Dünyada ve Türkiye’de Psikoloji Tarihi

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Dünyada ve Türkiye’de Psikoloji Tarihi

Psikoloji tarihi ve genel olarak teorik psikoloji Türkiye’de henüz bir araştırma alanı olmaktan uzak bulunuyor. Konuyla ilgili çevirilerin sayısı ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Üniversitelerin psikoloji bölümlerinde “psikoloji tarihi” dersleri daha yeni yeni yer bulmaya başladı. Bununla birlikte psikoloji felsefesine ilişkin pek bir çalışma yapıldığını iddia etmek mümkün değil.

Teorik psikolojiye gösterilen ilgi konusunda aslında Türkiye ile bir çok Avrupa ülkesi arasında önemli bir fark bulunmuyor. Gerçi psikoloji tarihine ilişkin dünya üzerindeki ilk çalışmaların yazımı aşağıda değinilecek nedenlerle psikoloji tarihinin erken dönemlerine dayanır. Ama psikoloji tarinin bir alt-alan olarak kurumsallaşması ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de 1960’ların ortalarında mümkün olmuştur.

Psikoloji tarihi historiyografyası içinde sadece psikoloji tarihi için değil genel olarak bilim tarihi için de geçerli olan iki dönem ayırt etmek mümkündür. Psikoloji tarihi yazımında “eski” tarih diye adlandırılan birinci dönem 19. yüzyılın ortalarından 1950’li yılların ortalarına uzanır. Bu dönemin psikoloji tarihi çalışmaları, diğer bilimler için de geçerli olduğu gibi alanın içindeki eski araştırmacılar tarafından yürütülür. Bu araştırmacılar genellikle artık bilimsel araştırma yapmayı bırakmış ve kendilerini çalışmış oldukları alanın tarihine ilişkin çalışmalara vermişlerdir. Üstelik bu araştırmacılar herhangi bir tarih formasyonuna sahip de değillerdir. “Eski” psikoloji tarihi yazımının klasik çalışması şüphesiz E. G. Boring’in 1929’da yayınlattığı “History of Experimental Psychology”1 adlı eseridir. Boring’in çalışmasından da görülebileceği gibi “eski” tarih yazımı, Thomas Leahey’in2 terimiyle, “yukarıdan” bir tarih yazımıdır. Eleştirel olmaktan çok, politik ve diplomatiktir. Temel konusu “büyük” adamlar ve “büyük” olaylardır. Okunulabilir hikayeler anlatır ve bunları başka tarihçilerden çok, halkın eğitimli tabakasına sunar. Yani bir nevi “popüler tarih” anlayışını benimser.

Tarih yazımında “yeni” dönem, psikoloji için ancak 1960’ların ortalarında gelişebildi. Ancak tarih yazımına tümüyle bu yeni anlayışın egemen olduğunu bugün bile söylemek mümkün değildir. Bu yeni dönemin başlıca özelliği psikoloji tarihi yazımının bir uzmanlık alanı haline gelmesidir. Artık bu araştırmalarda tarih formasyonu da önemli bir yer tutmaktadır. Bu dönemin bir diğer özelliği de “eski” tarih anlayışı tarafından pek de dikkate değer bulunmayan psikolojinin sosyal yapısının incelenmesidir. Burada kastedilen sadece bilimsel topluluğun kendi iç örgütlenişi değil, aynı zamanda bu topluluğun örgütlendiği toplumun da yaşayışıdır. Bu anlayış psikolojiyi toplumdan ve tarihten soyutlanmış bir takım “büyük adamların” yarattığı bir bilim dalı olarak ele almamakta, onu içinde bulunduğu toplumsal ve tarihsel bütün içinde tanımlamaya çalışmaktadır. Özellikle 1960’lardaki öğrenci hareketinin ve sonrasında hızla gelişen eleştirel psikoloji akımlarının da etkisiyle bugün modern tarih yazımı sıklıkla eleştirel ögeler barındırmaktadır.

Psikolojinin kendi tarihine ilişkin genel ilgisizliğinin dayanak noktasını psikoloji içindeki hakim paradigmanın belirlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Psikolojinin bir ‘doğa bilimi’ olduğu iddiası ve psikologların teorik değil deneysel çalışmalarla ilgilenmesi gerektiği bütün dünyada bir çok psikolog tarafından paylaşılan bir görüştür. Bu görüşe göre psikoloji tarihinin araştırılması da psikologlara değil bilim tarihçilerine bırakılmalıdır.

