• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Elif Şafak tüm makaleleri

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Bir genç kızın intiharı
18 Mart 2010


SABAHIN erken saatleri. Trafik henüz yoğun. İstanbul'da bir gün daha başlıyor, milyonlarca yürek, milyonlarca hasret. O kadar derin yarası var ki herkesin, o kadar çok sızı göğüs kafesimizde. Buna rağmen şefkatle, anlayışla davranamıyoruz birbirimize. Bir hırçınlık, bir kızgınlık var üzerimizde. Halbuki kırgın olduğumuz her kim varsa o da en az bizim kadar yaralı... Bunu bir anlayabilsek keşke.
Saat 10.30. Yer Haliç Köprüsü. Bir yakadan bir yakaya akan araba ve kamyonet zincirinde bir yavaşlama oluyor nedense. Önlerde bir koşuşturma. Yüzlerde çaresizlik. "Atladı" diyor birileri bağırarak. Heyecandan kelimeler karışıyor. Anlaşılmıyor ne dedikleri. Sonra yeniden o meşum sözler duyuluyor: "Atladı abi, atladı!"
Bir genç kız. Yüreği körpe, adımları narin. Ömrü uzundu belki, uzun ve renkli, halbuki kader çizgisi yarım. Üzerinde öğrenci kıyafeti. Lisedeydi. Henüz 17 yaşında. Öyle bir yaş ki zor, hem de ne zor. Ne çocuksun, ne kadın. Ne küçük diye severler, ne büyük diye dinlerler. Yalnızlığın en yoğun hissedildiği yıllar bunlar. Halbuki herkes yalnız aslında. Onu bilmezsin. Bir tek senin başına gelmiş zannedersin. Halbuki herkesin kalbi sırça. Onu da bilmezsin. Bir tek seninki bu kadar acır zannedersin. Ne bu dünyanın içinde, ne ötesindesin.
Bağcılar'da bir lisenin öğrencisiydi. Anne babasının gelir durumu yüksek değildi. Polisin verdiği bilgilere göre web sitesinde bıraktığı son mesajda intiharın işaretlerini vermişti: "Gün gelir gidersin elbet, zaten alıştı gönlüm uzaktan sevmeye. Sen de git şimdi ardına bile bakmadan. Eğer dönersen bil ki ben orda olmam ÇÜNKÜ yoruldum artık..."
Üst üste okuyorum bu mesajı. Belki bir romancı merakıyla okuyorum, belki sadece insan olmanın sorumluluğuyla. Aklımın kancaları takılıyor bu kelimelere. Düşünmeden edemiyorum, nasıl olur da yorulur 17 yaşında bir insan. Henüz baharında ömrünün. Düşleri terütaze. Enerji deposu olmalı o şimdi, moral, ilham ve yaratıcılık deposu olmalı. Mesajındaki başka hiçbir söz bu kadar üzmüyor beni. Beslediği kırık aşk bir bu kadar şaşırtmıyor. 15 yaşında bir insanın "yoruldum artık..." demesinde insanı derin kasvetlere düşüren bir şeyler var.
Pek çok Avrupa ülkesinin aksine Türkiye nüfusunun büyük bir kısmı gençlerden oluşuyor. 14-18 yaş arası kesime yönelik çalışmaların artmasına acil ihtiyacımız var. Onların sorunlarını dinleyen, yaratıcılıklarını geliştiren ve en önemlisi her birine "birey" olarak davranan bir yaklaşımı ne kadar geniş bir tabana yayarsak, toplum olarak bundan o kadar yarar görürüz. Halbuki özel olarak bu yaş kesimine yönelik faaliyet gösteren gönüllü kuruluşlar ne yazık ki çok az.
Bu kuruluşların öde gelenlerinden biri Genç Hayat Vakfı. İstanbul'un 5 ayrı ilçesinde büyük bir özveriyle çalışan vakıf, 11 ila 18 yaş arasındaki gençlerimizin daha mutlu ve olgun yetişkinler olabilmelerini, sivil toplum ve sosyal sorumluluk bilincinin geliştirilmesini amaçlamakta. Vakfın etkinliklerinden biri olan "Sokağımdan Tarih Yazıyorum", hem Avrupa Kültür Başkenti Ajansı hem de Habertürk tarafından desteklenen son derece yaratıcı bir proje. Ortaokul ve lise öğrencileri, yaşadıkları şehrin hayatına aktif olarak katılmakta, kendi bireysel seslerini duyurmakta, saha araştırmaları ve izlenimlerini birbirleriyle paylaşabilmekteler. Buluğ çağındaki gençlere yönelik buna benzer çalışmaların artması, daha fazla gencimize kendilerini ifade etme alanı açacak. Şayet biz yetişkinler birbirimizi didiklemekten ve ötelemekten fırsat ve zaman bulabilirsek gençler için yapmamız gereken çok iş var önümüzde.
Haliç Köprüsü'nden 17 yaşında bir genç kız atladı. Görgü tanıklarının dediğine göre saat tam 10.30'du. Ben bu yazıyı kaleme alırken balıkadamlar suların dibinde cesedini aramaktaydı.
İsmi Cennet'ti. Dilerim ebedi mekânı da öyle olur.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Babalar, oğullar ve torunlar
25 Mart 2010


DANIEL Wallace tarafından yazılmış müthiş bir roman var. “Big Fish-Büyük Balık.” Henüz Türkçe’ye neden çevrilmedi ve bizde basılmadı bilemiyorum. Genelde hızlı ve gayet atak olan edebi çeviri mekanizması, derin rekabet halindeki yayınevlerimiz bu kitabı nasıl atladı acaba? İzleyenler hatırlarlar, aynı zamanda çok da etkileyici bir film yapıldı bu romandan. Üstelik Tim Burton imzalı. Gene aynı isim altında. Sıcak, sakin, samimi, alabildiğine hayalperest ama bir o kadar mütevazı... Bir oğulun gözünden babasının hikâyesidir bu kitapta anlatılan.

