Elif Şafak tüm makaleleri

dderya

kOkOşŞ
V.I.P

Sadece kötüler mi kötülük eder?
08 Mayıs 2009


MARDİN Bilge Köyü’nden gelen acı haberi defalarca düşündük şimdiye kadar.
Televizyonlardan duyduk, gazetelerden okuduk, aramızda kimbilir kaç kez
konuştuk. Öğrendiğimiz her yeni ayrıntıyı birbirimize aktardık. Bindiğimiz taksilerde şoförlerle, girdiğimiz dükkânlarda esnafla, sokakta-işyerinde tanıdık
tanımadık onca insanla uzun uzun konuştuk.
Gene de ne zaman bu bahis açılsa, ilk defa duyuyor gibi irkiliyoruz.
Bir yanımız hâlâ direniyor. Anlamamakta ısrar ediyor.
İçimizde sökemediğimiz bir şaşkınlık. Doğrusu şaşırmaktan tam olarak
üzülmeye bile fırsat bulamadık!
Böyle bir katliamın yaşanmış olmasının yarattığı hayret, yarattığı hüzne ağır basıyor şimdilik. Biz milletçe böyle bir habere alışmadık! Böyle korkunç bir töre duymadık!
Kulak veriyorum söylenenlere, basında ve toplumda konuşulanlara.
Katliamı gerçekleştirenlerin ne kadar “ilkel” ve “kötüötesi” insanlar oldukları
söyleniyor. “Oralarda namus anlayışı farklıdır” deniyor. “İşte bu insanlar
gelişmemişliğin ürünüdür...” gibi sözler sarf ediliyor. Habire her yerde “onlar”ın “biz”den ne kadar farklı olduklarının altı çiziliyor.
Bense başka bir yerden bakmayı teklif ediyorum.
Ufak sorular sorarak meseleye yaklaşıyorum:
Ya bu katliamı gerçekleştiren insanlar sandığımız gibi bizden çok farklı değillerse! Peki ya sandığımız kadar “kötü” değillerse? Sahi ya “sıradan” insanlarsa? En az sizin kadar, benim kadar, bizim kadar iyi ya da kötü, bizim gibi işte, üç aşağı beş yukarı.
Almanya’da Nazilerin yol açtığı yıkımın büyüklüğü ortaya çıktığında tüm dünya
insanın insana edebileceği kötülük üzerine yakından düşünmek zorunda
kalmıştı. O dönemde Nazi savaş suçlularının psikopat, cani ruhlu, doğuştan kötü kalpli insanlar olduklarına inanılıyordu.
Bunlar zalim, gözü dönmüş, toplumdan kopmuş insanlar olmalıydılar. Yoksa bir insan nasıl olur da kadın, çocuk, yaşlı, sakat demeden gruplar halinde
tanımadığı insanları ölüme yollayabilirdi ki?
İşte bütün dünya Nazileri kötü kalpli insanlar olarak tanımlarken, o dönemde
genç bir kadın filozof, bu meseleye bakışımızı tamamen değiştiren bir inceleme yayımladı.
Kadının adı Hannah Arendt idi. Eserinin adı ise Kötülüğün Sıradanlığı!
Hannah Arendt Nazilerin sandığımız gibi “sıradışı caniler” değil, aslında gayet sıradan insanlar olduklarını; hiçbir şeyi sorgulamadan, hep emirlere itaat ederek yaşadıklarını, kısacası vazifelerini yapan ortalama bireyler olduklarını ortaya koydu.
Arendt’in kitabı o dönem kafaları epeyce karıştırdı. Zira Nazilerin cani olduklarına inanmak daha kolaydı. Ama eğer sıradan insanlarsa, yani sandığımız kadar farklı değillerse, belki de hepimizin kendi içimizdeki “potansiyel Nazi” ile yüzleşmesi gerek. Bu da zor. Çok zor!
Sonra dünya unuttu bu meseleyi. Ta ki 11 Eylül saldırılarına kadar. En
son, Mumbai’deki korkunç terör saldırılarından sonra Hannah Arendt’i yeniden
hatırladık.
Time dergisi Mumbai’de sivil ve masum insanların üzerine ateş açan teröristlerden sağ kalan tek kişinin hayat hikayesini yayımladı.
O hikâyeye yakından baktığınızda gene aynı şey çıkıyor karşınıza.
Gözünü kan bürümüş bir adam değil, aslında tam olarak ne yaptığını bilmeyen, büyüklerine yaranmaya çalışan, etrafına şuursuzca uyan, emirlere körü körüne itaat eden, günün birinde para kazanıp sınıf atlama hayalleri kuran ortalama bir genç adam görüyorsunuz.
Mardin’de yaşananlara bir de buradan bakalım. Kendi akrabalarını çoluk çocuk kadın yaşlı demeden tarayan bu insanlar cani tabiatlı, doğuştan kötülüğe eğilimli sıradışı insanlar mı yoksa tam olarak ne yaptığını bilmeyen, şuursuz ama son tahlilde sıradan insanlar mı?
Ne yazık ki esas zor olan “kötülüğün sıradanlığı”nı anlamak ve aşmak!

 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Seçkin salonlardan uzak...
15 Mayıs 2009



TÜM dünyada nice edebiyatçıyı etkileyen köklü bir zaaftan söz etmek istiyorum bugün. Vahim bir hatamız, kadim bir yanılgımız var: Kendini diğer sanat(çı)lardan ayrı, hatta üstün görmek! Sanki müzik ya da sinema gibi alanlar alabildiğine popüler işler de -adeta kitlelerin afyonu-, edebiyat daha "yukarıda", daha "entelektüel", daha "derin," velhasıl daha bir dahadır işte. Kibirli bir yaklaşımdır bu. Ama pek çok yazar ve şair, tabii bu arada editör ve eleştirmen, bilerek ya da bilmeyerek, bu tavrı sürdürür. Böylece edebiyat korunaklı, steril, seçkin ve "Ali-Veli-bizim oğlan" arasında devam eden bir sohbete indirgenir. Sokağa sırtını dönmüş, yazar ile okur arasında duvarlar örmüş bir edebiyat anlayışı çıkar ortaya: "Seçkin salon edebiyatı!"
Yazarlık serüvenimin en talihli gelişmelerinden birini seçkin salon edebiyatından uzak durmam olarak görüyorum. Kendini okurdan, toplumdan ve diğer sanatlardan daha üstün ve ayrıcalıklı gören yaklaşımlarla karşılaştığımda, sessiz sakin adımlarla oradan uzaklaşıyorum. Ben edebiyatı "seçkinler" ve "avam" diye katı kategoriler kurduğu için değil, tam tersine, alabildiğine yatay ve akışkan düzlemler açıp insanları birbirine yaklaştırdığı için seviyorum.
Peki bahsettiğim bu salon edebiyatının olanca havasına ve şaşaasına rağmen "çayırda çimende edebiyat" diye bir başka yaklaşım olduğunu biliyor musunuz? 1960'lardan kalma yarı hınzır, yarı asi bir damar da var edebiyat aleminde. Hippi ruhlu edebiyat etkinlikleri de düzenleniyor bir yerlerde! Otoriteden ve ünvanlardan hoşlanmayan, şıkıdım salonlardan uzak duran, edebiyatın enerjisinin evvela okurdan geldiğine inanan, hiyerarşileri sorgulayan, alabildiğine rahat ve samimi, eleştirel ve mütevazi bir başka yaklaşım! İşte bu anlayışı koruyan sanatseverlerin en saydığı edebiyat etkinliği herhalde Hay Festivali'dir. Tüm dünyada "edebiyatın Woodstock"u olarak bilinir. Hay Festivali'nde geniş bir kırsal arazide kurulan çadırlarda yazarlar çizmelerini giyer, çamurlara bata çıka yürür, çay ve kahve eşliğinde eserlerinden bölümler okur, okurlarıyla buluşur.
Yapaylıktan ve gösterişten tamamen uzak bir ortamdır. Hay edebiyat festivali İngiltere'de yeşerdikten ve haklı bir ün sağladıktan sonra şimdilerde tüm dünyada "şubeler" açmaya başladı.
Bu hafta Hay-Granada'ya katılmak üzere İspanya'daydım. Dünyanın her yerinden çağrılmış yazar ve şairlerle beraber ben de okumalar, söyleşiler yaptım. Ayrılırken festivalin düzenleyicisi ve fikir babası kabul edilen Peter Florence'a sormadan edemedim: "Duydum ki Hay Kolombiya festivalinin ardından şimdi Hay Lübnan festivalini tasarlıyor-muşsunuz! Dünya edebiyatının en bilinen simalarını Beyrut'a götürecekmişsiniz. Peki ya İstanbul? Hay İstanbul Festivali olamaz mı? Uluslararası bir edebiyat festivali İstanbul gibi muzzam bir şehre ne kadar yakışır!"
Tebessümle bakıyor Peter Florence ve festival komitesindekiler. "Aslında bizler de nicedir İstanbul'da bir edebiyat festivali yapmak ister dururduk," diyorlar. "Hani aklımızda Şam, Moskova, Amman gibi şehirler de var, ama böyle dinamik ve samimi bir festival esas İstanbul'da olmalı. Kültürlerin, hikayelerin ve hayallerin buluşma noktası
İstanbul'da!"
Dünyaca ünlü şair ve yazarları İstanbul'a getirmek, Türkiye'deki edebiyatseverlerle buluşturmak güzel olmaz mı? Belki de bu edebiyatçılar buradan gittikten sonra en etkili hikâyelerini İstanbul hakkında yazacaklar. Ve Türk okurlar bu edebi buluşmalardan bambaşka bir ilham ve feyz alacaklar. Dünyaca ünlü bir edebiyat etkinliği şehr-i şehir İstanbul'a yakışır. Bilhassa seçkin salon edebiyatının dışında kalan genç bir festival! Sadece bir fikir uzaklığında Hay İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali. Madem ki bu şehir herkese parmak ısırtan caz festivallerine, film festivallerine evsahipliği yapabiliyor, bu da olur. Biz istersek olur. Yeter ki milletçe boş tartışmalarla kendimizi ve birbirimizi didiklemekten, yıpratmaktan vazgeçelim. Önümüzde keşfedecek kıtalar, fethedecek bir sanat ve kültür dünyası var!
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
"Edebiyat turizmi"
22 Mayıs 2009

