Türk toplulukları

Suskun

V.I.P
V.I.P
Meluncanlar
Son yıllarda Amerika'da Türk olduklarına inanan ve gerçek kimlikleri oldukça merak edilen bir grup ortaya çıktı. Sumter County'den ülkenin değişik yerlerine dağılmış olan grup. Yüzyılımızın başından beri onların Yunan, Portekiz, hatta Arap asıllı oldukları ileri sürülmüş, ancak niçin Türk isimleri taşıdıkları bir türlü izah edilememiştir. Amerika iç savaşlarından itibaren sürekli olarak orduda beyazlarla birlikte savaşan bu insanların sadece renkleri esmer olduğu için zenci kökenli oldukları bile ileri sürülmüştür. O yüzden uzun zaman beyazların okullarına alınmamışlar, haklarını ancak hukuk savaşı vererek mahkemelerde elde edebilmişlerdir.

Bu "Türklerin atalarının iç savaşlar sırasında yardım için oraya gitmiş Osmanlı askerleri veya bir kısım maceraperestler olması muhtemeldir.Bilindiği gibi Amerika'da yerlilerin yanısıra, dışarıdan gelip kıtaya yerleşmiş pek çok etnik grup yaşar. Ancak yerlilere ve diğer gruplara hakim güç Anglo-Saksonlar olmuşlardır. Anglo Saksonlar bu hakimiyeti tesis etmek için yerlileri soykırıma maruz bırakmışlardır. Ayrıca kendileri gibi Amerika'ya sonradan gelen birçok grubu da çeşitli yollardan etnik temizliğe tabi tutmuşlardır. Bunlardan bir tanesi de Meluncanlar'dır.

Meluncan'ın anlamı "lanetli can" veya "Tanrı tarafından terkedilen adam"dır. Arapça kökleri "Melun Cin"dir. Meluncanlar; beyaz, siyah, melez ve Kızılderili olarak sınıflandırılamazdı. Onlar, yasal açıdan, renksiz insanlar olarak sınıflandırılıyorlardı. Sahip oldukları önemli arazi parçalarına el konuldu; eğitim, oy kullanma ve adli işlem hakları reddedildi ve batı yakasına ya da Carolinas, Virginia, Tennessee, Kentucky ve Batı Virginia dağlarının yükseklerine sürüldüler.

Meluncan toplumunun büyüklüğünün kesin olarak tahminlerin altında olduğu ve sonuçta soylarından gelen kimselerin sayısının önceki tahminlerin çok üzerinde olduğudur. Bundan başka Meluncan soyundan gelenlerin uğradığı başlıca asimilasyonlar ilk Birleşik Devletler'in nüfus sayımından önce meydana geldiği için, bu önemli Akdeniz ve Ortadoğu mirası yazılı kayıtlara alınmadı. Bu, sözlü rivayetlerle, folklörlerle, kültürel delillerle, genetik ve tıpla, antropolojiyle ve yabancı tarih arşivleriyle desteklenmiş bir hikayedir. Buna rağmen birçok Amerikalı tarihçi tarafından gözardı edilmiş ve standart Amerika şecere kayıtlarına göre gerçekte varolmamış bir topluluktur.

jBcdJHv.jpg


Genetik ve Tıbbi Kanıtlar

Meluncan topluluğu üzerine yapılan genetik çalışmalar (gen frekansı), Meluncanlar'la, (Lee Contry, Virginia ve Hancock Country, Tenesse'den 1969'da alınıp 1990'da tekrar analiz edilen 177 insan örneği) İspanya ve Portekiz'in Galician Dağı bölgesi, Kuzey Afrika (Fas, Libya), Levant (Yunanistan, Türkiye, Suriye) ve Ortadoğu (Kuzey Irak ve Kuzey İran)'daki topluluklar arasında önemli bir fark olmadığını ortaya koymuştur. Meluncan toplumunda belirlenen hastalıklar içinde; sarkoidosis, Behçet hastalığı, Machado-Joseph rahatsızlığı (Azorean rahatsızlığı) ve Talesemya gibi Akdeniz ve Ortadoğu'da yerleşmiş hastalıkları bulunmaktadır.
Genetik ve Tıbbi Kanıtlar
Meluncan topluluğu üzerine yapılan genetik çalışmalar (gen frekansı), Meluncanlar'la, (Lee Contry, Virginia ve Hancock Country, Tenesse'den 1969'da alınıp 1990'da tekrar analiz edilen 177 insan örneği) İspanya ve Portekiz'in Galician Dağı bölgesi, Kuzey Afrika (Fas, Libya), Levant (Yunanistan, Türkiye, Suriye) ve Ortadoğu (Kuzey Irak ve Kuzey İran)'daki topluluklar arasında önemli bir fark olmadığını ortaya koymuştur.

Meluncan toplumunda belirlenen hastalıklar içinde; sarkoidosis, Behçet hastalığı, Machado-Joseph rahatsızlığı (Azorean rahatsızlığı) ve Talesemya gibi Akdeniz ve Ortadoğu'da yerleşmiş hastalıkları bulunmaktadır.

Kültürel ve Dilsel Kanıtlar

Kültür ve dilsel kanıtlar da Osmanlı ve İberyalılar'ın menşelerini desteklemektedir. Birkaç örnek: Güneydoğudaki Yerli Amerikalılar'ın giyim tarzlarında, türban (Cherokeeler) ve fes (Creekler ve Seminoller) vardır.

Ayrıca kat kat giyilen levent giyim tarzı her iki kabilede de kullanılmıştır (16'ıncı yüzyıl Türk Leventleri'nin giydiği üniformalara eşdeğer bir giyim tarzı). Asıl ilginç olan, Cherokee ve Creekler'in tek bir kuştüyü ile türban ya da fes giyme alışkanlıkları (Osmanlılar'ın tipik süslü şapkaları). Meluncan'un bir bölümü olan Cherokee'nin şefi Sequoya'nın çizimleri, giyim tarzının 16'ıncı yüzyıl Türk Leventleri'ninkine eşdeğer olduğunu gösteriyor.

En az Apalaşyan yorgan motifleri kadar, Güneydoğu Yerlisi'nin battaniye ve çömlek dizaynları da 16'ıncı yüzyıl Türk ve Arabesk halı ve kilim dizaynlarından (lale, geometrik şekiller hemen hemen sürekli tekrarlanan kareler) farksızdır. Türk (Anadolu) dansları, Apalaşlar'ın dans şekillerine oldukça benzer görünmekte ve dağ santuru ile vurmalı santurdan hemen hemen farksız olan enstrümanlar mükemmel bir Orta Doğu havası yaratmaktadır.
K4b0W3S.jpg

Aralarında Abraham Lincoln ve Elvis Presley gibi ünlülerin de yetiştiği Meluncanların kökenleri hakkında açıklanan teorilerin hiçbiri tatmin edici bir cevap vermediği için şüphesiz yeni araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak Amerikan tarihçilerinin bu konuda yeni bir görüş ortaya koymamakta adeta fikir birliği ettikleri anlaşılmaktadır. Şüphesiz bunda konunun güçlüğü ve kaynakların kifayetsizliği birinci derecede rol oynamaktadır. Fakat başka bir anlayışın da izleri ve etkileri bulunmaktadır. O da mutlak bir Anglo Sakson hakimiyeti altında bulunan Amerika'da diğer ırklara karşı duyulan antipati ve buna paralel olarak belirlenmiş olan siyasettir. Nitekim bu siyasetin sonucu diğer birçok ırk gibi Meluncanlara da kendi kimlikleri unutturulmuş, unutmayanlar ise daima psikolojik baskı altında tutulmuşlardır. O yüzden Amerika'da aslen Meluncan olduğu halde bundan habersiz yüzbinlerce insan bulunduğu tahmin edilmektedir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
ZTo4E1D.jpg


HB3rgTD.jpg


Kumuk Türkleri
Kumuk Türkleri, bugün büyük çoğunluğu (1992 tahminine göre 250 bin kişi) Rusya Federesyonu'na bağlı Dağıstan Özerk Cumhuriyeti'nde, geriye kalan kısmı (yaklaşık 50 bin kişi) Çeçen ve Osetya özerk cumhuriyetlerinde yaşayan, Azerbaycan Türklerinden sonra Kafkaslar'daki en kalabalık Türk kavmidir. Kumuklar'ın bir kısmı, Çarlık Rusyası'nın Kuzey Kafkasya'yı istilâsı yıllarında ve bilhassa Şeyh Şamil'in esir düşmesinden sonra Osmanlı Devleti'ne sığınmışlardır. Bunlar hâlen belli başlı olarak Tokat'ın Üçgözen ve Kuşoturağı, Sivas'ın Yavu köyünde yaşamaktadırlar.

Kumuk Türkleri Kuzey Kafkasya'daki Kumuk ovasının ve Dağıstan'ın dağlık kesiminin yerli halklarındandır. Etnik bakımından Kıpçak ve Oğuz boylarının bu sahada kaynaşmasından meydana geldikleri ileri sürülen Kumuk Türkleri'nin dillerindeki Kıpçak ve Oğuz grubu özellikleri bu görüşü desteklemektedir.


Kumuklar'ın ülkesi VII. Yüzyıldan itibaren Hazar Devleti'nin sınırları içine alınmıştır. Bugün Kumuk bilim adamları da Kumukları, Hazar Devleti'nin kurucuları olarak göstermektedirler. Hazar Devleti'nin son başkenti Semender, Kumuk ülkesi sınırları içindeydi. Kumuklar arasında ayılmış olan "Anci-name", "Derbent-name", "Karabudahkentname" adlı tarihi âbideler, Hazar Devleti devrinden bahseder. Hattâ, Hazarlar arasında yaşamış olan Ebu Hamid el-Garnati'nin tespit ettiği ve Hazar sözü dediği bütün kelimeler bugün Kumuk Türkleri'nce kullanılmaktadır.

Zeki Velidi Doğan'ın verdiği bilgilere göre Kumuklar, Oğuz destanının Müneccimbaşı tarafından istifade olunan bir rivayetinde, Oğuz Han zamanında Derbent'in muhafazasıyla memur edilen Kıpçaklar'ın bir boyu olarak zikredilmiştir. Toğan'a göre, Azerbaycan ile Derbent Araplar'ın idaresinde iken de Kumuklar'ın burada bulundukları, Tarih al-Babva'l-Abvab'dan anlaşılmaktadır.

Dağıstanlı Kumuk âlimlerinden S.M. Aliyev, M. R. Mahammadov'den; Dağıstan'ı Araplar'ın işgal etmesiyle Hazarlar'ın İdil Boyuna çekilmelerinden sonra Hazar denizi kıyısında ve Temirkazık Dağıstan'da liderlik rolünün Kumuklar'a geçtiğini naklediyor ve bu bilginin birinci kısmına katıldığını belirtiyor; fakat onun Kumukları, Hazarlar'dan ayrı göstermesine karşı çıkıyor. Aliyev'in fikrince Hazarlar ile Kumuklar, tarihi bakımdan da, kültürel bakımdan da aynı kavimdir.