Oysa bu, psikolojinin kendine özgü bir takım özelliklerinden dolayı mümkün değildir. Psikoloji tarihine yönelik ilgi salt bilim tarihi çerçevesinde değerlendirilemez. Psikoloji tarihinin kendi tarihine bakıldığında görülecek olan, bu konuyla ilgili çalışmaların psikolojinin bir takım “kriz” dönemlerinde yoğunluk kazandığıdır. Örneklemek gerekirse: Psikoloji 19. yüzyıldan 20. yüzyıla girilirken bağımsız bir araştırma ve bilgi alanı olarak komşu disiplinlerine karşı dayanabilmek ve kendi sınırlarını belirlemek zorundaydı. Bu zorunluluk teorik psikoloji çalışmalarına olan eğilimi güçlendirmişti. Aynı şekilde 20li yıllar ve 30lu yılların başında psikoloji, birbirleriyle yarış halinde çok sayıda okul ve anlayış tarafından parçalanmak tehdidi altında bulunuyordu.3 Yine psikolojinin “kriz”lerine dair bir diğer örnek de psikolojinin çevresel nedenlerle yeniden yapılandırılmak ihtiyacında bulunduğu dönemlere ilişkindir. Nazizm sonrası Almanyası ve Avusturyası buna iyi birer örnektir.4

Görüldüğü üzere psikoloji tarihinin gündeme gelişi psikolojinin “kriz” dönemleriyle bir paralellik taşımaktadır. Thomas Kuhn’un terminolojisini5 metaforik olarak kullanırsak, psikoloji tarihi “kriz” ve “devrim” dönemlerinde gündeme gelirken, “olağan bilim” döneminde yadsınmaktadır.

Buradan hareketle psikoloji tarihinin Türkiye’de neden genellikle gündem dışı olduğuna dair fikir yürütmek mümkündür. Bir çok orta ve az gelişmişlikteki ülkede de durum aynıdır: Bilimsel bilgi bu ülkelere büyük oranda dışarıdan “ithal” edilmektedir ve yine Kuhn’un kavramlarını kullanmak gerekirse ithal edilen “kriz”ler değil, genellikle “ders kitapları” bilimidir. Bu nedenle “Krizler” ve “paradigma değişimleri” çevre ülkelerde merkez ülkelerde yaptığı etkiyi yapmamakta ve bu ülkelerde psikoloji çalışmaları sürekli ithal edilen bir “olağan bilim” durumunda kalmaktadır.

Diğer yandan psikoloji tarihi çalışmaları günümüzde çevre ülkelerde de önem taşımaktadır. Bu ifadeyle yukarıda belirtilen, psikoloji tarihi çalışmalarının yoğunluğunun psikolojinin “kriz”leri ile paralellik taşıdığı iddiası arasında bir çelişki yoktur:

Birincisi özellikle bilgi akışının hızlanmasıyla birlikte artık merkezlerdeki “krizler” çevre ülkeler tarafından da çok daha şiddetli hissedilmekte, modern tartışmalar eskiye oranla oldukça hızlı bir şekilde çevre ülkelere dahil olabilmektedir. Üstelik kimi alanlarda çevre ülkelerden gelen çalışmaların sayısı, hiç de merkez ülkelerdekilerden az değildir.

İkinci olarak, çevre ülkeler de geçmişte, merkez ülkelerdeki paradigmaları benimseyerek “kriz”leri savuşturamamış, belki bir miktar geciktirmiş, ancak bu paradigmaların kendi ülkelerindeki sağlamalarının yapılmasında hep bir takım sorunlarla karşılaşmışlardır. Bunun sonucunda “daha ulusal” psikoloji geleneklerinin gündeme gelmesi sözkonusudur. Bugün kimi Arap ülkelerinde İslam ile psikolojinin bütünleştirilmelerine yönelik bir eğilim görünmektedir.6 Bugün özellikle kültürler-arasılık boyutunda psikolojinin yeni bir “kriz”inden sözedildiğini duymak şaşırtıcı değildir. Bu “kriz” artık merkez ülkelerin sınırlarını aşan genel bir “kriz” olarak değerlendirilmelidir. Psikoloji tarihi bilgisi de bu “kriz”in hangi yolla aşılacağına ilişkin ipuçlarını elinde bulundurmaktadır.
 
Top