ULUSLARARASI bir edebiyat festivalinin davetlisi olarak Prag'daydım bu hafta. İki dokulu, iki başlı bir şehir Prag. Hem sakin, hem hareketli. Bir tarafta geçmişin derin izleri duruyor; bir tarafta yetişmeye çalışılan gelecek var. Binalarda, ara sokaklarda ve yaşlı insanların yüzlerinde komünizmin gölgeleri dolaşıyor. Öte yandan meydanlarda, ana caddelerde ve gençlerde bir büyük değişim içinde olmanın hazzı okunuyor. Çünkü değişiyor Prag. Hızla. Kararlılıkla. Ve ister inanın ister inanmayın bu dönüşümde "edebiyat turizmi" muazzam bir rol oynuyor!
Bana şehri dolaştıran üniversite öğrencisi genç kız komünizmden kalma blok blok apartmanların önünden geçtiğimizde neredeyse utanarak fısıldıyor. "Bu binalar çok çirkin, onlara bakmayın lütfen! Siz esas Eski Şehir'e bakın ya da yeni yapılan modern yapılara!" Prag'da belli ki eskiye rağbet var. Yani imparatorluk dönemine. Önceki yüzyılların ihtişamına. Bir de yeniye rağbet var.
Modern ve Batılı olan her şeye.
İkisinin arasında kalan komünizm dönemi ise hiç yaşanmamış kabul ediliyor kimilerince, bilhassa gençler tarafından.
Artık kendini "yaşlı ve durgun bir Doğu Bloku şehri" olarak görmüyor Prag. Tam tersine rotasını başka yöne çevirmiş. İleriye. "Dinamik ve modern bir Avrupa başkenti" addediyor kendini. "Bir kültür başkenti!"
Çocukluğumdan beri çok şehir gördüm, bambaşka ülkelerde yaşadım. Ama galiba hiçbir yerde "kültür" ve "sanat" ve "edebiyat" kelimelerinin Prag'da olduğu gibi baştacı edildiğine rastlamadım.
Praglılar yaşadıkları şehir ile edebiyat ve sanatı etle tırnak gibi ayrılmaz bir ikili olarak görüyor. Sade buranın yerlileri değil, turistler de şehre böyle yaklaşıyor!
Kafka'nın memleketi burası. Ve her yer Kafka'nın resimleriyle, biblolarıyla, yazılarıyla dolu.
Kafka'nın resmini taşıyan anahtarlıklar, kalemler, defterler, hatta çikolata, bisküvi ve şekerlemeler rafları dolduruyor. Onun kadar ünlü olmasa da diğer yazar ve şairler de bu yoğun ilgiden nasibini alıyor.
Mesela geçmişte entelektüellerin düzenli olarak buluşup sanat ve edebiyat konuştukları bir kafe, Cafe Slavia, şehrin en gözde mekanlarından biri olmuş. Burası tam bir şehir efsanesi.
Deniyor ki 1800'lerden beri Prag'da yaşayan her edebiyatçının yolu muhakkak bu kafeden geçmiştir. Buna eski Devlet Başkanı Vaclav Havel gibi meşhur isimler de dahil!
Komünizm döneminde ise yazarların ne konuştuklarını dinlemek ve denetlemek için kafedeki her masanın altına bir dinleme cihazı yerleştirilmiş.
Burada kahvesini içip, pastasını yiyip, rejim aleyhine uluorta konuştuktan sonra kapıdan çıkar çıkmaz tutuklananlar olurmuş. Gene de bu tarihi mekâna gelmekten hiç vazgeçmemiş yazarlar. Ve bugün Prag'a giden binlerce turist muhakkak Cafe Slavia'ya uğrayıp bu "tarihi ve entelektüel" mekânda bir kahve içiyor.
Ertesi sabah Amerikalı bir turist çift ile tanışıyorum. Karı koca altmışlı yaşlardalar. İkisi de öğretmenmiş. Amerika'nın küçük bir kasabasından kalkıp da Prag'a gelmelerinin ardındaki hikmeti anlamaya çalışıyorum. "Edebiyat yüzünden burdayız" diyorlar.
Ne demek istediklerini sorduğumda, beni hayrete düşüren bir cevap alıyorum. "Bizler edebiyat turistiyiz!" Böyle bir kavram olduğunu bile bilmiyordum. Merakla bakıyorum yüzlerine. "Edebiyat turizmi diye bir şey var artık," diyor kadın bilmiş bir edayla. "Dünyanın bazı şehirleri edebiyat başkenti kabul ediliyor. Prag bunların başında. Biz de otobüslerle şehri dolaşıp burada yaşamış edebiyatçıların evlerini, çalışma mekânlarını, takıldıkları kafeleri, yazılarında anlattıkları köprüleri ziyaret ediyoruz. Mola verdiğimiz yerlerde edebiyatçıların kitaplarından bölümler okuyor, aramızda tartışıyoruz.... "
Çağımızın yükselen akımı "edebiyat turizmi" Türkiye'ye uğrar mı dersiniz? Bunun olabilmesi için önce bizlerin kendi edebiyat ve sanat tarihimizin kıymetini bilmemiz gerek.
Sizce de güzel olmaz mı Halide Edip Adıvar'ın, Yahya Kemal'in, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın İstanbul'unu tanımak ve tüm dünyaya tanıtmak?
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Aşk korsana düşünce
24 Mayıs 2009
İnsanın hayatında bazen öyle anlar olur ki bir film sahnesinin içinde sanırız
kendimizi. Sanki gökyüzünden uzanan bir el bizi tutmuş, hop diye havaya kaldırmış ve sürreal bir filmin içine atıvermiştir. Etrafımıza şaşkın şaşkın bakar, rüyada mıyız diye çaktırmadan kendimizi çimdikleriz. Bu sahnenin görselliği öylesine renkli, canlı ve güçlüdür ki, gözle görüyor olmak yetmez. Aynı zamanda görüntülemek, belgelemek, ölümsüzleştirmek isteriz. “Keşke şimdi elimde bir kamera olsaydı, şu anı yakalasaydım” diye hayıflanırız. Ama an geçer, anısı kalır geride. Zihnimizde. Dilimizde. Bu hafta işte böyle bir sahneye tanık oldum.

