Portre:"Kemal Tahir" - Beşir Ayvazoğlu

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
1960’ların sonları ve 1970’ler, çok roman okuduğum yıllardı; bir arkadaşımın tavsiyesiyle o tarihlerde yeni çıkmış olan Devlet Ana’yı da edindim ve doğrusu burun kıvırarak okumaya başladım. Burun kıvırarak diyorum, çünkü solcu ve çoğu Köy Enstitüsü mezunu yazarların köy romanları midemi bulandırırdı. Kemal Tahir de bir solcuydu ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu kimbilir nasıl çarpıtmış ve ne pislikler bulaştırmıştı!


Ne var ki Devlet Ana okudukça sardı beni; hayretler içindeydim ve itiraf ederim, sayfalar ilerledikçe “Hiç bitmese!” diye içim titremeye başladı. Abdullah Ziya Kozanoğlu, Oğuz Özdeş, Feridun Fazıl Tülbentçi gibi yerli, Michael Zevaco gibi yabancı yazarların bulabildiğim bütün tarihî romanlarını okumuş, fakat Devlet Ana’dan aldığım tadı hiçbirinden almamıştım. Sonraları Dede Korkut’tan, Evliya Çelebi’den, Naima Tarihi’nden ve Çorum ağzından devşirildiğini öğrendiğim cümbüşlü bir üslup, ustaca kurulmuş bir olay örgüsü, diyaloglar ve inanılmaz :enginlikte bir tarih bilgisi.. Gerçi Yunus Emre’ye şarap içirilmesine ve benzeri birkaç noktaya içerlemiştim, ama olsundu, bu Kemal Tahir yabana atılacak bir romancı değildi! Üstelik devlete sahip çıkıyordu, evet, devlete! Genç bir ülkücüydüm ve devlet deyince heyecandan tüylerim diken diken oluyordu! Devlet Ana’yı bir daha okudum, bir daha.. Her seferinde aynı zevki alıyordum. Artık Kemal Tahir benim yazarlarımdan biriydi. Ah bir de komünist olmasaydı!
Peki kimdi bu Kemal Tahir? Nazım Hikmet’in yakın arkadaşıymış, deme yahu! Birlikte Yavuz zırhlısında isyan çıkarmaya teşebbüs etmişler, vay.. Bu yüzden açılan askerî davada suçlu bulunarak on beş yıl ağır hapse mahkum edilmiş ve İstanbul, Çankırı, Malatya, Çorum, Nevşehir cezaevlerinde tam on iki yıl yatmış. On iki yıl mı? Neredeyse bir ömür! İşte bu cezayı aklım almamıştı; komünist okluğu için kızıyor, fakat Devlet Ana’yı yazan bir yazarın öyle iddia edildiği gibi hain main olabileceğine ihtimal vermiyordum. Teşebbüs halinde kalan bir suç için verilen bir ceza bu kadar ağır olmamalıydı! Belli ki, o da memleketini, tarihini, kültürünü başka türlü seviyordu. Vatanseverlik bizim inhisarımızda değildi ya! Bu fikirleri o tarihlerde bu kadar açık bir biçimde dile getiremezdim elbette; bir sezgi veya henüz kavramlaşmamış ham bir düşünce halindeydi ve Kemal Tahir’den ne bulduysam okumaya başladım; Sağırdere, Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu, Yorgun Savaşçı, Kurt Kanunu, Bozkırdaki Çekirdek, Yol Ayrımı... Öyle ki bir ara “Yahu, bunlar nasıl bir akıllar?’ gibi karakteristik. Kemal Tahir cümle kalıplarıyla konuşur olmuştum.

BİR DE KOMÜNİST OLMASAYDI!

Kemal Tahir, ne Osmanlı tarihine öteki solcu yazarlar gibi bakıyordu, ne köye, ne de eşkiyaya.. Evet farklıydı, fakat bu farklılığın nereden geldiğini doğrusu anlayabilmiş değildim. Okuma alanım genişledikçe meseleyi kavramaya başladım. İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması’nı, Sencer Divitçioğlu’nun Asya Tipi Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu’nu okudum. Bu arada Türkiye Defteri gibi sol dergileri ve Kemal Tahir’e sahip çıkan Fikir ve Sanatta Hareket’i de mümkün olduğu kadar takip ediyordum. Devlet Ana yazarını o tarihlerde biraz da hayran olduğum Yahya Kemal’e benzetiyordum galiba; onun gibi sürekli tarih okuyor ve edindiği bilgileri kendi yorumuyla romanlarında kullanarak bugüne taşıyor, hayatiyet kazandırıyordu; sadece bir romancı değil, aynı zamanda tarih filozofuydu ve ilginç olan, Osmanlı tarihini batı için geçerli olan şemaya oturtmayı reddediyordu. Bunun tabii sonucu olarak Batılılaşmaya karşıydı, yani tam benim kafamda bir yazardı. Ah bir de komünist olmasa ve açık saçık sahneler yazmasaydı!