Tarihi durumları ve menşe'leri hakkında pek çok faraziye ileri sürülen ve hattâ ekseriya Sovyet antropologları tarafından olmak üzere bazı Kafkas kavimlerinin Türkleşmesi sonucu meydana geldikleri dahi söylenen Kumuklar'ın; dil, edebiyat, din, yaşayış tarzı, örf ve âdetler ve diğer kültür unsurları bakımından ele alındıklarında ve yukarıda özetlenen tarihi verilerin ışığında bakıldığında, gerçek bir Türk kavmi olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

Hazar Devleti'nin yıkılmasından sonra Kumuk Türleri'nin kurdukları ilk müstakil teşkilat, 1578'de Sultan But'un kurduğu ve tamamıyla millî bir Kumuk beyliği hüviyetinde olan emarettir. Bu beyliğin Dağıstan'ın en kuzeyinde yer alması sebebiyle,Kazan ile Astarhan hanlıklarının yıkılmasından sonra daha güneye inme imkânı bulan Ruslar'la Kumuklar karşı karşıya gelmiş oldu.Kumuk Türkleri, 1594 yılından itibaren başlayan Rus saldırılarına ve işgal hareketlerine karşı, diğer Müslüman Kafkas kavimleriyle birlikta XIX.yüzyılın ikinci yarısına kadar kahramanca mukavemet ettiler.

Ancak Ruslar'a karşı sürdürülen mücadelenin son bayraktarı Şeyh Şamil'in 1859'da esir edilmesiyle Dağıstan ve diğer Kafkas bölgeleri hızla Ruslar'ın eline geçmeye başladı. Zaten yüzyıllar süren savaşlar Kumukları ve diğer Kafkas kavimlerini bîtab düşürmüştü. Böylece Ruslar 1867'ye kadar bütün Kafkasya'yı istilâ ettiler.
Rus Çarlığı'nın 1917'de yıkılması sırasında Rusya'da meydana gelen iç karışıklıkta hürriyet ve istiklâlleri için ayaklanan Kuzey Kafkasya Türk ve Müslüman camiası içinde Kumuklar yine ön safta yer alırlar. Osmanlı devletinin de desteğiyle Dağıstan, 11 Mayıs 1918'de Dağıstan ve Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti adı altında bağımsızlığını ilân etti. Kuzey Kafkasya kabielerinin bu sırada yapılan milli kurultaylaında Kumuk Türkçesi'nin, yalnız Dağıstan için değil, bütün Kuzey Kafkasya için birleştirici, müşterek bir dil olarak kabul edildiğini de bu arada vurgulamak isteriz.
Dağıstan ve Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti henüz toparlanamadan Mondros Mütarekesi'nin imzalanması sonucu Osmanlı Ordusu Kafkasya'yı tahliye edince, Dağıstan Kızılordu'nun istilâsına uğradı. 20 Ocak 1921'de Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri'ne tâbi Dağıstan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. 1936 Sovyet Anayasası, Kafkasya'nın etnik çeşitliliğini yansıtmayan bir siyasî ve idarî bölümlenmeyi belirledi. Bu bölümleme sonucunda Kumuk Türkleri'nin büyük bir kısmı Dağıstan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nde, bir kısmı da Çeçen ve Osetya bölgelerinde kalmış oldu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Dağıstan, Rusya Federasyonu'na bağlı bir özerk cumhuriyet hâline geldi.

Din

Bugünkü Dağıstan'da Kumuk Türkleri'yle birlikte büyük bir çoğunluğu Sünnî Müslüman olan otuz civarında etnik grup yaşamaktadır. Bölgede özellikle XVIII.yüzyıldan itibaren Nakşibendî tarikatı büyük bir nüfuz kazanmış ve Ruslar'a karşı yürütülen cihad hareketlerini organize ederek prestij sağlamıştır. Dağıstan halkı dinine bağlı olup ilme önem vermiş ve hemen her köyde bir medrese yaptırmıştır. 1913'te Dağıstın'da 360'ı ulucami olmak üzere 2060 cami vardı.Günümüzde Kumuklar, dinlerini yeniden öğrenme seferberliği başlatmışlardır. Bu yolda gerçekleştirilen faaliyetlere örnek olarak Kuran'ın Kumuk Türkçesi'ne yapılan tercümesinin Tangçolpan dergisinin 1992 yılı 3. sayısından itibaren tefrika edilmekte oluşunu gösterebiliriz. Ayrıca yine aynı dergide Hazreti Peygamber'in hadisleri de Kumuk Türkçesi'yle yayınlanmaktadır.

Dil ve Edebiyat
Kumuk edebiyat tarihçileri, Kumuk edebiyatının XV.yüzyılda yaşamış olan şair Ummu Kamal (Ümmî Kemâl) ile başladığını, o devre kadar ise Kumuklar'ın edebiyatının Umumî TürkEdebiyatı ile birlikte mütalâa edilmesi gerektiğini söylerler. Osmanlı Türk ülkesine de gelen Ummu Kamal, eserlerini Kumuk Türkçesi'yle değil, Osmanlı Türkçesi'yle yazmıştır. Osmanlı Türkçesi, ünlü Kumak şairi Yırçı Kazak'a kadar Kumuklar'ın yazı dili olmuştur.

Bu devirde yetişen Kumuk şairleri arasında Amanhor (1670-1706), Miskin Halimat (XVIII.yüzyıl) ve Kakaşuralı Abdurahman (XVIII.yüzyılın sonu- 1870) sayılabilir. Yırçı Kazak (1830-1879), Yeni Kumuk Edebiyatı'nın temelini atmıştır. Kumuk Türkleri arasında geniş bir şöhrete sahip olan Yarçı Kazak, şiirlerinde hak, doğruluk, yiğitlik, aşk gibi temaları işlemiş, bu arada halkı ezen beyleri de hicvetmekten geri kalmamıştır.

Başka kayda değer bir Kumuk şairi ve din âlimi Abusupiyan Akayev (1870-1931)'dir. Akayev, şiirler yanında dinî eserler de yazmıştır. Kumuk bilim adamlarından Hasan Orazayev, onun Payxamarnı Yolu bulan (Peygamberin yoluyla) adlı eserini Mahaçkala'da, 1993 yılında yayımlamış bulunuyor. Orazayev, bu kitapta Akayev'in sosyal, politik konulardaki makalelerini; kitaplarına yazdığı önsözlerini, mektuplarını, çeşitli şiirlerini, dinî konulu yazılarını bir araya getirmiştir.

Kumuk edebiyatı son zamanlarda çeşitli nevilerde ilerleme göstermeye başlamış olup pek çok şair, edip, hikâyeci ve romancı yetişmiştir.

Bir edebiyat ve sanat dergisi olan Tangcolpan, 1917 yılından beri yayımlanmaktadır. Dergide yayımlanan şiirler, hikâyeler ve çeşitli sanat yazıları, Kumuk edebiyatının gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır. Yine 1917 yılında çıkarılmaya başlanan Yoldaş gazetesi de, normal gazete işlevinin yanında edebi gelişmeye hizmette bulunmaya devam ediyor.

Kumuk halk edebiyatı zengin mahsulleriyle nesilden nesile geçerek halk hafızasında canlı bir şekilde yaşamaktadır. Bu mahsuller arasında yır adı verilen destanî mahiyetteki şiirler önemli bir yer tutar. Yırlar, hem edebî zevke hitap eden hem de öğretici nitelikli şiirlerdir. En tanınmış yır şairi, yukarıda sözü edilen Yırçı Kazak'tır. İkinci önemli nazım şekli sarın denilen dörtlüklerdir. Sarınlar, bizdeki mani türünün karşılığı olup düğün ve eğlencelerde veya münasip bulunan her fırsatta irticalen veya ezberden söylenir.
Kumuklar'ın zengin bir atalar sözü ve deyimler hazinesi vardır.

Çeşitli kaynaklarda bunlardan binlercesi tespit edilmiş bulunmaktadır. Kumuk halk edebiyatı mahsullerini derlemeğe ilk teşebbüs eden kişinin, kendisi de Kumuk Türkü olan şair ve mütercim Mehmed Efendi Osman (doğumu: 1843) olduğu kabul edilmektedir. Meşhur Altayist G. J. Ramsted de Kumukça üzerinde çalışmış ve 1904 yılının son aylarında bizzat geldiği o zamanki Xasavyurt'a bağlı Yaxay köyünde Kumuklar'ın dili, edebiyatı ve şifahî halk edebiyatı mahsullerinin zenginliğini incelemiş, bir çok metinler derlemiştir.

Ramsted'in asıl maksadı, Kumuk Türçesi'nin Kuzey Kafkasya'da geniş bir yayılma alanı bulmasının ve başka yerli halkların da bu şiveyi kullanmasının sebebini araştırmak olmuştur. Bazı sebeplerle uzun yıllar yayımlanmamış olan bu materyalleri, Emine Gürsoy Naskali İngilizce tercümeleriyle birlikte bir kitap hâlinde 1991 yılında Helsinki'de yayımlamıştır.
Kumuk Türkçesi'nin Türk lehçelerinin hangi grubuna dahil olduğu konusunda Türkologlar çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir.

Görüşlerdeki ayrılık, bu lehçenin alt gruplardan hangisine girdiği noktasında toplanmaktadır; yoksa hepsinin ittifak ettikleri gibi Kumuk Türkçesi, temel olarak Kuzey-Batı (Kıpçak) grubuna mı dahildir? Ancak coğrafi konum ve sıkı münasebetlerin bir neticesi olara Güney grubundaki Azerbaycan Türkçesi'ne doğru yakınlık ve benzerlik gösteren bazı özellikleri de vardır. Ses bilgisi bakımından en önemli benzerlik olarak kelime başında Kuzey-Batı grubundaki (k) ünsüzüne karşılık Kumuk Türkçesi'nde, Güney grubunda olduğu gibi (g) bulunması (meselâ: gişi "kişi", gel-"gelmek", gör-"görmek" v.b. gibi) ve şekil bilgisi bakımından ise gelecek zaman eki olarak -(a) caq/ (e) cek (ancak bu çekimde de olduğu gibi teklik ve çokluk 1. Şahıs ve çokluk 2. Şahıs ekleri Azerbaycan Türkçesi'ndekinden farklıdır; Kum. Gelecekmen "geleceğim"= Az. Geleceyem; Kum. Gelecekhiz "geleceğiz"= Az. Geleceyik, Kum. Geleceksiz"geleceksiniz"= Az. Geleceksiniz gibi) eklerinin kullanılması gösterilebilir.

1929 yılına kadar Arap alfabesini kullanan KumukTürkleri, bu tarihte Latin harfleri esas alınarak hazırlanan yeni bir alfabe kabul ettiler. 1939'da ise onlara diğer Sovyet cumhuriyetlerinde olduğu gibi Kiril esaslı bir alfabe kabul ettirildi. Halen kullanılmakta olan bu alfabe, Kiril esaslı alfabeler içerisinde en kullanışsız ve karmaşık olanlardandır. Bu kanuda bir fikir vermek gerekirse Q harfi, kelime ve hece başında hem yu, hem de yü ses grubunu temsil edebiliyor. İçerisinde kalın k veya g ünsüzleri bulunmayan Q= yüz"yüz" gibi kelimelerde bu yüzden okuma güçlükleri baş österiyor. Üstelik aynı Q harfi, ince sıradan kelimelerde "ü" ünlüsünü karşılamak için de kullanılıyor. Benzer durum e harfi için de geçerlidir.