Yer: İstanbul Vatan Caddesi’ndeki büyük Emniyet Binası’nın tam orta yeri.
Saat: Sabah on civarı. Sahne: Geniş avluda yanyana park etmiş dokuz adet kamyon var. İçleri tıkabasa kitap dolu. Hem yerli hem yabancı yazarların kitapları bunlar. Toplam bir milyon kitap! Ve bir tarafta henüz basılmamış
kitapların sayfaları ve kapakları yığılı. Esen her rüzgârda bu sayfalardan birkaç tanesi uçuşuyor. Bana öyle geliyor ki yakında bir kum fırtınası çıkacak; bütün bu kitaplar, sayfalar, kapaklar havalanacak. Döne döne hortum olacaklar sonra. Ve kitap yağacak üzerimize. Yağmur gibi, dolu gibi, kar gibi üzerimize yağacak kelimeler, hikâyeler ve hayaller.

Yanyana dizili masaların üzerinde gene kitaplar var. Ve masaların hemen arkalarında kararlı bir ifadeyle emniyet güçleri duruyor. Karşılarında ise bir basın ordusu var. Kameralar, fotoğraf makineleri, mikrofonlar... Flaşlar patlıyor üst üste. Her flaşta renkler biraz daha canlı, sahne biraz daha sürreal oluyor. Ve tam orta yerde bir avuç yazar dolaşıyor. Kendilerinin yazdığı ama kendilerinden çalınan kitaplara bakıyorlar inanmaz gözlerle. Zira bu sahnedeki her kitap korsan. Her biri bir hırsızlık belgesi.

Avlunun orta yerine doğru adım atmamla son derece beyfendi ve güler yüzlü bir polis memurunun beni karşılayıp yönlendirmesi bir oluyor. “Buyrun Elif hanım. Şu taraftaki kamyon sizin kamyonunuz” diyor. Şaşkın bir halde gösterilen yere bakıyorum. İleride kasası açık bir kamyon var. Ağzına kadar dolu. İçinde kitaplarımın korsan kopyaları istiflenmiş. AŞK’ın pembe kapakları
gözümü alıyor. Beş kitabımın korsanı yakalanmış bu operasyonda. Her kitaba ortalama iki sene emek verdiğim hesaplanırsa, on senelik emeğim duruyor karşımda.

Kamyonda son kitabımdan ne kadar korsan kopya olduğunu sorduğumda “Yaklaşık yüzbin” cevabını alıyorum. Doğan yayınevi bugüne kadar AŞK’ı yüzellli bin bastı. Belki de bir o kadar korsanı var ortalıkta, İstanbul ve
Anadolu’da. Aklımdan geçen ilk düşünce şu oluyor: “Kimbilir, belki de zannettiğimizin iki misli kitap okuru var Türkiye’de. Hani hep yakınırız ya ülkemizde yeterince kitap okunmuyor diye. Belki de okunuyor. Kim biliyor ki gerçek rakamları?”

Avluda sevgili Taha Akyol, İskender Pala ve Tuna Kiremitçi’yi görüyorum. Onlar da benzer bir hayretle kendi kitaplarının korsanlarını inceliyorlar. Emniyet
müdürlerinin verdiği brifing hepimiz için aydınlatıcı oluyor. Hani kimimiz zanneder ki korsan kitap o kadar da zararlı bir şey sayılmaz çünkü öğrencilere ve maddi durumu iyi olmayan okurlara ucuz kitap sağlıyor. Halbuki işin hakikati bambaşka. Artık korsan da çağ atlamış. Öyle korsan kitaplar ele
geçirilmiş ki bu operasyonda, orijinaliyle aynı fiyata satılıyormuş. Korsan olduğu anlaşılmasın diye aynı kalitede aynı fiyattan piyasaya giriyormuş.

Kitap korsanlığı sadece yazar ve şairlerden çalınan emek ve para anlamına gelmiyor. Yayınevlerinde çalışan yüzlerce, binlerce insanın rızkını da doğrudan etkiliyor. Matbaa işçisinden çevirmene, editörden dağıtıcı şöföre kadar bu işten ekmek yiyen herkes, hepimiz, bu hırsızlıktan zarar görüyoruz. Ve sadece bizler değil. Kitapseverler ve yayın dünyası da zarar görüyor. Çünkü yayınevleri korsan yüzünden maddi kayıba uğradıkça, basılan kitapların niteliği ve niceliği
daralıyor. Koskoca bir kültür korsan kitaplardan darbe alıyor.

Emniyet’in yaptığı geniş operasyon korsanla mücadele açısından son derece önemli bir adımdı. Bununla beraber bu işin sadece baskınlarla hallolması
mümkün değil. Zira toplanan kitaplar mahkeme bitene kadar imha edilemiyor. Bazı durumlarda mahkemenin bitmesi dört seneyi bulabiliyor. Bu zaman zarfında korsan kitapların kalacağı deponun kirasını gene yayınevleri ödüyor.
Yani yayınevleri kendilerinden çalınan kitapları depolamak için bir de üstüne her ay kira ödüyor ve böylece korsancılıktan bir değil, iki kez darbe alıyor. Bu durum kitap fiyatlarının artmasına sebep oluyor. Bu da gene korsancılığı besliyor. Tam bir kısır döngü.

Bu kısır döngüyü kıracak üç şey var. Birincisi, gerekli yasal düzenlemenin yapılarak korsan kitapların daha hızlı bir şekilde imha edilmesini sağlamak. İkincisi, yayınevlerinin Batı’da olduğu gibi aynı kitaptan bir “pahalı lüks kopya”
bir “ucuz kopya” çıkartmasını sağlamak. Ve üçüncüsü, okurun bu konuda duyarlı davranması ve artık korsan satın almaması. Son tahlilde bir tek okur son verebilir bu duruma.

Avludan çıkarken bir gazeteci muzip bir tebessümle Bit Palas’ın yeni baskısını tutuşturuyor elime. “İmzalar mısınız?” diyor. İmzalarım imzalamasına da merak ediyorum acaba korsan mı, yoksa orijinal mi? Meğer korsanmış. Öylesine başarılı ki ayırd etmek zor. Kitap korsanlarının son derece zeki, girişken ve yaratıcı olduklarına şüphe yok. İnşallah bundan sonra yaratıcılıklarını daha hayırlı işlerde kullanırlar!
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Erkek okura pembe kitap yakışır mı?
29 Mayıs 2009

