Gelişmekte Olan Ülkeler

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Az Gelişmiş Ülkeler Kapital Kullanımı​

Bazı iktisatçılara göre azgelişmişliğin en belirgin özelliği kapital kıtlığı değil, kapitalin kötü kullanımıdır. Diğer bir deyişle, kapitalin çok düşük bir ölçüde endüstriyel yatırımlara gitmesidir.

Kapitalin Kötü Kullanımının Nedenleri

Yatırılabilir Kaynakların Verimli Alanlarda Kullanılamayışı
Azgelişmiş ülkelerde, yatırımlara gitmesi gereken fonların sanayileşmeye uygun olarak kullanılamayışı büyük önem taşımaktadır. Örneğin, Malezya'da 1974'de ekonomik fazla GSMH'nın yüzde 33'üne eşitti. Aynı yılda bunun yatırımlara aktarılan kısmı yüzde 10'du. 1951'de Seylan'da ekonomik fazla GSMH'nın yüzde 30'unu oluşturuyordu. Bunun yatırımlara giden kısmı sadece yüzde 10'du. Aynı rakamlar 1948'de Taylan'da yüzde 32 ve yüzde 6, Filipinler'de yüzde 25 ve yüzde 9, Hindistan'da yüzde 15 ve yüzde 5 idi.
Yukarıdaki rakamlar yatırımlara gitmesi gereken fonların nasıl verimsiz alanlara yöneldiğini ortaya koyuyor. Bu açıdan Mısır'ın 1939-1935 dönemindeki durumu daha da çarpıcıdır: 1939 ile 1953 yılları arasında, ekonomik fazla, milli gelirin üçte birine eşittir. Fakat bunun yüzde 38'i varlıklı sınıfların lüks tüketim harcamalarına, yüzde 34'ü lüks inşaata, yüzde 151 spekülatif harcamalara gitmiştir. Sadece yüzde 14'ü, gerçek anlamda verimli yatırımlar için kullanılmıştır.
Görüldüğü gibi, yaklaşık 40-50 yıl öncesine ilişkin veriler bile, azgelişmiş ülkelerin gerçek sorunlarından birinin nicel kaynak sorunun ötesinde bu kaynakların kullanılış tarzıyla) yani kapitalin kötü kullanılmasıyla da yakından ilgili olduğunu gösteriyor.

Gelişmekte Olan Ülkelerde Yabancı Sermaye
Bazı iktisatçılara göre yabancı sermaye de azgelişmiş ülkelerin öz sermayelerinin kötü kullanımına neden olmaktadır. Çünkü, yabancı sermaye, gelişmiş ülkelerden azgelişmiş ülkelere doğru akmaktadır. Gelişmiş ülkelerde ise; yüksek teknoloji, ileri teknik bilgi, az hammade ve sınırlı işgücü ile çok mal üretimi, büyük kapital gücü, üstün organizasyon yeteneği, sınırsız deneyim ve gelişmiş pazarlama etkinliği vardır. Bu ülkelerin özel girişimcileri, bu üstün nitelikleri ve güçleri sayesinde yatırım yaptıkları her sanayi dalını, hemen kendileri için tekel durumuna getirmekte ve öz sermayeyi en etkin biçimde kullanmaktadırlar.
Öte yandan, özel yabancı sermaye yatırımları, ancak özel koşulların varlığında herhangi bir ülkenin kalkınmasına katkıda bulunabilir. Bunun dışında yabancı sermayeyi mutlaka kalkmdırıcı bir faktör saymak yanlıştır. Yabancı sermaye bir ülkeye götürdüğünden daha fazlasını geri getirmek için gider. Bu bakımdan Brezilya'daki Amerikan sermayesinin durumu ilginçtir. "1947-1960 yıllan arasında Brezilya'daki özel Amerikan sermaye yatırımlarının toplam tutarı 1 milyar 814 milyon Dolardı. Aynı dönemde, amortismanlar, kârlar, ihtira beratı bedelleri, faiz ve diğer transferler yoluyla Brezilya'dan ABD'ye akan sermaye 3 milyar 481 milyon Dolardı." Bu da azgelişmiş ülkeleri yatırılabilir fonlardan mahrum bırakmaktadır.
Kapitalin Kötü Kullanımının;
- Spekülasyon Olanakarının Fazlalığı,
- İç Pazarın Darlığı,
- Altyapt Yatırımlarının Eksikliği,
- Siyasal istikrarsızlık,
- Feodal Sosyal Yapı, gibi nedenleri de vardır. Bunlar ileride incelenecektir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Az Gelişmiş Ülkelerde Enerji Tüketimi ve Üretimi

A- Kişi Başına Enerji Tüketimi Azdır
Azgelişmişliğin özelliklerinden biri de kişi başına düşen enerji miktarının azlığıdır.
Ülkede kişi başına tüketilen enerji miktarı, aynı zamanda yaşam standardı hakkında bilgi veren bir ölçüdür. Buna göre, bir ülke halkının tümünün oturduğu konutların ve işyerlerinin tamamında ya da bir kısmında elektrik enerjisi tüketilmesi yaşam standardı hakkında bilgi veren bir husus olduğundan, aynı zamanda nüfusla ilişkili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Böyle olunca, gelişmişliği ya da azgelişmişliği ölçmek için "kişi başına tüketilen enerji miktarı"nı uluslararası karşılaştırmalarda kullanmak anlamlıdır.
Sanayileşmiş pazar ekonomisi ABD'de 1991 yılında kişi başına 12.010, isviçre'de 7.89 Kw-sa. elektrik enerjisi tüketilirken Türkiye'de 1.012 Kw-sa elektrik enerjisi tüketilmiştir. Bu tüketim miktarları Türkiye ile aynı gelir grubunda olan Suriye'de 909, Mısır'da 708 Kw-sa'dır. Düşük gelir grubundaki Hindistan'da tüketim miktarları kişi başına 346 ve Bangladeş'te 78 Kw-sa'dır. Türkiye bu konuda sanayileşmiş pazar ekonomilerinden geride bir noktada iken, kendi gelir grubundaki Mısır, Suriye ve Tunus'tan ileride bir noktadadır. Türkiye 1983'de 640 Kw-sa olan kişi başına tüketimi, dört yıl sonra yüzde 58 oranında 372 Kilavat saat arttırarak 1.012 Kilovat saate çıkarmıştır. Türkiye 1993 yılı sonu itibariyle elektriksiz köy bırakmamış iken, düşük gelir grubundaki Hindistan, Haiti, Bangladeş, Sierra-Leone ve Benin gibi ülkelerde elektrik enerjisi ile aydınlanma bir lükstür
AB ülkelerinden Almanya'da 1991 yılında kişi başına 7.083, Portekiz'de 3.050, Yunanistan'da 3.036 Kw-sa elektrik enerjisi tüketilmiştir. Portekiz'in kişi başına tüketimi Türkiye'den yüzde 201 oranında 2.038 Kw-sa, Yunanistan'ın kişi başına tüketimi yine Türkiye'den yüzde 249 oranında 2.524 Kw-sa fazladır.
Kişi başına enerji tüketiminin artması için, büyük çaplı enerji üretim projelerinin tamamlanması kadar, nüfusun artış hızının da kontrol altına alınması gerekmektedir. Ancak, nüfus artış hızının da etkili olduğu bir değer olan kişi başına enerji tüketiminde, AB ülkeleriyle aranın kapanması, kısa dönemde gerçekleştirilebilecek bir olay gibi gözükmemektedir. Türkiye'nin kişi başına elektrik enerjisi tüketimi açısından kendisine en yakın konumda olan Portekiz'e yetişebilmesi için, kişi başına enerji tüketimi 3 kat, Yunanistan'a yetişebilmesi için 3,6 kat, ispanya'ya yetişebilmesi için 35 kat arttırması gerekmektedir.
Elektrik enerjisi tüketiminin artışını asıl kamçılayan unsurun sanayileşme olduğu unutulmamalıdır. Sanayi yatırımları arttıkça elektrik tüketimi de artmaktadır. Bunun karşılanabilmesi için enerji üretecek sanayi yatırımlarının arttırılması gerekmektedir. Yoksa eskiden olduğu gibi açık, ithal enerji ile kapatılmak zorunda kalınabilir.