Kumuk Türkleri'nin Halk Hareketi:

Tenglik

Kumuk Türkleri 1989 yılında siyasî mahiyette, millî bir teşkilat olan Tenglik hareketini kurdular. Teşkilatın maksatları; Kumuklar'ın kültürel, siyasî, ekonomik ve temel insanî haklarını savunmak, bu ve benzeri alanlardaki meselelerinin halledilmesi için teşebbüslerde bulunmak olarak özetlenebilir. Tenglik hareketinin 1990 yılında çıkan 1 numaralı bülteninin 1. sayfasında yer alan ve Kumuk Şairi Z. Batırmurzayev'e ait dörtlükler, Kumuk Türkleri'ni millî uyanışta geç kalmamaları hususunda uyarıcı mahiyette olması bakımından tenglik hareketinin ana fikrini seslendirmektedir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
4ChRtyf.jpg


zTWat2f.jpg


Sancak Türkleri
Eski Yugoslavya sınırları içerisinde, bugün kuzeyinde Bosna-Hersek, doğusunda Sırbistan, güneyinde Kosova, batısında Karadağ ile çevrili olan 8687 km2 büyüklüğünde bir vilayet olan Sancak, XV.nci yüzyılda Osmanlı hakimiyetine girerek Türkler'in yerleşmesine sahne olmuştu.

Daha sonra 1877-78 savaşı ile Avusturya- Macaristan imparatorluğuna geçici olarak verilen Sancak vilayetinde Türkler, XIX .ncu yüzyılda Rusya 'nın teşvikleri ile Sırbistan ve Karadağ'ın soykırımına uğramışlardır. İşkence, etnik ayrımcılık ve göçe zorlama sonucu Sancak Türkleri Türkiye'ye göçe başlamıştır.

1980 yıllarında TİTO'nun ölümüyle dağılma sürecine giren Yugoslavya, 1991 yılında parçalanınca Sancak vilayetinde Sırp ve Karadağ zulmü ile Türk kıyımı tekrar başlamıştır.
Bugün 350.000 müslümanın yaşadığı ve Türk-Osmanlı karakterini yansıtmakta olan vilayette Sırp-Karadağ ve Bosna-Hersek arasındaki mücadeleye karşı Türk ve müslümanlar "Sancak Milli Müslüman Meclisi"ni kurarak haklarını korumaya çalışmaktadırlar.

Ancak Sırp ve Karadağ vahşeti Sancak'ta bir türlü son bulmamaktadır. Bunların tek ve öncelikli gayesi Türk ve müslümanları korkutmak, yıldırmak, öldürmek ve göçe zorlamaktır. Bütün bunlara rağmen Sancak Türkleri vatan topraklarında yaşamak, üzere mücadeleye devam etmeye karar vermişlerdir. Atalarının kanıyla sulanmış topraklarım Sırp süngüsü korkusu ile terk etmeye niyeti olmadığını da devamlı açıklamaktadırlar.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
5xiaNpu.jpg


Kosova Türkleri
1375 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nca feth edilen Kosova'ya Osmanlı geleneklerine uygun olarak Türkler yerleştirilmeye başlanmıştır. 1877-78 harbinden sonra Osmanlı'nın bölgedeki etkinliğinin azalması ile birlikte Türkler azınlık durumuna düşmeye başladılar.
Balkas savaşları sonucu elden çıkan bölgedeki Türkler, krallık ve komünist Yugoslavya döneminde üç büyük göç ve katliama uğradı. 1930 yıllarında toprağı kamulaştırma reformu altında Türkler'in ellerinden arazileri zorla alınarak Sırplar'a verildi ve göçe itildi. İkincisi ise 1956-60 yılları arasında gerçekleştirilerek Türkler'den silah toplama kampanyası adı altında büyük eziyetlere başladı ve bunun sonucu ikinci göç meydana geldi.

Sırplar tarafından yapılan bu iki baskı ve zulümden sonra, 1968-1990 yıllan arasında Türkler, Arnavutlar tarafından asimile politikasını uygulamalarına maruz kaldılar. Yugoslavya 'nın parçalanması ile bölgede başlayan Arnavut-Sırp çekişmesi sonucu yıllardır özerk bölge statüsüne sahip olan Kosova'nın Sırplar tarafından kendilerine bağlanması sonucunu açtı.
Bütün bunlara rağmen Kosova'da kalan resmi istatistiklere göre 12 bin, gerçekte 20-25 bin Türk, oradaki Türk kültürünü yaşatmayı başardılar. Özellikle Priştine ve Dragasta çoğunluk olan Türkler bugün kültür demekleri ve siyasî partileri ile Türk varlığım Sırp ve Arnavutlar'a karşı yaşatma savaşına devam etmektedirler.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
fNjnl3q.jpg


Kafkas Türkmenleri
Stavropol Türkmenleri de denilen bu Türk topluluğu XVIII.nci yüzyılda Türkmenler'den ayrılıp Kafkasya'ya yerleşmişlerdir. Kuzey Kafkasya'da Stavropol Ordzhonikidze şehirleri arasında yaşamaktadırlar. Nüfusları 15 binin üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Çavdur, Sönçhacı ve Iğdır gibi uruglara ayrılırlar.


HBuDLES.jpg
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
OmPKkOu.gif


İran Türkleri

X. asrın son çeyreğinden XX. asrın ilk çeyreğine kadar yaklaşık 950 yıl, İran ya Türk hakimiyetinde ya da Türk hanedanı idaresinde bulunan ve orada iskân olunan Türklerin ülkesidir. Dolayısıyla Türklerin ve Türk kültürünün en kesif olduğu ülkelerin başında İran gelmektedir. Bugün İran nüfusunun yarıya yakınını teşkil etmesine rağmen Türkler İranlıların şövence tutumları yüzünden dil ve tarihlerini öğrenme ve kullanmada en geri kalmış Türk kitlesini teşkil etmektedir. Bin yıla yakın Türk idaresi altında yaşamanın verdiği eziklik yüzünden İranlılar belki de Türklere en kötü muameleyi yapan milletlerin başında gelmektedir.
Müslüman bir ülke olan İran'ın nüfusu 60 milyon civarında bulunmaktadır. Bu nüfusun 25 milyona yakınını Türkler, 30 milyona yakınını İranlılar (Farslar) ve 5 milyona yakınını da diğer etnik gruplar teşkil etmektedir. İranlılar ülke nüfusunun yarıya yakınını teşkil eden Türkler'e kendi dillerinde okuma yazma fırsatı vermemektedir ki bu her türlü insani ve milletlerarası hukuka aykırı bir tutumdur.

İran'da yaşayan Türklerin önemli kısmını Azerbaycan Türkleri teşkil etmektedir. Bilindiği gibi Azerbaycan'ın kuzey kısmı XIX. asrın ilk çeyreğide Ruslar tarafından işgal edilmiştir. 8 milyona yakın Azeri Türkü kuzeyde müstakil Azerbaycan Cumhuriyeti'nde yaşamaktadır. Güney Azerbaycan ise İran idaresi altında bulunmaktadır. Yüzölçümü 107.000 km2 olan Güney Azerbaycan'da 20 milyonu aşkın Türk yaşamaktadır. Güney Azerbaycan'ın Türkler ile meskun olan belli başlı yerleşme merkezleri şunlardır: Tebriz, Hoy, Erdebil, Urumiye, Selmas, Maku, Meraga, Astara, Culfa, Merendi, Halhal ve Soğukbulak.

Türkler'in Azerbaycan'a kitleler halinde yerleşmeleri Selçuklular zamanında olmuştur. Bir ara Moğolllar'ın idaresi altında kalan Azerbaycan ondan sonra uzun süre Türkler tarafından idare edilmiştir. Timurlular, Ak-Koyunlular ve Kara-Koyunlular idaresi Azerbaycan'da Türk kültürünün iyice yerleşmesini sağlamıştır. Böylece Azerbaycan tamamıyla bir Türk ülkesi olmuştur.

Daha önceki araştırmalarımızda da belirtildiği gibi Azerî Türklerinin tarihinde en büyük hadise, Şiiliği benimseyen bir zümrenin Erdebil'i merkez edinerek Şii mezhebini bir aksiyon haline sokmasıdır. Şii zümrenin liderliğini yapan Şeyh Safiyyüddin'in torunlarından İsmail bu mezhebi siyasî emelleri için yeniden organize ederek önce Azerbaycan'a sonra da bütün İran'a hakim olmuştur. Kurduğu devlete ve hanedana dedesinin adını veren İsmail Şah olarak hem Azerî Türkleri'nin ve hem de Türk-İslam dünyasının kaderine tesir eden bir siyasetin öncüsü olmuştur. Şah İsmail'in kurduğu Safevi hanedanı iki buçuk asra yakın (1500-1735) Azerî Türkleri'ni ön plânda tutmuştur. Fakat Safeviler'in Şiiliği devamlı aksiyon halinde tutması hem Azerî Türkleri ile Osmanlı Türkleri'nin kaynaşmasına mani olmuş, hem de Türkistan Türkleri ile Osmanlı Türkleri arasında geçit vermez bir köprü gibi uzandığı için bu iki Türk diyarının bir birleriyle olan münasebetlerinin kopmasına sebep olmuştur.

Bu ise Türk dünyasında birliğin kurulmasına menfi yönde tesir etmiştir. Safevi hanedanının diğer menfi bir tesiri de İranlılar arasında Şiiliğin kuvvetli bir şekilde yayılmasını sağlamasıdır. Sonunda İran Şiiliği milli hüviyetini koruma aracı olarak kullanmış ve İslam dünyasında birliğin teşekkülüne mani bir engel haline gelmiştir. İran bununla da yetinmemiş Şiiliği diğer İslam ülkelerine de yaymağa çalışmıştır ki bu da İslam âleminde ayrı bir huzursuzluğa sebep olmuştur. Bu haliyle İran, İslam dünyası içinde daima ayrılık ve parçalanma mihrakı haline gelmiştir.

e32rh3o.jpg


Azerbaycan Türklerinden sonra, İran'ın kaderine hâkim olan iki Türk boyundan burada kısaca bahsetmek gerekiyor. Bunlar, Nadir Şah'ı sinesinden çıkaran Afşar Türkmenleri ile İran'da ikinci uzun ömürlü hanedanı kuran Kaçar Türkleri'dir. Afşarlar bilindiği gibi, ana Oğuz boylarından birini teşkil ediyorlardı. Bir kısmı Selçuklular ile birlikte Anadolu'ya gelip yerleşen Afşarlar'ın, diğer kısmı Türkistan'da kalmış idi. Fakat Moğol istilası devrinde, Türkistan'da kalmış olan bu ikinci grup Afşarlar da Azerbaycan'a gelip yerleşmişlerdir. Safevi hanedanının inkırazı ile ortaya çıkan boşluktan istifade eden ve esasında Kandahar havalisinde yaşayan Halaç Türkleri İran'da hâkimiyeti ele geçirmeye muvaffak olmuşlardır.
Tarihlerimizde yanlış olarak Afganlar'ın İran'ı işgali diye zikredilen bu hadise Gılzay adını alan Halaç Türkleri'nin İran'da kontrolü ele geçirmesinden ibarettir. Halaçlar'ın İran'daki bu hâkimiyetine son veren ise, Afşar Türkmenleri'nin ileri gelen beylerinden Nadir olmuştur. Şah ünvanını olan Nadir, saltanatı esnasında mensup olduğu kabiliyet ihya etmekle beraber, onları emniyet gerekçesi olarak İran'ın muhtelif yerleşme merkezlerine gönderdiği için Afşarlar bugün İran'ın muhtelif yerlerinde dağınık bir şekilde yaşamaktadırlar. Bugün nüfusları 650.000 civarında olduğu tahmin edilen Afşar Türkmenleri, Türklüklerini muhafaza etmekle beraber, İran'da siyasî bir nüfuza sahip değillerdir.

