmamaktır edeb.
Sadece o değil; haddini aşıp, kalp kırmaktan ödünün patlaması demektir. İstisnasız ayrımsız her insan, her canlı varlık, tıp tıp atan her yürek avuçlarımızın arasında tuttuğumuz billûr bir kasedir. Dışı nasıl olursa olsun özü narin ve nazenindir. İçin titrer. Düşürmekten, düşürüp de kırmaktan öyle korkarsın.
Dedikodudan, haksızlıktan ve ithamdan uzak durmaktır edeb.
Sadece o değil. İnsan-hayvan, canlı-cansız veya önemli-önemsiz ya da zengin-fakir ayrımı yapmadan etrafına hoş bir nazarla bakmak; "eyvallah" diyebilmek, "eyvallah" kelimesi üzerine kafa yormaktır.
Bilmediğin konuda susmak, bildiğin konuda ahkâm kesmemektir edeb.
Bilgi bir perdedir. Sen ne kadar bilirsen bil, nasıl bir alim olursan ol, en cahil görünen insandan bile öğrenecek bir şeyin vardır elbet. Edeb bunu unutmamaktır.
İnsan ayrımı yapmamaktır edeb.
Sokaktaki bir berduşun yanında da Karun kadar zengin ya da Süleyman kadar muktedir görünenin yanında da aynı sakin idrakla durabilmek; saydam ve şeffaf olabilmek; girdiğin mekâna ya da konuştuğun adamın nabzına göre laf değiştirmemek, ince hesap bilmemektir edeb.
Aşırılığa gitmemektir edeb.
Hileden, desiseden, yalandan ve zorbalıktan hazzetmemek; kimseyi aptal yerine koymamak, aşağılamamaktır. Tek başınayken de başkalarının yanındayken de şefkati elden bırakmamak; dış görüntülerden, parlak kabuklardan, ünvanlardan, payelerden etkilenmemek; her işte her adımda yüreğe bakmak, yüreğin ibresine göre yol almak.....ve habire BEN demekten vazgeçmektir edeb.
Edeb bir ahenk meselesidir. Akord edilmektir.
Akord edilmemiş müzik aletinden çıkan her ses uyumsuzdur. Edeb kainatın müziğini yüreğinde duyma ve o müziğe uyma meselesidir. Edeb ahenk içinde olmak demektir. Tabiatla, kainatla, yaradılışla, bütünle ve katreyle sürekli uyum....
Gün içinde habire koşturmaktayız ya, edeb kelimesi aklımızın ucundan dahi geçmez. Yapacak daha acil, daha mühim işlerimiz vardır hep. Birbirimizi ite kaka, koştura koştura, hep ama hep geç kalırız bir yerlere. Derken tüm bu hengame içinde, beklenmedik bir anda ve yerde edeb sahibi biri çıkar karşımıza. Duraklarız. Şaşırırız. Sahici olup olmadığından hemen şüphe ederiz. Belki de yapmacıktır. Belki de rol yapıyordur. Kafamızın içinde binbir tilki dolaşır. Çünkü biz hep şüphe ederiz. Gerçek olup olmadığını anlamak için etrafında döner, gözlerimizi kısar inceleriz. Ama ne vakit ki anlarız karşımızdaki hakikaten edeb sahibi, indiririz yelkenleri. Yumuşar yüreğimiz. Tanırız edebi aslında. Görür görmez tanırız. Edeb sahibi bir insanla karşı karşıya gelince biz de kendimize çekidüzen veririz.
Bulaşıcıdır edeb. Tebessümle bulaşır. Gülümseyen bir insan karşısında biz de elde olmadan gülümseyiveririz. Gün boyu çatık kaşla dolaşmaya alışkın yüzümüzün kasları gevşeyiverir. Bakmışız ki dudaklarımız bizden evvel davranmış. Gülümsemeye gülümsemeyle karşılık vermişiz de haberimiz yok. Edeb insandan insana geçer. Aynadan aynaya yansır. İnsanın şaşmaz tabiatıdır. Kibirlinin karşısında kibirli, mütevazinin karşısında mütevazi olasımız gelir. Diklenene diklenerek karşılık veririz. Edebliye ise eğiliriz.
Geçenlerde bir yemek masasında bir arkadaşım tanıdık ve buruk bir şaka yaptı: "Yahu ne zaman yurtdışından dönsem, bana da bir nezaket geliyor. Tanımadığım insanlara kapıları açmak, trafikte başkalarına yol vermek filan istiyorum. Bir incelik, bir terbiye geliyor üstüme. En fazla bir gün sürüyor ama. Sonra bakıyorum herkes birbirine kaba
davranıyor, bana da bir kabalık geliyor....
Dangul dungul yola devam ediyorum."
Öyle kelimeler var ki, harf öbekleri olmaktan çıktı, gündelik hayatımızın akışını şekillendirmeye başladı. "Hoyrat" bunlardan biri. Hoyratız birbirimize karşı. Ve sağımız, solumuz, önümüz, arkamız.... hoyrat. Yolda yürürken birbirimize bakışımız, evlerimizin çatıları altında birbirimizden söz edişimiz; konuşmalarımız, dedikodularımız, ithamlarımız, önyargılarımız, zanlarımız, yaftalamalarımız, dışlamalarımız....hep ama hep hoyrat. O kadar çok hırpalıyoruz ki birbirimizi, öylesine hırçın bir iklimdeyiz ki.... Halbuki bu arada uzaktan bir yerden sesleniyor eski mi eski bir öğreti. Tembihliyor usulca.
"Edeb ya HU edeb!"
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Pantolon giyen kadınlar
06 Ağustos 2009



YAŞADI-ĞIMIZ dünya “karşılıklı bağlar, bağlantılar ve bağımlılıklar” dünyasıdır. Hiçbir toplumun, kesimin ya da kişinin dünyanın geri kalanından ayrı duramadığı bir ortamdayız. Artık öyle steril, tamamen kopuk hayat tarzları yok. 11 Eylül sonrası dünyanın temel dinamiği etkileşimlerdir. Hiçbir toplum yalıtılmış değil. Hiçbir toplumsal grup yalıtılmış değil. Artık hepimiz biliyoruz ki Pakistan’daki ya da Afganistan’daki bir insanın mutsuzluğu, Kanada’daki veya Hollanda’daki birinin hayatını etkileyebiliyor.
Global finansal kriz bu idrakımızı daha da derinleştirdi. Dünyanın bir ucunda yaşanan bir ekonomik sıkıntı, bambaşka bir ucundaki hayat standartlarını düşürüyor. Birbirinden çok farklı, hatta uyuşmaz gibi görünen insanların birbirini sürekli etkilediği ve dönüştürdüğü bir dünyadayız.