YENİ romanım AŞK'ın piyasaya çıktığı günden beri izlediği güzel ve tutarlı satış grafiği yayıncım (ve tabii korsanlarım!) kadar beni de mutlu ediyor. Yazdığı kitabı liste başı görmek bir yazarı hiç şüphe yok ki mutlu eder, onurlandırır. Ama AŞK'ın satış başarısından çok daha önemli bir şey var benim için. Bu kitabı okurların ne kadar sevdiğini, benimsediğini, aşkla kabul ettiğini görmek. Bu kitabı okurun gönlünde bulmak! İşte bunun sevinci öyle satışla, tanıtımla, reklamla anlatılacak ya da anlaşılacak bir boyut değil. Onun çok ötesinde. Okurun verdiği samimi, hakiki, vefalı kıymet kadar önemli bir kriter yok aslında edebiyat dünyasında. Hiçbir ödül, hiçbir satış rekoru bunun kadar mühim değil.
Türkiye'nin her yerinden ve Avrupa'da yaşayan Türkler'den birbirinden kıymetli mektuplar, e-mailler, tebrikler alıyorum. Sokakta yanıma gelen insanlardan AŞK üzerine yorumlar dinliyorum. Katıldığım her etkinlikte, imza günü ve söyleşide okurlardan gelen samimi iltifat ve samimi eleştirilerden besleniyor, bunlardan sonsuz ilham ve feyz alıyorum. Okurla aramdaki bu müthiş ruh akrabalığını, bana romanımın (ve daha açık yazmak gerekirse, Hazreti Mevlana'nın) bir armağanı kabul edip, yürekten minnet duyuyorum.
AŞK'ın bana yaşattığı güzellikler içinde bir tek gölge var. Gül bahçesinde bir diken. İşte bu yazıda sizlerle o dikeni paylaşmak istiyorum. Romana dair aldığım en "sivri" eleştiri: "İyi de neden rengi pembe?"
Bu hafta bir dizi etkinlik için Ankara'daydım. Başkentimizin okuru diğer yerlerden farklıdır. Bir kere zor beğenir. Ama bir kez kitabını beğendiği bir yazarı kolay kolay bırakmaz. Vefalıdır. Ankara'da dört buçuk saat süren bir imza yaptıktan ve akşam bir salon dolusu okurla uzun ve candan bir hasbıhalden sonra bir kez daha anladım ki, evet, Ankara'nın okuru özeldir Güzeldir
"Romanınızla ilgili tek bir eleştirim var" diyor genç bir erkek okur. Muhtemelen üniversiteden yeni mezun olmuş, bir kamu kuruluşunda çalışmakta. Samimiyetle fikirlerini paylaşıyor. "Ben bu romanı otobüste işe giderken okuyamıyorum." Sebebini sorduğumda, "Rengi yüzünden" diyor. "Pembe kapaklı bir kitapla otobüste, sokakta, ortalıkta dolaşamıyorum. Erkek okurlarınızı hiç düşünmediniz mi?"
Gülüşmeler yükseliyor salondan. Doğru, bizde edebiyat okurlarının çoğu kadındır. Bu ülkede kadınlar daha çok roman okur (hatta ben daha çok kitap okuduklarını da düşünüyorum açıkçası.) Ama benim okurlarımın profili o kadar değişken ki. Her kesimden, her yaştan, her siyasi fikirden, her demden, her meşrepten okur takip eder kitaplarımı. Kadınlar ve erkekler. Gençler ve yaşlılar. Kendini Doğulu addedenler, kendini Batılı addedenler... Peki bütün bu çeşitlilik içinde "Erkek okura pembe kitap yakışmaz" diye bir kaide çıkarmak mümkün mü?
İtiraf etmeliyim ki pembeye benim de önyargım vardı bir zamanlar. Yetişkin hayatım boyunca pembe giymedim, bu rengi sevmedim, hatta içten içe küçümsedim. Pembeyi hep Barbie bebekler, şatolar, prenseslerle özdeşleştirdim. Edebiyat "ciddi" bir işti kafamda. Renkleri de ciddi olmalıydı haliyle. Siyah, kahverengi, gri ya da nefti. AŞK yayma hazırlanırken birbirinden güzel insanlarla kesişti yolum. Alamet-i Farika'dan sevgili Uğurcan, fotoğraf sanatçısı Ebru Bilun... Hep beraber sade ama bir o kadar çarpıcı ve derin bir kapak çıkardılar ortaya. Hem de pembe! Doğrusu, rengi ilk başta beni de zorladı. Ama sonra düşündüm, İspanya'da yaşıyor olsaydım gene böyle mi bakardım pembeye? Renklere karşı kültürel ve bireysel önyargılarımız var. AŞK'ın kapağındaki pembe, Doğu mistisizminde kalp chakrasının rengi. Bu tonu seçerken ben de kendi önyargılarımı aşabilmek istedim.
Gelelim erkek okurlara... Çok azından bir şikayet duydum kapak ile ilgili. Çoğu okur tabii ki kitabın içeriğine bakıyor, kapağına değil. Ama aralarda "pembe kadın rengidir diye" rahatsız olanlar çıkıyor. Onlardan tek ricam var: "Bırakın ruhumuzun pencereleri açık kalsın. İçine pembe-mor-turkuvaz yapraklar girsin. Fotoğraflarımıza hep aynı renkler hakim olmasın. Erkeklik ve kadınlık kodlarını kaskatı modeller olarak algılamayalım. Erkekler pembeden rahatsız olmasın artık. Ne de duygularından ya da duygusallıktan... Hatta otobüste, vapurda, sokakta, meydanlarda, kahvelerde ellerinde pembe bir kitap tutabilsinler.... Rahat rahat..."
AŞK'ın rengi pembedir. Ve önyargısız bakabilirsek eğer, pembe güzel bir renktir dostlar! Üç yaşındaki kızımdan öğrendiğim gibi...
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Bencil bir adam sevmek
01 Haziran 2009


Bir kadının yapabileceği en büyük hata bir Fener Deha Adam'a aşık olmaktır. Terzilik ve çamaşırcılık yapan Therese işte bu kadınlardan biriydi. İmkansız bir adamı sevdi. Jean-Jacques Rousseau'nun mutsuz sevgilisi, daimi ötekisiydi. Tam anlamıyla 'Öteki' idi. Felsefe tarihinin ölümsüz ismi Rousseau ne kadar eğitimli, şehirli, bilgili, kabına sığmaz ise, Therese de o kadar sakin, müşfik, köylü ve cahildi. Rousseau kitap yazar, Therese kitapların tozunu alırdı. İkisinin neden ve nasıl beraber olduğuna kimse akıl sır erdiremedi.