Safeviler'den sonra ikinci uzun ömürlü hanedanı kuran Kaçar Türkleri ise, Timurlular zamanında Türkistan'dan gelip İran'a yerleşmişlerdir. Bu Türk boyu önce Kuzey Azerbaycan'da Kafkas cephesine yerleşmişti, Fakat günden güne bu kabilenin kuvvetlenmesinden çekinen Safeviler, Kaçarlar'ı sırf yıpratmak için, Horasan'da Esterabad ve Gürgen bölgelerine yerleştirmişlerdir. Nadir Şah'ın ölümünden sonra ortaya çıkan karışıklığın uzun sürmesi İran'ı oldukça zayıflatmış idi. Bu kritik günlerde, İran'ı muhtemel bir çöküntüden kurtaran ise, Kaçarlar olmuştur. İran'ı ele geçiren Kaçarlar, kurdukları hanedan ile ülkeyi 1794-1920 yılları arasında idare etmiş ve modern çağlara kadar getirmiştir. Ne var ki bu uzun idare devri Kaçar Türkleri'ni oldukça yıpratmıştır. Nitekim, bir zamanların hanedan kurmuş olan Kaçar Türkleri'nin sayıları oldukça azalmış ve 70-80.000 civarına düşmüştür. Bu sayıları ile Kaçarlar, İran'ın bugünkü yönetimine her hangi bir tesirde bulunmaktan uzaktırlar. Halen Kaçarlar, Mazendaran ve Gürgan eyaletlerinin muhtelif bölgelerinde dağınık bir şekilde yaşamaktadırlar.

İran'da yaşayan Türkler içinde Azerilerden sonra en kalabalık ve önemli topluluğunu Horasan'da yaşayan Türkmenler teşkil eder. Türkistan'ın bir nevi uzantısı olan Horasan, asırlardır Türk topluluklarını vatanlık yapmış verimli bir bölgedir. Selçuklu ailesi önderliğinde Anadolu'ya ve Orta Doğu'ya gelen Oğuz Türkleri'nin bazı boyları Batı Türkistan'da kalmışlardır. Çoğunluğu Horasan ve Horasan'ın kuzeyinde yaşayan Türkmen boyları Safeviler devrinde Şiiliğin siyasî maksatlarla kullanılmasından sonra, Sünni Türkistan Türkleri ile Şii İranlılar arasındaki mücadelelerde en çok zarar gören topluluk olmuştur. Dört asırdan fazla devam eden Şii-Sünni mücadelesinde Sünni Türkmenler, Türkistanlı kardeşlerinin yanında yer almışlardar. XIX. asrın ikinci yarısında Türkistan illeri Rus istilasına uğrayınca, Türkmenler'in bir kısmı İran hakimiyetini kabul etmeyi tercih etmişlerdir.

Bu Türkmen gruplarının başında Göklen, Yamud kabileleri ile Salur, Sarık ve Teke kabilelerine ait bazı küçük boylar bulunuyordu. Türkmenler'in millî şairi Mahdum Kulu'yu sinesinden çıkaran Göklenler başta olmak üzere diğer Türkmen boyları da Türklük şuurunu bütün canlılığı ile muhafaza etmektedirler. Fakat İran yöneticilerinin Türkçe tedrisata izin vermemeleri ve bölgeye yeterli hizmeti götürmemeleri bu Türkmen topluluğunu, hem kendi millî kültürünü geliştirmeden ve hem de medeniyetin diğer nimetlerinden layıkı ile istifade etmede geri bırakmıştır. Kültür sahasında olduğu gibi ekonomik alanda da oldukça geri olan Türkmenler'in bugünkü nüfusları iki milyona ulaşmış bulunmaktadır.


İran'da Azeriler'den ve Türkmenler'den sonra hem sayıca ve hem de siyasî nüfuz yönünden üçüncü önemli Türk grubunu Kaşkaylar teşkil etmektedir. Moğollar devrinde Doğu Türkistan'dan göçerek İran'a gelip yerleşen Kakgay Türkleri törelerine bağlılıkları ile meşhurdurlar. Güney İran'ın Fars eyaleti bütünü ile Kaşkaylar'ın nüfuzu altındadır. Son zamanlara kadar yarı göçebe bir hayat süren Kaşkaylar, birbirlerine olan bağlılıkları, plânlı ve teşkilatlı hareketleri ile tanınmışlardır. Nitekim, bugün bile kendi örflerine göre, muayyen bir kabile idaresi nizamını yürütmektedirler. Millî ve mahallî örflerine bağlı bir takım müesseselere de sahiptirler.
"İlhan"lık idaresi sistemi bu müesseselerden biri sayılır. Ayrıca, mümtaz sınıftan sayılan "İlhan" aile dışında Kalantar, Kethuda, Ra'ye, Tabeke-i Pest gibi tabakalarda mevcut olup, bunlar hep kendi törelerine göre idare edilirler. Kaşgaylar, kendi aralarında iyi bir birliğe sahip oldukları için, İran hükümetinin bazı haksız taleplerini ve emrivakilerini reddetmek başarısını göstermişlerdir. II. Dünya Harbi esnasında cereyan eden ve Kaşkaylar ile İran hükümetini karşı karşıya getiren önemli bazı hadiseler, Türk hükümetinin araya girmesi ile yatıştırılmıştır. Fakat Kaşkaylar'ın bu hareketleri İran hükümetleri tarafından hoş görülmemiş ve onların başka bölgelere sürgüne gitmelerine sebep olmuştur.

Bu arada, son İran-Irak harbinde, yaşadıkları Basra Körfezi kıyıları harp sahasına yakın olduğu için, Kaşkaylar büyük zayiat görmüşlerdir. Yine İran-Irak harbi esnasında İran hükümeti, Azeriler başta olmak üzere diğer Türk gruplarından oluşan askerî birlikleri ön saflarda Irak cephesine sürmesi ve onların büyük zayiat görmelerine sebep olmuştur ki, bu da İran rejiminin Türkler'e karşı ne kadar adaletsiz davrandağını göstermektedir. Türklük şuurunu ve törelerini canlı bir şekilde yaşatan Kaşkaylar'ın bugünkü nüfusları bir milyona yaklaşmış bulunmaktadır. Diğer Türk gruplarında olduğu gibi, Kaşkaylar da İran hükümetlerinin ilgisizliği yüzünden ekonomik ve kültürel alanda oldukça geri kalmışlardır.
Rus işgaline uğrayan Kuzey Azerbaycan Türkleri'nin bu asrın başlarında başlattıkları istiklâl mücadelesi, çok geçmeden Güney Azerbaycan'a da sıçramıştı.

Nitekim Settar Han önderliğinde Tebriz merkez olmak üzere başlayan istiklâl hareketi başarıyla devam etmiş, fakat 1907'de İran'ı iki nüfuz bölgesine ayıran Rus-İngiliz andlaşmasından sonra sıkıntıyla karşılaşmıştır. Ruslar, Güney Azerbaycan Türkleri'nin kuzeydeki kardeşleri ile birlikte hareket etmelerinden çekindiği için, İngiliz ve İran hükûmetleri ile işbirliği yaparak Güney Azerbaycan Türklerinin istiklâl mücadelesine mani olmak için ne mümkünse yapmışlardır. 1922'ye kadar devam eden Güney Azerbaycan istiklâl mücadelesi, İngilizlerden gerekli yardımı alan İran'daki yeni Pehlevi hükûmetinin despotça baskıları ile bastırılmıştır.

Azeri Türkleri üzerindeki İran baskısı 1930'lara kadar korkunç bir şekilde devam etmiştir. Bu dönemde devam eden Rus-İngiliz rekabeti, İran petrollerini paylaşmaya yönelince, Azerbaycan Türkleri'nin mücadelesi de yeniden ortaya çıkmıştır. İran petrollerinden pay almak isteyen Ruslar ve İngilizler, Azerbaycan Türkler'in mücadelesine açıktan destek vermeye başlamıştır. Bu gelişmelerden istifade eden Güney Azerbaycan Türkleri, isyan ederek İran hükûmetinden şu iki hususun yerine getirilmesini istemişlerdir:
1. Azerbaycan'da Türkçe tedrisat yapan okulların açılması izni,
2. Azerbaycan'a Otonom bir statünün verilmesi. İran hükûmeti bu istekleri reddedince Azerbaycan Türkleri haklarını silahla almaya kalkışmış. Azerbaycan'daki İran askerî ve sivil makamlarını kısa zamanda tasfiye eden Azeriler ülkelerinin tamamını kontrelleri altına almışlardır. İran'a bağlı olarak Otonom Azerbaycan Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Böylece, kültürel ve ekonomik alanda otonom haklara sahip Azerbaycan Cumhuriyeti kurulmuş oluyordu.

Ne var ki, kurdukları Güney Azerbaycan Otonom Cumhuriyeti'nin içine Sovyet ajanlarının sızmalarına mani olamadıkları için, yapılan Sovyet propagandası neticesinde, Güney Azerbaycan, bir nevi nüfuz bölgesi haline gelmiştir. II. Dünya Harbi sonunda İran'daki Rus-İngiliz müttefik kuvvetlerinin çekilmesi gerektiğine dair Birleşmiş Milletler kararı çıkınca, İran petrollerinden istediği hisseyi koparmış olan Ruslar, ülkeyi boşalttılar. Bu arada Otonom Azerbaycan hükümeti de Azerilerin haklarını garantileyen bir antlaşmayı 14 Haziran 1946'da İran hükûmeti ile akdetmeyi başardılar. Fakat, Güney Azerbaycan Hükûmeti'nin içinde bâzı Sovyet taraftarı üyelerin var olduğu iddia edilerek, İngilizler'in ve Amerikalılar'ın desteği ile, İran ordusu yapılacak yeni seçimlerin emniyetini bahane ederek, 14 Haziran 1946 antlaşmasına aykırı olarak Azerbaycan Azerbaycan'ı 14 Aralık 1946'da yeniden işgal etmiştir.
İran Hükûmeti, Azeriler'in elde ettikleri altı aylık istiklâl dönemini kendilerine pahalıya ödetmişlerdir. İstiklâl hareketine girişmiş bütün Azeri ileri gelenleri İran'ın muhtelif yerlerine sürülüp hapsedilmişlerdir. Bu insanların malları ise, İranlılar'a verilmiştir. Fakat, Azeri Türkleri'nin talihsizliği bununla da bitmemiş 1950'lerde Musaddık başkanlığındaki İran Hükûmeti petrolleri millileştirince, bu sefer, Amerikan ve İngiliz Hükûmetleri İran petrollerinden hisselerini kaybettikleri için ajanları vasıtasıyla Azeri Türkleri arasında İran'dan ayrılmalarını sağlamak maksadıyla büyük bir propagandaya girişmişlerdir.

Bu Amerikan ve İngiliz propagandası neticesi binlerce Azeri Türkü İran Hükûmeti tarafından hapsedilmiş veya sürgüne gönderilmiştir. Sürgüne gönderilen ve hapsedilen Azeriler'in malları İranlılar'a verilmiştir. Bugün, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne imzasını atan İran Hükûmetleri görülmemiş bir şovenist politika takip ederek Azeri Türkleri'nin okullarda Farsça ile birlikte Azeri Türkçesi'ni öğrenmelerini "Türk" ve "Türkçe" isimlerinin kullanılmasını dahi yasak etmiştir. Bu yetmiyormuş gibi, bugün İran'da Azeriler'in Türk olmadıkları ve "İraniyan" soyundan gelen bir halk oldukları mektep kitaplarında okutularak 20 milyonluk Azeri Türkünü İranlılaştırma politikası takip edilmektedir.