Sanatın ve edebiyatın zaten bildiği bir şeyi siyaset sosyolojisi ve uluslararası diplomasi şimdi daha iyi görüyor: Hikâyelerimiz sürekli birbirine karışıyor. Çünkü göçlerin, göçmenliklerin, sentezlerin, akışkanlıkların, çokkültürlülüğün ve sürekli hareketliliklerin yüzyılındayız. Ve böyle bir dünyada hiçbirimizin artık dünyanın başka bir ucundaki bir insanın acısına, derdine, hikâyesine kayıtsız kalmak gibi bir lüksü yok.

Buna rağmen hâlâ seyirciyiz. Bosna’da yaşanan derin trajediyi televizyon ekranlarından izleyen uygar dünya şimdi de Sudan’da kadınların yaşadıkları zorlukları bir kenardan izlemekle yetiniyor. Biz de Türkiye’de aslında farklı bir şey yapmıyoruz. Kendi gündemimiz o kadar mühim ve acil geliyor ki, güncel hayhuyumuza gömülmüş durumdayız.
Bu arada Sudan’daki hadise çok uzakta bir yerde, bir Afrika ülkesinde yaşanan sıradan bir dramdan ibaret gibi geliyor bize. Yaşananlardan bizlere de bir vicdani sorumluluk düştüğünü görsek bile, kolayı seçiyor, görmezden geliyoruz.
Sudan’da bugün sadece Lübna Hüseyin adında genç bir gazeteci kadın değil, aslında kadınlar ve kadınlık yargılanıyor. Görünüşte Lübna’nın suçu son derece basit: Pantolon giymek ve bu şekilde kamusal alana adım atmaya cesaret etmek. Cezası: Kırbaç. Yüzyıllardır kadınlara hep şüpheyle bakan, kadın bedenini utanılacak bir şey gibi algılayan ve kadınların beynine güvenmeyen zihniyet gene işbaşında. Kendini sırf dünyaya erkek olarak geldiği için insanlığın yarısını teşkil eden kadınlara üstün zanneden zihniyet gene işbaşında.
Halbuki bütün dinlerin tekrar ve tekrar öğrettiği üzere insanın, Adem oğlu Havva kızı insanın başına gelebilecek en kötü yanılgı kibirdir. Kendini başkalarından üstün ve ayrıcalıklı görmek, kalın bir perdedir. Öyle bir iner ki insanın gözüne, görmez olur artık kişi. Körleşir. Ahlak zabıtaları kendilerini daima başkalarından âlâ addeder. Ve bu zandan güç alarak beğenmediklerini yaftalar, damgalar, hırpalar. Bir kadının pantolon giyip giymemesi kendisinden başka kimi ilgilendirir?
Tanıyoruz bu ahlak zabıtalarını aslında. Nereden mi? Kendimizden!
¡¡¡
Bizler acaba ne kadar farklıyız Sudan’daki ahlak zabıtalarından? Zannettiğimiz kadar medeni miyiz? Aştık mı bu meseleleri? Kadın-erkek eşitliğini sağlamak, siyasi ve ekonomik meseleleri çözmekten çok daha çetrefildir. Sudan’a bakıp da orada “uzak ve dünyadan kopuk bir ülke” görmek kolay. Zor olan aradaki bağlantıları, benzerlikleri görmek. Biz ki toplumca bu kadar uğraşıyoruz birbirimizin kılık kıyafetiyle ve bilhassa kadınların dış görünüşüyle... Kimimiz bunu “modernlik” adına yapıyor, gördüğü her başörtülü kadını bakışlarıyla ve laflarıyla dışlıyor. Kimimiz bunu “din” adına yapıyor. Gördüğü her kısa etekli ya da omzu açık kadını bakışlarıyla ya da laflarıyla yargılıyor. Sudan’da bugün kadınların sorduğu soruyu kendimize de soralım o zaman.
Bir kadının kıyafeti kendisinden başka kimi ilgilendirir?
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Gül bahçesi evlilik
10 Ağustos 2009



Çoğu evli insanın zihninin çekmecesinde sakladığı bir defteri vardır. Muhasebe ve muharebe defteri! Tüm hatalar ve ihmaller, kusurlar ve eksikler satır satır oraya yazılır. Bakkal defterinden beterdir, evli çiftlerin gizli defterleri. Hırpalanmış, sararmış sayfalar. Bir gün açığa çıkmayı bekleyen kargacık burgacık ve çapraşık notlar.