Bir adam işinde son derece yüksek yerlere gelmiş olabilir; kendince önemli payeler edinmiş, büyük paralar kazanmış olabilir. Çok sayıda insan tarafından tanınıyor, hatta sayılıyor da olabilir. Ama son tahlilde onun nasıl bir insan olduğunu söyleyecek olan son bir merci var: Oğlu. Oğlunun gözünden bakınca görünen hakikat, resmin tamamı olmasa bile, en önemli parçasıdır. Büyük Balık romanında, ölüm döşeğinde yatan baba ile tek oğlu arasında şöyle bir konuşma geçer.

“Sizi çok yalnız bıraktım” der baba. “Ama bil ki ne yaptıysam sizin için yaptım. Sen ve annen için. Büyük bir gölde büyük balık olmak istedim. Küçük suda küçük balık olmak yetmedi bana.”

Oğul sessizce dinler. “İyi ama büyük adam olmanın ölçüsü ne? Çok iş yapmak mı? Çok para kazanmak mı? Çok seyahat etmek mi? Ne zaman karar verdin büyük balık olduğuna?” Baba durur, düşünür. “Bir baba, oğlu tarafından ne kadar çok seviliyorsa, o kadar büyük bir balıktır deryada.”

Saygı değil burada bahsedilen. Korku değil. Otorite değil. Oğulun babaya duyduğu katıksız aşk, Büyük Balık romanında anlatılan. Böyle bir aşkla bakabiliyorsa şayet oğul babasına, her şeye rağmen onu derinden seviyor ve biliyorsa avucunun içi gibi, o adam büyük balıktır işte.

Ne yazık ki, pek çok baba var bu toplumda ama çok azı büyük balık. Ne yazık ki bizde duygularını göstermeyi zaaf addeden, çocuklarının yanında onlarla beraber çocuk olmayı beceremeyen, eğilmez bükülmez bir babalık modeli hâkim. Bu daha köklü. Hep bir otorite peşindeyiz nedense. İlla ki sözümüzü dinletmek, evde kral kesilmek peşinde. Kalp kazanmayı, buyurgan olmaya tercih edemiyoruz bir türlü.

Ağlamayı kendilerine yasak eden babalar, oğullarına da yasaklıyor erken yaşta. Bacak kadar çocuğa bile, “Erkek adam ağlamaz” demelerimiz bu yüzden. Evladını uzaktan sevmekle olmuyor babalık. Bir de sevdiğini göstermek var. Kişi oğluna duygularını iletemiyorsa, kaskatı ahlak değerleri ya da belletilmiş erkeklik kodları adına kendini tutuyor, çocuğuna sarılamıyorsa, öyle sevgi tek kanatla uçmaya çalışan kuş gibi.

İşin ilginç yanı, bu tür otoriter babaların çoğu ilerleyen yaşlarda yumuşacık dedelere dönüşüyor. Oğullarına gösteremedikleri sevgiyi katbekat torunlarına veriyor. Altmışlarında, yetmişlerinde, seksenlerinde dedeler, ufacık torunlarının yanında yeniden hayat bulmuşçasına alabildiğine sevecen, olabildiğince şefkatli, her türlü çocuk kaprisine “Bana mısın?” demeden, ne kadar doğal, nasıl da kendiliğinden... Kim inanır aynı erkeklerin geçmişte kendi oğullarına karşı kaskatı davrandıklarına, daima mesafeli olduklarına? Kim inanır torunlarının yanında böylesine sevecen ve duygusal olan dedelerin, seneler boyu oğulları karşısında duygularını bastırdıklarına?

Bizde babalar değil, dedeler büyük balık oluyor genelde.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Çok okuyan mı bilir?..
01 Nisan 2010


“ÇOK download eden mi bilir, Facebook’ta çok dolaşan mı?”

İster inanın, ister inanmayın, artık gençler böyle konuşuyorlar kendi aralarında. Şarkı, film, klip, kitap... Download etmek, yani internetten indirmek, sonra bunları kendi aralarında paylaşmak, bu çağın ruhu.

Facebook’a gelince, inanılmaz rağbet görüyor Türkiye’de. Dünyada üçüncü sıraya oturmuş durumdayız. Katlanarak artan Facebook üyeliği, en çok dolaşım, sürekli kendini yenileyen sanal bir mecra... Yepyeni bir kuşak yetişiyor Türkiye’de. Ve bu yeni akım, çok büyük bir değişim ve atılım ifade ediyor nüfusun bu kadar genç olduğu bir ülkede.

Bizim kuşağımız tabii bu lafı daha farklı bilirdi. Çocukluğumuz boyunca ne çok kez duymuşuzdur kimbilir: “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” Cevaptan ziyade, sorunun kendisi önemliydi sanki. Ortada derin bir ikilem varmış gibi ciddiyetle yöneltilirdi soru. Her seferinde “Çok okuyan!” dememiz istenirdi. Galiba ilk ve ortaokul hocalarımız, okuma sevgimizi böyle artırmaya çalışırdı. Çok okumak ile çok gezmek, asla ve zinhar yan yana gidemezmiş gibi....

Bense, okumayı da seyahat etmeyi de tutkuyla seven biri olarak ikiye bölünürdüm. Hiçbir zaman ısınamadım bu yapay ikileme. Belki okumanın da içten içe bir seyahat olduğuna inandığımdan... Her kitabın bizi başka bir yolculuğa çıkardığını düşündüğümden. Okuyarak da gezmek mümkün, her kitabı başlı başına bir serüven addederek. Bir başka yüzyıla, bir başka mekâna, bir başka hayata uzanan bir yolculuk. Aynanın bir de öbür tarafı var; çünkü dünyayı da okumak mümkün; her insanı, her hayatı bir kitap belleyerek. Okumak ve seyahat etmek aslında o kadar iç içe ki....

Zaman zaman kendimizden bahsederken “göçebe bir toplum” olduğumuzu söyleriz. Güzeldir bu laf, kulağa hoş gelir, ama ne kadar doğru? Başka kültürlere, şehirlere, uygarlıklara gösterdiğimiz ilgi aslında ne kadar derin?