B- Kişi Başına Enerji Üretimi Azdır
Azgelişmişliğin bir diğer özelliği de kişi başına düşen enerji üretiminin azlığıdır. Ancak enerji üretimi azgelişmişliğin özelliği olarak tek başına kullanılabilecek bir ölçüt değildir. Çünkü enerji üretimi büyük ölçüde su, kömür, petrol, doğalgaz ve atom gibi doğal kaynaklara bağlıdır. Bu doğal kaynaklara sahip olmayan ülkelerde enerji üretimi tüketime yetmemektedir. Bu doğal kaynaklara sahip olduğu halde enerji açığı bulunan azgelişmiş ülkeler olduğu gibi, bu doğal kaynaklara sahip olmadığı için enerji açığı olan gelişmiş ülkeler de vardır.
Diğer taraftan elektrik enerjisi üretmeye elverişli doğal kaynaklara sahip ve bunlardan yararlanarak gereksinmesinden fazla elektrik enerjisi üretebilmiş İsviçre, Avusturya ve Güney Afrika gibi ülkeler bulunduğu gibi, tüketimi üretiminden fazla olan ve açığı, ithal ve başka enerji kaynakları ile karşılayan Japonya, Macaristan ve Güney Kore gibi ülkelerde vardır.
Sanayileşmiş pazar ekonomisi ABD'de 1991 yılında kişi başına 11.924, İsviçre'de 8.298 Kw-sa elektrik enerjisi üretilirken, Türkiye'de kişi başına 1.008 Kw-sa elektrik enerjisi üretilmiştir. Türkiye ile aynı gelir grubunda olan Suriye'de kişi başına 909, Mısır'da 708 Kw-sa elektrik enerjisi üretilmiştir. Bu üretim miktarları düşük gelir grubundaki Hindistan'da 345 ve Bangladeş'te 78 Kw-sa'dır. Türkiye bu konuda sanayileşmiş pazar ekonomilerinden geride bir noktada iken Mısır, Suriye ve Tunus'tan ilerde bir noktadadır.
Türkiye bu konuda son yıllarda önemli atılımlar yapmıştır. Ancak, Türkiye'de bu hızlı nüfus artışı varoldukça, sanayileşmedeki gelişmeler sürdükçe, enerji tüketimindeki artış trendi devam edecektir. Bunun karşılanabilmesi için de enerji üretiminin büyük ölçüde arttırılması gerekmektedir. Aksi halde, eskiden olduğu gibi uzun süre elektrik enerjisi dış alımı yapılması zorunlu olacaktır.
AB ülkelerinden Almanya'da 1991 yılında kişi başına 7.067, Yunanistan'da 3.474 ve Portekiz'de 3.041 Kw-sa elektrik enerjisi üretilmiştir.
Elektrik enerjisi üretimi konusunda Türkiye, kişi başına 1.008 Kw-sa üretim ile AB ülkelerinin en sonunda yer almaktadır. Yunanistan'ın üretimi Türkiye'nin 3,4 katıdır. Yalnız AB ülkelerinin çoğu enerji dış alımı yoluyla talebi karşılamak zorundadırlar. Türkiye bu bakımdan daha şanslı bir konumdadır. Çünkü elektrik enerjisi gereksinmesini kendi kaynaklarıyla karşılamaktadır.
AB ülkelerinden yalnızca Fransa, Belçika, Danimarka, İrlanda ve ispanya'nın enerji üretimleri tüketimlerini karşılamaktadır. Üstelik, büyük ölçüde nüfus hareketleri ve büyük ölçüde yeni enerji kaynakları kullanmayı gerektirecek endüstriyel değişme yaşamadıkları için, son otuz yılları incelendiğinde, AB ülkelerinden sanayileşmiş pazar ekonomilerinin enerji tüketiminde istikrarlı bir görüntü ortaya çıkmaktadır.
Türkiye büyük çaplı enerji yatırımları başlatılmış ve sürdürmektedir. Bu projelere, enerji üretimini büyük ölçüde arttıracak yeni projeler eklemek ve nüfus artışını da bir miktar kontrol altına alabilmek koşulu ile enerji üretiminde önemli artışlar sağlayabilecek durumdadır.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Az Gelişmiş Ülkelerde Endüstriyel Yapıda Kısır Döngü

(Tüketim Malları Sanayii Tuzağı)
Sanayi denildiğinde genellikle ilk akla gelen imalat sanayiidir. Bilindiği gibi imalat sanayii üç alt kesimden oluşur.

1- Tüketim Malları Üreten Sanayiler
Bu imalat sanayii dalı genellikle; gıda sanayii, içki sanayii, tütün ve tütün mamulleri sanayii, dokuma ve giyim sanayii ile dayanıklı tüketim malları üreten sanayileri kapsar.

2- Ara Malı Üreten Sanayiler
Ara malları sanayi dalı; orman, kağıt, basım, deri ve deri mamulleri, lastik, plastik, kimya, petrokimya, petrol, gübre, çimento, pişmiş kil ve çimentodan gereçler, cam,, seramik, demir ve çelik ile demir dışı metaller sanayilerini kapsar.

3- Yatırım Malları Üreten Sanayiler
Bu imalat sanayi dalı da; madeni eşya, elektriksiz makinalar imalat, tarım alet ve makinaları imalat, optik donatımı imalat, elektrikli makinalar imalat, kara ve demiryolu taşıtları imalat, elektronik, gemi ve uçak sanayii dallarını kapsar.
Azgelişmiş ekonomilerde piyasa ekonomisi koşulları, önce tüketim malları endüstrisinin gelişmesine ortam hazırlamakta, ara malı ve yatırım malı sanayileri nispeten düşük oranlar ile bu gelişmeyi oldukça geriden izlemektedir. Genellikle karma ekonomi düzenine sahip bulunan azgelişmiş ekonomilerde, ara malı ve yatırım malı üreten sanayilerin geliştirilmesi için başlangıçta, devletin bu alanlarda yatırım yapması zorunluluğu vardır. Aksi halde, azgelişmiş ülkelerin içinde bulunduğu piyasa koşullarının tüketim malları sanayiini geliştirmeye elverişli olması nedeniyle, bu sanayi dalı aşırı şişkin olarak gelişir.
imalat sanayisinin, tüketim malları sanayisi lehine gelişmesi, ara ve yatırım malları sanayilerinin gelişmesini engellediğinden; azgelişmiş ülkelerde belirli bir sanayileşme düzeyine çıkamamaya neden olur. Çünkü, tüketim malları sanayisinin aşırı bir biçimde büyümesi dört temel olumsuz etkeni ortaya çıkarır.

a- Yüksek Verimlilikten Yararlanılamaz
Ara malı ve yatırım malı üretim sanayilerinde verimlilik yüksektir. Ancak, imalat sanayisinin aşırı biçimde gelişmesi; ara ve yatırım malları sanayisindeki yüksek verimlilikten yararlanmayı engeller.

b- Yüksek Katma Değerden Yararlanılamaz
Ara malı ve yatırım malı üreten sanayilerde katma değer de yüksektir. Ancak, imalat sanayisinin aşırı biçimde gelişmesi; ara ve yatırım malları sanayisindeki yüksek katma değerden yararlanmayı engeller.

c- Dışa Bağımlılık Derecesi Artar
Azgelişmiş ülkelerde aşırı gelişme gösteren tüketim malı üreten endüstrilerin gereksinme duyduğu dış alıma dayalı girdiler nedeniyle, tüketim malları üreten sanayinin dışa bağımlılık derecesi artar. Çünkü, tüketim malı üreten sanayiler için sürekli olarak yatırım malı ithalatı gerekir. Buna içerde üretilemeyen ara malı dışalımı da eklenince, sanayinin dışa bağımlılığı daha da artar. İçerde, tüketim malı üreten sanayinin üretimde bulunabilmesi için, sürekli olarak endüstriyel mallar ithalatı gerekecektir. Bu durum ile içerde üretilemeyen ara malı ithalatı azgelişmiş ülke sanayisinin dışa bağımlılığını büsbütün arttıracaktır.

d- Teknolojik Gelişme Engellenir
Azgelişmiş ekonomilerde tüketim imalat sanayisinin gereğinden fazla gelişmesi, bu ekonomilerde teknolojik gelişmenin gerçekleşmesini engeller. Çünkü, ara malları ve yatırım malları üretim sanayileri ileri teknoloji gerektirdiği gibi azgelişmiş ekonominin kalkınmasına önderlik de eder. Ancak, tüketim malları sanayisinin aşırı gelişmesi bunu engeller. Bu durum, azgelişmiş ülkenin sanayide dışa bağımlılığının sürmesini ve azgelişmiş ülkenin gittikçe bir teknoloji sömürgesi haline gelmesine neden olur.
Azgelişmiş ekonomilerde, piyasa ekonomisinin hakim olduğu bir karma ekonomi düzeni olduğu yukarıda belirtilmişti Bu ülkelerdeki piyasa ekonomisi koşulları nedeniyle önce tüketim malları üreten sanayi dalının gelişmesi normaldir. Çünkü, bu ekonomilerde;
- Piyasa dar ve sınırlıdır,
- Yatırımların kaynağını oluşturan tasarruflar yetersizdir.
- işletmelerde kâr planları genellikle kısa vadeler için yapılır.
- işletmelerde verimlilik düşüktür.
- işletmelerde geri teknoloji kullanılır.
Bu koşullar altında azgelişmiş ülkelerde önce ithal ikamesi niteliğinde tüketim malları sanayisi gelişir.
Tüketim malları sanayisinin uzun bir süre sonra gelişmesinden sonra, çeşitli önlemlerle ara ve yatırım malları sanayi dallarının geliştirilmesi zorunluluğu ortaya çıkar.
Yukarıda anlatılanlardan anlaşılacağı üzere, iç tasarruf (yatırım) GSMH oranının 1970'lerde gelişme yolundaki ekonomilerden; Portekiz'de yüzde 15'l, Türkiye'de yüzde 20'yi, Yunanistan'da yüzde 251 aşması, bu ülkeleri endüstriyel yapılarına bağlı olarak yine de kapalı kısır çemberi kıramamaktan kurtaramamıştır.
"ilk koşul olarak gereken sosyal sabit sermaye ve direkt verimli yatırımlar arasında bir denge... sağlamış ekonomiler dahi imalat sanayiinin yapısı bakımından gerekli sıçramayı yapamamaktadırlar."(7) Tüketim mallan üretim sanayisinin aşırı bir biçimde geliştiği, ara ve yatırım malları sanayisinin gelişemediği bir imalat sanayi sektörünün yapısındaki bu dengesizlik, iç ekonomide imalat sanayisi verimliliği ile imalat sanayisi katma değerinin hem toplam olarak hem de kişi başına gelir açısından az olmasına neden olur. Öte yandan, tüketim malları sanayisinin aşırı gelişmesi, tüketim sanayisi yatırım malları ve ara malları zorunlu dışalımı nedeniyle sanayinin dışa bağımlı kalmasına ortam hazırlar. Bu durum, yaratılan GSMH'nın bir kısmının dışarı transferini gerektirdiğinden toplam gelirleri ve kişi başına geliri azaltan bir unsurdur.
Bu yüzden azgelişmiş ülkelerde tüketim malları sanayisinin aşırı gelişmesi bir tuzak olup, geri kalmışlığın bir nedeni ve özelliğidir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Az Gelişmiş Ülkelerde Sosyal Yapı

Köy Yaşantısı
Azgelişmiş ülkelerin sosyal yapıları, gelişmiş ülkelerin sosyal yapılarından çok farklıdır. Azgelişmiş ülkelerde nüfusun büyük çoğunluğu köy, kabile ve aşiret temeline dayalı ilkel bir ekonomik ve toplumsal yapı içinde yaşamaktadırlar. Eskiden kapalı ve dengeli olan bu ekonomi, gelişmiş ülkelerle ekonomik ilişkilerin artması ölçüsünde dışa karşı açılmakta, ticarete bağlı olarak para dolaşımı ortaya çıkmakta ya da alanı genişlemektedir. Başka bir deyişle ayni ekonomiden nakdi ekonomiye geçiş hızlanmaktadır. Köy ya da aşiret temeli üzerindeki yaşama düzeni toplumda bir takım basamaklar oluşturmaktan da geri kalmaz. Bu arada, akrabalık ve hemşerilik bağı kendi içinde birleştirici, başkaları ile ilişkilerde de ayırıcı bir rol oynar. Diğer yandan, yerleşme noktalarının sayısının yüksekliği, küçük köy toplulukları halinde yaşama, yönetimde merkezileşmeyi güçleştirmektedir. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Plam'nda yer alan verilere göre Türkiye'de 65.277 yerleşme birimi vardır. Öte yandan, küçük grupların dinsei karakteri, gelenek ve göreneklere bağlılığı bu grupları olduğu gibi kalmaya zorlar. Yani bu gruplar, sosyal yapılarını kolay kolay değiştirmezler.