Azeri, Türkmen ve Kaşkaylar'dan sonra İran'da yaşayan önemli bir Türk grubu da Şahsevenler'dir. Şahsevenler, millî bir boy adı olmaktan ziyade, İran devlet idaresince, siyasî bir terim olarak kullanılmıştır. Aslında, çeşitli Türk boylarının seçkin askerlerinden meydana getirilen ve Türk asıllı hanedanları korumakla görevlendirilen bu insanlara, bilahare, şahlığı müdafaa ettikleri için Şahsevenler adı verilmiştir. Bu grup, zamanla aralarında kaynaşarak bir nevi ayrı bir kabile haline gelmiştir. Oldukça imtiyazlı bir durumları olan Şahsevenler, uzun zaman iyi imkânlar içinde yaşamışlardır. Modern devirlerde de İran ordusuna büyük hizmetleri geçen Şahsevenler'in, bugün önemli bir kısmı Güney Azerbaycan'da yaşamakta olup, sayıları 450-500.000 civarında bulunmaktadır.

Bu Türk gruplarından başka İran'da yaşamakta olan pek çok küçük Türk boyları bulunmaktadır. Güney Azerbaycan'da yaşayan Hamse Türkleri (250.000), Karapapahlar (40.000), Karadağlılar (150.000), Miskin (9.500), Şatranlu (8.500), Geyimli (6.000), Delikanlu (4.000), Beybağlu (4.000); Tahran'ın doğusunda yaşayan Kengerlüler (60.000), Kirman ve Belücistan bölgelerinde yaşayan Horasani ve Boçağçi Türkleri (95.000); Horasan'da Karayiler (65.000), Nişapur'da Bayetler (150.000), Gürgan eyaletinde yaşayan Timurtaşlar ve Goudanler (165.000), Kazvin ve Hamedan'da yaşayan Türk grupları bulunmaktadır. Kısaca, İran'da yaşayan Türklerin nüfusu 25 milyonu geçmiş bulunmaktadır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
hJ59LN9.png
mGcAhSy.jpg


İdil-Ural Bölgesinde Yaşayan Türkler

Tertep Türkleri
Başkurdistan ve Tataristan Cumhuriyeti ile bunlara komşu vilayetlerde yaşamaktadırlar, İdil-Ural Türk Tatarları'nın bir koludur.

Kundur Türkleri

Kafkasya'dan göç ederek İdil (Volga) nehri deltasında ve burada bulunan Astrahan şehrinde yaşamaktadırlar. Nogaylar'a yakın bir Türk boyu olup, nüfusları bilinmemektedir.

Mişer Türkleri

İdil-Ural Tatarları'nın bir kolu olan Mişer Türkleri Tataristan ve Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti ile bunlara komşu olan Udmurt, Mari Özerk Cumhuriyeti ile Saratov ve Samara bölgelerinde çoğunlukla yaşamaktadırlar.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Hazarlar ve Karaylar
Dünyada halen Hazar adı ile anılan bir millet veya topluluk mevcut değildir. İsa sonrası VI-XI. yüzyıllar arasında yaşadıkları ve büyük bir devlet kurdukları kesinlikle bilinen Hazarların, hiçbir iz ve eser bırakmadan tarih sahnesinden silinmiş olması mantıken mümkün görülemez. Dolayısıyla onların devamı ve mirasçıları sayılabilecek bir topluluğun dünyada var olması gerekir. Bu varis topluluğu öncelikle eski Hazar devleti sınırları içinde aramak gerekir. Yapılan araştırmalar sonunda eski Hazar devleti sınırları içinde Hazarların bakiyyesi sayılabilecek bir topluluk tespit edilmiştir ki, bu topluluk "Karaylar" veya "Karaim Türkleri" dir.

Karaylar son zamanlara kadar çoğunlukla Kırım ve Kafkasya (Hazar Devleti alanı) çevresinde yaşayan, Türkçe konuşan fakat Tevrat'a ve Hz. Musa'ya inanan Musevi bir topluluktur. Karayların dilleri Türkçe, dinleri ise Musevîliktir. Kısmen Yahudiliği benimsemiş olan Hazarlarla, halen eski Hazar devleti sınırları içinde yaşayan, onların kültürlerini taşıyan ve Tevrat'a inanan Karay Türkleri arasında bir ilişkinin olması tabidir. Dolayısı ile Hazarlarla Karaylar arasındaki ilişkiyi ele alıp incelemek ve bu iki topluluğun siyasi ve dini tarihlerini kısaca gözden geçirerek konuya açıklık getirmek yerinde olacaktır.

QxqS5m2.gif


Hazarlar
Hazar kelimesi "gez" anlamına gelen "kaz" kökünden türetilmiş Türkçe bir kelimedir. "kazar", gezer anlamına gelmekte olup, Anadolu Türkçesinde serbest dolaşan, bir yere bağlı olmayan göçebe demektir. Muhtemelen kelime, gezer, gazar, kazar ve hazar şeklinde etimolojik bir seyirden sonra nihai şeklini almıştır. Hazar kelimesi diğer dillerden Arapçada "el-Hazar", İbranicede "Huzari, Kozar", Latincede "Gazari, Chazari", Gürcücede "Hazari", Macarcada "Huszar" ve Çincede "Ko-sa, ka-sat" şeklinde kullanılmaktadır.

Tarihçilerin büyük bir çoğunluğunun Türklerin bir boyu olarak kabul ettiği Hazarları, bazı Batılı bilim adamları sonraları Türkleşmiş bir boy olarak isimlendirmişlerdir. Hazar adının Türkçe bir kelime olması bir yana, en eski Çin kaynaklarında "Tu-kuo Ko-sa" yani Türk-Hazar tabirinin geçmesi ve Hazarlarla çağdaş olan Arap kaynaklarının büyük bir kısmında onların Türk menşe'li olarak takdim edilmesi, Hazarların Türklüğünü hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koyar. Hazar devletinin kurucusu olan Hazar boyu özbeöz Türktür. Hazarlar konusunda batılıların da itibar edip kabul ettiği en sağlam delil, Hazar Hakanı Yusuf'un Endülüs veziri Hasday b. Şarput'a yazmış olduğu mektupta Hakan Yusuf, kendi soy kütüklerini şöyle açıklamaktadır.

"Atalardan kalma soy kütüğümüze göre Togarma'nın on oğlu vardı. Bunları soylarından Uygur, Dursu, Avar, Hun, Basila, Tarniak,Hazar, Zagora, Bulgar ve Sabirler gelmektedir. Biz yedinci oğul Hazar'ın soyundan geliyoruz. Mektupta bahsetilen Togarma, Yasef'in oğlu olup soy kütüğü kitaplarına göre Türklerin babasıdır. Bu ifada birinci derecede mühim bir kaynaktan çıktığına göre ona itibar etmek gerekir.

Hazar bölgesinde yapılan kazılar sonucunda ortaya çıkan malzemeler arasında Türkistan kökenli kılıçlar, baltalar vb. kültür malzemeleri bulunmuştur. Bu durum, Hazarların Karadeniz ile Hazar Denizi arasındaki bölgeye Türkistan'dan geldiklerini ve onların Türk menşe'li olmalarının gerekliliğini gösterir.

Hazarların sosyal hayatı tamamı ile Türk tarzına göre düzenlenmiştir. Devlet sistemleri ve bilinen dil kalıntıları bütün ile Türk özelliği göstermektedir. Hakan Yusuf'un mektubuna göre, Hazar Hakanlarının, İbranice isimlerinden ayrı olarak öz Türkçe isimleri de vardı. Bu durum, onların Türk menşe'li olduklarını açıkça gösterir.
Bazı araştırmacıların Hazarları, Sabirlere, Göktürklere veya Suvarlara bağlamak istemelerine rağmen, biz onların çok eski dönemlerden itibaren ayrı bir Türk boyu olarak var olduklarını kabul ediyoruz. Ancak onlar devletlerini kurmadan önce fazla etkili olmadıklarından, fazlaca bilinmemiş ve tanınmamış olmalıdırlar. Belki de onlar o dönemlerde tabi oldukları hakim zümrelerin adları ile anılmışlardır. Onlar güçlenerek devletlerini kurmuşlar ve siyasi bir güç haline geldikten sonra Hazar adını tarih sahnesine çıkarmışlardır.
Hazarların Orta Asya'dan çıkarak Hazar Denizi kıyıların gelmiş olduklarını daha önce belirtmiştik. Ancak bu göçün ne zaman meydana geldiğini tespit etmek çok güçtür. Hazar Devletinin kuruluş tarihi olan M.S. 558 yılından önceki dönem hakkında verilen bilgileri ihtiyatlı olarak karşılamakla beraber bu bilgileri kısaca belirtmekte fayda görüyoruz.
Gürcü kaynaklara göre Hazarlar, bu bölgeye İsa öncesi devirlerde gelmişlerdir. Gürcü tarihlerine göre Gürcü kralı Mirvan (M.Ö. 167-123) Hazarlara karşı savaşmıştır. Ermeni vb. kaynaklara göre Hazarlar, Milattan sonra II. yüzyılın ilk dönemlerinde Ermenilere karşı savaşmışlardır.

M.S. III. Yüzyıldan itibaren Hazarları bazen Roma İmparatorluğu, bazen de Pers İmparatorluğu saflarında savaşırken görürüz. V. Yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan Avarların bir süre Hazarlara hakim olduklarını tespit ettiğimiz gibi, VI. Yüzyılda Hazar-Pers savaşlarının giderek arttığını, sonunda Anuşirvan tarafında Bab el-Ebvab'ın Hazarlardan korunmak üzere inşa edildiğini görüyoruz. VI. yüzyılda bir süre Göktürk devletinin hakimiyeti altına giren Hazarlar, çevrelerindeki Sabir ve Sargur kütlelerini de bünyelerine alarak Göktürk Devletinin batı kolu şeklinde 558 yılında Hazar Devletini kurdular.

Bu zamana kadar teşkilatlı bir devlet, görünümü vermeyen ve sadece akını bir hüviyette görünen Hazarlar, bundan sonra belli bir devlet teşkilatına ve sistemine kavuşmuşlardır. 558 yılından 620 yılına kadar olan dönemde Sabir, Saragur, Semender, Belencer vb. Kuzey Kafkasya kabileleri üzerinde hakimiyet sağlayarak bir kabileler federasyonu şeklinde Göktürklere bağlı olarak yaşayan Hazarlar, 627 yılında Göktürk devletinin yıkılmasından sonra 630 yılında bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmıştır.
Tam bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkışlarından sonra Hazarlar, çevrelerindeki diğer devlet ve kabileleri itaatleri altına almaya başlamışlar, öncelikle Bulgarlar ve Slavlar üzerine akınlar yaparak onlara hakimiyetlerini kabul ettirmişlerdir.

VII. Yüzyıl içinde Araplarla karşılaşmaya başlayan Hazarlar, bir asrı aşkın bir süre Müslüman Araplara karşı savaşmışlar, bazen onları yenerek, bazen de mağlup olmuşlardır. VII ve VIII. Yüzyıllarda bir yandan Araplarla savaşırken öbür yandan Doğu Avrupa ve Orta Avrupa ve Balkanlara doğru yayılmaya devam eden Hazarlar, Ruslar başta olmak üzere Slav kabilelerini, Macarları itaatleri altına almışlar, hatta onların devlet kurmalarına ve örgütlenmelerine yardımcı olmuşlardır.IX. yüzyıldan itibaren daha önce himayelerine almış oldukları ve teşkilatlandırdıkları Ruslar, Bizans'ın da tahrikleri neticesinde Hazarlara karşı hücuma geçmeye başlamışlardır. Daha önce Hazarlara itaat eden bazı Türk boylarının da bu saldırılara destek vermesi neticesinde Hazar devleti zayıflamaya başlamıştır.