Okumuş yazmış, bir hayli mürekkep yalamış erkekler içinde öyleleri vardır ki, uzaktan bakınca aydınlık bir zekâ feneri gibi görünür ama vaklaşmca bambaşka bir adama dönüşürler. Takdirle dinleriz onları; ağızlarından bal, kalemlerinden bilgi damlar. Konuşkan ve nüktedandırlar. İlgiden, iltifattan ve en çok da kendilerine soru sorulmasından hoşlanırlar. Bol bol anlatırlar. Israrla doğruların altını çizer, habire eleştirilerde bulunur, berrak bir zihin ve özgür bir mizaç abidesi olarak yükselirler toplumda. Her meselede yapacak bir yorumları vardır. Analitik düşünür, akılcı çözümlemeler sunar, kitaplardan alıntılar yapar, nadir dehalar olarak dolaşırlar aramızda. Herkes yararlanır onların ışığından. Herkes dediysem, onlara en yakın slanlar hariç. Yani sevgilileri ya da eşleri hariç.
Fener kendi dibini aydmlatamaz. Işığını hep uzaklara yollar, kendinden fersah fersah öteye. Fenere yaklaştıkça ışık yerini gölgelere bırakır, aydınlık karanlığa evrilir. Bir de bakmışsınız ki kamusal alanda son derece açık fikirli, kendine güvenen, esprili ve hoşsohbet 3İan adamlar özel hayatlarında yüz seksen derece tersi olabiliyor. Kapalı, satı, tedirgin, şüpheci ve aksi... Toplum içinde ne kadar iddialı ve lydmlıksalar, evlerinin nahremiyetinde o kadar suskun, çapalı ve gölgeli... Bu yüzden en iyisi ızaktan tanımaktır böylelerini. Bu aizden bir kadının yapabileceği en )üyük hata bir Fener Deha Adam'a ışık olmaktır. Hikâyenin bundan :eek:nrası kaçınılmaz olarak hüsran, ıüsran, hüsrandır.
18. yüzyılda Fransa'da yaşayan ve ;eçinebilmek için terzilik ve amaşırcılık yapan Therese Levasseur şte bu kadınlardan biriydi. İmkânsız ıir adamı sevdi. Yüreğini billur bir opaç yapıp ona teslim etti. Ve topacın ıer dönüşünde içi burkuldu, acı çekti, lem de bir değil, iki değil, tam otuz üç ene boyunca... Therese nam bu kadın, ean-Jacques Rousseau'nun mutsuz evgilisi, daimi ötekisiydi. Tam nlamıyla "Öteki" idi Therese. Çünkü ;lsefe tarihinin ölümsüz ismi iousseau ne kadar eğitimli, şehirli, ilgili, kabına sığmaz ise, Therese de o adar sakin, müşfik, köylü ve cahildi, itapların dünyasıyla en ufak bir ması bile yoktu. Rousseau kitap
yazar, Therese kitapların tozunu alırdı. İkisinin neden ve nasıl beraber olduğuna kimse akıl sır erdiremedi. Muhtemelen en derin çelişkiyi Rousseau yaşadı. Ne sırtını dönüp terk edebildi Therese'i, ne de onunla yasal bir evlilik yapıp karısını toplum içine çıkarabildi. İlişkileri hep arada kaldı. Sıkışmış bir yerde, eşikte geçen koca bir ömür.
Jean-Jacques Rousseau'nun kişiliğine yakından bakınca bir Fener Deha Adam'm portresini görürüz. Ünlü filozof 28 Haziran 1712'de Cenevre'de doğdu. Dünyaya gelişinden dokuz gün sonra annesini kaybetti. Bu trajedi hayatına ve kişiliğine damga vuran temel hadise oldu. Annesinin ölümünden hep kendini sorumlu tuttu. Henüz delikanlı iken evden kaçtı ve Cenevre'den ayrıldı. Tutup kendisinden 13 yaş büyük asil bir kadına, bir baronese aşık oldu. "Annecik" diye hitap ettiği bu kadının peşinden epeyce koştuktan sonra durdu, duruldu ve kendini kitaplara adadı. Dönemin en büyük düşünürleri tarafından kaynak kabul edilecek ve hâlâ bugün düşünce hayatına damga vuran eserlerini yazmaya koyuldu. Davetler aldı, konuşmalar yaptı, dersler verdi, derin felsefi tartışmalara girişti...
Günlerden bir gün bir otel odasında Rousseau yazı masasında oturmuş, etrafı kitaplar ve karalanmış notlarla kaplı vaziyette harıl harıl çalışırken kapı çaldı. Odayı toplamak, çamaşırları yıkamak, sökükleri dikmek için genç bir kadın içeri girdi. Ve derin felsefi meseleler hakkında çözümlemeler yapmakla meşgul koca filozof yazmayı bırakıp, kadına bakakaldı. Eğitimi ve bilgiyi her şeyden üstün gördüğünü dile getiren Rousseau, okuma yazma bilmeyen bu kadına oracıkta tutuldu. Bundan böyle Therese'i bir daha bırakamayacak ama onu yasal karısı yapmaya da yanaşmayacaktı. Böyle
başladı marazi bir ilişki. Ne evliydiler, ne tam sevgili. Aradan seneler geçip peşpeşe beş çocukları olduktan sonra bile durum değişmedi.
Jean-Jacques Rousseau dünya felsefe tarihinin en çelişkili ismiydi. Her zaman Cenevre vatandaşı olmakla övündü ama fikirlerinden dolayı vatandaşlıktan çıkarılması uzun sürmedi. Akıl ve mantığı baş tacı etse de en nihayetinde hep Romantik hareketin içinde anıldı. Ama belki de en vahim çelişkisi en mahrem olanıydı. İyi bir eş olamadığı gibi baba olmayı da beceremedi. Beş çocuğunu da art arda terk etti. Onları civardaki hastanelere bıraktı. Ve sonra oturup anne babaların nasıl çocuk yetiştirmesi gerektiği hakkında kitaplar yazdı. Hâlâ bir başucu eseri olan Emile böyle kaleme alındı. Avrupa'da herkes Rousseau'nun "ilerici" yapıtlarını, toplumsal nasihatlerini konuşadursun, filozofun kendi çocukları sefalet içinde ve kaderlerine terk edilmiş halde yaşadı.
Söyledikleriyle yaptıkları arasında uçurumlar olan bir adamdı Rousseau. Kamusal alanda başka biriydi, özel hayatında bambaşka. Belki hepimiz gibi parçalanmış kişilikler taşıyordu içinde. Ama mesele şu ki, yazarken ve konuşurken hiç çelişkisi yokmuş gibi davrandı. Her şeyi çözmüş, aşmış bir adam gibi. Nice sonra beyin kanamasından öldü. Bu dünyadan ayrılış sebebinin o çok sevdiği ve önemsediği beyni olması manidardı.
Jean-Jacques Rousseau tipik bir Fener Deha Adam'dı. Yaratıcı, cevval ve dahiydi. Ve pek çok dahi gibi son derece bencildi. Kendi duyguları sözkonusu oldu mu aşırı hassas ve duyarlı, başkaları sözkonusu oldu mu hoyrat ve katıydı. Müthiş bir roman kahramanı, fevkalade bir film karakteriydi. Renkliydi çünkü derinden yaralı ve çelişkiliydi. Ama doğrusu kadınlar için en iyisi onu uzaktan tanımaktı.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Rahattan rahatsız olanlar
05 Haziran 2009
BU hafta Kopenhag'dayım. "Avrupa ve Avrupalılıklar" üzerine uluslararası bir konferansta konuşmacı olarak geldim buraya. Akademisyenler ve yazarlardan oluşan konuşmacılar arasında Avrupa'nın her köşesinden gelmiş insan var. Dinleyiciler ise Danimarkalı akademisyenler, bürokratlar, diplomatlar, öğrenciler,... sakin bir topluluk (hoş Danimarka'da herkes ve her şey sakin).
Buradaki seyirci Avrupa'nın başka yerlerinde gördüğüm seyircilere kıyasla daha durgun, hatta daha kayıtsız.
Sanki Danimarka'da gençler çoktan terk etmiş Avrupa idealini. İnanmıyorlar artık ortak bir Avrupa'ya. Gelip dinliyorlar ama fazla heyecanlandırmıyor onları bu mesele. Elle tutulur gözle görülür bir kayıtsızlık var. Ve bilgisizlik. Bilhassa Türkiye söz konusu olduğunda.
"Avrupa'nın hudutları nerede çizili? Avrupa'nın siyasi sınırları ile kültürel sınırları aynı şey midir? Avrupalılık diye ortak bir kimlikten bahsetmek mümkün mü? Global kriz bütün bu tartışmaları nasıl etkileyecek?" Bu katmanlı sorular edebiyat, sanat ve felsefenin penceresinden tartışılıyor konferans boyunca.
Konu sık sık Türkiye'ye geliyor. "Türk edebiyatı Avrupa edebiyatının içinde sayılamaz" diyor Romanyalı bir konuşmacı. "Ayrı bir kültür sizinki". Nazikçe Türk edebiyatını ve kültürünü ne kadar tanıdığını soruyorum. Cevabı bir hayli zayıf.
Doğu Avrupalıların bize karşı önyargıları derin. Ne yazık ki Danimarkalıların da. Elimden geldiğince, dilim döndüğünce anlatıyorum: "Türkiye sizin sandığınız gibi durağan bir Asya ülkesi değil. Nasıl dinamik, nasıl genç, nasıl açık değişime, gürül gürül. Ve bizim edebiyatımız ve kültürümüz öyle çok sesli, çok renkli. Batı dillerine yeterince kitap çevrilmediği için tanımıyorsunuz bu çeşitliliği. Gelin görün İstanbul'u, çıkın kabuğunuzdan sizler de." Türkiye'ye sempatiyle yaklaşan iki konuşmacı var.
Biri İsveçli, diğeri Yunanlı. Bilhassa Yunanlı akademisyen laflarına hep Türkiye'yi överek başlıyor. Kırk yıllık dost gibiyiz.
Konferanstan sonra bütün konuşmacılar liman boyunca yürüyüşe çıkıyoruz. Ve o zaman Kopenhag'ın ılık ve sakin enerjisi altın bir top gibi düşüyor avuçlarıma.
Şehri hissediyorum. Gençler yerlerde oturmuş, kadınlar şortlarla kısa elbiselerle dolaşıyor. Kimsenin kimseye baktığı yok. Bisikletlerin üzerinde bebekli çocuklu genç anneler. Daltonlar gibi ailecek bisiklete binenler, boy boy dizilmişler anne baba çocuklar. Bir rahatlık var insanlarda. Bir telaşsızlık hali ki bize yabancı.
İstanbul'un öyle deli bir ritmi, o kadar yoğun bir enerjisi var ki, bu sarmalın içinde debelenirken yorgun düşüyoruz bazen, yorgun düştüğümüzü anlamaya vakit bile bulamadan. Habire bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz.
Milyonlarca insan bu haldeyiz. Milyonlarca yürek. Belki de yapmak istemediğimiz işlere, o anda görmek istemediğimiz insanlara, varmak istemediğimiz yerlere doğru telaş içindeyiz.
Durup düşünmeye vaktimiz olmuyor. Bir de bu yetmezmiş gibi devamlı birbirimizi didikliyoruz. Birbirimizin enerjisini azaltıyoruz. Bu arada şehri şehir ellerimizin arasından sarı sıcak bir kum gibi akıyor. Dokunuyoruz İstanbul'a ama ruhunu kavrayamıyoruz. Bazen merak ediyorum, biz İstanbul'da yaşayanlar İstanbul'u ne kadar yaşıyoruz?
Böyle zamanlarda Kopenhag gibi düzenli ve sakin yerlerin enerjisiyle kıyaslıyorum bizdeki çılgın tempoyu.
Ve merak ediyorum hangisinde daha üretken olur acaba insan? Burada mı orada mı? Bizde hayat daha zengin ve derin ama yıpratıcı. Burada daha düzenli ve yapıcı ama sıkıcı. Ortası olsa keşke. Ortası olabilir mi?
Kopenhag'da birkaç gün geçirdikten sonra başlıyorum İstanbul'u özlemeye. Çılgın şehir. Bize rağmen hâlâ güzel olan, güzel kalan şehir. Kalbi tıp tıp atan şehir Sokakları mavi mor damarlar gibi incecik, rengarenk ve bir ahenk. Karmaşık, çelişkili, her taşı altın olmasa bile muhakkak birer hikaye olan İstanbul! Hiçbir şehir tutamıyor yerini.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Kapa gözlerini genç adam
08 Haziran 2009