Sosyal Gruplar
Azgelişmiş ülkelerde sosyal gruplar arasında organik bağın bulunmaması, sosyal dengenin kurulmasını güçleştirmektedir. Ayrıca bu gruplar arasındaki farkın fazlalığı, bireylerin bağlı olduğu gruptan diğerine geçmesini kısıtlamaktadır. Azgelişmiş ülkelerin sosyal yapısı otoriter devlet sisteminin etkisi altında olduğundan, bireyleri, güncel işlerin yapılmasını bile devletten bekleyen bir tavır almaya yöneltmiştir. Bu kamucu yapı bireyin girişim yeteneğini körletmektedir Türkiye bu tutkudan 1950'lerden sonra kurtulmaya başlamıştır. Gelişmiş ülkelerde bireycilik doruğuna erişmiştir. Azgelişmiş ülkelerde ise gerek aile, gerekse çalışma düzeninde ataerkil aile yapısı bireyciliği engellemektedir. Diğer yandan, ekonomik gelişmeyle birlikte, geleneksel yapıda çözülmeler başlamakta ve iyi işlemeye başlayan çağdaş kesime bireylerin iyi uyum yapmaması nedeniyle sosyal huzursuzluklar ortaya çıkmaktadır. Bunun yanısıra çağdaş teknik topluma karşı geleneksel yapının direnci güçlü olmaktadır. Sözü edilen bu direniş sosyal kurumların gelişmesini çağdaş bir düzeye ulaşmalarını olumsuz yönde etkilemektedir.

Yarı Feodal Yapı
Gerek ekonomik ilişkilerde, gerekse yönetim yaşantısında yarı feodaliz belirtiler azgelişmiş ülkelerde henüz sona ermiş değildir. Tarım alanlarında geleneğe bağlı çalışma birimleri, alacaklının borçluyu özgürlüğünden yoksun bırakması ve angarya yöntemleri, yönetim yaşamında ise yerel nüfus sahiplerinin irade ve isteğinin etkili olması bu arada sayılabilir. Feodalite döneminin kalıntıları olarak bazı ülkelerde şehlik, ağalık, seyyidlik gibi toplum içinde ayrıcalıkları bulunan kurumlar görülür. Aynı ocaktan yetişenler arasında da başkalarına kapalı bir dayanışma düzeni vardır.

Dinsel İnanışlar
Dinsel ve dine bağlı inanışların halk arasında yaygın olması, dinin vicdan hürriyetinin sınırları içinde kalmayarak "dünya işleri" ile yakın ilgisi, azgelişmiş ülkelerde din adamlarını ve dini önemli bir role sahip kılar. Henüz milli bütünlüğünü sağlamak yolunda bulunan azgelişmiş ülkelerde insanlar dinsel ve etnik temele, tarikat ve mezheplere göre kategorilere ayrılmakta, politik yaşamda din istismarcılığını geçer akçe olmakta devam ettiren bir ortam sürüp gitmektedir.O Din alanında azgelişmiş ülkelere özgü ortak tutumlar Türkiye için de geçerlidir. Köylük yerlerde ve ülkemizin bazı kesimlerinde yaşamakta devam eden "tarikatçıların, ağaların ve şeyhlerin kendilerini kutsal birer varlık olarak tanıtmak için başvurdukları oyunlardan biri de "seyyidlik", yani Hz. Muhammed'in soyundan olmak iddiasıdır "(5) Diğer yandan, son zamanlarda rüyasında Hz.Muhammed'i gördüğünü ve kendinise dünyanın geleceği hakkında bazı şeyler söylediğini anlatıp toplumda kabul görenlerle, kendisinin peygamber olduğunu söyleyip kabul görenler de vardır. Bu azgelişmiş ülkelere özgü bir durumdur. "Halbuki, azgelişmiş ülkelerin karşılaştıkları güçlükleri yenmeleri, halk yığınlarını oluşturan küçük üniteleri ulusal bir bütün haline vardırmakla ve dini kendi sınırları içine çekmekle olanaklı olabilir.
Ekonomik, sosyal ve kültürel bütünleşme . sağlanmadıkça ve laik devlet anlayışı gerçekleştirilmedikçe azgelişmiş ülkeler gelişme dönemine giremezler.