Türkiye’de son on sene içinde edebiyat ve kitap dünyasında gözle görülür bir canlılık ve renklilik var. Bununla beraber kitapçı raflarında seyahat/keşif/anı kitapları hâlâ o kadar kısıtlı ki. Anlaşılan ya yolculuklarını yazıya geçirmeyi alışkanlık edinmemiş bir toplumuz ya da o kadar sevmiyoruz yolculuk etmeyi. Ahmet Midhat’ın, ismiyle okurlarda kallavi beklentiler uyandıran yapıtını düşünüyorum mesela. “Sayyadane Bir Cevelan“, o büyük, uzun seyahat Beykoz’dan başlayıp İzmit Körfezi’ne kadar uzanıverir sadece, sessizce.

Merak ki en basit, en insani itki. Merak ki en çabuk yitirdiğimiz ve yokluğunu dahi hissetmediğimiz değer. Merak içinde yaşadığın âlemi iliklerinde hissetmenin, başkalarının hikâyelerini paylaşmanın, kendini geliştirmenin, bireysel ve toplumsal olgunlaşmanın ilk adımı. Sadece kendi hayatını değil, bir başkasının hayatını da, insanlığın gidişatını da derinden anlamak için bir çaba. Dünyanın bir başka yerinde hiç tanımadığın birinin parmağı kesildiğinde, yüreği dağlandığında, feryadını duymak, kayıtsız kalmamak, o yaraya neyin sebep olduğunu sorgulamak... Kopmamak yerkürenin tıp tıp atan nabzından. Kâinata merakla bakmak, bakabilmek gerek.

“Abd-i hakir Evliya-yi fakir” sevgili Evliya Çelebi, ruhu şad olsun, tüm memalik-i Osmaniye’yi gezmiş, yedikleri içtikleri onun olsun, ama gördüklerini kaleme alıp bizlere aktardı. Sayesinde çok daha canlı geçmiş gözümüzün önünde. Gerçi o rüyasında Rab’dan “şefaat” dileyeceğine, yanlışlıkla“seyahat” dilediğini söyler. Dili sürçmüştür, öyle başlar seyahatlerine. Onun torunlarının torunları olan bugünkü gençlerimizin de sadece internette dolaşmakla yetinmeyip hayatı da bir kitap gibi okumaları, kitapları da bir dünya gibi görmeleri dileğiyle...
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
‘Öteki kadın’
08 Nisan 2010


YAKINLARDA Hülya Avşar’ın Habertürk televizyonundaki keyifli, renkli programına konuk oldum. Su gibi aktı gitti muhabbet. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile.

Edebiyat sevgisinden kitap turnelerine, aşktan toplumsal ahenge kadar konu konuyu açtı. Programda sorulan onlarca sorudan bir tanesi var ki takıldı kaldı zihnimin kancalarına: “Öteki kadın? Peki ya onu ne yapacağız?”

Soru önemli. Soru aslında hepimizin hayatında yer etmiş, içimize sinmiş. Bir kadının evliliği aksıyorsa, bir şeyler fena halde tökezlemeye başlamışsa, üçüncü bir insan değildir bundan sorumlu olan. “Bir başka kadın”, varsa şayet, sadece bir sonuçtur, sebep değil.

Aslında öteki kadın meselesi sadece çatırdayan evliliklerde değil, hayatımızın her anında, her adımında çıkıyor karşımıza. Erkeklerin belki de kolay kolay anlayamayacakları bir zihinsel bölünmeyle bakıyor kadınlar birbirlerine. Nedense hep kıyaslıyoruz kendimizi başkalarıyla. Araya mesafeler koyarak. Kategoriler üzerinden. Ben bu halimize “Öteki Kadın Fobisi” diyorum.

Bu fobi her sınıftan, her kesimden kadını yakalıyor. Eğitimli olanımızı da etkiliyor, eğitimsizi de. Kentliyi de köylüyü de. Türbanlıyı da türbansızı da. Gün içinde, sokakta, işte, lokantalarda, başka kadınlara dikkatli dikkatli bakıyor, ayrıntılara takılıyoruz nedense. Merak ediyoruz acaba “o kadın” bizden daha mı mutlu, daha mı şanslı, daha mı güzel, daha mı “daha”?

Amerika’da ders verdiğim yıllarda, son derece başarılı, yaratıcı bir akademisyen olan ve o günlerde bir bebek dünyaya getiren sevgili arkadaşım Ayşe Parla’yı ziyarete gitmiştim. O zamanlar ben kendimi ömür boyu bekâr kalmaya namzet biri olarak görmekteydim. Ayşe ise benden farklı bir şekilde düzenli bir hayat, bir yuva kurmuştu.

O gece onu rüyamda gördüm. Evinde, tül perdeler arasında geziniyordu mütebessim, güzel mi güzel. Ertesi sabah ben daha kendisine rüyayı anlatmadan ondan bana bir mesaj geldi. “Biliyor musun, dün gece seni rüyamda gördüm. Kitaplar ve kütüphaneler arasında oturuyordun. Bağımsız, başına buyruk...”

Birbirimize rüyalarımızı anlatınca gördük ki kafamızda kategoriler çıkarmışız. Ben onu “evli, barklı, çocuklu, düzen sahibi kadın” yapmışım. O beni “ayakları üzerinde duran, bekâr, özgür kız”yapmış. Halbuki bugün geldiğimiz yere bakıyorum, ikimiz de ne annelikten ne kariyerden vazgeçtik. Ne kadar yakın duruyoruz. Belki ta o zaman da öyleydi ama biz göremedik. Dayanamadık, adeta bir refleks halinde, tamamen iyi niyetlerle, “öteki kadın” yaptık birbirimizi.

Çocuk yapan kadının aklı kariyer yapanda, kariyer yapan kadının aklı çoluk çocuğa karışanda. Hangi yolu seçersek seçelim aklımız daima beriki yolda kalacak galiba. Rüyalarımıza giriyor, hemcinslerimizle ilişkilerimizi etkiliyor, kendi kendimize bakışımızı biçimlendiriyor öteki kadın.