Sabahın bir saati internete bir haber düştü: David Carradine ölmüş. Yetmiş iki yaşında, Tayland'da vefat etmiş. Haberin yanında bir resim. Yaşlı, yorgun bir yüz. Bir o kadar tanıdık. Sessizce bakıyorum ekrana. Harfleri bir yap-boz gibi yerinden çıkarıp, yeniden takıyorum. Ve işte o zaman ta çocukluğuma gidiyor zihnim. Kayıyorum zamanın içinde. Sahi David Carradine'ı hatırlar mısınız?

Bu yazıyı okuduktan sonra kapayın gözlerinizi. Birkaç saniyeliğine de olsa gözkapaklarınızın düşmesine izin verin. Dış dünyayı kilitleyin. Sesleri dinleyin. Etrafınızdaki gürültü patırtıyı değil, içinizdeki sesin kaynağını işitin. Yüreğinizde tıp tıp atan tempoya kulak verin. Ve sonra oradan hareketle dinlemeye çalışın kâinattaki tüm sesleri. Bir böceğin telaşlı koşuşturması, kelebek kanatlarının hışırtısı, rüzgârda uçuşan bir yaprağın fısıltısı.... Her şey ve herkes aynı anda konuşmakta. Ama kendi dilinde, kendi üslubuyla.
Sabahın bir saati internete bir haber düştü: David Carradine ölmüş. Yetmiş iki yaşında, Tayland'da vefat etmiş. Haberin yanında bir resim. Yaşlı, yorgun bir yüz. Bir o kadar tanıdık. Sessizce bakıyorum ekrana. Harfleri bir yap-boz gibi yerinden çıkarıp, yeniden takıyorum. Ve işte o zaman ta çocukluğuma gidiyor zihnim. Kayıyorum zamanın içinde. Sahi David Carradine'ı hatırlar mısınız?
1970'li yıllar. Çocukluğumun Ankara'sı. Orta halli mahalleler, bahçeli evler, yoğurt kaplarında yetiştirilen soya filizleri.
Anneanneler, teyzeler, yengeler... Kadınların toplum içinde fazla konuşmadıkları ama kendi evlerinin mahremiyetinde hep son sözü söyledikleri günler. Ataerkil toplumda anaerkil düzenler. İşte o dönemlerde televizyon ekranlarından hayatımıza sızan bir fenomen vardı. İsmi: Kung-Fu!
Hiç bilmediğimiz bir dünyanın kapılarını aralıyordu Kung-Fu. Dizi başladığında sokaklarda kimse kalmıyordu. David Carradine dizide Amerikalı bir baba ile Çinli bir annenin çocuğu olan Kwai Chang Caine isminde bir adamı canlandırıyordu. Yetimdi. Kimi kimsesi yoktu. Çinli rahipler tarafından yetiştirilmişti. Batıda yaşıyordu ama Doğuluydu. Şaolin tapmağında büyümüştü! "Şaolin tapmağı da ne ola?" diye soruyorduk birbirimize. Cevabı bilmesek de kulağa gizemli geliyordu.
Çekik gözlü genç Caine her dizide maceradan maceraya yürüyor (koşmuyor, yürüyordu; ağır adamdı çünkü), efendisine zarar veren kötü adamları haklıyor, nice badireler atlatıyor, bir günü bir gününe benzemez bir hayat yaşıyor ve tüm bunları parmak ısırtacak bir sükunet ve bilgelikle yapıyordu. Ağzını ne zaman açsa derin bir laf ediyordu muhakkak. Boşa konuşmuyordu. Havadan sudan bahsetmiyordu. Her kelimesinde çözülmesi gereken bir incelik vardı. "Ağır ağbi"ydi. Diziyi seyreden Ankaralı delikanlılar sokağa çıktıklarında birbirlerine "vay çekirge n'aber?" diye hitap ediyor; anneler şımaran çocuklarına Kung-Fu gibi sakin olmalarını tembihliyordu. Elin Amerikasmda, hem de 19. yüzyıl gibi uzak bir zaman diliminde yaşayan uzun boylu, çekik gözlü bir adam mahallemizin parçası oluvermişti. Bizden biriydi. Ramazanda orucumuzu açtıktan sonra Kung-Fu'yu konuşuyor, sabahları simitlerimizi kemirirken Kung-Fu'yu düşünüyorduk. Olaylı, çalkantılı senelerdi 1970'ler. Her gün bir hadise yaşanıyordu memlekette. Ve bunca kaosun ortasında Uzak Doğu Felsefesini saça saça dolaşıyordu Kung-Fu aramızda. "Öfkeni yenmeyi öğrenmelisin çekirge, öfkesini yenemeyen adam kazansa bile kaybetmeye mahkumdur!" Dizinin bir bölümünde geçen ve hayal meyal hatırladığım bir konuşmayı internetten bulduğumda çocuk gibi sevindim. İşte Kung-Fu'yu özetleyen bir diyalog:
Efendi Po: Kapa gözlerini genç adam. Ne duyuyorsun?
Öğrenci Caine: Kuşları duyuyorum efendim, bir de derenin sesini.
Efendi Po: Kendi yüreğinin atışını duymuyor musun?
Öğrenci Caine: Hayır.
Efendi Po: Ayaklarının dibindeki çekirgeyi duymuyor musun?
Öğrenci Caine: Yaşlı adam, nasıl oluyor da tüm bunları duyabiliyorsun?
Efendi Po: Genç adam, nasıl oluyor da tüm bunları duyamıyorsun?
Kung-Fu dizisi bütün dünyada bilgelik ve sükûnet rüzgarları estirirken acaba onu canlandıran insana ne getirdi? David Carradine bir yanıyla oynadığı rolden hayli etkilenmişti. Hayatı boyunca Uzak Doğu felsefesi ve dövüş sanatlarıyla yakından ilgilendi. Ama bir tarafı Hollywood insanı olarak kaldı. Uyuşturucuya, alkole, tüketim çılgınlığına ve bir sürü yanlışlığa saplandı. Çelişkilerini adım adım kendisiyle beraber taşıdı. Kung-Fu rolünde o kadar başarılı ve ünlü olmuştu ki, bundan sonra oynadığı her rol ona dar geldi. Başarısı kendisine gölge oldu, ayağına çelme.
David Carradine, nam-ı diğer Çekirge, bu hafta Tayland'da bir otel odasında kıyafet dolabında, gömlekler ceketler arasında kendisi asmış halde bulundu. Ailesi ve yakın dostları bu sona inanmadıklarını, onun kendisini öldürecek biri olmadığını söylüyorlar. Belki doğru; belki de onlar bile doğruyu bilmiyorlar. Benimse bildiğim bir şey var: Çocukluğumun "bilgelik timsali" vefat etti. Ama biz onu hep o "ağır ağbi" haliyle hatırlayacağız. "Esas körlük baktığının kıymetini görememektir çekirge-Unutma..."
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Erkek siyasetçi eşine "Patron" der mi?
12 Haziran 2009