Azınlıkların Varlığı
Ekonomik ve sosyal bakımdan güçlü azınlıkların varlığı da öncekilere eklenebilir. Dış sermayelerle ilgili ekonomik ilişkilerde aracı rolü oynayan bazı konularda ayrıcalıklara sahip bulunan azıklıklar, hükümetleri belli yönlerde etkilemekte, karşılıklı taviz durumu yaratmaktadırlar.
Azgelişmiş ülkeler, geleneksel toplumlardır; bunlar teknik gelişmelere, yeniliklere karşı açık değillerdir; aralarında farklar olsa da genel olarak tutucudurlar. Bu ülkelerin sosyal yapıları, bu psikolojik ve moral koşullara göre biçimlenir, işte gelişme ve kalkınmanın en büyük özeljiği ve engeli bu sosyal yapıdır.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Az Gelişmiş Ülkelerde Siyasal İstikrarsızlık
Azgelişmiş ülkeler genellikle siyasal yönden istikrarsız/dengesiz gözükmektedirler. Bu ülkelerde siyasal iktidarı değiştirmek için yoğun çaba sarfedilerek bazan modern anayasalar yapılır. Bazan da bu anayasalar Afrika ülkelerinde olduğu gibi askeri darbelerle sık sık çiğnenir. Böylece bir denge ve demokrasi, bir dengesizlik ve diktatörlük sürüp gider.
"Siyasal dengesizlik de gelişme için son derece zararlıdır. Çünkü toplumun ilgisini, enerjisini ve zamanını gerektiğinden fazla siyasal çekişmelere yöneltir. Siyasal dengesizliğin çok aşırı bir hal aldığı ülkelerde siyasal çekişmeler hemen hemen bir silahsız, bazan da silahlı savaş durumuna dönüşürler. Nasıl bir silahlı savaşta kalkınmanın dışındaki amaçlar ön plana geçerse, bu silahsız savaşta da kalkınma sorunu geriye itilir. Azgelişmiş ülkelerin bazılarında gözüken ve yıllardır süren diktatörlükleri siyasal denge olarak yorumlamamak gerekir. Eğer bir toplum açık ya da diktatörlüklerde olduğu gibi gizli olarak sürekli bir istikrar kavgası içindeyse, siyasal iktidar değişmese, değiştirilemese bile, o toplumun siyasal yapısı dengesiz sayılmalıdır. O halde siyasal dengesizlik, yalnızca siyasal iktidarın sık sık el değiştirmesi biçiminde yorumlanmamalıdır. Siyasal iktidarı ele geçirmek için gösterilen çabalar eğer sürekli bir abartılma içindeyse ve bir tür savaşsal bir durum almışsa, bu çabalar artık bir siyasal dengesizliğin belirtileridir."Çünkü siyasal iktidarı ele geçirmek için açık ya da gizli sürekli hale gelmiş bir mücadele vardır. Bu ise, kalkınmayı geriletici en azından yerinde saydırıcı bir etki yapar.
Siyasal dengesizliğin, tek sonucu toplumun ilgisinin ekonomik sorunlardan siyasal sorunlara kayması değildir. Bu istikrarsızlık ayrıca kapitalin saklanmasına ve kaçırılmasına da neden olur. İstikrarsızlığın sürekli olduğu durumlarda o ülkeye yabancı sermaye gelip yatırım yapmadığı gibi, ülke içindeki sermayedarlarda yatırım yapmazlar, hatta geçici bir süre için yatırımlarını yurtdışına kaydırabilirler. Bu böyle olabileceği gibi devlet yatırımları da durabilir. Çünkü devlet elindeki yatırılabilir fonları, toplumdaki bu siyasal mücadelenin durdurulmasına en azından yavaşlatılmasına harcıyor olabilir.
Siyasal istikrarsızlığın ülke ekonomisi üzerindeki üçüncü etkisi, emeğin veriminin büyük ölçüde düşmesinde görülür. Çünkü üretici emek olan, işçi, çiftçi, memur ve sanatkârlar enerjilerini siyasal mücadele yönünde yoğunlaştırırlar. Arka arkaya başlatılan grevler, boykotlar, gösteriler ve bir türlü anlaşma ile sonuçlanamayan grevler, emeğin verimini büyük ölçüde düşürür.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Az Gelişmiş Ülkelerde Bürokratik Engeller
Azgelişmiş ülkelerde devlet hizmetleri akla dayanan/rasyonel bir biçimde yürütülmez. Bunda, bazı azgelişmiş ülkelerde memurların yetersizliği, esasın, biçime feda edilmesi, menfaat beklentisi gibi unsurlar etkendir.
Bir ülkede, iç ve dış güvenliğin sağlanması, adaletin dağıtılması devletin varlığı için zorunludur. Ekonomik çalışmaların normal bir biçimde işlenmesi, iç ve dış güvenliğin sağlanmasına, adaletin iyi bir biçimde dağıtılmasına bağlıdır. Bunun yanında devlet; eğitim, halk sağlığı, sosyal güvenlik, taşıt ve iletişim, bayındırlık ve ekonomik alanda çeşitli hizmetleri yapmak zorundadır. Bu hizmetlerin yeterli olup olmaması ekonomik gelişmeyi etkiler. Azgelişmiş ülkelerde ise, bu hizmetler çok aksak ve yetersiz olup, bunların dışında ekonomik, gelişmeyi köstekleyen başka engeller de vardır. Örneğin, "Meksika'da bürokrasi bir ticari ruhsat vermek için sayısız engeller ortaya çıkarıyor. Çin'de yarışma değil, rüşvet ve ilişkiler girişimciliğin başarısının anahtarı.
"... Meksika, Brezilya, Bangladeş ve diğer gelişmekte olan ülkelerde tapu kayıtları öyle düzensiz ki satış ve ipotek yapmak neredeyse olanaksız."
"Endonezya'da sadece iktidardakilerin dostları iş yapmakta tamamen serbesttirler. Arabistan'da ise, egemen dini mezhebin erkekleri bu haklardan yararlanmakta. Tüm bu eksiklikler en basit sözleşmedeki anlaşmazlıkların bile zamanında ve tarafsızca çözümünü engelleyen adalet sistemlerindeki zayıflıklar ve görevini kötüye kullanmalarla da desteklenmektedir."
Diğer yandan, bu ülkelerde devlet hizmetlerinden yararlanırken, "bugün git, yarın gel" düşüncesi hakimdir ve işlemler fazla bürokratiktir. Bu nedenle, devlet dairelerinde basit işleri olanlar bile, bu işlerini bir tanıdık aracılığıyla gördürürler.
Öte yandan, bu ülkelerde "işe göre adam değil, adama göre iş" ilkesi hakimdir. Böyle olunca, devlet dairelerinde işe girecek olanlar hep bir tanıdık ararlar ya da milletvekillerinin aracı olmalarını isterler.
Bu ülkelerde bürokrasi öyle yaygın ve etkilidir ki, bu durum, işlerin geciktirilip engellenmesine ve yapılan işin artık bir işe yaramamasına değin uzanarak, ülke ekonomisi bakımından zaman ve emek kaybına neden olur. Öyledir ki, bir devlet dairesinde bir evrakın düzenlenip iş sahibine verilmesi aylarca sürebilir. Bu, aynı devlet dairesinin bir başka biriminde çalışanın işi için de, bir üçüncü kişinin işi için de aynıdır. Örneğin, Türkiye'de Milli Eğitim Bakanlığı'nın Ankara'daki merkezi bir lisesinden, yolluk ödeneğine ilişkin olarak çıkan bir evraka ilişkin "verile emri", yine Ankara'daki Okullar Saymanlığı'na tam 3 ay sonra gelmiştir. Hem de evrak takipedildiği halde. Yine bir kent merkezindeki bir liseden, bir öğretmenin özlük dosyasının gönderilmesine ilişkin olarak, Aynı kent merkezindeki Milli Eğitim Müdürlüğü'ne yazılan bir yazının sonucu, ancak 9 ay sonra alınabilmiştir. O da ilgili öğretmenin evrakını izlemesine karşın.
Azgelişmiş ülkelerde var olan ve. bir türlü sona erdirilemeyen, aynı zamanda gelişmeyi önleyici olan bu bürokratik engeller söz edilen ülkelerin bir özeliğidir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Az Gelişmiş Ülkelerde Okuryazarlık Oranı
Azgelişmişlik olgusunun belirlenmesine yardımcı olan özelliklerden biri de eğitim düzeyidir. Azgelişmiş ülkelerde eğitim düzeyinde rastlanılan en belirgin özelliklerden biri, okuma yazma bilmeyenlerin oranının büyüklüğüdür. Bu, azgelişmiş ülkeler için acı bir gerçek, fakat bilimsel yöntemlerle ilerlemeyi amaç edinen uygar bir dünya için utanç verici bir olaydır.
İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana çeşitli uluslararası kuruluşlar, özellikle UNESCO azgelişmiş ülkelerin belli bir eğitim düzeyine ulaşabilmesi için girişimlerde bulunmaktadır. Bununla birlikte, okuryazarlık oranını dünya genelinde değerlendirdiğimizde düşük gelir düzeyine sahip yoksul ülkelerde okuma yazma bilmeyenlerin hâlâ yüksek bir oranda olduğu görülmektedir.
Bowman ve Anderson tarafından, eğitim indeksleri ve kişi başına gelir arasındaki ilişkileri tesbit için yapılan karşılaştırmalarda, okuryazarlık oranı ile gelir arasındaki bağıntı çok zayıftır ve doğrusal değildir. Yalnız, okuma yazma oranı yüzde 90 ya da daha iyi olan ülkelerin 1955 yılı kişi başına gelir seviyesi 500 Doların üzerinde olup, okuryazarlık oranı yüzde 30'un altında olan ülkelerde 200 Doların altındadır. Bununla beraber kişi başına gelirin 100 Doların altında olduğu ülkelerde okuryazarlık oranı yüzde 60'a kadar değişmekte ve kişi başına gelirin 100 ila 200 Dolar arasında olduğu ülkelerde, okuryazarlık yüzde 70-80'e kadar çıkmaktadır. Bununla beraber, yüzde 30'dan, yüzde 70'e kadar olan okuryazarlık sınıfında, okuryazarlık ve gelir arasında hiçbir bağıntı tesbit edilememiştir."
"Bilindiği gibi, eğitim sistemindeki bir iyileşme ve yaygınlaştırma; ilk olarak okuryazar nüfus oranını arttırarak ve teknik açıklamaları okuyup anlama yeteneğini geliştirerek, daha çok öğrenme arzusunu kuvvetlendirecek temel bilgiyi sağlayarak iktisadi kalkınmaya yardım eder".
Sanayileşme çabasına girmiş bulunan ülkelerde ise, gerek okuryazar, gerekse her alanda eğitilmiş ve yetiştirilmiş insan gücüne sonsuz gereksinme vardır.
Aşağıda çeşitli ekonomik gelişmişlik düzeylerinden seçilmiş, ülkelerde yıllara göre 15 yaşından büyük nüfus içinde okuryazar olmayanların oranları verilmiştir.
1992 yılında sanayileşmiş piyasa ekonomilerinde okuryazar olmayan oranlarının çok düşük olduğu görülmektedir. Hatta bu ekonomilerde 1992 yılında yüzde 0,5 oranında okuma yazma bilmeyeni ile Avustralya ve yüzde 5,5 oranında okuma yazma bilmeyeni ile ABD'de hariç, okuma yazma bilmeyen yoktur.
Türkiye'de aynı yıllarda 15 yaşından büyük nüfus içinde okur yazar olmayanların oranı yüzde 19, Suriye'de yüzde 20 ve Mısır'da yüzde 52'dir. Türkiye'de ve adı geçen diğer ülkelerde okuma yazma bilmeyenlerin oranı yıldan yıla bilinçli olarak azaltılmaktadır. Bu oranlar Hindistan'da yüzde 52 ve Sierra Leone'de yüzde 79' dur.
Eğitim ve kültür nimetlerinden yararlanmanın en ucuz ve en yaygın araçlarından biri olan okuryazarlık, Türkiye gibi kalkınan ülkeler bakımından büyük önem taşımaktadır. Türkiye'de Harf Devriminin yapıldığı 1 Kasım 1928 yılından önce "10,5 milyon nüfustan, ancak bir milyon gibi küçük bir grup okuma yazma bilmekteydi. Bu pek fena durumda, tarihi ihmallerin etkisi kadar, eski yazının dilimize uymamasıyla öğrenilmesindeki büyük güçlüğün de rolü olmuştur. 1935'de 8 yıl gibi oldukça kısa bir zaman sonra yüzde 150 artma ile okuryazarlar 2,5 milyon olmuştur. Aslında Harf Devrimi ile okuyup yazma bilenler de bilmeyenler durumuna düştükleri için bu artış gerçekte 3,5 milyondur. Böylece nüfusun 1/4'ünün sekiz yılda okuryazar olması sağlanmıştır. Devrin imkanlarındaki darlık düşünülürse, bu gerçekten iyi bir gayrettir' Harf Devrimi'ni gerçekleştiren Büyük ATATÜRK'e ve o dönemde "Millet Mekteplerimde çalışanlara şükran borçluyuz.
"Eğer aynı hızla devam edilseydi 32 yıl sonra 1960'da nüfusumuzun yüzde yüzü okur yazar olacaktı."
"DPT verilerine göre ise, 1983 yılında yüzde 76 olan okur yazar nüfus oranı 1985'de yüzde 82,5'e, 1987'de ise yüzde 84'e yükseltilmiştir." Yetişkinler için açılan okuma kursları ve altı yaşına gelen çocukların mecburi öğrenime alınmalarıyla bu oran Türkiye'de gittikçe yükselecektir.
Milli Eğitim Bakanlığı, ilkokul çağına gelen tüm çocukları ilköğretim ve eğitimden geçirmek için yeni ilkokullar açmaktadır Bunların kabiliyetli olanlarına daha ileri öğrenim olanakları sağlamak çabası paralelinde ülkemizde yeni liseler açılmakta ve yeni üniversiteler kurulmaktadır.
Bu sayede hem okuma çağındaki tüm nüfus okuryazar olacak hem de tarımın, özellikle de sanayi ve hizmet sektörlerinin aradığı nitelikli, her kademedeki insan gücü sağlanmış olacak ve insanlarımız da daha kolay iş bulabileceklerdir.