Ne yaparsak yapalım hep kıyaslıyor, kıyaslayınca eksiklik duyuyoruz. Aslında her birimiz, kim olursak olalım, sürekli öteki kadının yerinde olmayı istiyoruz.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Adı Gülistan
15 Nisan 2010


ADI Gülistan’dı, yirmi sekiz yaşındaydı. Bir oğlu vardı. Ve yeni bir cana hamileydi. Yedi aylık gebe. Karnı burnunda.

Eğer eğitim düzeyi, maddi ve sosyal imkânları sınırlı bir ailede doğmak yerine, diyelim İzmir’de, Ankara’da, Adana’da ya da İstanbul’da bambaşka şartlarda doğmuş olsaydı, eğer babası okuması için sonuna kadar destek verse, ailesi ve çevresi yeteneklerini geliştirmesi için ona kol kanat gerseydi... Gencecik yaşta evlendirilmeseydi... Okuyabilseydi... Kendini geliştirebilseydi... Kendi parasını kazanabilseydi... Kimseye muhtaç olmayabilseydi... Ve onu hor gören, insan yerine koymayan, aklına estiği gibi şiddet uygulayan bir adamla değil, ona değer veren biriyle evlenseydi, bugün nerede olurdu Gülistan? Bir gül dalı gibi hayat dolu gülümser miydi?

Kaç kadın ölüyor bu ülkede?

Koca dayağı, baba dayağı, namus cinayeti, nişanlı gazabı, boşanmış eşin intikamı derken, kaç kadın, en yakınlarındaki erkeklerin elinde can veriyor, yaralanıyor, kırılıyor dal gibi? Ve daha kaç kadın korkuyla, endişeyle, cehennem hayatı yaşıyor? Gidecek bir yeri, sığınacak kapısı olmayan kaç kadın var? Kadın Sığınma Merkezleri ilk defa kurulduğunda, bu konuya alaycı bir tebessümle tepeden bakan bürokratlar oldu. “Canım ne gerek var?” diyenler oldu. Hatta ve hatta, “Evli kadının yeri kocasının yanıdır” diyerek, şiddet gören kadınları geri yollamaya kalkanlar oldu. Bu tuhaf zihniyet yüzünden bazı kadın sığınma merkezleri kapatıldı. Bugün o kadar az sığınak var ki. Eğer bir kadın, kocasından dayak yiyorsa ve baba ocağından yeterince destek görmüyorsa, ortada kalmış demektir.

Kadınlarını inciten bir ülke mi olduk biz?

Gencecik bir kadın öldü, karnında bebeğiyle. Bir değil, iki cinayet işlendi. İki can silindi yeryüzünden.

Karnı burnundaydı. Koyun otlatmaya gidemedi. Koyun otlatma kısmı bahane. O olmasa başka bir şey olurdu bu sefer. Şiddete başvuran kocalar için her şey bir bahane aslında. “Çorbanın tuzu mu eksik”, al sana dayak için bir sebep. “Komşuya oturmaya mı gittin”, dayak için bir sebep. “Çocuk mu ağladı”, dayak için bir sebep. Dolayısıyla, gazetelerimizin “Koyun otlatmaya gitmediği için canından oldu” şeklinde ibareler kullanmasında doğru olmayan bir şey var. Bir kadın öldürüldü. Koyun otlatmaya gitmediği için değil. Herhangi bir hata yaptığı için değil.

Ne zaman bırakacağız “kurbanlar”a odaklanmayı? Onların fotoğraflarını basmayı?

Ne zaman bakacağız faillere?

Kaç kadın soluyor her gün azar azar? Ne istatistikler var elimizde, ne yeterince bulgu. Tahmini konuşuyor, tahmini yazıyoruz. Çünkü ne yazık ki hâlâ dayak “cennetten çıkma”. Çünkü ne yazık ki aile içi şiddet bir çiftin “iç meselesi” sayılıyor. Çünkü ne yazık ki bir kocanın, karısına zulmetme hakkı olduğu zannediliyor. Çünkü ne yazık ki bizler de masum değiliz. Yeterince umursamıyoruz. Değiştirmek için bir şey yapmıyoruz. Bu duruma seyirci kalıyoruz.

Politikacı eşlerinin siyasetten uzak durma gayretlerini anlıyorum. Ama böyle bir mesele için adım atmazlar mı? Kadın siyasetçilerimizin Ankara’nın temposunda koşturmalarını anlıyorum. Ama bu konuya zaman ayırmazlar mı? Medyadaki kadın kalemler, akademideki kadın hocalar, edebiyat dünyasındaki kadın yazarlar, televizyon ve sinemadaki kadın oyuncular, biz bir araya gelmez miyiz hiçbir zaman?

Kaç belediye var bu konuya duyarlı?

Kaç siyasetçi var başka Gülistan’lar olmasın diye gerekli adımları atmaya hazır?

Hukukçular, akademisyenler, siyasetçiler, gazeteciler, sanatçılar... İşin tuhaf yanı, muhtemelen aramızda, dayak atılan evlerde büyüyenler var. Muhtemelen bazılarımız, babalarının annelerini dövdüğüne tanıklık ederek büyüdü. Peki onlar da mı bugün bu konuyu es geçmekte? Onlar da mı unuttu kendi çocuk yüreklerindeki yangını?

Onlar da mı bir şey yapmayacaklar Gülistan mezarında rahat uyusun diye?
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
‘Dışarı’ korkusu
22 Nisan 2010


ÇOCUKLUĞUMUN bir kısmı İspanya’da geçti. 1970’lerin Ankara’sından sonra Madrid alabildiğine farklıydı, renkliydi. Zil, şal ve gül, şendi. Sokaklarda ne kadar çok kadının yürüdüğünü gördükçe şaşırdığımı hatırlıyorum. İspanyol kadınları ürkek değildi. Bedenlerini ve kıyafetlerini bir yük gibi taşımıyorlardı. Kamusal alan sadece erkeklere ait değildi, herkesindi.