BARACK Obama yeryüzünde çok az siyasetçiye nasip olacak bir popülariteye sahip. Sadece kendi ülkesi Amerika'da değil, tüm dünyada. Doğu'dan Batı'ya, Katolik toplumlardan Müslüman toplumlara kadar nereye gitseniz ismi sempatiyle anılıyor. Her sınıftan, her kültürden, her dinden insanın gözünde -farklı sebeplerden olsa da-tartışılmaz bir karizması var.
Eğer bu durum bir "nimet" ise, aynı zamanda hayli dikenli bir nimet olsa gerek. Zira bu kadar çok insanın umut bağladığı bir lider olmak hassas bir denge istiyor. "Kitlelerin beklentisi" ile "kitlelerin düş kırıklığı" arasında ince bir çizgi var.
Bir bakmışsınız dün alkışlayanlar bugün acımasızca eleştirmeye başlamış.
Siyasette rüzgâr kısa eser, çabuk tersine döner. "Hayranlar" kolaylıkla "küskünler"e dönüşebilir. Buna rağmen şu aşamada Obama'nın yıldızı parlak, seveni çok. Ve kabul edelim, onu en fazla kadınlar seviyor.
Galiba ben de o kadınlardan biriyim. Yazar yanım, bağımsız yanım, sanatçı yanım, göçebe yanım, asi yanım aslında hiç kimseyi, hele hele bir siyasi lideri gözünde fazla büyütmemeye kararlı. Gündelik siyasete mesafeyle bakmaya alışkınım.
Başka bir dünya onlarınki. Kuralları farklı, kodları farklı. Obama'ya da kuşkuyla bakıyor bir yanım. Ama işte öteki yanım gülümseyerek bakıyor. Sempatiyle. Neden mi?
İtiraf etmeliyim ki Obama'ya olan temel sempatim ne ideolojik, ne ekonomik ne politik sebeplerden kaynaklanıyor.
Ben Obama'yı esas ne zaman sevdim biliyor musunuz? Irak'tan Amerikan askerlerinin çekileceğini açıklaması önemliydi ama o zaman değil; kök hücre araştırmalarını destekleyeceğini açıklaması önemliydi ama o zaman değil; kürtaja ilkesel olarak karşı çıkmadığını göstermesi önemliydi ama o zaman değil; Bush rejiminin yaptığı hataları yapmamaya kararlı olması önemliydi ama o zaman değil; sanatçılara verdiği kıymeti göstermesi önemliydi ama o zaman değil... Tüm bunlar anlamlı adımlar olsa da ben Obama'yı esas karısına yönelik tavırlarını gördükçe, gözlemledikçe sevdim.
Bir siyasetçi düşünün. Hem de bir dünya lideri. Öyle bir siyasetçi düşünün ki karısına "hep iki adım geride duran destekçisi" gözüyle değil, "onun iki adım önünde yürüyen ilham ve feyz kaynağı" olarak baksın!
Halbuki biz şuna alışkınız: Erkek siyasetçiler genellikle ön planda, eşleri geri plandadır.
Siyasetçi faal bir şekilde gece gündüz koşturur. Karısı sabırlı, sessiz ve sevecen ona yardımcı olur. Kendi başlarına birer özne gibi değil, daha çok "tamamlayıcı" rolünde görürüz siyasi liderlerin eşlerini.
Sadece Türkiye'de, Balkanlar'da, Rusya'da ya da Orta Doğu'da değil, tüm dünyada. Erkek siyasetçilerin eşlerinden hep ama hep fedakârlık yapmaları beklenir. Hayatlarını kocalarına adamaları istenir.
Karşılığında onlar da genellikle basından uzak dururlar. Erkek siyasetçiler eşleri hakkında zaman zaman bir-iki cümle etmek dışında onlardan pek bahsetmezler. Genel geçer kalıp budur.
İşte Barack Obama bu kalıbı tersine çevirdi. Eşinden "The Boss" diye bahseden bir siyasetçi o! Türkiye'de hangi siyasi parti lideri çıkıp da
"benim için lider karımdır" ya da "aslında bizde patron eşimdir" diyebilir? Kılıbık suçlamasına uğramaktan korkmadan kaç tane erkek politikacı karısı hakkında "Patron" diye konuşabilir? Obama'nın tüm dünyada bu kadar çok sevilmesinin pek çok sebebi var. Ama bu sebeplerden iki tanesi son derece çarpıcı: Karısına verdiği kıymet ve maçoluktan uzak oluşu!
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Tasavvuf moda olabilir mi?
16 Haziran 2009


"Tasavvuf moda oldu" diyenler oluyor. "Günün modasına uyup bu konuda bir roman yazmak hesaplanmış bir strateji" diyenler çıkıyor. Böyle sözler duyduğumda bir yanım eziliyor, üzülüyor. Bir yanım etkilenmiyor. Benim bildiğim tasavvuf, kıyısı olmayan bir koca deniz. Duru bir okyanus. O denizden herkes kendi kabı kadar su çekebilir ancak. Eğer kişi kendi kabının içindeki suya bakıp da "İşte denizi elimde tutuyorum" derse yalan olur, yazık olur. Benim bildiğim tasavvufun kapıları herkese açıktır.

Tasavvuf moda değildir. Özü gereği olamaz. Ama bir an için varsayalım ki öyle, velev ki bu bir moda oldu. Eğer beşbin kişi ya da beş milyon kişi Mevlana ile sırf "moda" diye ilgileniyorsa ama bu insanlardan beş tanesinin içinde samimi ve hakiki bir merak uyanıyor, zihinlerinde kapılar açılıyorsa, o zaman en "dünyevi" modada bile bir hayır var demektir.