Yüzbin Kişiye Düşen Üniversite Öğrencisi Azdır
Üniversite öğrenimi, lise öğreniminin üzerinde ve bir mesleğe yönelik olduğu için, bir ülkedeki genel lise öğreniminden sonra ne kadar öğrencinin nitelikli hale getirildiğini göstermektedir. Üniversite öğretimi ile bir bilim dalına yönlendirilen insan sayısı arttığı gibi, bir toplumdaki genel kültür seviyesi ve bilgi, görgü, düzeyi de yükselmektedir.
Diğer yandan, yüzbin kişiye düşen üniversite öğrenci sayısı, yüksek öğretimde öğrenci/öğretim elemanı oranlarının eksik yönlerini tamamlamakta, yanıltıcı taraflarını düzeltmektedir.
Sanayileşmiş pazar ekonomilerinden ABD'de her yüzbin kişiye 5.608, İsviçre'de 2.118 yüksek öğretim öğrencisi düşerken; Türkiye'de 1.342 üniversite öğrencisi düşmektedir. Bu rakamlar Türkiye'nin de dahil olduğu alt orta gelir grubu ülkelerden Suriye'de 1.737, Mısır'da 1.731 öğrencidir. Düşük gelir grubundaki Hindistan'da her yüzbin kişiye 581, Bangladeş'te 310 yükseköğrenim öğrencis düşmektedir. Yüzbin kişi başına düşen öğrenci açısından Türkiye; ABD'nin beşte biri, diğer sanayileşmiş pazar ekonomilerinin ikide biri kadar öğrenciye sahiptir.
Gelişmiş ülkelerde yüzbin kişi başına düşen öğrencilerin fazlalığı yanında, bu ülkelerdeki eğitim kalitesinin yüksekliği de eklenince, gelişmiş ülkeler ile azgelişmiş ülkeler arasındaki mesafe büsbütün açılmaktadır.
AB ülkelerinden Almanya'da her yüzbin kişiye 2.810, Yunanistan'da 2.200, Portekiz'de 1.529 üniversite öğrencisi düşmektedir.
Türkiye'de 1984 yılında, yüzbin kişi başına 670 üniversite öğrencisi düşerken, bu sayı 3 yıl sonra yani 1987 yılında yüzde 49,7 oranında 333 kişi artarak, 1.003 kişiye ulaşmıştır. Bu konuda AB ortalaması 1984'te Türkiye'den 2,8 kat daha fazla iken, bu fark 1987 yılında Türkiye lehine 2,1 kafa inmiştir. Türkiye'nin, bugünkü AB ortalaması olan yüzbin kişi başına 2.149 öğrenci düzeyini yakalayabilmesi için; açılan üniversitelerdeki fakülte sayılarını arttırması, kaliteli eğitim verecek yeni üniversiteler açması gerekmektedir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Az Gelişmiş Ülkelerde Sağlık Hizmeti
Ülkelerin ekonomik gelişme yarışını beslenme ve konut alanlarında izledikten sonra, bir de genel sağlık durumlarıyla incelemek yararlı olacaktır.
Sağlık hizmetleri, bir yandan ülkelerin çoğunda ekonominin büyük ve gelişmekte olan bir sektörünü oluştururken, bir yandan da ülkelerdeki yaşam düzeyinin başlıca göstergelerinden birisidir.
Sağlığı koruma ve her türlü hastalığa karşı koruyucu önlemler alma bakımlarından gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasında büyük farklar vardır. "Yığın hastalıkları denilen cüzzam, frengi, trahom gibi hastalıklara azgelişmiş ülkelerde rastlanır." Yine kolera, verem, tifo, paratifo gibi bulaşıcı hastalıklar ile salgın hastalıklar azgelişmiş ülke insanlarının karşılaştıkları hastalıklardır. Bu hastalıklar azgelişmiş ülkeler için daha ciddi bir tehlike oluşturmaktadır.
Gelişmiş ülkelerin, azgelişmiş ülkelere bulaşıcı ve salgın hastalıkları önlemeleri için yaptıkları ilaç ve benzeri yardımlar, bu ülkelerde ölüm oranlarında bir gerileme sağlamıştır.
Azgelişmiş ülkelerde insanların verimini önemli ölçüde (yüzde 30-60) azaltan hastalıkların başlıca nedenleri şunlardır;
a) Salgın hastalıklara sebep olabilecek elverişsiz hava ve doğa koşulları,
b) Düşük gelir seviyesi, başka bir deyişle "yaygın yoksulluk",
c) Sıhhi tesisatı ile suyu olmayan ve içinde oturulan elverişsiz konut özellikleri,
d) Yeterli muayene, teşhis, tedavi merkezlerinin yokluğu ya da yaygın olmayışı,
e) Doktor ve diğer sağlık personelinin yetersizliği ile koruyucu hekimlik çalışmalarının yokluğu ya da yaygın olmayışı, sağlatmada başarının düşüklüğü,
f) Koruyucu hekimlik çalışmalarının yokluğu ya da yaygın olmayışı,
g) Genel eğitim seviyesinin düşüklüğü, özellikle de sağlığı koruma bilgilerinin yetersizliği,
h) Yetersiz kalori tüketimi (beslenme) ile sağlığa aykırı besinler ve içme sularının kullanılışı,(2)
Yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı ortaya çıkan hastalıklar ve bunlara karşı koymadaki yetersizlikler bir araya gelerek sağlığı korumada elverişsiz bir ortam yaratmaktadırlar.
Azgelişmiş ülkelerde mücadelede yetersiz kalınan hava ve doğa koşullarının, yoksulluğun, bulaşmanın, az kalori tüketiminin, elverişsiz konutlarda oturmanın yol açtığı hastalıklara gelişmiş ülkelerde rastlanmamaktadır. Buna göre azgelişmiş ülkelerde insanlar, gelişmiş ülkelerde hiç karşılaşılmayan hastalıklar nedeniyle yaşamlarını yitirmektedirler.

Doktor Başına Düşen Nüfus Sayısı Fazladır
Azgelişmişliğin özelliklerinden biri de "doktor başına düşen nüfus sayısının fazlalığıdır.
Gerçekten sağlığı koruma ve tedavi bakımından uluslararası bir karşılaştırma için "doktor başına düşen nüfus sayısı" önemli ve objektif bir ölçüdür.
Bu ölçüye göre doktor başına düşen nüfusun az olduğu ülkeler gelişmiş, çok olduğu ülkeler ise azgelişmiş ülkelerdir.
Sanayileşmiş pazar ekonomisi İsviçre'de doktor başına 311, ABD'de 416 nüfus düşerken, Türkiye'de doktor başına 1.108 nüfus düşmektedir. Türkiye ile aynı gelir grubunda olan Suriye'de doktor başına 1.347, Mısır'da 1.698 nüfus düşmektedir. Türkiye bu konuda ileri batılı ülkelerden geride bir noktada iken, kendi gelir grubundaki Mısır, Suriye ve Tunus'tan iyi durumdadır. Ancak düşük gelir grubundaki ülkelerde durum çok daha kötüdür. Örneğin, Bangladeş'te 5.264 ve Etopya'da 79.310 kişiye bir doktor düşmektedir. Bir poliklinik doktorunun günde 15 hastayı sadece muayene edebildiği düşünülürse durumun ne denli acı olduğu anlaşılabilir.
"Azgelişmiş ülkelerde sağlık koşullarının iyileşmesinde, başta Dünya Sağlığı Örgütü (İngilizce adının baş harfleriyle W.H.O. ya da Fransızca adının baş harfleriyle O.M.S.) olmak üzere Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) ve özel bir kuruluş olarak da yaygın adı Cooperative for American Relief Everyvvhere'in ilk harflerinden olan (ÇARE) vardır."
AB ülkelerinden Yunanistan'da doktor başına 303, Almanya'da 313, Porteiz'de 376 kişi düşmektedir.
Türkiye ise bu konuda doktor başına 1.108 kişi ile tüm AB ülkelerinin en gerisinde yer almaktadır. Türkiye'nin bu konuda AB ortalaması olan doktor başına 396 nüfus düzeyini yakalayabilmesi için; daha nitelikli eğitim veren daha çok tıp fakültesi açması, daha çok doktor yetiştirmesi ve nüfus artış hızını yavaşlatması gerekmektedir.
Doktor başına düşen nüfusun, doktorun; muayene, teşhis ve tedavilerinden yararlanabilmesi için doktorların ve sağlık merkezlerinin yurt çapında dağıtılmış olması gerekmektedir. Doktorların ve sağlık merkezlerinin yurt çapında hizmet vermeleri yanında, doktorların pratisyen ya da uzmanlaşmış olmaları hizmetin kalitesi bakımından önemlidir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, azgelişmiş ülkelerde, doktor başına gelişmiş ülkelere göre çok fazla nüfus, kalitesiz sağlık hizmeti ve tedavide kötü gelenek ve görenekler vardır.