İnsanlığın icat ettiği en zor kurumdur evlilik. Aksini söyleyenlere sevecenlikle gülümse, ama sakın inanma. Kırmızı-pembe bir gül bahçesidir ya evlilik, goncası kadar dikeni de boldur. Unutursan bunu, anında hatırlatır; dikenlerini batırıverir parmağına. Ve sen bu kadar uysal ve yumuşak, doğal ve parlak görünen bir bahçenin nasıl olup da böyle sivri ve sert, gölgeli ve köşeli çıkabildiğine hayret edersin içten içe. Öğrenirsin. Öyle ya da böyle, er ya da geç, kurallarını öğretir evlilik. Gül bahçesini gördüğü halde ortada hiç diken yokmuş gibi gülümseyenler, bu kurumu gereğinden fazla cicileştirip romantikleştirenler, ya "taze evliler"dir, ya da "gönüllü gafiller".
Bir labirent şeklinde inşa edilmiştir gül bahçesi. İç içe dönemeçler, çıkmaz sokaklar, beklenmedik sapaklar.... bilmece içinde bilmece... Saptığın her yol seni labirentin daha da içine sokar. Merkezine. Göbeğine. Öyle bir hâl alır ki en nihayetinde, bu labirente ne zaman ve nasıl girdiğini bile hatırlamaz olur; geri dönüş yollarını hepten yitirip kaybolursun. Bu arada "eski sen" en bekâr, en genç ve toy halinle labirentin dışında bir duvar dibinde sessizce bekler. Elinde solmuş beyaz çiçekler. Yüzünde mahzun bir ifade. Bekler ki hatırlayasın. Bekler ki geri dönesin. Bekler ama nafile....
Zira "dış dünya" diye bir ihtimal artık kalmamıştır labirentin içindekine.
İnsanlığın icat ettiği en karmaşık kurumdur evlilik. İpte canbazlıktır. Elinde mavi kurdelalı sırık, ince bir ip üstünde dengede durmaya gayret ederek yürürsün adım adım. Hem böyle boncuk boncuk ter içinde dengede durmaya çalışmak hem de etrafa bir şey çaktırmamak zordur ki, hem de nasıl. İdare etmek sanatı üzerine kuruludur evlilik. Kadın erkeği, erkek kadını, gelin kaynanayı, görümce görümceyi, aktörler aktörleri... idare eder. Tavizler, dengeler, sessiz sitemler. Birikmiş ama dışa vurulmamış öfkeler. Kabuk tutmuş yaralar. Azıcık kaldırsan kabuğun ucunu, tazeymiş gibi hemen kanar. İnce diplomasi, hassas terazi....
Bir gram kadının kefesine koyunca anında bir gram daha koymak lâzım erkeğin kefesine. Mutfakta yemek yapmak için kullanılan tüy gibi teraziler bile evliliğin terazisi kadar hassas değildir. Orada mikroorganizma günahlar tartılır.
Çoğu evli insanın zihninin çekmecesinde sakladığı bir defteri vardır. Muhasebe ve muharebe defteri! Tüm hatalar ve ihmaller, kusurlar ve eksikler satır satır oraya yazılır. Bakkal defterinden beterdir, evli çiftlerin gizli defterleri. Hırpalanmış, sararmış sayfalar. Bir gün açığa çıkmayı bekleyen kargacık burgacık ve çapraşık notlar. Öyle zamanlar vardır ki dişe diş, göze gözdür evlilik. Hamurabi yasaları. "Madem sen bana bunu dedin, ben de sana şunu derim...." Beş gram bu kefeye, beş gram ötekine. "Sen benim annemi istemezsen ben de seninkini ötelerim..."
Evli olan bizler biliriz tüm bu ince ayarları. Bilir ama ne tuhaftır ki, bilmezden geliriz. Etrafımızdaki her bekâr kadın ve her bekâr erkeğe ısrarla evlilik propagandası yapar, illâ ki bir an evvel onların da başını bağlamak isteriz. Zaman zaman işi iyice abartır; açık açık baskıda bulunuruz. "Ee yetti ama, sana da birini bulalım artık...." Kaçınılmaz sondur: Bekâr birinin varlığı etrafındaki evlilere dert olur. Hiçbir bekâr insanın, böyle bir heyecan, azim ve tutkuyla kalkıp da, evli bir arkadaşının evliliğini sonlandırmak için uğraştığı görülmemiştir. Halbuki evli çiftler nedense bekâr arkadaşlarını bir an evvel evlilik labirentine sokmayı üzerlerine vazife bilir. Adeta bekârlık denilen şey toplum ve çevre tarafından sonlandırılması gereken bir çocukluk hastalığıdır. Kabakulak ya da kızamık gibi bir şey... Hani bir dönem yakalanabilirsin. Normaldir. Ama bir an evvel iyileşsen iyi edersin....
Herkesin çiftler halinde dolaştığı, ilişkilerin kurumsallaştığı ortamlarda bekâr biri mızıkçının teki, düpedüz oyunbozucudur. Bu yüzdendir ki evli çifler gönüllü çöpçatanlık büroları gibi çalışır. Komisyonsuz, bedelsiz haftada yedi gün, günde 24 saat, etraflarına hizmet verirler. Hele öyleleri vardır ki işi gücü bırakır, hangi bekâr arkadaşını hangi bekâr arkadaşıyla tanıştıracağının çetelelerini tutar. Çevreyi genişletmek adayların sayısını artırır. Sırf bu yüzden kolay kolay arkadaşlık etmeyeceği insanlarla canciğer kuzu sarması takılanlar vardır. Beğenilen bir aday çıkarsa hemen bekâr dosta haber verilir. "Biriyle tanıştık, harika, muhakkak tanımalısın...." Beriki yazık, "Gidin işinize kimseyle tanışamam, hem ben hayatımdan memnunum" diye bekârlığını savunmaya çalışır. Başaramaz. Mizansenler yapılır. Yemekler ayarlanır. Yapay randevular. İte kaka. İte kaka. Yeter ki bozulmasın gül bahçesinin itibarı. Kimse kalmasın duvarların dışında... Oyundur ya, herkes bilir oyun olduğunu, gene de işte hevesle oynanır. Bu toplumda bekârlar özenle ayıklanıp tek tek avlanılır. Çocukluk hastalıkları geçmek zorundadır. Su çiçeğinden geriye en fazla belli belirsiz bir iz kalır.
Elimizde fenerler, yürüyoruz gül bahçesinin içinde. Her şeye rağmen şikâyetçi değiliz. Artısı eksisinden fazla. Gül bahçesi ne de olsa. Güzel manzara, hoş rayiha. Gene de bazen aklımıza esiveriyor. Efsanevi aşklar yaşamak istiyoruz içten içe. Rapunzel'in saçlarından büyülü kuleye tırmanmak ya da beyaz atlı prensin atının terkisine atlayıp doludizgin gitmek istiyoruz belirsizliğe. Mutfakta tencere yemekleri yaparken, gözlerimizi kapatıp hayaller kuruyoruz. Dolmalarımıza pirinç ve tuz kadar içimizde ukte kalan aşkları da dolduruyoruz. Akşam kocalarımız eve gelince "Eline sağlık hanım" diyor. "Ne var bunun içinde?" Gülümsüyoruz. Hayallerimizi kurumasınlar diye buzdolabı poşetlerine koyuyor, ağızlarını sıkı sıkı kapatıyoruz. Taze taze bekliyorlar buzluklarımızda.... Donmuş donmuş bekliyorlar.
Çelişkiler yumağı insan... çelişkiler yumağı her evlilik....
Bilmem ki buralardan geçip de dikeni de gülü de aynı anda hissetmeyen var mıdır bu kırmızı-pembe bahçede?
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Otuz beşinden evvel evlenmeyin!
13 Ağustos 2009