Madrid’dekinden tamamen farklı bir kamusal alan düzenlemesini seneler sonra Amman ve Şam gezisinde gördüm. Amman sokakları daha farklı bir yazı konusu ama Şam sokakları ağırlıklı olarak erkeklere aitti. Etraftaki yayalar, görevliler, sürücüler, seyyar satıcılar, ekseriya erkekti. Orada yabancı olmak, kadın olmak, farklı olmak nında dikkat çekiyor, bireyi boğan bir hal alıyordu.

Bir an için iki hayali şehir düşünün. Birinin sokaklarında, meydanlarında sadece erkekler olsun. Diğerinin kamusal alanında kadınlar ve erkekler beraber ve özgürce dolaşsın. İki şehrin bireyler üzerindeki etkisi aynı değil. Ritmi, enerjisi, havası aynı değil. Kamusal alanların sadece erkeklere açık olduğu yerlerde hayat daha yekparedir. Farklılıklara daha kapalı, daha tahammülsüzdür. Dolayısıyla daha baskıcıdır.

On bir yaşında gittiğim İspanya’da seneler boyu kadınların kamusal alandaki etkinliğini görmek bende derin izler bıraktı. En az bunun kadar bana hayret veren bir başka şey daha vardı: Engellilerin gündelik hayata yoğun katılımı. Madrid’de sokaklarda, mağazalarda, sinemalarda, lokantalarda ve işyerlerinde ne kadar çok engelli insanın olduğunu gördüm. Sadece iziksel engelliler değil, aynı zamanda zihinsel engelliler de dışarıda, hayatın içindeydi. “Görünmez” değillerdi. Kimse “utanmıyor”, “saklamıyor”, “yok saymıyordu”.

Belki farkında değiliz ama bu kadar çok zihinsel ve fiziksel engelli insanı hayatın her aşamasında, şehrin her noktasında görmeye alışkın değil bizim gözlerimiz. Bu bizim kendi ayıbımız. Kendi kusurumuz. ngelli insanların hayata dört dörtlük katılmalarının önünde doğuştan ya da sonradan bir“mâni” varsa şayet, bizim önümüzde de daha büyük bir “zihinsel mâni” var aşmamız gereken.

Türkiye’de binlerce zihinsel ve fiziksel engelli yaşıyor, kimi çocuk kimi yetişkin, tıpkı başka ülkelerde olduğu gibi. Tek farkla: Bizde “farklı” görünen insanlar o kadar kolay dışarı çıkmıyor, çıkamıyor. Fiziksel olarak farklı görünen insanlar “dışarı korkusu” yaşıyor. Onları gözlerimizle, sözlerimizle dışlıyoruz. Biz engelli insanlarımızı eve kapatıyoruz. Bu kültürel ve toplumsal duvarı delebilenler ise çoğu zaman dışarıda pes ediyor. Çünkü şehir hayatı onları düşünerek planlanmamış.

Hayrünnisa Gül’ün himayesinde başlatılan “Eğitim Her Engeli Aşar” kampanyasını bu açıdan çarpıcı, önemli buluyorum. Özel sınıfların kurulması, yeni okulların açılması ve en önemlisi, daha fazla engelli çocuğun kendilerini geliştirebilmeleri için bu kıymetli bir adım. Basına yansıyan konuşmasındaHayrünnisa Hanım, “Çocuklarınıza güvenin” diye seslendi anne babalara. “Hayata dört elle sarılmaları için onları teşvik edin.” Ve onları dört duvar arasında tutarak iyilik etmediğimizin altını çizdi. Bu sözlerin, engelli çocuklarını dışarıya çıkarmaya alışkın olmayan bir toplumda etkisi büyük.

Ne kadar çok sayıda birbirinden farklı insan, eşit ve özgür şartlar altında, ezilmeden ve horlanmadan, aynı sokakları, aynı mekânları kullanmayı başarırsa, demokrasi kültürümüz de o kadar pekişir. Demokrasi masa başında ya da kürsüde değil, hayatın içinde test edilir. Bir insanın ne kadar hoşgörülü olduğu lafla değil, ündelik hayatın içinde belli olur. Daha renkli, daha çoğulcu, daha eşitlikçi ve daha oşgörülü bir kamusal alandır ihtiyacımız olan. Hepimizin.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Neler oluyor bize?
29 Nisan 2010


BİR okurum Adana’dan bir mektup yollamış. İçten, duygusal, samimi. Bugünlerde bir öğretmen olarak, bir kadın olarak, bir anne olarak, bir insan olarak gazeteleri okumakta zorlandığını söylüyor. “Bize neler oluyor?” diye sormuş ardından. “Böyle değildi bu toplum. Nasıl bu hale geldik? Utanç duyuyorum. İnsanlık adına.”

Siirt’ten peş peşe gelen taciz ve cinayet haberleri bütün ülkeyi derinden sarstı. Ama bu tür insanlık dışı hadiselerin bu toplumda daha evvel yaşanmadığı, bugünlerde arttığı iddiası doğru değil. Benzer olaylar eskiden de oluyordu ama çoğunlukla duymuyor, konuşmuyorduk. Gazeteler yazmıyor, kamuoyu tartışmıyor, politikacılar “görmüyor”du. Yerel yetkililer bu konuda bir açıklama yapma ya da toplumu bilgilendirme ihtiyacı hissetmiyordu. Kalın bir sessizlik perdesi çekiliyordu, o kadar. Tıpkı“töre” cinayetlerinde olduğu gibi. Öteden beri oluyordu bunlar. Tek farkla: Fazla duyulmadan kapanıyordu hadiselerin üstü. Toplumun geri kalanı durumdan bihaber devam ediyordu yoluna; bilmeden, görmeden, düşünmeden...