Onbin Kişi Başına Düşen Hastane Yatağı Sayısı Azdır
Sağlığın korunması ve tedavi için hastanelere gereksinim vardır. Hastaneler muayene, teşhis merkezleri oldukları kadar, aynı zamanda tedavi merkezleridir. Hastaların hastaneye yatıralarak tedavi edilmesi gerektiğinde, yeterli sayıda yatağın bulunup bulunmadığı çok önemlidir, işte azgelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler bu noktada birbirlerinden ayırdedilebilirler. Bu duruma göre, onbin kişiye düşen hastane yatağı sayısı azgelişmişliğin ya da gelişmişliğin bir ölçüsüdür. Çünkü azgelişmiş ülkelerde yeterli doktor olmadığı gibi, düşük milli gelir seviyesi nedeniyle çeşitli tıpsal cihazlarla donatılmış hastaneler de azdır. Buna karşılık, gelişmiş ülkelerde, yurttaşlarına kaliteli sağlık hizmeti veren, bu sayede erken ölümleri önleyen hastaneler ve sağlık merkezleri çoktur.
ileri pazar ekonomisi isviçre'de her onbin kişiye 81, ABD'de 47 hastane yatağı düşerken; alt orta gelir grubundaki Türkiye'de 22, Tunus ve Mısır'da 20, Suriye'de 12 hastane yatağı; düşük gelir grubundaki Hindistan'da her onbin kişiye 8, Bangladeş'te 3 hastane yatağı düşmektedir. Türkiye bu konuda yoksul ülkeler ile kendi gelir grubundaki Mısır ve Suriye'den iyi, ileri batılı ülkelerden farkedilir düzeyde geride bir noktadadır. Geri kalmış yoksul ülkelerde hastanede yatarak tedavi olanakları son derece kısıtlıdır. Bu da, bu ülkelerin yoksulluğun kısır çemberini kıramamış olmalarından kaynaklanmaktadır.
Şu halde, yoksulluğun kısır çemberinin bu anlamda kırılması için; önce sağlık koşullarının iyileştirilmesi, tedavi için doktor ve hastane yatağı sayısının arttırılması, insanların fizik yapılarının geliştirilmesi ve sonra da eğitim seviyesinin yükseltilmesi gerekmektedir. Bu çalışmalar sonucunda, düzenli yaşam ve kalkınma için gerekli olan sağlıklı, güçlü ve çalışmaları verimli olan insan yaratılmış olacaktır.Bir ülkenin en kıymetli serveti olan insanın, sağlıklı ve güçlü olması o insanın, ülkenin ekonomik faaliyetlerine verimli bir biçimde katılmasını sağlar, insan gücüne sağlık alanında yapılan yatırımlar da meyvelerini vermeye başlar. "Çünkü Hindistan Hükümeti"nce yayınlanan bir raporda belirtildiği gibi sağlık, fiziki ve sosyal çevreye ilişkin olarak vücut ve kafanın ahenkli bir şekilde çalışması veya fonksiyonlarını yerine getirmesi olup, hayattan azami derecede zevk duyulmasını ve azami derecede verimli bir üretim seviyesine ulaşılmasını mümkün kılar. Böyle olunca sağlık koşullarının iyileştirilmesi toplumsal bir amaç olarak ortaya çıkmaktadır.
AB ülkelerinden Almanya'da her onbin kişiye 83, Yunanistan'da 51, Portekiz'de 46 hastane yatağı düşmektedir. Türkiye'nin bu konuda AB ülkeleri düzeyine çıkabilmesi için daha çok hastane açması gerekmektedir. Hastane yatağı sayısının arttırılması, hastanelerde kaliteli hizmet sunulması, hasta tedavi oranının yükseltilmesi, ortalama hayat beklentisini uzatarak nitelikli iş gücünün uzun yıllar korunmasını; bunların, ailelerine ve ekonomiye katkılarının sürmesini, kendilerinin de insanca yaşamalarını sağlar.

Devletin Sağlık harcamaları Yetersizdir
Ulusal bütçeden kişi başına yapılan harcama yüksek ise o ülkenin gelişmiş, harcama az ise o ülkenin azgelişmiş olduğu söylenebilir. Çünkü azgelişmiş ülkelerin kaynakları kıt, toplam milli gelirleri düşük, yıllık ulusal bütçeleri dardır. Bu ülkeler arasında elverişli kaynaklara sahip olanlar vardır. Ancak bunlar bu kaynaklarını iyi kullanamadıkları için milli gelirleri az, ulusal bütçeleri dardır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ise milli gelirler yüksek, ulusal bütçeler geniştir.
1990 yılında ABD'de kişi başına devletçe 780, isviçre'de 380 ABD Doları harcanırken, Türkiye'de 16 ABD Doları harcanmıştır. Türkiye ile aynı gelir grubundaki Mısır'da kişi başına 14, Suriye'de 8 ABD Doları harcama yapılmıştır. Kişi başına yapılan sağlık harcaması Bangladeş'te 2, Hindistan'da 1 ABD Doları olmak üzere çok daha düşüktür.(1) Türkiye bu konuda yoksul ülkeler ile kendi gelir grubundaki Mısır ve Suriye'den iyi, batılı ülkelerden ise geride bir noktadadır.
Türkiye sağlık harcamalarına ulusal bütçenin yüzde 2,4'ü oranında bir pay ayırmaktadır. Bu oran isviçre'de yüzde 13,1, Avusturya'da 12,5, ABD'de 12,2, Norveç'de 10,5 oranındadır. Ulusal bütçeden sağlık harcamalarına ayrılan pay, Türkiye ile aynı grupta yer alan Tunus'ta yüzde 6,5, Tayland'da 6,1 ve Kolombiya'da yüzde 4,5 oranındadır.
Yalnız, devletlerin kişi başına yaptıkları sağlık harcamaları konusunda önemli ve özellikle belirtilmesi gereken bir husus var, o da şu. Yukarıda yer alan sağlık hizmetleriyle ilgili kamu harcamalarına ilişkin veriler, yalnızca merkezi hükümete bağlı kuruluşların yaptığı tüm harcamaları içerir. Eyalet, kent gibi alt düzeydeki harcamalar bunun dışındadır. Bazı ülkelerde, sağlık hizmetlerine ilişkin önemli devlet harcamaları sözü edilen alt düzeylerde yapılmaktadır ve bunlar merkezi hükümet harcamalarının 2 ile 10 ve bazen 20 katı olabilmektedir. Bu harcamalar; ülkedeki sağlık sigortasının maliyetini, aile planlaması programlarını ve işçilere ödenen tazminatları kapsayabilir. Ülke düzeyindeki sosyal güvenlik harcamaları ise kapsam dışı tutulmuştur.
AB ülkelerinden Almanya'da kişi başına 1 010, Yunanistan ve Portekiz'de 160 ABD Doları harcanmaktadır Türkiye kişi başına 16 ABD Doları harcama ile AB ülkelerinden çok geride bir noktadadır.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Az Gelişmiş Ülkelerde Araştırma ve Geliştirme Harcamalarının Milli Gelir İçindeki Payı

Araştırma Geliştirme Harcamaları
Azgelişmişliğin özelliklerinden biri de araştırma geliştirme harcamalarının milli gelir içindeki payının düşüklüğüdür.
Azgelişmiş bir ülkenin kalkınması teknolojik açıdan ilerlemesine, teknolojik açıdan ilerlemesi de araştırma geliştirme harcamalarının yoğunluğuna bağlıdır.
Türkiye* kalabalık ve niteliksiz nüfuslu yoksul ülkeler seviyesini çok aşmış bugünkü gelişmişlik düzeyi, her geçen gün niteliği artan genç nüfusu, yapılan aramalarla gittikçe artan doğal kaynaklarının zenginliği, coğrafi yapısı ve politik konumu bakımından teknoloji alanında atılımlar yapmaya elverişli az sayıdaki azgelişmiş ülkelerden biri, belki de birincisidir. Bu duruma göre Türkiye'nin teknoloji alanında atılımlar yapabilmesi için araştırma, geliştirme harcamalarını yoğunlaştırması gerekmektedir.
Gelişmiş ülkeler milli gelirden küçümsenmeyecek bir payı araştırma, geliştirme harcamalarına ayırmakta ve bu sayede sürekli yeni teknolojiler üretip ekonomiye uygulamakta ve bunun sonucu olarak da hızlı kalkınmaktadırlar. Bu konuda milli gelirden en fazla pay ayıran ülkeler sırasıyla İsveç yüzde 2,80, ABD ve Japonya yüzde 2,71, isviçre ve Avusturya yüzde 2,30, Norveç yüzde 1,82, Kanada yüzde 1,42, Avusturalya yüzde 1,20 ve Yeni Zelanda yüzde 1-dir. Dokuz gelişmiş ülkenin ortalaması 1986 yılı OECD raporuna göre yüzde 2,04 yıl'dır.
Türkiye'nin milli gelirden araştırma geliştirmeye ayırdığı pay yılda yüzde 0,20'dir. Bu oran Türkiye'nin bu konuda çok geride kaldığını ve teknoloji konusunda atılımlar yapamadığının açık delilidir. Türkiye'nin teknoloji konusunda atılım yapabilmesi için, gelişmiş ülkeler oranında olmasa bile, bilinçli olarak kullanabileceği ve kendi bünyesine uygun bir oranda milli gelirden araştırma geliştirmeye pay ayırması gerekmektedir.
Araştırma geliştirme harcamalarının yoğunluğu bakımından AB ülkeleri içinde Almanya, İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi ülkeler ortalama yüzde 2,4 oranında harcama ile ilk sıralarda yer almaktadırlar. Türkiye'nin yapmış olduğu araştırma geliştirme harcamaları yüzde 0,20 ile düşük düzeydedir. Türkiye bu konuda yüzde 0,60 oranındaki harcaması ile 1975 ve 1978 yıllarında ispanya, Portekiz ve Yunanistan'dan iyi iken, 1986 yılı itibariyle AB ülkelerinin en sonundadır. Araştırma geliştirme harcamaları açısından on bir AB ülkesinin 1986 yılı ortalaması yüzde 1,5 oranındadır.
Türkiye'nin bu oranı yakalayabilmesi ve teknoloji üretilebilmesi için milli gelirden daha fazla kaynak ayırması gerekmektedir. 1983 yılında dönemin Başbakanı Bülent Ulusu'ya sunulan "Türk Bilim Politikası (1983-2003) belgesinin altına imzasını koyan Prof.Nimet Özdaş'a, bu çalışması sırasında danışmanlık yapan Ender Arkun, "Türkiye gayri safi milli hasılasının yüzde birini, önümüzdeki on yrl içinde araştırma geliştirmeye ayırırsa, önemli bir mesafe katetmiş olacak. Yirmi yıl içinde de, bu payın yüzde 2'leri bulması gerekiyor. Ancak, bu koşullarda nihai hedef olan, bilimde ilk 20'ye girmek mümkün olabilir." demiştir. Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı ile araştırma geliştirmeye gayri safi milli hasıladan yüzde Tlik bir pay ayrılması planlanmıştır. Bu çok sevindirici ve gerçekçi bir planlamadır: Türkiye bu tutumunu sürdürmek ve bunu en geç yirmi yıl içinde yüzde 2'lere çıkarmak zorundadır. Yoksa Türkiye'nin bir teknoloji sömürgesi haline gelme tehlikesi gittikçe artmaktadır.