AŞKIN binbir yüzü, binbir hali var. Etrafımız birbirine zerre kadar benzemeyen sevda hikâyeleriyle dolu. Öyle çiftler tanıyoruz ki, aralarında ciddi yaş farkı mevcut. Böyle kabulleniyoruz onları. Böyle güzeller çünkü. Yakışıyorlar birbirlerine. Öyle çiftler tanıyoruz ki, tüm imkânsızlıklara rağmen bir araya gelmişler, sımsıkı tutunmuşlar hayata. Onları da kabulleniyoruz seve seve.
Keza öyle çiftler var ki, eski hayatlarını tamamen yıkarak kendi evliliklerini kurabilmişler ancak. Yeni bir başlangıç yapabilmek için her şeyden vazgeçmeleri gerekmiş. Yasaklara, tabulara, önyargılara rağmen birbirlerini sevmişler ve sevgilerini kabul ettirmişler. Uzaktan bakınca bilemiyoruz tam olarak ne yaşadıklarını. Yargılamak, yaftalamak en kolayı. Yargılamaktan, yaftalamaktan kaçınmak durumundayız. Çünkü hepimiz aslında gayet iyi biliyoruz ki, aşk dediğin tek bir reçeteye uymuyor. Ne tek bir formülü var, ne herkese uyan bir kalıbı. Aşkın binbir hikâyesi var; her biri farklı farklı.

* * *

İşadamı Halis Toprak'ın, torunu yaşındaki bir genç kızla evlenmesi tüm Türkiye'de epeyce patırtı kopardı. Taraflar kendilerini savunmaya çalıştı. Savundukça belki de daha beter oldu. İlgili ilgisiz herkes bu konuda bir şeyler yazdı çizdi. Bense bu hengâmeye dalmadan, meseleyi şahıslar üzerine kurmadan, olayın bir başka boyutuna dikkat çekmek istiyorum.
Bir an için gelin, son derece basit ama temel bir varsayımda bulunalım: Şayet Halis Toprak medyanın karşısına çıkıp da "Evet tepkinizi anlıyorum. Haklısınız, ortada sıradışı bir evlilik var. Ama bilin ki dostlar, ben âşık oldum. Biz birbirimize âşık olduk!" deseydi, diyebilseydi, sizce gene aynı tepkileri verir miydik?
Sanmıyorum. O zaman düzlem tamamen değişirdi. Eğer ortada "aşk" olsaydı ya da aşk konuşuluyor olsaydı (ve tabii bir de her iki kişi de 18 yaş üstü, yani reşit olsaydı), muhtemelen basındaki köşe yazarlarından sokaktaki vatandaşa kadar herkesin tepkisi çok daha farklı olurdu. Öyleyse medyanın ve kamuoyunun bu evliliğe bu kadar olumsuz bir nazarla bakmasının ve durumu ayıplamasının tek sebebi, karı koca arasındaki derin yaş farkı değil.
Neticede iki yetişkin insan arasındaki evlilik, rızaya ve özgür iradeye ve özgür tercihlere dayandığı müddetçe sadece onları ilgilendirir. Ama problemli olan, gelinin reşit olmaması ve hadisenin yaşanma biçimi olduğu kadar, Halis Toprak'ın aşktan fersah fersah uzak kalan açıklamaları oldu. İşte hepimizin, "Bu kadar da olmaz ki!" dediğimiz yer orasıydı.
Peki "aşktan uzak gibi duran, erkeği merkeze alan yaklaşım" sadece bu örnekle mi sınırlı? Tabii ki hayır. Halis Toprak aslında Türkiye'de çok daha derine giden ataerkil bir zihniyeti dışa vurmuş oldu, o kadar. Bu ülkede kaç erkek, "Bana bakacak biri lazım" diyerek yeniden evlenmeye kalkıyor? Komşularımız, akrabalarımız, tanıdıklarımız arasında bu lafı eden ya da edebilecek ne çok kişi var!