Tarih okuyordu, çünkü Kemal Tahir’e göre, tarihle ilişkimizin kesilmesi felaketimizin asıl kaynağı idi. Bir milletin yolu geleceğinde değil, tarihinde kesilirdi; bir toplumu tarihsiz bırakmak demek, silahsız. techizatsız bırakmak demekti. O halde tarihle yeniden ilişki kurmanın bir yolu bulunmalıydı. Esasen başka türlü var olmak imkânsızdı. Bu yorumun ve “kerim devlet” görüşünün bizim o günlerdeki görüşlerimize bir hayli benzediğini söyleyebilirim. Kendi iddialarımızı güçlendirmek için yeri geldiği zaman “Bakın, diyorduk, sıkı bir Marksist olduğu halde Kemal Tahir bile bizim gibi düşünüyor!” O Türk’ün devlet kurma dehasından ve Osmanlı düzeninin insancıllığından söz ediyordu, biz cihan hakimiyeti mefkûresinden. Bu mefkûrenin Osmanlı tecrübesiyle büyük ölçüde hayata geçirilmesi “kerim devlet” anlayışının bir sonucuydu. Fethettiğimiz coğrafyaları sömürmüyor, aksine adalet götürüyorduk; işgalci değil, kurtarıcıydık. Bu gerçeğin farkına varan Bizans köylüleri ve daha sonra Balkan toplulukları, çok zaman feodallerin zulmünden Osmanlı’nın âdaletine sığınmışlardı. Nitekim Devlet Ana’da Saint Jean şövalyesi Notüs Gladyüs feodalizmin kıyıcılığını sembolize ediyordu, Mavro ise Türk’ün insaniyetine ve adaletine sığınmış Bizanslı köylüydü. Feodal dönemi yaşamamıştık; bu yüzden Osmanlı toplumunu Batı tarih şemasına oturtmak mümkün değildi; çünkü Batı başka biz başkaydık; Batı’nın ahlâkı egoistti, bizim ahlakımız altruist; Batı kıyıcıydı, biz alçakgönüllü ve âdil.


BAL GİBİ MİLLİYETÇİ


Bu görüşler bir çeşit milliyetçilik değilse neydi? Eğer Türk milliyetçiliği Türk’ü sevmekse, hiç kimse Kemal Tahir’in milliyetçi olmadığını söyleyemezdi. Yıllarca yattığı hapishanelerde Türk insanıyla haşir neşir olmuş, onu sevmiş, ruhuna nüfuz etmişti. Üstelik yakından tanıdığı insanlar hep orta Anadolu’dan katıksız Türklerdi; onların dilini alıp roman dili yapmıştı. Hakikat şu ki, ham bir marksist olarak girdiği hapishaneden yetkin bir romancı olarak çıkan Kemal Tahir, Türk insanını on iki yıl boyunca yakından gözleyerek ve tarih okuyarak geleneği tevarüs etmiş, bu şuurla Türk romanının peşine düşerek bunu belli ölçüde başarmıştı. Türk romanı diyorum, çünkü Kemal Tahir’e göre Türkçe roman başka, Türk romanı başkaydı.

Hadi canım siz de! Kemal Tahir bal gibi bizden biriydi; hiç şüphesiz, duygularını ve yaklaşımını milliyetçilik kelimesiyle ifade edemezdi; kuşatıcı yerlilik kavramına düşkünlüğü zannedersem bu sıkıntıdan kaynaklanıyor. Yerli bir sosyalizmin peşindeydi ve Osmanlı düzeninde sosyalizminin paralelini arıyordu. Çıkarmayı planladığı aylık derginin adının altına konulmak üzere düşündüğü slogan bu bakımdan ilginçtir: “Gerçek yerli düşünce, gerçek yerli sanat” . Bu slogandaki yerli kelimesini büyük harflerle yazmıştı. Kısacası, Kemal Tahir her haliyle yerli bir aydındı. Ve belli ki düşünen adamdı; bir görüşe körükörüne saplanmıyor sık sık “Yahu, gene yanıldık, ne avanakmışız!” diyerek gerçeği arıyordu; gerçeğin çok değişken ve her an uyanık olunmazsa onu yakalamanın çok zor olduğu kanaatindeydi. “Her şeyi her sabah yeniden düşünelim!” dediğini yıllarca yakınında bulunan Ayşe Şasa’dan işittim bunun bütün peşin hükümlerden ve art düşüncelerden arınmak için yapılan bir çeşit egzersiz olduğu ve ona sağlıklı düşüncenin yolunu açtığı muhakkaktır. Bazı gerçeklerin farkına varıp da bunları seslendirmeye başlayınca çevresindeki bazı insanların son derece rahatsız olduktan anlaşılıyor.

SON AKŞAM YEMEĞİ


Açıkçası, beni ve benim neslimden birçoklarını kendisine bağlayan görüşleri Kemal Tahir’e çok sayıda düşman kazandırmıştı. Osmanlı hakkındaki bütün genelgeçer görüşleri elinin tersi ile itip Batılılaşmaya şiddetle karşı çıktığı için özellikle Kemalist solcular tarafından hiç sevilmiyordu, hatta kalp krizi geçirip ölmesine, dostlarının birinin evindeki akşam yemeğinde genç bir marksist aydının “Sizin kitaplarınızı toplatmak lazım!” diyerek yaptığı ağır saldırının sebep olduğu söylenirdi. “İsa’nın Son Akşam Yemeği”ne benzetilen bu trajik hadisenin teferruatı Dr. Hulusi Dosdoğru’nun “Batı Aldatmacılığı ve Putlara Karşı Kemal Tahir” (1974) adlı kitabında anlatılmıştır. İnanır mısınız, Kemal Tahir’in öldüğünü duyunca bir yakınımı kaybetmişçesine üzülmüştüm. O günlerde ya Kurt Kanunu’nu okuyordum, yahut Yol Ayrımı’nı. Yani yakın tarihimizin tersine çevrilmiş gerçeklerini anlattığı romanları...
 
Top