Bir toplum ne kadar feodal ve içine kapanık ise orada insanların -özellikle kadınların- hayatı o kadar önemsizleşir. Kolektivite ve otorite karşısında birey adeta çaresizdir. Sistem demokratlaştıkça ve kitle iletişim araçları daha iyi bir şekilde işledikçe tek tek bireylerin varlığı önem kazanır. O zaman sadece nüfus sayımında birer “rakam”dan ibaret olmaz insanlar. Başlı başına eşit ve bağımsız bir birey olarak algılanırlar. Öyleyse, bugün ensest, töre cinayetleri ve cinsel taciz hadiselerini geniş düzeyde konuşuyor olabilmemiz, aslında bugün dünden daha demokratik ve açık bir toplum oluşumuzla ilintilidir. Bu bir paradoks gibi görünse de, konuşabilen bir toplum, yazabilen bir toplum, yani meseleleriyle yüzleşebilen bir toplum, “ortada hiç sorun yokmuş gibi yapan” bir toplumdan daha ileridedir.

Bundan çok değil, iki sene evvel bir kadın kurultayında bir konuşmacının çıkıp şöyle dediğini hatırlıyorum: “Ensest ve yakın çevre içinde taciz gibi meseleler bizden çok bireyci Batı toplumlarının sorunudur. Bizdeki aile yapısı o kadar sağlam ve köklü ki böyle şeylere milyonda bir bile rastlanmaz. Bizim aile yapımızda büyükler küçükleri korur, küçükler otoriteye saygı gösterir.”

İşte şimdi bu zannımız kırıldı. Ve kırılmasına ihtiyacımız vardı. Gerçeklerle yüzleşmek için. Hakikatleri görmeden ve kabullenmeden, kendimizi geliştiremez, güzelleştiremeyiz. Bir toplum her meseleyi özgürce konuşabildiği ve yazabildiği ölçüde zenginleşir. Konuşmak, konuşamamaktan çok daha iyidir. Bundan dolayı, olayların üzerini kapatmaya çalışmak, “Aileler kendi aralarında anlaştı, siz karışmayın” demek doğru değildir.

Siirt’teki yetkililerin basına çatmak yerine şunu demesini tercih ederdim: “Bizler yaşananlardan dolayı büyük bir üzüntü duyuyoruz. Kadın olsun erkek olsun, çocuk olsun yetişkin olsun, tek tek her vatandaşımızın daha iyi, daha eşit, daha özgürce yaşaması için ve bir daha bu tür karanlık hadiselerin olmaması için elimizden geleni yapacağız, yapıyoruz. Siz de bize destek olun. Beraber adım atalım.”

Öte yandan inanıyorum ki nice Siirtli durumdan derin bir keder duymakta. Onlar da bu tür hadiselerin her yerde olabileceğini, bu şekilde damgalanmaktan üzüntü duyduklarını belirtiyorlar. Haklılar. Görsel ve yazılı basında bu konuyu konuşurken meseleyi Siirt’e has bir günah haline getirmemeliyiz. Siirt’i ve Siirtlileri dışlamadan, ötelemeden, ötekileştirmeden konuşmak ve yazmak durumundayız. Peki ne yapmalı? Evvela kolektif bir bilinç oluşturmalı. Ortak duyarlılık, adap ve vicdanımızdan feyz alarak. Bu bizim ortak meselemiz. Hepimizin!

Türkiye’deki kadınlar, eşler, anneler, anneanneler, kız kardeşler, ablalar, gelin beraber adım atalım. Milyonlarca seçmeniz aslında biz. Ne kadar güçlüyüz ama farkında bile değiliz. Bugünden itibaren, siyasi partilerin ve siyasetçilerin, kadınlar ve çocuklar için ne yaptıklarına dikkat edelim. Daha çok kadın vekilin Meclis’e girebilmesi için uğraşalım. Oyumuzu, desteğimizi bu konulara duyarlı olanlara verelim. Zorda olan, darda kalan kız kardeşlerimize destek vermek için tek tek neler yapabileceğimize kafa yoralım.

Birbirimizin kederine kayıtsız, birbirimizin hikâyesine bigâne kalmayalım
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Biyografisine sığmayan kadın
06 Mayıs 2010


Halide Edip Adıvar ile yollarımızın kesişmesi, ben lise son sınıftayken oldu.
Daha önce eserlerinden seçmeler okumuşsam da bunları saymıyorum. Ders
kitaplarıyla sınırlı yüzeysel bir ilgiden ibaretti evvelki okumalarım, dolayısıyla
geride hiçbir iz bırakmadı. Beni edebiyatımızın bu önemli kalemiyle “tanıştıran” esas kişi gene bir kadındı: Anneannemin annesi Refika Hanım.
O zamanlar ben on altı yaşındaydım, Refika Hanım ise çok hayat yaşamıştı.
Yaşını ne kendi biliyordu, ne başkası. Konuşurken ağzından çıkıveren Osmanlıca kelime ve deyimlere hayrandım. Bunları kâğıtlara, defterlere not ediyor; sonra gidip sözlükten bakıyordum. “Tevafuk”kelimesini ilk ondan duydum. “Tevafuk”un tesadüften farklı bir şey olduğunu gene ilk
ondan öğrendim.

Refika Hanım meraklı, akıllı, duyarlı, biraz da ısrarcı ve dediğim dedik bir kadındı. Dünyada neler olup bittiğini takip etmeyi seviyor, herkes ve her şey hakkında kallavi yorumlar yapabiliyordu. Ömrünün son demlerinde bile hayata olan ilgisi hiç azalmadı. Ne var ki gözleri artık iyi
görmediğinden kalın bir sis perdesi ardından bakıyordu artık etrafa. İşte o
günlerde, neden bilmem, benden kendisine boş zamanlarımda kitap okumamı istedi. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım. Roman okumak hep kişisel bir yolculuktu benim için. Kendi içime, hayal âlemime ve yalnızlığıma dair bir serüven. Bir başkasına nasıl roman okursun ki? Gene de kabul ettim. Ve Refika Hanım’dan bir kitap seçmesini istedim. Hiç tereddütsüz cevap verdi: “Mor Salkımlı Ev.” O yaz Mor Salkımlı Ev’i üç kez okuduk, baştan sona, sondan başa. Başka kitaplar da okuduk beraber: Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yakup Kadri ve Cemil Meriç. Ama dönüp dönüp Halide Edip’e geldik hep. Sinekli Bakkal, Ateşten Gömlek, Handan... Bazen
bir sayfa okuyup bir saat konuştuğumuzu, bazen tek kelime konuşmadan saatlerce okuduğumuzu hatırlıyorum.