* * *

2001-2007 yıllarına ait evlilik ve boşanma istatistikleri yeni yayınlandı. Buna göre ortalama evlenme yaşı erkekler için 27.7, kadınlar için 23.8. Türkiye'de evlilik yaşı giderek yükseliyor. Bu sevindirici bir nokta. (Hoş, bana kalsa kimse otuz beşinden evvel evlenmemeli ya, o da başka mesele. İdealimdeki evlilik yaş ortalaması şöyle: Erkekler için 35.5, kadınlar için 35.6)
Verilere göre ülkemizde 16-19 yaşları arasında 185 kız, 60 yaş ve üzeri erkeklerle dünya evine girdi. Toplam evlilik sayısının 4 milyon 150 bin 972 çift olduğu düşünülünce bu çok büyük bir oran gibi durmuyor ama üzerinde düşünmeye değer. Gene aynı yaşlarda 156 genç kızın 55-59 yaş arasındaki erkeklerle evlendiği ortaya çıktı. 50-54 yaş arasındakilerle evlenenlerin sayısı ise 265.
Öyleyse geçtiğimiz yedi sene içinde toplam 606 genç kızımız, kendilerinden hayli büyük erkeklerle evlenmiş (ya da evlendirilmiş). Bunların içinden kaç tanesi hakiki aşk? Kaç tanesi aşktan fersah fersah uzak? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bildiğimiz tek şey şu:
Kadınların temel vazifesinin kocalarına hizmet etmek olduğuna inanan (ve bunu açık açık söylemeyen) çok kişi var bu memlekette. Kadın ile erkeği kâğıt üzerinde bile eşit görmeyen; kadını insan gibi değil, beden olarak gören ve "hemşire, dadı, bakıcı, hizmetçi, aşçı..." gibi rollere indirgeyen bir köklü algı.... Ve ne yazık ki bu yanılgı salt erkeklerle sınırlı değil. Kadınlar da buna inanıyor. İşte bu kadınlar kendi erkek çocuklarını aynı ataerkil zihniyetle yetiştirdikleri müddetçe toplum olarak biz bu kısırdöngüden zor çıkarız.
Şahıslar üzerine gidip, insanları magazinleştirerek ya da isimleri aşağılayıp öteleyerek hiçbir yere varamayız. Değiştirmemiz gereken şey, bizzat hepimizin içinde kök salmış olan ataerkil zihniyettir. Gelin kolaysa bunu konuşalım...
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Londra'da kibir ve tevazu
20 Ağustos 2009


AYLARDAN ağustos, yer Londra. Wembley Stadyumu'ndan şehrin bağrına uzanan sokaklarda on binlerce insan yürüyor. Kadın, erkek, genç, yaşlı... Herkesin yüzünde benzer bir ifade ve dilinde tanıdık melodiler. Arada atlı polisler çıkıyor kalabalığın karşısına. Polisler gayet nazik. Yürüyenler bir o kadar saygılı. İnsanlar sakin, kararlı adımlarla ilerlemeye devam ediyor. Muazzam kalabalığa rağmen aksamayan bir nizam var. Binlerce insan aynı anda aynı yöne doğru yürüyor ama kimsede ne bir taşkınlık, ne bir sarhoşluk gözleniyor.
Uzaktan bakıldığında sanırsınız ki siyasi bir yürüyüş bu. Sanki bir miting meydanı. Ya da bir partinin seçim konuşması sonrası. Halbuki bahsettiğim manzara, U2 konserinden sonra dağılan izleyici kalabalığından başkası değil. Bir insan selinin içinde birer damla olmuş biz de yürüyoruz; ben ve İstanbul'dan beraber geldiğimiz dostlar...

* * *

U2 yirmi senelik mazisiyle dünyanın en ünlü, en başarılı rock grubu. Çıkışından bugüne tek bir çizgide ilerlemedi. Grubun ilk on yılındaki hali ile takip eden on yıldaki hali aslında çok farklı. 1980'lerde: Sanatsal arayışlar ve yenilikler. 1990'larda: Giderek katmerlenen özgüven ve dünya çapında bir rol oynuyor olmanın şuuru. Grubun "360 Derece" isimli en son dünya turnesinin İngiltere ayağında stadyuma gelen seyirci sayısı o kadar fazlaydı ki, bir rekora imza atıldı. 100 bin kişi beraber dinledik ve hep bir ağızdan eşlik ettik şarkılara.
U2 konserinin dağılma sahnesinin bir siyasi yürüyüşü andırması tesadüf değil elbette. Dünya müzik tarihinde çok az rock grubu sanat ile siyaseti, onlar kadar iddialı ve başarılı bir şekilde harmanlayabildi bugüne kadar. Afrika'da yayılan açlık ve hastalıklar, Burma'da rejimin totaliter yapısı, Güney Afrika'da apartheid sisteminden kalan aksaklıklar ya da AIDS tedavisi için kampanyalar...
U2 sadece şarkılarıyla değil, yürüttüğü kampanyalar ve giriştiği projelerle de adından çokça söz ettiren bir grup. Madalyonun bir de görünmeyen yüzü var. Siyasi liderlere olan yakınlığı Bono'ya hem çok şey kazandırdı, hem kaybettirdi. Bilhassa, Bush'a gösterdiği yakınlık ve ondan aldığı destek zamanında çok eleştirildi. Bush rejiminin Irak politikasını eleştirmeyişi bir başka açık olarak hafızalarda yer etti.
Bir yaz gecesi sahnede Bono'ya bakıyorum. Muazzam bir enerji yumağı. Yaratıcı. Cesur. Zeki. Ve kibirli... Ve birçok zeki ve kibirli insan gibi o da bu durumun farkında. Bazen örtmeye çalışıyor kibrini. İnce bir örtü çekiyor hallerinin üstüne. Bazense uğraşmaya bile gerek görmüyor. Öyle ya da böyle seviliyor çünkü. Milyonlar tarafından beğenildiğini biliyor.
Bono'nun söyleminde beni alttan alta rahatsız eden bir şey var. İncecik ama keskin bir kılçık gibi dikiliyor, güzel bir yemeğin içinde. Sürekli "biz" ve "onlar" ayrımı yapıyor Bono. Devamlı "iyiler" ve "kötüler"den bahsediyor; "doğru insanlar" ve "yanlış insanlar" diye bir ikilem üretiyor. Ve ne hikmetse kendisinin doğru insanlardan olduğundan çok emin.