965 senesinde Rus, Bizans ve Peçenek müşterek saldırısı karşısında dayanamayan Hazar devleti,Rusların eli ile bu tarihte çökertilmiş ve bir daha kendine gelememiştir. Şöyle veya böyle 1030 yılına kadar ayakta kalabilen Hazar devleti, çevredeki diğer Türk boylarının da saldırıları neticesinde bu tarihte devlet varlığını kaybetmiş ve tarih sahnesinden silinmiştir.

1030'lu yıllardan itibaren yerini Kıpçaklara bırakan Hazarlar, devlet olarak değilse bile, bir topluluk olarak varlıklarını bölgede uzun süre koruyabilmişlerdir. XII, XIII ve XIV. yüzyıllarda bölgede varlıkları tespit edilebilen Hazarların adı, XV. yüzyıldan itibaren bölgeden kaybolmuştur.

Görüldüğü gibi, Hazarların Karadeniz ile Hazar Denizi arasında kalan bölgedeki varlığına Milat öncesi ikinci yüzyılda rastlanmaya başlıyor. Milat sonrası VI. yüzyılın ortalarına kadar devlet organizasyona sahip olmadan bölgede varlığını devam ettiren Hazarlar, 558 yılında Göktürklere bağlı bir devlet olarak ortaya çıkıyor ve bu bağlılığını 620 yılına kadar sürdürüyor. 630 yılından itibaren tam bağımsız bir devlet olarak gelişmeye başlayan bu devlet, 700 yılına kadar varlığını bölgede sağlama almaya gayret ediyor. 700-850 yılları arası Hazar Devletinin yükselme devri olarak kabul edilebilir. 850-950 yılları arası zayıflama dönemi, 965 yılı ise devletin çökmeye başladığı zaman olarak alınabilir. Bu tarihten sonra yaklaşık 70 yıl devlet olarak bölgede yaşamaya gayret eden Hazarların, devlet varlığı 1030'lu yıllarda sona ermiştir.

Yaklaşık beş asır bölgede bir devlet olarak varlığını devam ettiren Hazarlar, sadece bu bölgede değil, Asya ve Avrupa'nın büyük bir bölümünde sosyal, siyasel ve kültürel açılardan büyük tesirler meydana getirmişlerdir.Başta Selçuklular, Ruslar ve Macarlar olmak üzere Hazarlardan sonra ortaya çıkan birçok devletin müesseselerinin temelinde Hazar müesseseleri vardır. Selçuklu askerî ve idarî sisteminde olduğu kadar Rus devlet müesseselerinde hep Hazar izleri vardır. Madenlerin işlenmesi, silah sanayi, altın ve gümüşün ziynet olarak işlenmesi, şehir planları, yapı plan ve teknikleri bakımından Hazarlar sadece Rusların ve Macarların değil, belki de bütün Avrupa'nın hocası durumundadırlar.
Hazarlar, ekonomik açıdan bugün bile model alınabilecek mükemmel bir sisteme sahiptirler. O dönemde başkent Etil, dünyanın en önemli ticaret merkezlerinden biri idi.

Etil şehri açık Pazar olarak dünyanın çeşitli yerlerinden gelen tüccarları bünyesinde barındırıyordu. Devlet, ülkenin bütününde ekonomiye hiçbir şekilde müdahale etmiyor, ticari mallardan sadece vergi almakla yetiniyordu. Ülkede tam anlamı ile rekabete dayanan ve özel teşebbüs eli ile yürütülen bir ticaret hayatı mevcuttu. Devlet, aldığı vergiye mukabil, öncelikle ticari eşya naklinde yol güvenliği sağlıyor, ticari ilişkilerde ortaya çıkan ihtilafları adil bir tarzda çözmek için gerekli tedbirleri alıyordu. Bunun dışında devlet, işletmecilik başta olmak üzere serbest ekonomiye zarar verecek hiçbir şey yapmıyordu.
Sadece ekonomik yönü itibarı ile Hazar devletinin incelenmesi neticesinde ekonomik açıdan, onlardan alınabilecek pekçok şeyin var olduğunu söyleyebiliriz.

Nitekim, A.B.D. de Hazarları araştırmak üzere bir Hazar Araştırmaları Enstitüsü'nün kurulduğunu görüyoruz.Beş asır devlet olarak varlığını sürdüren Hazarlar, dini hayat bakımından dünyada örnek alınabilecek ender topluluklardan biridir. Hazar ülkesinde tam anlamı ile dini bir serbestlik mevcuttu. Hazar başkenti Etil'de Müslüman, Hristiyan, Musevî ve diğer din mensupları hep bir arada barış içinde yaşıyorlardı. Ülkenin tamamında tam bir düşünce ve din hürriyeti vardı, kimse inancından döndürülmek istenmiyor ve kimseye inancı dolayısıyla baskı yapılmıyordu.

Hazarlar bu bölgeye gelmeden önce Türkistan'da eski Türk dini inancında idiler. Onlar, Hazar Denizi kıyılarına göçettikten sonra bir süre daha bu dini inanca bağlı kaldılar. Ancak Hazar Devleti kurulup Hazarlar siyasi bir güç olarak sahneye çıktıktan sonra üç ilâhi dinin mensupları Hazarları kendi inançlarına çekmek üzere faaliyete başladılar. Dönemin Abbasi Devleti yöneticileri onları Müslümanlığa davet ederken, Hristiyan Bizans yöneticileri de onları Hristiyanlıştırarak kendi saflarına çekmek istiyordu. İşte bu sırada Bizans İmparatorluğunun İstanbul'dan sürdüğü bazı Yahudi din adamları önce Kırım'a geçtiler, oradan da Hazar ülkesine, Hazar sarayına gelerek Hakan'ın insafına sığındılar.
Hakan, bu gelen sığınmacılara çok iyi davrandığı gibi, onlardan kendi dinleri hakkında bilgi aldı. Hazar sarayına gelen bu Yahudi din adamlarının propagandaları neticesinde Hakan (Yusuf'un mektubuna göre Hakan Bulan) ve yakın çevresi Yahudi dinini kabul ettiler. İşte bu olay, tarihte "Hazarların Yahudiliği kabul etmesi veya Yahudileşmesi" şeklinde yerini almıştır. Zamanla halktan bazı insanlar da Yahudilerin dinini benimsediler, hatta Hazar boyundan olmayan Kıpçak, Kaliz vb. Türk boylarından bazı kimseler de Musevîliği kabul ettiler.
Burada akla şöyle bir soru gelmektedir. Yahudiler, İsrail ırkından olmayan insanları kendi dinlerine almadıkları halde Hazarları nasıl dinlerine kabul ettiler? Bu soruya verilecek cevap, Karay Türklerinin menşe'i problemine de çözüm getirecektir. Yahudi tarihinin en eski dönemlerinden beri Yahudiler Talmud'u kabul edenler ve Talmud'u kabul etmeyenler olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Orta çağlardan itibaren bunlardan birincilere Rabbanîm(Rabbaniler), ikincilere ise Kaim (Karailer) denilmeye başlandı. Başka ırklardan insanları dinlerine almayan Yahudiler, birinci sınıfı teşkil eden Rabbanim yani Talmud'cu Yahudilerdir. Karai Yahudiler tarihin her döneminde başka ırklardan insanları kendi dinlerine kabul etmişlerdir. İşte Hazar ülkesine giderek Hazar Hakanına ve çevresine Yahudiliği benimseten o günkü Yahudiler, sadece Tevrat'a inanan, Talmud'u kabul etmeyen Karaim Yahudileridir. Hazar ülkesinde Karaim Yahudiliği kabul eden insanların sayısı Dunlop vb. bazı tarihçilerin abarttığı gibi çok fazla değildi, dolayısıyla bugün sayıları milyonlarla ifada edilen Doğu Avrupa Yahudilerinin tamamının Hazarlardan geldiğini söylemek doğru değildir. Belki günümüzdeki Doğu Avrupa Yahudilerinde bir miktar Hazar kanı olabilir, ancak bu abartıldığı kadar yüksek oranda değildir.

İslâm tarihçisi Mes'udi'nin verdiği habere göre o dönemde Hazar başkenti Etil'de yedi hakim vardı. Bunlardan ikisi Müslümanların, ikisi Hristiyanların, ikisi Yahudilerin, bir ise diğer dinlere mensup olanların davalarına bakıyordu. Dolayısıyla bu ülkede kimse inançları yüzünden horlanmıyor, inançlarına ters bir muamele ile de karşılaşmıyordu. Türkiye'de ve dünyada laikliği veya dini müsamahayı uygulamak isteyenler de öncelikli olarak Hazarların dini tarihini incelemelidirler.

Jami5tv.jpg


Karaylar
Hazar Devletinin yıkılmasından sonra Hazar ülkesinde bulunan çok sayıda Müslüman, diğer Müslüman kavimlerle karışıp kaybolmuştur. Hazar Müslümanları özellikle Kıpcak, Karaçay, Karabarda gibi Müslüman Türk boylarının içinde erimişlerdir. Devlet yıkıldığı sırada ikinci büyük dinî topluluğu oluşturan Hristiyanların bir kısmı Hristiyan Slav kabilelerine karışarak onların arasında erimişlerdir. Diğer bir kısmı ise Hazar ülkesinden yine bir Hristiyan devleti olan Bizans'a göçetmişlerdir. Bu göç deniz yolu ile olduğu gibi, kara yolu ile Doğu Karadeniz kıyılarını takip ederek Kuzey, Doğu, Orta ve Güney Doğu Anadolu topraklarına olmuştur.

Bölgeye gelen bu göçmenler bunlarda daha önce Rumlar ve Ermeniler tarafından kurulmuş olan kiliselere intisab etmişlerdir. Rum ve Ermeni kiliselerine katılmış olmakla beraber bu insanlar uzun süre Rumca ve Ermenice konuşmamış, sadece Türkçe konuşmuşlarındır. Onbirinci asırda Anadolu'ya gelen bu insanlar, tam beş asır Rumca veya Ermenice öğrenmemiş, onüç ve ondördüncü asırlarda Anadolu'da inşa ettikleri kilisenin kitabelerini bile Rum veya Ermeni alfabesi ile Türkçe yazmışlardır. Onyedinci asırdan itibaren Anadolu'ya gelen Katolik misyonerlerinin faaliyetleri neticesinde bunlardan bazıları Rumca veya Ermenice öğrenmişlerse de bazıları Türkçeden başka dil kullanmamakta ısrar etmişlerdir.

Bunlardan Karamanlılar, kurtuluş savaşından sonraki müdahale neticesinde Yunanistan'a gönderilirken bile Rumca bilmiyorlardı. Karadeniz kıyılarını takip ederek Anadolu'ya gelen bu Hristiyan Hazarlardan, maalesef bir süre sonra Rum kilisesine katılanlar Rumlaşarak Ermeni kilisesine katılanlar da Ermenileşerek Hazarlıklarını kaybetmişlerdir. Bugün Doğu ve Orta ve Güneydoğu Anadolu'nun birçok yerinde bu Hristiyan Hazarlardan izler mevcuttur. Hazar Dağı, Hazar Gölü, Hazarşah, Hazri, Hazro, Hazriyan, Hazara vb. pekçok isim bize Anadolu'daki Hristiyan Hazarların izlerini göstermektedir.