Rahmetli Refika Hanım ölümüne yakın neden bu romanları aşkla, tutkuyla ve dinmeyen bir merakla benden dinledi bilmiyorum ama ben bu sayede bir yazarın dünyasına bambaşka bir kapıdan girmiş oldum. O gün bugündür Halide Edip zihnimin, kalbimin bir köşesinde oturur. Orası ona aittir. Onundur. Bir ülkede biyografi ve otobiyografi geleneği ne kadar gelişmişse orada bireye ve bireyselliğe o kadar kıymet verildiğini görürüz. Biyografik eserlerin az olduğu kültürlerde tarihle ilişki daha kuru,
daha yüzeysel, daha ezbercidir. Bireylerin hayat hikâyelerini araştırmak ve önemsemek sadece kültürel ve sosyal tarihe olan ilgiyi artırmaz, başka insanlarla “empati” kurmayı da kolaylaştırır. Bizde her ne kadar biyografi
geleneği köklü olmasa da bilhassa son on senedir bu alanda birbirinden önemli eserler basılmakta. Bugünlerde İpek Çalışlar’ın kaleminden
“Halide Edip: Biyografisine Sığmayan Kadın”ı okuyorum, elimden düşürmeden. Çalışlar hem muazzam bir araştırma yaparak bilinmeyen pek çok noktayı açığa çıkarmış; hem roman tadında bir biyografi kurgulamış; hem de her satırı kalbiyle, içtenlikle yazmış. Onun usta kaleminden Halide Edipgibi renkli bir kişiliği ve aykırı bir sesi okumak ayrı bir zevk. Yazar, romancı, düşünür, akademisyen, hatip, aktivist, eş ve anne Halide Edip,
yaşadığı dönemde bazen de fazla duygusal, fazla tutkulu, fazla pasifist olmakla eleştirilmişti. Buna verdiği bir cevap var ki bugün yeniden üzerinde düşünmek lazım: “Paşanın zaaf olarak nitelediği şey, benim en güçlü yanım. Dünyanın genel eğilimi şiddetten yana oldukça, şiddeti teşvik etmek için cesarete ihtiyaç yoktur. Tek başına şiddete karşı çıkmak ise güçlü
olmaktır.”
Zengin, renkli, düşündürücü bir biyografi...
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Kolera Günlerinde Aşk
13 Mayıs 2010


“KOLERA Günlerinde Aşk”, dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en iyi yazarlarından Gabriel Garcia Marquez’in unutulmaz eserlerinden. Öylesine içine alır ki sizi, son sayfaya vardığınızda kitabı“bitirmiş” gibi değil, hikâyeye “ara vermiş” gibi hissedersiniz. Bir zaman geçer, gayri ihtiyari tekrar elinize alır, yeniden okursunuz.

Kitap biterken iki ana karakter, Florentino ve Fermina, bir nehir yolculuğuna çıkarlar. Başlarından bir sürü badire geçmiştir. Yaşadıkları ve yaşayamadıklarıyla ağırlaşmıştır hayatları. Ve işte o gezide bir daha geri dönmemeye, sonsuza değin suların üzerinde kalıp ufka yelken açmaya karar verirler. O akış, o kaçış, okurun gözünün önünden uzun süre gitmez.

Bugünlerde Türkiye’de en azından birkaçımızın ruh hali böyle olmalı. Kaçıp gitmek arzusu her şeye ağır basıyor belki de. Bunca tantana, bunca dedikodu, bunca kem söz üretilirken, muhtemelenNesrin Baytok da böyle hissediyor. Buralardan uzaklaşmak, ailesiyle, çocuğuyla beraber bir gemiye binip sonsuzluğa, özgürlüğe, insanların insanları sevdiği ve saydığı bir başka iklime yelken açmak....

Bu yazıyı üstüme vazife olmadığı halde yazıyorum. Sadece benim değil, hiçbirimizin üstüne vazife olmadığına inandığım bir konuda. Bu yazıyı bir kadının, bir annenin, bir siyasetçinin, bir insanın hakkında yapılan konuşmaları, yazılan imaları içime sindiremediğim için yazıyorum. Ve bu yazıyı erkeklere değil, kadınlara yazıyorum. Birbirimizin kurdu mu olacağız? Yoksa kız kardeşi mi?

Farkında mısınız? İki kadın mağdur edildi, ediliyor. Biri Deniz Baykal’ın hayat arkadaşı Olcay Hanım, diğeri Nesrin Hanım. Eminim ki her ikisi de özel hayatlarının üzerine titreyen insanlardır. Eminim ki her ikisi de her şeyden evvel yuvalarını, çocuklarını, ailelerini korumak istiyorlar.

Politikaya atılmak dünyanın en zor kararlarından biri. Özellikle bir kadın için. Bilhassa siyasetin“erkek işi” olduğu Türkiye’de. Ben Nesrin Hanım’ı tanımıyorum. Siyasi çizgisini yakın bulurum bulmam, apayrı mesele. Ama onun gibi çalışkan, azimli, kararlı kadınlara Türk siyasetinin çok ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Olcay Hanım’ı da şahsen tanımıyorum. Ama bir politikacı eşi olmanın ne kadar zor ve zahmetli olduğunu tahmin edebiliyorum. Eşiniz her gün kamunun gözü önündeyken ve sık sık gündeme gelip, zaman zaman yanlış anlaşılırken siz kendi mahremiyetinizi titizlikle koruyacaksınız, kolay değil. Buna saygı duyuyorum.