* * *

Tasavvufa senelerini, ömrünün nice demlerini vermiş manevi büyükler, kimi insanın "başarısızlık"la kimi insanın da "aşırı başarı"yla sınandığını söylerler. Ve derler ki: "Aslında en zor sınav, parayla, şanla, şöhretle gelen sınavdır. Orada zemin kaygan, kisveler parlaktır. Bu imtihanı geçebilenlerin sayısı çok ama çok azdır." Kariyerinde başarısız olmak da bir imtihandır ama dünyaca başarılı olmak daha büyük bir imtihan.
Parasızlık ya da yoksunluk da bir imtihandır ama zenginliği ne yapacağını bilememek daha büyük bir imtihan. Sevilmemek ya da dışlanmak da bir imtihandır ama baş döndürücü şan ve şöhret daha büyük bir imtihan.
Hem ününe ün katmak, hem yüreğinde duru ve naif kalmak mümkün müdür? Konser sonrası bu soruyu sorgulamadan edemiyoruz. Çoğumuz bunun imkânsız olduğu fikrinde. "Ünlü olan herkes ruhundan ödün verir" diyor bir arkadaşım. "Dünya çapında ünlü olmak içinse kibirli olmak şart, kendini korumanın başka yolu yok" diyor bir başkası.
Bense düşünmeden edemiyorum: Yok mudur bunun bir başka yolu yordamı? Hem meşhur hem mütevazı olmak; hem eleştirel duruşunu yitirmemek hem kimseyi kendinden aşağı görmemek mümkün olamaz mı? Başarıyla sınanan insanların bu tevazu sınavını geçmesi neden bu kadar zor?
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Gerilim hikâyelerinin sakin ustaları
22 Ağustos 2009


Cambridge Üniversitesi'nin yaptığı araştırmaya göre, İskandinav ülkeleri vatandaşların devletle en barışık ve hayatlarından en memnun olduğu ülkeler sayılıyor. Peki bu ülkelerde bu kadar çok sayıda cinayet romanı yazılmasını nasıl açıklayacağız? Ne oluyor da bu kadar sakin, barışçıl, demokratik topraklardan böyle gerilim, entrika, kan ve şiddet dolu kitaplar çıkıyor? Ve niye? Bu konuda üç farklı teorim var.

Romanlar ve romancılar bir toplumun ruh haline yakından ayna tutar. Rus edebiyatı Rus toplumunun, İngiliz edebiyatı İngiliz toplumunun karakteristik özelliklerini yansıtır. Ama işte bazen de edebiyat, içinden çıktığı kültüre ayna tutmaz. Kendi başına apayrı bir yansıma, suda bir başka sûret yaratıverir.
Öyleyse bir ülkede yazılan romanlar ya da çekilen filmler o ülkenin dokusunu mu yansıtır? Yoksa bambaşka bir gerçeklik mi kurar uzayda bir yerde, uçsuz bucaksız bir hayal aleminde? Mesela aşk romanları ya da aşk filmleri, kadın erkek ilişkilerinin en rahat yaşandığı yerlerde mi yapılır daha çok? Yoksa en zor yaşandığı yerlerde mi?
Soruyu tersinden soralım: Bir yazar ya da yönetmen yaşadığı ve bildiği şeyleri mi anlatır? Yoksa hiç bilmediklerini mi?
Peki ya gerilim romanlarının en çok yazıldığı ülke hangisidir dersiniz?
Afganistan mı? Irak mı? Ya da İran mı? Çin mi? Kore mi?
Bünyesinde köklü çelişkiler barındıran Rusya mı? Meksika mı? Güney Amerika ülkeleri mi?
Gerilim, korku ve cinayet edebiyatı, acaba dünya üzerinde çatışmaların ya da gerginliklerin en yoğun olduğu yerlerde mi yazılır? Yoksa....
Son senelerde tüm dünyada bir furyadır esmekte. Peşpeşe gerilim romanları basılıyor. Bu tür kitapları kaleme alan yazarların önemli bir kısmı Amerika'dan ve Japonya'dan çıkıyor. Nedenleri hakkında düşünmeye değer. Ama işte bir bölge daha var ki, buradan bu kadar çok cinayet romanı çıkması hayli şaşırtıcı: İskandinav ülkeleri!