Araştırma Geliştirme Faaliyetlerinde Bulunan Teknik Elemanların ve Bilim Adamlarının Sayısı Azdır
Araştırma geliştirme harcamalarının yetersizliği nedeniyle Türkiye'de emek-yoğun teknolojilerin ve küçük ölçekli tesislerin giderek egemenlik kazandığı ve yeni teknoloji gerektiren ürünlerin ortaya çıkarılamadığı görülmektedir. Bunun sonucu olarak Türkiye'nin sınai ürün ihracatında teknolojik yeniliklere bağlı ürünlerin payı düşüktür. Yineleyelim ki bu durumu "... araştırma geliştirme harcamalarının milli gelir içindeki payının yetersiz olmasına ve araştırma geliştirme faaliyetlerinde bulunan bilim adamı ve teknik eleman sayısının yeterli düzeyde olmamasına bağlayabiliriz.
1986 yılında Almanya ve Hollanda'da her on bin kişiye 21, İngiltere ve Danimarka'da 15, durumları kısmen Türkiye'ye benzeyen ispanya'da 4, Portekiz ve Yunanistan'da 3 bilim adamı düşmektedir. Bu konuda AB ülkeleri ortalaması teknisyen açısından her onbin kişiye 11, bilim adamı açısından her 11 kişiye 12 kişidir. Görüldüğü üzere AB ülkelerinden; Almanya, Hollanda, İngiltere, Danimarka, Belçika, Fransa ve italya bu konuda oldukça ileri bir noktadadırlar.
Türkiye, onbin kişiye düşen ve araştırma geliştirme faaliyetinde bulunan teknisyen ve bilim adamı sayıları açısından AB ülkelerinin en sonunda yer almaktadır. Türkiye bu konuda onbin kişi başına 0,5 (1) teknisyen, 1,5 (2) bilim adamı itibariyle komşusu Yunanistan'dan geridir. Bu konuda Türkiye ile AB ülkelerinden İspanya, Portekiz ve Yunanistan arasında pek büyük bir fark yoktur. Ancak, bu açıdan onbin kişiye Almanya ve Hollanda'da Türkiye'nin 10 katı, İngiltere ve Danimarka'da 7,5 katı, Belçika'da 7 katı, Fransa ve italya'da 6 katı irlanda'da 4 katı daha fazla araştırmacı teknisyen ve bilim adamı düşmektedir.
Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı (1990-İ994) ile her onbin kişiye düşecek araştırmacı personel sayısının 15'e çıkarılması planlanmış, ancak hedef gerçekleşememiş ve Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1996-2000) ile iktisaden faal her onbin kişiye düşen araştırmacı sayısının 15'e çıkarılması yeniden planlanmıştır.
Türkiye'nin bu konuda AB ülkelerinin bugünkü ortalamaları olan, onbin kişi başına 11 teknisyen ve 12 bilim adamı ortalamasını yakalayabilmesi için sanırım daha çok yıllar geçmesi gerekmektedir.
Bu konudaki eksikliğimiz, araştırma geliştirme harcamalarının düşüklüğü ile paralel durumdadır.

Bilimsel Yayınlar Azdır
Araştırma geliştirme faaliyetlerinde bulunan bilim adamlarının yoğunluğuna göre, ülkelerin bilimsel yayınları azalıp çoğalmaktadır. Eğer bir ülkede araştırma geliştirme faaliyetinde bulunan teknisyen ve bilim adamı fazla ise, bilimsel yayınlar da fazla, az ise bilimsel yayınlar da azdır.
Bilimsel yayınların çokluğuna ya da azlığına bakarak, ülkelerin gelişmiş ya da azgelişmiş olduğunu saptayabiliriz. Eğer bir ülkede, her yüzbin kişi başına düşen bilimsel makale sayısı çok ise o ülke gelişmiş, az ise o ülke azgelişmiş ülkedir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, her yüzbin kişi başına düşen makale sayısının, bilim adamlarının yazdığı bilimle ilgili makale olmasıdır. Yani, herhangi bir konuda yazılmış, bilime dayanmayan makaleler hesaba katılmamalıdır.
Yukarıdaki verilere göre, dünya bilim sıralamasında, her yüzbin kişiye düşen bilimsel makale sayısı açısından ilk sırayı 1989 yılında 90 bilimsel makale ile İsviçre işgal ediyor. Bu ülkeyi, her yüzbin kişi başına düşen 82 bilimsel makale ile ABD izliyor. Görülen şu ki sanayileşmiş pazar ekonomisi ülkeler, bu konuda ileri durumdadırlar. Bunun nedeni de bu ülkelerde çok sayıda bilim adamının bulunması ve halen de yetiştirilmeye devam edilmesidir.
Alt orta gelir grubunda, bu konuda en iyi durumda olan ülke; her yüzbin kişi başına düşen 2 bilimsel makale ile Mısır'dır. Türkiye her yüzbin kişi başına düşen 0,7 makale ile bu ülkeyi izlemektedir. Bu duruma göre Türkiye'de her yüzbin kişi başına, 1 bilimsel makale dahi düşmemektedir. Bunun nedeni Türkiye'de yetişen bilim adamı sayısının azlığıdır. Ancak Türkiye bu konuda komşusu Suriye'den daha iyi durumdadır.

Alt (düşük) gelir grubunda, .bu konuda en iyi durumda olan ülke Hindistan'dır. Bu ülkede, her yüzbin kişi başına 1 bilimsel makale düşmektedir. Kişi başına düşen GSMH açısından Türkiye'den çok geride olan Hindistan bu konuda Türkiye'den daha iyi durumdadır.
Dünya bilim sıralamasında ilk yirmi sırayı işgal eden ülkeler, araştırmaların ve bilimsel yayınların yüzde 80'nini elinde tutuyor.
Her yüzbin kişi başına düşen bilimsel makale sayısı açısından AB ülkeleri arasında en ileri konumda olan ülke 74 bilimsel makale ile ingiltere'dir. Bu ülkeyi sırasıyla, her yüzbin kişi başına düşen 57 bilimsel makale ile Danimarka, 46 bilimsel makale ile Hollanda, 43 bilimsel makale ile Almanya izlemektedir. Bu konuda, AB ülkelerinin en geride olanı, her yüzbin kişi başına 3 bilimsel makale ile Portekiz'dir. Türkiye ise, 0,7 bilimsel makale ile AB üyelerinin en sonunda yer almaktadır.
Bu konuda, AB üyeleri ortalaması, her yüzbin kişi başına 33,3 bilimsel makaledir. Türkiye'nin bu ortalamayı yakalayabilmesi için, daha çok bilim adamı ve araştırmacı yetiştirmesi gerekmektedir.
Avrupa Birliği'nin ilk sekiz ülkesi, bilim sıralamasında ilk yirmi ülke arasında yer almaktadır. Bu ülkeler ise, araştırmaların ve bilimsel yayınların yüzde 80'nini elinde tutan ülkeler arasındadır. Bunlar sırasıyla ingiltere, Danimarka, Hollanda, Almanya, Belçika, Fransa, İtalya ve Yunanistan'dır.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Az Gelişmiş Ülkelerin Spekülasyon Düşüklüğü

Spekülasyon
İnsanların para talebinin bir kaynağı da "spekülasyon güdüsü"dür. Yani bireyler, bazı fiyat hareketlerinden yararlanmak ve spekülatif kazançlar elde etmek amacıyla yanlarında bir miktar para bulundururlar ve bunu spekülatif işlemlerde kullanırlar. Spekülasyon, bir şeyi ucuzken alıp pahalı iken satarak fiyat farkından yararlanmak demektir.
Gelişmiş ülkelerde halkın spekülasyon düşkünlüğü ve bu amaçla tuttuğu paralar daha ziyade tahvil, hisse senedi piyasası ve faiz oranları ile ilgilidir. Halbuki azgelişmiş ülkelerdeki spekülasyon düşkünlüğü ve bu amaçla elde tutulan paranın yöneldiği iş ve piyasalar çok farklıdır. Diğer yandan azgelişmiş ülkeler halkları, spekülasyonlara gelişmiş ülkeler halklarından daha fazla düşkündürler.
Spekülasyonun Nedenleri
1- Psikolojik Nedenler:
Azgelişmiş ülke insanlarındaki spekülasyon düşkünlüğünün psikolojik nedenleri; "oyun güdüsü" ve "planlama perspektifinin darlığı" ile açıklanmaktadır.

Oyun Güdüsü
Azgelişmiş ülke insanlarının spekülasyonlara düşkünlüğünün psikolojik bir nedeni olarak, bu insanlarda oyun güdüsünün yoğun olduğu ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre; nasıl henüz tam gelişmemiş insanda yani çocukta, oyun güdüsü birçok davranışı etkileyen yoğun bir güdüyse; henüz gelişmemiş toplumlarda da insanların davranışlarının çoğu bu oyun güdüsüyle açıklanmaktadır. Spor-toto, loto, toto-gol, milli piyango, sayısay loto, at yarışı, banka ikramiyesi ve kumar gibi şans oyunlarına azgelişmiş toplumların besledikleri zaaf bilinmektedir. Türkiye'de Milli Piyango idaresi'nin düzenlediği çekilişler nedeniyle 1995 yılında 125 milyon adet ve 11.307 milyar Türk Lirası tutarında bilet satılmıştır.Bu satış 1991 yılındaki 102 milyon adet biletten, 1995 yılında 125 milyon adet bilete ve satış hasılatı da 1.767 milyar Liradan, yineliyelim ki 11.307 milyar Liraya yükselmiştir. Yukarıdaki iddiayı ileri süren iktisatçılar azgelişmiş ülkeler toplumlarındaki bu tür spekülasyon düşkünlüğünü bu yoğun oyun güdüsü ile açıklamaktadırlar. Böyle olunca spekülasyon gibi aslında oyun tarafı fazla olan bir ticarette, bu toplumların zaaf beslemelerinin anlaşılamayacak bir tarafı yoktur.
Planlama Perspektifinin Darlığı:
Spekülasyon nedeni olarak ileri sürülen psikolojik özelliklerden biri de azgelişmiş ülke insanlarının planlama perspektiflerinin genellikle dar olmasıdır. Bu görüşü savunanlara göre azgelişmiş ülke insanlarında bazı güdüler yeterince gelişmemiştir. Bu nedenle, bu insanlar davranış ve kararlarının uzun süreli etkileriyle pek ilgilenmezler. Uzun süreli iktisadi ve sosyal planlamalar yapmazlar. Bunun için bugünü yarından, yarını öbür günden daha fazla önemli sayarlar.(2) Örneğin, bugün 70 yaşında olanlar, gelecek planlaması yapan gençlere; "şimdiki gençler, bir tuhaf, biz eskiden akşam ekmeğini bulunca, sabahı düşünmezdik" diyerek onların planlama perspektiflerinin gelişmesine tepki göstermektedirler. Bu psikolojik özelliğin bir doğal sonucu da, spekülasyonlarla bugün elde edilen geçici kârların, bugün yatırım yapılması halinde, ilerde elde edilecek sürekli kârlara yeğlenmesidir. Bu nedenle, bu ülke insanları "bugün buldun bugün ye, yarını düşünme" diyerek gelecekte sürekli kâr sağlayacak yatırım yapmazlar.