AŞK çıktığından beri Türkiye'nin her yerinden, her kesimden edebiyatseverlerin fikirlerini, görüşlerini alıyorum. Birbirinden güzel ve duygulu yorumlar işitiyorum. Okurlar kitabı okumakla yetinmiyor, alıp sevdiklerine hediye ediyor. Kitapevi sahipleri yaşgünlerinde, özel günlerde hediye olarak bu romanın alındığını anlatıyor. Bazen de bir adet kitabı sırayla belki üç, belki beş kişi okuyor. Cümlelerin altını farklı kalemlerle çize çize. Tüm bunlar olurken bana romanın nasıl ve neden bu kadar çok okunduğunu soranlara tek bir kelime ile cevap veriyorum: "Köprü."
Zira bu kitap duygusal, ruhsal, manevi bir köprü oldu. Yazardan okura, okurdan yazara, okurdan başka okurlara, gönülden gönüllere uzanan... Reklamla bir kitabı tanıtabilirsiniz. Ama reklamla bir kitabı sevdiremezsiniz. Kitapların başarısı ne reklamla olur, ne tanıtım kampanyalarıyla. Ne önceden hesaplanabilir, ne sonradan geliştirilebilir. Bir kitabı ayakta tutan temel bir kaynak vardır: Okurları! Okurdur kitabı yaşatan. Okurdur kitabı ayakta tutan.
Türkiye'de sık sık yakınırız "Bu memlekette kimse kitap okumuyor!" diye. Yeterince kitap okumadığımız doğru ama başka bir hakikati gözardı etmeyelim: Bu ülkede müthiş bir edebiyat okuru mevcut. Öyle bir okur ki, şayet bir kitabı sevmişse, kim ne derse desin benimsiyor, sahipleniyor. Yanında duruyor. Öyle bir okur ki, şayet bir kitabı sevmemişse, o kitap medyada ne kadar tanıtılırsa tanıtılsın, hatta ne kadar şişirilirse şişirilsin, okumuyor, ilgilenmiyor. Edebiyat okurunun barometresi dolaysızdır. Samimidir. Sahicidir. Öyle bir okur var ki bizde, sevdiği kitabı alır yengesine, kuzenine, annesine, arkadaşlarına okutur. Bulunduğu ortamlarda anlatır. Keyifle, tutkuyla. Öyle bir okur var ki bizde, kulaktan kulağa, ağızdan ağıza, gönülden gönüle yayar kitapları. İşte bu önceden hesaplanabilecek, planlanabilecek,
yönlendirilebilecek bir şey değildir. Okurun ibresi dolaysız olduğu kadar bağımsızdır.
AŞK'ın okur profili son derece geniş bir yelpazeye yayılmış durumda. Her görüşten, her demden insan okudu ve okuyor bu romanı. Muhafazakâr kesimden sol kesime, türbanlı öğrencilerden Kemalist öğretim üyelerine, feministlerden nihilistlere, Alevilerden Sünnilere... Ve ben bu sayede Türkiye'de çok farklı damarlardan gelen insanların tasavvuf hakkındaki fikirlerini öğrenme imkanı buluyorum. Kimi diyor ki "Yıllardır Uzak Doğu felsefesiyle ilgileniyordum. Halbuki burada, burnumuzun dibinde bir hazine varmış. Bu topraklardan çıkan bir hazine. Onu bilmiyormuşum." Kimi diyor ki "Ben dindar bir insanım. Ve bu kitap beni dışlamıyor." Kimi diyor ki "Ben dindar bir insan değilim. Ve bu kitap beni de dışlamıyor." Bir başka okur e-mailinde diyor ki "Aşkla bakıyorum kainata. Aşkla bakıyorum özüme. Eyvallah!"
İnanç meselesi genel olarak konuşmakta zorluk çektiğimiz bir konu. Ne zaman laf inançtan açılsa hemen "dindarlık", "laiklik", "bağnazlık" gibi makro kavramlarla örülen güncel tartışmaların gölgesinde kalıyor kelimeler. Türkiye'de gündem hızlı ve tartışmalı. Ve gündem her şeyi yutuyor gibi görünüyor. Güncel siyasetin tozu dumanı, tartışmaları sanki tüm sahneyi kaplıyor. Halbuki bütün bunların ötesinde ve derininde hepimizin bildiği ya da bilmek istediği bir şey var. Bir arayış. Bir seyahat. Dinmeyen bir oluş hali. Tamamlanma arzusu. Bir Aşk. Yaşadığımız koşuşturmacanın ve patırtının altında bir başka ruh halimiz daha var, belki kendimizin bile farkında olmadığı. Yüzyıllardır bizimle beraber gelen bir edep ve adab kültürü var. Tam olarak bilmesek bile, varlığından haberdar olduğumuz.
Tasavvuf hem yakınımızda, hani o kadar yakın ki elimizi uzatsak dokunabiliriz tıp tıp atan yüreğine, hem de bir o kadar uzak ve görünmez, sis perdesinin ardında. Orada ışıldıyor. Keşfedilmeyi bekliyor. Daha fazla kadın, daha fazla genç tarafından keşfedilmeyi hak ediyor. Bu öyle bir yol ki "edep" kelimesini baştacı ediyor. Zinhar aşırılığa kaçmamayı öğütlüyor.
Kimseyi kimseden üstün ya da ayrı görmüyor. Tek bir insanın tüm hallerini ve tüm bir insanlığı bünyesinde birliyor, bütünlüyor. Bu öyle bir yol ki insana, insana kıymet vermeyi öğretiyor. Özgürleştiriyor. Korkuları ya da yasakları değil aşkı temel alıyor. Tasavvufa en çok kadınların ihtiyacı var. Ve bir de gençlerin.
Bu arada eleştiriler de alıyorum. "Tasavvuf moda oldu" diyenler oluyor. "Günün modasına uyup bu konuda bir roman yazmak hesaplanmış bir strateji" diyenler çıkıyor.
Böyle sözler duyduğumda bir yanım eziliyor, üzülüyor. Bir yanım etkilenmiyor. Benim bildiğim tasavvuf, kıyısı olmayan bir koca deniz. Duru bir okyanus. O denizden herkes kendi kabı kadar su çekebilir ancak. Eğer kişi kendi kabının içindeki suya bakıp da "İşte denizi elimde tutuyorum" derse yalan olur, yazık olur. Benim bildiğim tasavvufun kapıları herkese açıktır. Efendisi yoktur. Mülk değildir ki tapusu olsun. Herkesi buyur eder. Ayrım yapmadan.
Tasavvuf moda değildir. Özü gereği olamaz. Ama bir an için varsayalım ki öyle, velev ki bu bir moda oldu. Velev ki ben ve benim gibi nice insan bu modadan etkilendi. Sadece Türkiye'de değil elbette, tüm dünyada. Eğer beş bin kişi ya da beş milyon kişi Mevlana ile sırf "moda" diye ilgileniyorsa ama bu insanlardan beş tanesinin içinde samimi ve hakiki bir merak uyanıyor, zihinlerinde kapılar açılıyorsa, o zaman en "dünyevi" modada bile bir hayır var demektir. Oradan öteye yollar var...
Tasavvufun bize ihtiyacı yok belki ama bizim tasavvufa ihtiyacımız var. Türkiye'nin tasavvufa ihtiyacı var. Bütün bu gerilimlerin, gerginliklerin, şiddet ve husumet haberlerinin içinde debelenirken hepimizin durup da özümüzü hatırlamaya ihtiyacı var. Özümüz yani Aşk. Küçük harflerle değil büyük harflerle AŞK. Özümüz "yaradılanı sevmek Yaradan'dan ötürü." Özümüz ayırmamak insanı, dışlamamak kimseyi, kırmamak kapleri... ayna tutmak kainata ve kainatın aynasında kendimizi görmek... insanlara ve insanlığa faydalı olmak.... özümüz bir aşk zincirinde halka olmak... som bir külçe altın gibi parlamak, ışık ve aşk saçmak... Özümüz bu, gerisi laf. Çünkü "aşk imiş ne varsa bu alemde... "
 

Top