Hazar devletinin yıkılmasından sonra Musevî Hazarların bir kısmı Kıpçaklar tarafından Rusların içine sürüldü. Ruslara karışan bu Musevî Hazarlar, misyoner propagandaları sonunda Hristiyanlığı kabul ettiler. Ancak, bunlandan bir kısmı Hristiyanlığı kabule yanaşmayınca Ruslar bunları baskı ve işkence yolu ile Hristiyanlaştırdılar. Bunlar dış görünüşleri itibarı ile Hristiyan gibi idilerse de uzun süre gizlice Musevîliklerini sürdürdüler. Yahudi kaynakları, ondokuzuncu yüzyılda Çarlık Rusyasında Pazar günleri kiliseye gittiği halde Cumartasi günü de Şabat'ı kutlayan bu gizli Yahudilerden bahsetmektedirler.

Sürgüne gönderilenlerin dışında kalan Hazar Yahudileri bir süre sonra kendileri için daha emin olarak gördükleri Kırım'a göçettiler. Kırım'a toplanan cemaate Kıpçaklardan, Kalizlerden Musevîlği kabul etmiş olanlar da katılarak toplumu büyüttüler. Kırım'da bu şekilde ortaya çıkan yeni cemaatin içinde Hazar asıllılar, Kıpçaklar, Kalizler vb. boylardan insanlar vardı. Ortaya çıkan bu yeni cemaat, karma bir cemaat olduğundan Hazar veya Kıpçak adı ile değil de bağlı bulundukları mezhep adı ile anılmaya başlandılar.
Bilindiği üzere Hazarların kabul etmiş olduğu Yahudi mezhebinin adı Karaim idi. Dolayısı ile yeni ortaya çıkan bu topluluk, Karaim cemaati olarak anılmaya başlandı. Karaim isminin yoğun olarak kullanılması XV. asırdan sonra olmuştur.

Bu topluluğun esası Hazarlara dayanmakta olup, çoğunluğu Hazar Musevîleri teşkil ediyordu. Ancak, Kıpçakların Hazar Devleti yıkıldıktan sonra bölgeye iki asır hakim olmalar sebebi ile topluluk, Hazar lehçesi yerine Kıpçak lehçesi ile konuşmaya başladı.Fakat konuşulan dil tam bir Kıpçakça değildi,Hazarca kelimelerin de içinde bulunduğu, ama Kıpçakçanın hakim olduğu farklı bir Kıpçak lehçesi ki, buna dilciler Karaim Türkçesi ismini vermektedirler. Karaim kelimesi aslında İbranice bir kelime olup, orta çağlardaki bir Yahudi mezhebinin ismidir.

Bu mezhepte başlangıçta sadece İsrail kavminden insanlar vardı, ancak kısa sürede başka ırklardan insanlar bu mezhebe girmeye başladılar ve bu başka ırklardan insanlar giderek çoğunluğu sağladılar. Bir süre sonra israil kökenliler tamamen yok oldukları gibi, Türklerin dışındakiler de zamanla azınlığa düştüler. XIX. yüzyılın sonlarına doğru mezhep mensuplarının nerede ise tamamını Türklerden oluşturmaya başladı. Dolayısıyla kelime artık bir dini veya mezhebi ifade etmekten çok, bir Türk kavmini temsil etmeye başladı.
Karaim kelimesi, İbranice çoğul bir kelimedir, tekili "Karai" şeklinde olup, sona takılan "im" eki çoğul ekidir. Bazen kelimenin yanlış bir şekilde iki çoğul eki ile "Karaimler" şeklinde de kullanıldığına rastlanıyor.

Arap alfabesi ile yayınlanan bazı eski Kırım Kaynaklarında kelimenin Karaim değil, Karayım şeklinde geçmesi neticesinde genel olarak Yahudi mezhebinden bahsedildiği zaman Karaim kelimesinin, Mezhep değil de belli Türk boyu kastedildiği zaman onların kullandıkları gibi çoğul olarak Karayım, tekil olarak Karay kelimelerinin kullanılmasının daha uygun olduğuna inanıyor ve bu yüzden biz Yahudiliğin Karaim mezhebine mensup olan Türk cemaatine Karay ismini veriyoruz.

Büyük çoğunluğu Hazar asıllı olan, Kıpçakçanın farklı bir şivesini konuşan ve bağlı bulunduğu mezhebin ismi ile anılan Karay Toplumu, asırlar boyu Kırım'da varlığını sürdürmeye muvaffak olmuştur. Bunlar büyük nisbette Hazar kanı taşıyan, Hazarların etnik ve kültür yönünden varisleri olan insanlardır. Bunların sayıları bilinen ilk tarihlerinden beri pek fazla değildir.

Karay toplumundan bazıları XIV ve XV. Yüzyıllarda Litvanya ve Polonya'ya göçettiler ve oraya yerleşerek bir cemaat oluşturdular. Ayrıca Hazar Devletinin yıkılmasından sonra hiçbir yere gitmeyip Kafkas dağlarında kalan ve varlığını orada sürdüren, anti Tamudist, Karaim Yahudilerinin var olduğunu ve bugün onların Dağlı Yahudiler olarak adlandırıldıklarını da biliyoruz.
Kırım'dan ayrılan Karayların bir kısmı direkt olarak İstanbul'a gelip yerleşirken, diğer bir kısmı Kırım'dan , önce Romanya'ya, oradan Edirne'ye ve oradan da İstanbul'a gelip yerleşmişlerdir. Dolayısı ile İstanbul'da da bir Karay cemaati oluşmuştur. 1917 Ekim ihtilaline kadar bütün Rusya'daki Karaylar çok rahat idiler, ancak ihtilalden sonra bunların rahatları kaçtı ihtilal sonrası bir kısım Karaylar Kırım ve Rusya'yı terkederek Avrupa ülkelerine, Amerika'ya ve Mısır'a göçettiler. Mısır'a göçedenlerin hemen hemen tamamı 1947 Kanal savaşından sonra İsrail'e giderek Ramle lydda bölgesine yerleştiler. Bugün İsrail kaynaklarının verdiği bilgiye göre İsrail'de 15 bin civarında Karay Türkü yaşamaktadır. Kendileri ile görüştüğümüz İsrailliler, Mısır'dan gelen göçmen Karayların Türk kökenli olmadığını söylediler.
Halbuki Mısır'dan gelen Karayların kahir ve ekseriyeti daha önce Kırım'dan Mısır'a göçetmiş Türk Karaylarıdır. 1917 yılında Ruslardan büyük bir darbe yiyen Kırım Karay Türkleri, İkinci Dünya Savaşında Ruslardan daha büyük bir darbe yemişler ve en az 30 bin Karay Türk'ü Sovyet coğrafyasının değişik yerlerine sürgüne gönderilmiştir.

Bugün, A.B.D. Avrupa'nın çeşitli ülkeleri, Türkiye, İsrail ve eski Sovyet coğrafyasında olmak üzere bütün dünyada 30.000'in üzerinde Karay yaşamaktadır. Ancak, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra daha önce tespit edilen rakamların eksik kaldığı da anlaşılmaktadır. Bugünkü Azerbaycan coğrafyasında yaşayan Dağlı Yahudiler Karay olmalıdırlar. Azerbaycan'ın Kusar, Bakü, Gence gibi şehirlerinde varlığı tespit edilen Dağlı Yahudilerin sayıları bu rakamı daha da yukarı çıkarmaktadır.

Halen İsrail'de yaşayan Karayların tamamı İbraniceyi öğrenmiş ve günlük konuşmalarında bu dili kullanmaktadırlar. İsrail'de Karayca gitgide çocuklar tarafından unutulmaya başlanmıştır. Karaim mezhebindeki evlilik kurallarının sıklığı ve bu mezhebin yakın akraba evliliklerini yasaklaması sebebi ile İsrail'deki Karay gençleri genellikle Talmudist Yahudilerle evlenmekte, bu durum da cemaatin küçülmesine sebep olmaktadır.

Türkiye'deki Karayların sayısı 1985 yılında 150 civarında iken bu sayı 1993 yılında 95'e düşmüştür. 1960'lı yıllarda sayılan 1000'den fazla olan Polonya Karaylarının sayıları da bugün hayli düşmüştür. Ayrıca, Avrupa ve Amerika'daki Karay nüfusunda da gözle görülen bir azalmaya şahit olmaktayız. Daha önceleri kendilerinin Hazarların devamı olduklarını iftiharla söyleyen Kafkasya ve Azerbaycan'lı Dağlı Yahudiler, Amerika, Avrupa ve İsrail'den gelen Talmudist din adamlarının telkinleri ile kendilerinin Hazar asıllı olmadıklarını, Karaim mezhebi ile de bir ilgilerinin bulunmadığını, dolayısıyla kendilerinin İsrail kökenli ve Talmudist olduklarnı söylemeye başlamışlardır.

Karaylar, Türk tarihinde önemli bir yeri bulunan Hazarların, torunları ve onların devamıdırlar. Karay kültürü Türk kültürünün bir parçasıdır. Öyle ise Türk dünyası Karaylara gereken ilgiyi göstermelidir. Ayrıca, Türkiye Cumhuruyeti Devleti de kendi milletinin ve kültürünün bir parçası olan Karayları ve onların kültürlerini korumaya almalıdır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Batı Trakya Türklüğü
Balkanlardaki Türk Kültürel varlığı şu andaki bilgilerimizin ışığı altında milattan hemen önceki yıllara kadar uzanmaktadır. Bundan önceki dönemlere ait bir takım veriler son zamanlarda ortaya çıkmakla beraber kesin bir değerlendirme yapabilmek için yeterli görülmemektedir. Balkanlardaki Türk kültürel varlığı iki koldan gerçekleşen kitlevi göçler sonucunda oluşmuştur. Kuzeyden Onogur-Bulgar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak göçleri, güneyden de Oğuz Türklerinin göçleri ve yerleşmeleriyle Balkanlar Türkleşmeye başlamış, 14 ve 15. y.y. da tamamen Türk kültürünün hakim olduğu bir bölge haline gelmiştir.

Batu Trakya'da tecrit edilmiş yasak bölge


Bundan daha sonraki gelişmeler sonucunda Balkanlardan bir med-cezir hareketi gibi bir çekilme söz konusu olmuş, dünyadaki değişmeler, gelişmeler, kuzeydeki Slav kültürünün gelişmesi ve buradan gelen baskı ve çatışma, hem de politik mücadeleler ve aynı zamanlarda büyükçe bir sömürge imparatorluğu kurmuş olan İngiltere'nin baskıları arasında kalma sonucunda Balkan savaşına kadar Osmanlı adım adım geri çekilerek bugünkü Türkiye sınırlarına kadar ulaşmıştır. 1912-1913 yıllarından sonraki gelişmelerle de son sınırlar çizilmiş, bununla beraber Türk kültürel varlığı bölgedeki hem Oğuz hem Kıpçak Tüklerinin bakiyeleri şeklinde hayatlarını devam ettirmektedir.

Tabii bunların bir kısmı Türkiye üzerinden göçerek Balkanlarda iskan edilen Evlad-ı Fatihan torunları, Oğuz Türkleridir. Diğerleri de yine kuzeyden gelerek yerleşen, Onogur-Bulgar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak Türkleridir. Bütün bu Türkleridir. Bütün bu Türk toplulukları günümüzün Türk kültür varlığını teşkil etmekle beraber aralarındaki çok küçük farklılıklar, içinde yaşadıkları kültürlerin yöneticileri tarafından kullanılarak birbirlerine düşman edilmeye de çalışılmıştır.

