Portre: ''Ahmet Haşim''

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Ahmet Haşim’le Çanakkale kavgasının berbat bir gününde, Arıburnu eteklerine tırmanırken tanışmıştık. Üstünde ihtiyat zabiti üniforması, başında kabalak vardı.

Gürültüden konuşmak kabil değildi. Bir daha görüşüp görüşemeyeceklerini kestiremeyenlerin o garip bakışmaları içinde ayrıldık.

Bir sene sonra, ben, Muğla’ya geçerken Aydın’da tekrar karşılaştık. Bu defa üç gün kadar ahbaplık ettik. Kendi çevresinden koparak ruh, fikir yabancılıkları içine düşenler, içlerinden biri ile karşılaşınca çabuk ısınıp kaynaşırlar. Haşim’le benim üç günde otuz yıllık arkadaş haline gelişim de işte bu yüzdendi.

Halep çıbanlarının insafsızca kemirdiği kırmızı ve etli bir yüz. Renkleri çiğ fakat bakışları zeki iki göz, çizgileri titremiş bir burun, geniş, ihtiraslı bir ağız. Yağlı bir deri içinde kalın, ağır kımıldanışlı bir gövde. İşte Ahmet Haşim.

Karşıdan bakanlar, bu kaba zarfın içinde onunki kadar inci ve duygulu bir ruhun bulunabileceğini ummazlardı. Hele yemek yerken... Pandelide doyuncaya kadar değil, çeneleri yoruluncaya, dişleri çiğnemekten kalıncıya kadar yer. Sonra hazmın ağırlığı altında gözleri süzülünce de niye oburluk ettiğine içerlerdi.

Ben, bazen onun bu pişmanlığına sataşır:

— Haşim, derdim, sen kamış olmak istiyordun. Bu vücut ve bu iştah ile görüyorsun ki buna imkân yok. Bari göllerde kamış olmak iddiasını bırak da, ormanda baobap olmayı dile!

Böyle şaka ederdim, ama onun içi gerçekten bir ney kamışının sesini verirdi. Hayır, hayır onda mahzun bir ney değil, yalçın bir av borusunun keskin iniltileri vardı.

Kıskançtı ve sanıyorum ki dünyada hiç kimse ona bu kıskançlık kadar işkence etmemiştir. Haşim, bu duyguyu etleri içinde kilitlenmiş bir çift kaplan çenesi gibi taşıdı.

Kalbindeki haset, kınını kesen bir kılıçtı.

İstidatlardan ürker, onları yarınki düşmanları sayarak salınırdı. Dostluklarında ölçüsüzdü.. Midesi Pandeli’de, ihtirası dedikodu masalarında doyardı. Hafızasında ne kadar şahıs ismi varsa, o kadar adamla kavgalı idi. Ama hepsi ile birden değil. Sıra ile.

Çok kere, onun neden böyle olduğunu düşünmüş ve bir sebebe bağlamaya çalışmışımdır. Vardığım netice şu: Haşim’in kıskançlığını, alelâde bir ruh düşüklüğü saymak doğru olmaz.

Mahpus bir kartal, üstünden geçen kanat seslerine karşı nasıl kıskanç çığlıklar savurursa, Haşim de öyle kıskanır, öyle acılar duyarak hırpalanırdı. İyinin, güzelin ve büyüğün tek mahfazası olmak isterdi. Bunların başkalarında görünmesini çekemeyişi, bayağı bir kıskançlık değildir.

İyinin, güzelin, büyüğün başkasında görünüşü, kendisine onların sığmaması demekti. Söyleyişleri bundan, haksız hücumları bundan, dostsuz ve tesellisiz kalışı bundandı.

Haşim kendisine ait olmayan her güzel şeyde, kendi noksanını gören bir bedbaht, bir gurur kurbanıdır.

Sanatkâr tarafına gelince:

Onun bugün elimizde Göl Saatleri, Piyale, Gurebahanei Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi eserleri ile eski İkdam’da çıkan Bize Göre başlıklı yazıları var.

İlk ikisi manzum, ötekiler mensurdur. İstefan Malarme, Fer*nan Greg gibi şahsiyetlerle başlayan Sembolizm tülü, Haşim’in nazmında koyu sis halini alır. Vezne, kafiyeye hâkim olamaz. Bu çelimsizlik belki de haberler getirdiği Alemin enginliği ile insan ve şair dili arasındaki nispetsizliktendir.

Bu zaafı kendi de görmüş olacak ki Piyale’nin başına bir müdafaaname koyuyor. Güzel yazılmış, iyi boyanmış bir müdafaaname. Fakat fikirle okununca yaldızı dökülüp gidiyor. Nitekim aynı şahsiyeti nesirde eşi az bulunur bir kudret yüksekliğine er*miş görüyoruz. Hisle dil arasında mutlaka bir nispet ayrılığı var*sa aynı kalemin nesrindeki derin duygulara sağlam birer çerçeve oluşunu nasıl izah edeceğiz?

Doğrusu şu ki Haşim’in nazmı zayıftır. Gümüş’ü, uyumuşa kafiye yapacak kadar zayıf.

Kendisi kimseyi beğenmez, herkese şifahi hücumlar yapar, hattâ acayip hareketlerde bulunurdu. Nitekim bir gün beni bir resim sergisine davet etmişlerdi. Güzel şeyler gördüm, hoş vakit geçirdim ve gazeteme yazdım.

Ertesi gün Haşim gelerek bizim Asım’a:

— Yahu, sizin Hakkı Süha, gazeteyi aşklarına posta yapıyor. Anlayamıyor musunuz?

Gibi bir şey söylemiş. Meğer o da oradaymış. Hâdise de yirmi sene evvele aittir. İlk karşılaştığım gün bu garip yaradılışlı dostu:

— Merhaba harem ağası!

Diye selamladım. Şaşırdı:

— Bu ne demek?

Diye sordu.

— Sergi sarayında oynadığı kıskanç Harem Ağası rolünden haberim var. Cevabını verdim. Münakaşaya girişmedi.

İşi şakaya vurarak:

— Ne hainsin mon bon poet!

Dedi.

Bunlar şöyle bir tarafa bırakılırsa, Haşim seyrek bulunur çapta keskin duygulu bir sanatkârdı. Menşur gibi süzdüğünü renk ve ışıkla pırıldatan bir üslubu vardı. Frankfurt Seyahatnamesi son eseri olduğu halde, onda da gittikçe olgunlaştığı hissolunur. Daha yaşasaydı, demek tekâmülü artacak ve daha büyük bir Ahmet Haşim’le karşılaşacaktık. Asıl bu türlü ölülere acımalı.

GEZGİN, Hakkı Süha; Edebî Portreler (Hzr. B. Ayvazoğlu), Timaş Yay. İst 1997
 
Top