“Bu bir zinadır” diye tepeden bakıp kınayanlara basit bir gerçeği hatırlatmak lazım. Yetişkin insanların özgür iradeleriyle ve eşit düzlemde kurdukları her türlü özel ilişki sadece ve sadece onları ilgilendirir. Basın veya toplum bu konuda yargıçlık yapamaz. Uzaktan, kelimelerin ve ithamların gücüne sığınarak insanlar hakkında atıp tutmak kolay. Hele hele bir kadının aleyhine konuşmak en kolayı. Bu yazıyı kadınlara yazıyorum. Bari biz bu hatayı çoğaltmayalım. Adı geçen iki kadına, iki anneye olan saygımızdan ötürü yargılayıcı, iğneleyici sözler üretmeyelim.

Sizin hiç dar gününüz olmadı mı? Dar günde insan, insanı kollar, anlamaya çalışır. Zora giren kişiye saldırmak en kolayıdır. Kolayı mı seçeceğiz? Toplum olarak belli bir adabı koruyabilecek miyiz? Bu bir sınav, evet. Ama ne Nesrin Hanım’ın, ne Olcay Hanım’ın sınavı. Bu bizim sınavımız. Vicdan, edep ve üslup sınavımız. Toplumca.

Bu sınavdan geçemezsek, korkarım daha nicelerimiz bir gemiye binip nehirde açılmak, buralardan kaçmak isteyecek.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Zonguldak’a ses vermek
20 Mayıs 2010


ZONGULDAK’ta zorlu, ağır bir bekleyiş hâkim. Kaç anne şu anda çocuklarına belli etmemeye çalışıyor yüreğindeki tedirginliği? Memleketin geri kalanı kendi hayhuyunda yaşarken, siyasetin tantanası gündemimizden bir saniye bile düşmezken kaç aile soluğunu tutmuş, eli yüreğinde, yüreği ağzında bekliyor öylece, sessizce.

Yerin 540 metre altı. Kilimli Beldesi’ndeki kömür ocağında meydana gelen grizu patlamasında 30 işçi mahsur kaldı. Yardım ve kurtarma faaliyetlerinde çalışan onlarca, yüzlerce insan mevcut. Profesyonellerin yanı sıra gönüllüler. Teknik ekiplerin yanı sıra bölgeye giden siyasetçiler. Ama yeterincehızlı ilerleme sağlanamıyor. Habersiz geçen her saat, ailelerin ömründen birkaç sene daha alıp götürüyor.

Türkiye, maden işçilerine can güvenliği sağlamada sürekli sınıfta kalan ülkelerden biri. Mesele sadece yerin altında güvenlikli bir çalışma ortamı sağlamakla sınırlı değil. Maden işçiliği dünyanın en zor, en meşakkatli mesleği. Uzun vadede vücutta kalıcı hasarlara, ağır solunum hastalıklarına sebep oluyor. Fiziksel rahatsızlıkların yanı sıra senelerce yeraltında çalışan insanlara ve ailelerine yoğun psikolojik destek vermek gerekiyor. Peki bütün bunları sağlamakta biz neredeyiz?

Karnemizde kaç kırık var?

Bugünlerde hükümetin de anamuhalefetin de gündemi yoğun. Ama şu anda hiçbir şey göçük altında kalan işçilerin hayatları kadar önemli değil. Ne CHP’nin
atılımı, ne siyasi çekişmeler, ne dünün kavgaları... Hiçbir şey.

Bakıyorum, kim ne yapıyor. Ne denildiğine değil, ne yapıldığına bakıyorum. Somut adımlar atılıp atılmadığına. Bakıyoruz hep beraber. Bekliyoruz. Kalıcı
yapısal düzelmeler görmek istiyoruz. Gelişmiş Batı ülkelerinde de göçüklerin olduğunu hatırlatıyor bürokratlar. Bu doğru ama hem yardım ve kurtarma faaliyetlerinde hem sağlanan sosyal, psikolojik ve tıbbi imkânlarda ciddi bir fark var ortada. 1940’lardan bu yana maden ocaklarında her sene ortalama 50 ila 100 arasında işçi hayatını kaybetmiş bu ülkede. Rakamlar acı. Rakamlar yeterince düzenleme yapılmadığının, bu konuya gerekli ehemmiyetin verilmediğinin en bariz göstergesi.

“Arkadaşlarımın cesetleri arasında ilerleyerek kurtulduğum faciayı, psikolojik tedavi görmeme rağmen asla unutamadım. Yüzlerce arkadaşımızı çok kısa sürede yitirdik. O günler aklıma geldikçe yaşadığım acıyı asla anlatamam” diyor daha evvel bir başka göçükten kurtulmuş birmaden işçisi.

Bugünkü faciada Kızılay’ın iki psikolog yardımıyla ailelere destek vermeye çalıştığı açıklaması yapıldı. Bu nasıl yeterli olacak? O iki psikolog nereye yetişecek? Şu anda yakınları göçük altında kalan ailelerden kaçıyla? Ya da arkadaşlarını kurtarabilmek için yardım faaliyetlerine katılan, bu arada kendileri de zehirlenme tehlikesi atlatan maden işçilerinden kaçına yardım edecekler? Ya da, inşallah yarın kurtulduklarında, bu faciayı yaşayanlardan kaçına yetecek topu topu iki psikolog?

Ve bizler... Zonguldak’ı yazılı ve görsel basından takip eden ama sonra kendi hayhuyumuza dönen bizler... Milyonlarcamız... Biz ne yapıyoruz sahi? Maddi, manevi? Şu koşuşturmaca içinde biraz olsun durup, seneler içinde Zonguldak’ta çekilmiş fotoğraflara tek tek bakalım. Maden işçilerinin resimlerine.Kelimelerin sustuğu bir yerden konuşuyor bu fotoğraflar. Zihnimize değil, doğrudan yüreğimize seslenerek.

Ekmek parası kazanabilmek ve çocuklarını okutabilmek için her gün ölümü göze alarak toprağın altına inen bu insanlar ve onların aileleri yardım bekliyor. Aslında bir ses bekliyorlar. Sadece göçük altından değil. Türkiye’nin geri kalanından, bizlerden bir yardım sesi bekliyor Zonguldak.
 

Top