2- Ekonomik ve Rasyonel Nedenler:
Azgelişmiş ülke insanlarındaki spekülasyon düşkünlüğü ekonomik ve rasyonel nedenlerle de açıklanmaktadır. Bu nedenlerin başlıcaları şunlardır:

a. Fiyat Artışlarından Yararlanmak
Azgelişmiş ülke insanları altın, gümüş, apartman dairesi, arsa ve arazi gibi arzı kısıtlı mallara yığışım amacıyla talep yaratırlar. Bu talep, bu malların fiyatlarını sürekli olarak yükseltmekte ve bu malları spekülasyonlar için son derece uygun ve kârlı bir hale getirmektedir.
Kentlerde ve kent çevrelerindeki ev, arsa ve arazi fayatlarını yükselten diğer bir neden de, azgelişmiş ülkelerde nüfusun ve kentleşmenin hızla artmasıdır. Örneğin, Türkiye'de 1995 yılında nüfus artış hızı yüzde 1,8'dir. Köylerde yaşayan nüfus ise yüzde 39'dur. Bu nedenle, Türkiye'de ve diğer azgelişmiş ülkelerde ev, arsa ve arazi spekülasyon için elverişli birer arzı kısıtlı maldır.
b. Döviz Kıtlığı
Azgelişmiş ülkelerde spekülasyon düşkünlüğünü yaratan bir başka ekonomik neden de, bu ülkelerin genellikle döviz kıtlığl içinde bulunmalarıdır. Çünkü, dış ülkelerden borçlanma hariç döviz genellikle ihracattan kazanılır. Azgelişmiş ülkelerin ise, ihraç ettikleri mallar ya tek (petrol, maden gibi), ya da bir iki mamul maldan ibarettir. Azgelişmiş ülkeler çok döviz sağlamak amacıyla mallarını ihraç ederler. Bu mallara ülke içinde de ihtiyaç olduğundan arz talebi karşılayamaz ve bu malların fiyatı yükselir. Böylece bu malların spekülasyonu artar.
c. Enflasyon
Azgelişmiş ülke insanlarının spekülasyon düşkünlüğünü sürekli olarak kamçılayan diğer bir neden de enflasyondur. Çünkü, enflasyon ekonomide sürekli olarak bir talep fazlalığı yaratarak kıtlıklara ve fiyat artışlarına neden olur. Fiyatların hızla yükseldiği enflasyon devrelerinde halk eline geçen parayı derhal mala çevirmek istemektedir. Bir tür paradan kaçış demek olan bu davranış ise bir spekülasyon olup, halkın bankalarda ve yanında tuttuğu para miktarını en aza indirir.
d. Planlama Hataları
Azgelişmiş ülkelerde spekülasyonları arttıran diğer nedenlerden biri de, bu ülkelerde sık sık planlama hatalarının yapılmasıdır. Bunun sonucu olarak şu ya da bu maldan ne kadar üretileceği ya yanlış hesaplanır ya da üretim istenilen düzeye çıkarılamaz. Böylece bu mal için ideal bir spekülasyon ortamı yaratılmış olur.
Diğer yandan, bu ülkelerde yeni teknoloji ürünü ve moda olan mallardan hangi sürelerde, ne kadar üretileceği de önceden. saptanmaz. Bu mallar ilk üretildikleri ve moda oldukları dönemde spekülasyon için elverişli bir ortam yaratırlar. Ancak, teknolojinin ilerlemesi ya da Batı'nın bir ileri teknolojiyi azgelişmiş ülkelere vermesi ve moda olan malın ileri teknoloji ile yeni tip ve modelde üretilmesi, eski malın spekülasyonunu düşürür ve eski teknoloji demode olur. Bu kez de yeni teknoloji ile üretilen mamul, spekülasyon için ideal mal olur. Örneğin, siyah-beyaz televizyon tüpü üretmek üzere; Koç, Profilo Holding, Paşabahçe Cam Sanayii gibi büyük sanayi kuruluşlarının ve bazı bankaların ortaklığı ile kurulan Tüp-Ko Şirketi'nin mamulü olan televizyon tüpleri kapış kapış satılırken, 1984 yılında hükümetin, ansızın renkli televizyon yayınlarına geçilmesi kararı alması Tüp-Ko'yu iflas ettirmiştir. Yani, siyah-beyaz televizyonların modası geçince Tüp-Ko'nun da modası geçmiştir. Çünkü Tüp-Ko, sadece siyah-beyaz televziyon tüpü üretebilecek teknoloji ile kurulmuştu. Böylece 1984 yılının para değeri ile milyarlarla ifade edilen bir yatırım, planlama hataları yüzünden sokağa atılan bir para gibi ortada kalmıştır. Peki bu fabrikayı kurtarmanın çaresi yok muydu? Elbette vardı. Fabrika renkli televizyon tüpü üretimine geçebilirdi. Ancak 1984 yılı para değeri ile 600-700 Milyon liralık bir yatırım gerekliydi. Yıllardır üretim yapmayan Vinileks ve tesisleri bu konuda bir başka örnektir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Gelişmemiş Ülkeler de Alt Yapı Yetersizliği
Azgelişmiş ülkelerin özelliklerinden biri de, bu ülkelerde altyapının yetersiz oluşudur.
Altyapı bir ülkede bulunan; kara ve demiryolları, köprüler, limanlar, barajlar, su kanalları, hava alanları, okullar, hastaneler ve benzerleridir. Altyapı kuruluşları, doğrudan doğruya bir şey üretmemekle birlikte ulusal üretimin tümünü kolaylaştıran donatımlardır. Altyapı kuruluşları olmadan bir ülkenin kalkınması herhalde olanaklı değildir. Tüm gelişmiş ülkeler önce altyapı yaparak kalkınmışlardır. Hatta bu altyapı kuruluşlarından bazıları, bazı ülkelerin kalkınmasında öncü sektör olmuşlardır. Örneğin, altyapı; Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkeleri ile ABD, Kanada ve Rusya gibi ülkelerin kalınmasında böyle etki yapmıştır.
Azgelişmiş ülkelerin bazı kentlerinde ve merkezlerinde, bazı sanayi dalları ve ticaret gelişmiştir. Ancak, bu merkezlerden ülkenin diğer yörelerine kara ve demiryolları ulaşımının bulunmayışı, ya da yetersiz oluşu bu merkezlerde üretilen malların ülkenin diğer yörelerine ulaştırılmasını engeller. Bunun sonucunda, bu sanayi merkezlerinde üretilen malların önemli bir bölümü stokta kalır. Böylece sanayi kuruluşları düşük kapasite ile çalışır ve boş kapasite doğar. Yukarıdaki nedenlerle boş kapasite bulunuşu bu ülkelerin bir özelliği haline gelir. Bunların sonucu olarak da bu kuruluşlar, ya düşük kâr sağlarlar ya da zarar edip kaynak yaratamaz ve yeni yatırım yapamazlar.
Denize kıyısı bulunan azgelişmiş ülkelerde limanların, gemilerin bulunmayışı ya da yetersiz oluşu, bu merkezlerde üretilen malların denizyolundan ucuza naklini engellediği gibi, transit ticaretten gelir elde edilmesini de engeller. Çünkü, bu durumda mallar, daha pahalı bir ulaşım olan özellikle karayolundan taşınır. Halbuki denizyolu ulaşımı çok ucuzdur. Bu nedenle, denizyolundan yükte ağır, pahada hafif mallar da ucuza nakledilebilir ve limanlarda her türlü mal geçici olarak depolanabilir.
Azgelişmiş ülkelerde göletler, barajlar ve su kanalları ya hiç yoktur ya da çok azdır Bu sebeple, bu ülkelerde tarım tamamen hava koşullarına bağlıdır. Kuraklık dönemlerinde ise, göletlerden, barajlardan sulama sistemi bulunmadığından, Etyopya ve Somali'de olduğu gibi sırf açlık yüzünden toplu ölümler görülebilir.
Diğer yandan, bu ülkelerde, bir eğitim merkezi olan her derece ve kademedeki okullar ile hasta sağlatma merkezlen olan hastaneler de yetersizdir. Sırf bu nedenlerle, bu ülkelerde işgücü niteliksizdir. İşgücünün niteliksiz oluşu; tarım, sanayi ve hizmet sektörlerinde çalışacak nitelikli personelin bulunamayışına, insanların işsiz kalmasına ve toplam ulusal gelir ile kişi başına düşen ulusal gelirin çok düşük gerçekleşmesine neden olur. Hastanelerin yetersizliği ise, insanların hasta bir biçimde çalışıp yaşamalarına, verimin düşmesine, erken ölümlere neden olan bir durum yaratır.
işte altyapı kuruluşlarının yetersizliği, değinilen sorunlar nedeniyle azgelişmişliği sürekli hale getirdiğinden, aynı zamanda geri kalmışlığın da bir nedenidir.
 
Top