İskandinav ülkeleri, dünya üzerinde mutluluk, konfor ve refah ölçümlerinde hep ilk sıralarda çıkar. Daha geçtiğimiz sene tamamlanan Dünya Barış Endeks'i (Global Peace Index) Danimarka'yı yeryüzündeki en barışçıl ikinci ülke, Norveç'i de gene aynı kategoride üçüncü ülke ilan etti. Listenin hemen altında tabii ki İsveç vardı. Böylece İskandinav ülkeleri "dünyadaki en barış ve huzur dolu yerler" olma sıfatını bu sene de elden bırakmadı. Hayatın medeni, sistemin demokratik, insanların nazik olduğu yerler bunlar. En azından, yeryüzündeki başka yerlerle kıyaslandığında. Keza Cambridge Üniversitesi'nin yaptığı bir başka ilginç araştırmaya göre, İskandinav ülkeleri vatandaşların devletle en barışık ve hayatlarından en memnun olduğu ülkeler sayılıyor. 1'den 10'a kadar bir cetvel üzerinde, Danimarkalılar'ın ortalama mutluluk oranları 8.3, Finlandiyalılar'ın ise 8.1.
Peki öyleyse bu ülkelerde bu kadar çok sayıda cinayet romanı yazılmasını nasıl açıklayacağız? Ne oluyor da bu kadar sakin, barışçıl, demokratik topraklardan böyle gerilim, entrika, kan ve şiddet dolu kitaplar çıkıyor? Ve niye?
Bu konuda üç farklı teorim var.
1. Rahat Batar Teorisi: Hayatın kolay, sakin ve dingin olduğu yerlerde insanlar bir süre sonra sıkılmaya başlar. Düşünsenize, ne trafik derdi, ne geçim sıkıntısı, ne çarpık
bürokrasi, ne fırsat eşitsizliği.... Sokakta yabancılar birbirine gülümsüyor, arabalar birbirine yol veriyor; her gün bir öncekinin benzeri bitimsiz bir kolaylık ve rahatlık içinde akıyor. Gündelik yaşamın ritmini tekdüze bulan yazarlar ise hayal alemlerinde gezinmeye, uçuk kaçık kurgular yapmaya daha yatkın oluyor. Bu teoriye göre bir yerde hayat ne kadar renksiz ve bilmecesiz ise oranın sanatı da tam tersine o kadar renkli, gerilimli olabiliyor.
2. Komşunun Tavuğu Komşuya Kaz Görünür Teorisi:
Her türlü nimetin ve fırsatın altın bir tepsi içinde önünüze konduğunu düşünün. Bir süre sonra tepsinin içindekiler gözünüzde vasatlaşır. Aklınız tepside olmayan şeylerde kalır. Yani komşularınızın bahçesindeki tavuklarda. Ortalama bir İskandinav vatandaşı doğuştan bir takım temel hak ve özgürlüklerle donanmakta. Sağlık sigortasından işsizlik yardımına, kaliteli bir eğitimden iş imkânlarına... Tepside bunları hazır vaziyette bulan yazarlar ve sanatçılar ise gözlerini kapayıp komşularının tepsilerinde olan hikâyelere öykünürler. Böylece İskandinav bir yazar gibi değil, Rus ya da Çinli bir yazar gibi yazmaya başlarlar. Ortaya o toplumla ilgisi olmayan ama aslında o toplumdan beslenen tuhafbir sanat ve edebiyat türü çıkar.
3. Güneş Girmeyen Eve Cinayet Romanı Girer Teorisi:
İskandinav ülkeleri her ne kadar müreffeh, barışçıl ve sakin yerler olsalar da, havanın devamlı kapanık, gökyüzünün kurşuni ve kasvetli olduğu topraklardır aynı zamanda. Hava şartlarının ise, malum, insanlar üzerinde doğrudan etkisi var (Bütün bunları 600 sene evvel yazan Tunuslu sosyolog ve siyaset bilimci Ibn Haldun'un ruhu şad olsun!). Hava kasvetengiz, geceler bu kadar uzun ve esrarengiz olunca, yazarlar da romantik romanlar değil, gerilim romanları yazıyor.
Bazen düşünmeden edemiyorum. Bugün İskandinav ülkelerinde son derece başarılı gerilim romanları yazan genç kuşak yazarları bir aylığına İstanbul'a getirsek... Bu koskoca gayya kuyusunda, patırtı ve hengâme çıkınında; 12 milyon tıp tıp atan yürek ve üst üste dizli yapılar arasında; dolmuş-taksi-otobüs-köprü trafiği derken harala gürele her gün bir telaş ve koşturmaca içinde bir ay yaşasalar....
Sonra döndüklerinde nasıl romanlar kaleme alırlar acaba? Hayatlarında daimi bir gerilim olsa bir daha gerilim kurgusu yapabilirler mi?
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Hırs var, bi de hırs var...
24 Ağustos 2009

Bir hakikati artık kabul etmemiz lâzım. Kültür ve sanat dünyasında monarşi yok ve olmayacak. Ne bir yazar, ne bir şarkıcı, ne bir şair, ne bir karikatürist, ne bir ressam... Kimsenin monarşisi değil kültür ve sanat. Sadece siyasi yapılara değil, edebiyat dünyasına da daha olgun, daha oturmuş bir demokrasi lâzım.

Bir kıtadan bir kıtaya uçan yolcuların el bavullarından pek çok şeyi çıkartıyorlar artık. Sıvı malzemeler, parfüm şişeleri, hatta saç jöleleri... Malum, birer birer alınıyor çantalardan. Bence bunlara ek olarak bir de Dil Muhafızları konulmalı havaalanlarına. Şöyle iri yarı, izbandut gibi, gözlüklü, sert ve ciddi çehreli, entelektüel tipler... Ellerinde kelebek ağı gibi incecik ağlar ve plastik eldivenler. Dikkatle açıp bakıyorlar yolcuların bavullarına. Meğer kelime avına çıkmışlar. Hangi kelimeleri ve kavramları bırakmanız gerektiğini söylüyorlar. Hatta bir de kelime koklayan kurt köpekleri olmalı. El çantalarımızda taşıdığımız kelimeler arasında sınırdan geçiş yapamayacak olanlar varsa, koklayarak bulmalılar. Seyahat ettiğimiz ülkelerin kültürüne göre hangi kelimeleri yanımıza alabileceğimizi, hangi kelimeleri taşıyamayacağımızı önceden bizlere söyleyen bir muhafız ya da kılavuz olmalı. Çünkü öyle kelimeler var ki, farklı ülkelerde bambaşka anlamlar edinmekteler. İşte bu kelimelerden bir tanesi: Hırs!
Amerika'da birini övmek isterseniz "Vay be, ne hırslı adam!" dersiniz. Türkiye'de birine hakaret etmek isterseniz "Vay be, ne hırslı adam!" dersiniz. Aynı cümle apayrı iki intiba bırakır duyanlarda. Aynı kelime taban tabana zıt iki anlam doğurur. Gene Amerika'da bir yazarın bir başka yazarın kitabına övgü vermesi son derece olağan sayılır. Piyasaya çıkan hemen her kitap arkasında benzer methiyeler taşır. Bu methiyelere yakından bakarsanız, "hırs" kelimesinin ne kadar olumlu anlamda kullanıldığını hemen fark edersiniz. "Bu son derece hırslı kitabında yazar, geniş ve zor bir konuyu ele almış" ya da "Filanca son derece hırslı bir yazar; işini tutkuyla yapıyor." Şimdi aynı cümlelerin bir Türk yazarın kitabının arkasına konduğunu düşünün. "Filanca hırslı bir yazar... " dediğiniz anda bu düpedüz eleştiri sayılır. Attığınız gül, yanlışlıkla taş anlaşılır.
Çoğu Batı toplumunda hırslı olmak demek, "Aklına koyduğunu yapmak, bir hedefe odaklanmak, uğraşmak ve azimli olmak" demek. Bizde ise kültürel kodlar tamamen farklı. Bizde hırsın anlamı: "Tamahkârlık, maddiyatçılık, başkalarının omuzlarına basmak ve en önemlisi, haddini bilmemek" demek. (Halbuki tarihte ve bugün kendi alanında başarılı olmuş sıradışı insanlara bakın. Hiçbiri "haddini bilmemiş"tir aslında. Had, bu anlamda, "hudut", yani sınır demektir. Tabii ki yaratıcı insan önüne çekilen maddi ve manevi hudutları aşmaya gayret edecektir. Sanatçı olup da hırslı olmayana rastlanmamıştır.)
Bizse hırslı olduğunu düşündüğümüz insanları bir kalemde "Hop" diye çiziveririz. Genele ve bütüne uymayan renkleri şöyle bir kenara itmek isteriz. Yaratıcılığı ve farklılığı şüpheyle karşılar, her fırsatta bir burun sürteriz. Eski köye yeni adet getirenlere derhal tepki duyar, bir alanda farklı bir şey yapmaya kalkanları anında "hırslı" olmakla itham ederiz. Hele farklı bir şeyler yapmak isteyenin yaşı genç ise, şüphelerimiz artar. Hele bir dursun bakalım, saysın yerinde. Hele bir yıllansın ve yaşlansın; emekliliğini alsın, delice fikirlerini o zaman gerçekleştirmeye kalksın... Nüfusu bu kadar genç olup da gençlere ve gençliğe bu kadar az güvenen bir toplum oluşumuz neden?
Her meslek grubu kendi içinde durağan bir adadır aslında. Durağan ve tutucu. Dişçiler birbirlerini nasıl sevmez ve birbirlerinin yaptığı işi asla beğenmezse; her kuaför illâ ki sözleşmiş gibi saçınızı kendisinden evvel kesen kuaföre bir araba dolusu laf etmeyi vazife bellemişse; bankacılar bankacıları, siyasetçiler siyasetçileri, akademisyenler akademisyenleri, gazeteciler gazetecileri ve reklamcılar da birbirlerini katiyyen beğenmezler, sevmezler. Egoların balon gibi şişkin ve yüksekte olduğu meslek gruplarında durum daha da vahim bir hal alır. Mesela sanatçılar! Mesela yazarlar!
Roman sanatların en yalnızıdır. İlk sayfadan son sayfaya kadar tek başına yoğun üretim gerektirdiğinden romancılar hep kardeşsiz "tek çocuk" olarak kalırlar. Bizler ekip çalışması nedir bilmeyiz. Başkalarıyla ortak üretmenin inceliklerine vakıf değiliz. Kendimizi bir hayal dünyasının merkezine yerleştirip, oradan yazıyoruz. Haftalar, aylar, mevsimler, bazen seneler boyu hayali roman karakterlerimize annelik ve babalık ederek yaşıyoruz. Yeterince semiz olan egolarımız daha da şişiyor roman yazarken. Ben bu yaşa geldim, bir romancının bir başka romancı hakkında olumlu iki çift kelime ettiğine henüz pek tanık olamadım (kıymetli istisnalar hariç). Hele iki yazar benzer alanlarda, benzer stillerde yazıyorsa! Hele benzer yaş gruplarından ya da yaşam tarzlarından geliyorlarsa, mümkünü yok birbirlerini beğenmezler! O onu "hırslı" olmakla eleştirir, beriki onu "daha da hırslı" olmakla itham eder.
Biz romancılar ve şairler genelde birbirimize "Üç Sabit Fiil" politikasıyla yaklaşırız: "Görmedim, Okumadım, İlgilenmiyorum." Yeni bir yazar mı çıktı piyasaya ya da mevcut bir şair ya da romancı yeni bir iş mi yaptı, cevabımız hemen hazırdır: "Görmedim, Okumadım, İlgilenmiyorum." Böylece kendimizi kimseyi beğenmemeye şartlandırarak yaşar gideriz. Ara sıra köşeye sıkıştığımız olur. Mesela gazeteci milleti muziptir, tutar sorar, "Acaba hangi yerli yazarları beğeniyorsunuz?" O zaman yazar köşeye sıkışır, bir cevap vermesi gerekir ya, dikkat edin genelde beğenilen yerli yazarlar çoktan vefat etmiş yazarlardır. Romancılar ve şairler birbirlerini hayattayken kolay kolay beğenmez, ancak tarihte kalınca takdir edebilir. En sevdiğimiz yazarlar ölü yazarlardır.
Bu kadar mı şartlanmışız birbirimizi beğenmemeye? Bu kadar mı ağırımıza gidiyor tek olmamak, biricik olmamak, bu geçici hayaller ve hikâyeler saltanatında sultan olmamak? Bir hakikati artık kabul etmemiz lâzım. Ne kadar evvel kabul edersek o kadar iyi. Kültür ve sanat dünyasında monarşi yok ve olmayacak. Ne bir yazar, ne bir şarkıcı, ne bir şair, ne bir karikatürüst, ne bir ressam... Kimsenin monarşisi değil kültür ve sanat. Sadece siyasi yapılara değil, edebiyat dünyasına da daha olgun, daha oturmuş bir demokrasi lâzım.
Dil, sadece kelimelerden, cümle yapılarından, gramerden ibaret değil. Dil aynı zamanda bir toplumun bireylerinin hayal gücü haritası ve düşünce sistematiği demek. "Hırs" var, bir de "heva" var... İkisi aynı şey değil. Başkalarına kötülük etmeyen, kimseyle bir derdi ya da kavgası olmayan, sadece kendi alanında işini iyi yapmayı amaçlayan, bir tek kendiyle rekabet halinde kalan bir "hırslı ve yaratıcı insan" türü var. Her alanda. Etrafımızda. Gelin bugün onları yüreklendirelim. İlk defa birini hırslı olduğu için yermek yerine, daha da çok üretmeye teşvik edelim....
 

Top