1950'li yıllardan sonra Türkiye'deki siyasal değişime paralel olarak uygulanan yanlış politikalar sonucunda Balkanlardan Türkiye'ye göçler büyük ölçüde devam etmiş, göçmenleri oy deposu olarak gören bütün siyasi partiler belki de bilmeden Balkanlarda Türk kültür varlığının budanmasına, azalmasına yol açmışlardar. Bütün bu gelişmelere rağmen, yine de Türkve Müslüman kültürel varlığı Balkanlarda aşağı yukarı 12 milyonluk bir nüfusu oluşturmaktadırlar.

Günümüzde, Balkan ülkelerindeki Türk kültür evleklerinin yukarıda kısaca anlatılmaya çalışılan özellikleri sebebiyle teker teker ele alınarak değerlendirilmeleri de bir zaruret olarak ortaya çıkmaktadır. Son 60-70 yıllık dönem içinde Balkan ülkelerinin büyük bir çoğunluğu komünist rejim baskısı altında kültürel açıdan deforme olmuş, bunun dışında kalan Yunanistan ise, Batı Bloku'na dahil olmasına rağmen, daha acımasız asimilasyon politikalarını uygulayarak Türk varlığının demografik verilere göre: normal nüfus artışıyla 500-600 bin kişiyi bulması icabederken, günümüzde 120 bin civarında bir Türk kültür varlığı Batı Trakya bölgesinde kalmış durumdadır. Bu da; iki farklı ekonomik politikaya sahip olan kültürlerin bir noktada birleştiğini gösteriyor.

Kültürel açıdan her iki rejim de aynı şekilde asimilasyon politikaları uygulanmıştır. Yunanistan'nın uyguladığı asimilasyon politikaları daha ziyadre psikolojik olarak yıldırma, güven duygusunu azaltma, insanlar arasındaki güvensizliği aşılama, yaygınlaştırma ve bu şekilde göçe zorlama şeklinde olmuştur. Buradaki soydaşlarımızın büyük bir kısmı Türkiye'ye diğer bir kısmı da Avrupa'nın değişik yerlerine ve bunun dışında kalan bir kısmı da Avustralya'ya yerleşmek, göç etmek zorunda kalmışlardır. Buradaki kültürel kimlik savaşı halen devam etmektedir. Bölgede kurulmuş olan hükümet dışı organizasyonların isimlerindeki Türk ismi, son yıllarda kaldırılmış, buradaki bütün hükümet dışı kuruluşlar, gönüllü kuruluşlar baskı altında varlıklarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar.

Trakya'da gönüllü müfreze


Ayrıca, buradaki bütün soydaşlarımızın devlet memuriyetleri dahi engellenmekte, "Dikatsa" adı verilen kuruluş tarafından diploma denklikleri ve çalışma izin belgeleri soydaşlarımıza verilmemektedir. Buna bağlı olarak Türkiye'ye doğru yönelmiş olan göç, hızlanmaktadır. Eğitim de bu göçü hızlandırıcı bir faktör olarak yer almaktadır. Yunanistan'daki liselerde ve üniversitelerde okuma imkanları elinden alınan soydaşlarımız büyük ölçüde Türkiye'ye göç ederek, gelecekleriyle ilgili eğitim imkanlarını pekiştirme çalışmaları içindedirler. Bu da tehcir ve asimilasyonunun bir başka yönünü teşkil etmektedir.

Lozan antlaşması (1923), Türk-Yunan Kültür antlaşması (1951), Türk-Yunan Kültür Protokolü (1968) başta olmak üzere en son AGİT tarafından kabul edilen Paris Şartı(1991) ve diğer deklerasyonlar gibi çeşitli milletlerarası hukuk belgesi tarafında güvence altına alınan ekonomik, sosyalve kültürel hak ve satatüleri itibariyle, Batı Trakya Türkleri, milletlerarası hukuk kuralları yönünden bir "etnik", yani milli "azınlık grubu" dur. Söz konusu hak ve statülerinin gasp ve ihlal edilmesi, kısaca "azınlık" haklarının yanında "insan" ve "vatandaş" haklarından mahrum bırakılarak baskı ve ayrımlara tabi tutulması ise, bu grubun sosyolojik manada da etnik "azınlık grubu" statüsünde bulunduğunu ortaya koymaktadır.

Çünkü, Louis Wirth'in de ifade ettiği gibi, fiziki ya da kültürel karakteristikleri sebebiyle ayrımcı ve eşit olmayan muamelelere hedef olan, tecrit edilen, bu sebeple de kendilerine kollektif ayrımcılığın özneleri olarak gören/diğerleri tarafından böyle görülen insan kategorisi, sosyolojik manada "azınlık" demektir. Herhangi bir ülkede etnik, dini veya ırki bir grup hakkında böyle bir tanımın geçerli olması, o grubun diğer vatandaşlarla aynı haklara sahip olmadığına delalet etmektedir. Yunanistan'da, Batı Trakya Tüklerinden başka Makedon, Arnavut, Ulah gibi "dini" grupların da sosyolojik manadaki "azınlık" statüsüne tabi oldukları gözönüne alındığındı, bu ülkedeki "demokrasi ve insan hakları" probleminin ne boyutta olduğu açıkça ortaya çıkar.

Batı Trakya Türkleri'nin birçoğu kronikleşen ve artık toplum yapısını dezorganizasyona çözülmeye, dağılmaya uğratma yönünde sosyal ve kültürel etkilerde bulunan, bu itibarla da acil olarak çözüme kavuşturulması gereken başlıca problemleri ana hatları ile şöyle özetlenebilir;

Türk azınlığa yönelik Yunan politikasında başvurulan şu dört yol ya da yönteme dikkat çekmek gerekmektedir. Kısaca Yunanistan;

a) İkili ve çok taraflı milletlerarası hukuk belgelerini doğrudan ihlal etmektedir.
b) İkili ve çok taraflı milletlerarası hukuk belgelerinin hükümlerine ve ruhuna uygun olarak daha önce çıkardığı kanun, karaname, yönetmelik, tüzük vb. iç hukuk düzenlemeleri iptal etmekte ve maksada uygun madde değişikliklerine giderek sözkonusu belgelerin hükümlerine ve ruhuna aykırı hale getirmektedir.
c) Boşluk olan yerlerde, ihlal ve gaspları temin eden yeni iç hukuk düzenlemelerine başvurmaktadır.
d) Daha önce ve özellikle de iç savaş (1945-1949) yıllarında kuzeyde gerilla savaşı yürüten gruplara, bağımsız Makedonya mücadelesi veren Makedonlara ve İtalyanlar ile birlikte ülkenin orta kesimlerinde bir Ulah devleti kurma savaşı veren Ulahlar'a ve bunların mal varlıklarına karşı çıkarılmış olan iç hukuk düzenlemelerini Türk azınlığa yöneltmektedir.

Batı Trakya Türkleri'nin başlıca resmi temsil organı statülerine sahip olan 3 müftülük (İskeçe, Gümülcine ve Dimetoka) makamı, bilindiği gibi "kukla müftüler" tarafından işgal altında tutulmaktadır. İşgale ilişkin senaryo, Gümülcine Müftüsü Hüseyin Mustafa'nın 1984'te, İskeçe Müftüsü Mustafa Hilmi'nin de 1990'da vefatı üzerine uygulamaya konmuştur. Ortaya çıkan durum üzerine gerek İskeçe'de ve gerekse Gümülcine'de azınlık organlarının girişimi üzerine, 2345/1920 sayılı kanunun hükümlerine ve ruhuna uygun olarak camilerde seçim yapılmak suretiyle Mehmet Emin Aga, İskeçe, İbrahim Şerif Gümülcine müftüsü olarak resmi makamların onayına sunulması ihtilafına, her iki makam da kukla müftüler olarak bilinen Mehmet Emin Şinikoğlu ve Meço Cemali tarafından doldurulmuştur.

Yukarıda izah ettiğimiz gibi, Yunan devleti, azınlığın en önemli kurumları olarak bilinen müftülükler üzerindeki bu haksız tasarrufu, 2345/1920 sayılı "Müftüler ve Başmüftü Seçimiyle, İslam Cemaatlerine Ait Evkaf Gelirlerinin Yönetilmesine Dair Kanun"'u iptal ederek, yerine 182/1991 sıyılı "Müftülük Müessesesi ve İlahiyat Okulu Kurulmasına Dair Esasları Düzenleyen Kanun Hükmünde Kararname'yi getirmek suretiyle gerçekleştirmiştir.

Azınlık iradesinin hilafına gerçekleşen müftülük problemi, 182/1991 sayılı yeni düzenlemenin, azınlığın hak ve statülerini güvence altına alan milletlerarası nitelikteki hukuk belgelerinin hükümlerine ve ruhuna uygun olmadığına açıkça delil teşkil etmektedir.

Çünkü, Tük azınlığın, diğer problemleri hakkında da geçerli olan bu durum Lozan antlaşmasının "Azınlıkların korunması bölümü"ndeki en can alıcı maddeyi teşkil eden 37. Madde tarafından adeta yasaklanmaktadır. Yunanistan'a uyarlandğında, bu ülkenin şöyle bir yükümlülükle karşı karşıya olduğu açıkça görülmektedir.

"...Yunanistan, 38. Maddeden 44. Maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel kanunlar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiçbir resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir yönetmelik (tüzük) ve hiçbir resmi işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir."

Kaldı ki, bu ülkenin At'ye üyeliğinde esas teşkil eden Yunan Anayasası'nın (1975) 28. Maddesi de, sözkonusu yükümlülüğü daha genel manada pekiştirmekte ve teyid etmektedir.

Buna göre Yunanistan;
"...Devletler Hukuku genel ülkelerinin ve onaylanak yürürlüğe giren uluslar arası anlaşmaların, Yunan milli hukukunun bir parçası olduğunu ve kendilerine ters düşen kanun hükümlerine nazaran önceliğe sahip bulunduklarını..." kabul etmektedir.
Cemaat İdare Heyetleri (CİH)ne gelince, müftülükler bünyesinde, azınlık vakıf mal ve mülklerinin idaresinden sorumlu olan bu kurallara yönelik çirkin Yunan emellerine dair ilk müdahale çok erken yıllarda daha 1946 yılında gerçekleştirilmiştir. Bu yıl işbaşına gelen Panagi Ksaldaris hükümeti İskeçe'deki Cemaat İdare Heyeti'ni dağıtmış, yerine 1950 yılına kadar görev yapacak olan "işbirlikçi" bir komisyon atamıştır.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki temkinli olmakla birlikte başlayan yakınlaşma politikası, 1960 ve 1964'teki ertelemeler hariç, CİH seçimlerinin 1967'ye dek düzenli olarak devam etmesini sağlamıştır. Müdahaleler, 1967'de işbaşına gelen Albaylar Cuntası tarafından yoğunlaştırılmıştır. Cunta idaresi, bir yandan "Türk" ibareli okul levhalarını yerinden sökerken, diğer yandan da CİH'ni dağıtmaya, 20 küsur yıl sonra yerlerini alacak olan " kukla müftüler"e hazırlık mahiyetinde "kukla CİH" atamaya başlamıştır. Bu çerçevede, Dedeağaç'taki müftülük makamının münhal bulunmasından istifade ederek "Dedeağaç'ta müftülük bulunmadığı" gerekçesiyle, burada görev yapmakta olan CİH'nin lağvedildiğini duyurmuştur.

CİH konusunda şunu ilave etmek gerekmektedir ki, Tükler'in daha yoğun olarak yaşadıkları Gümilcine'deki kukla CİH'nin kukla Başkanı Hafız Yaşar adı, Türk azınlık arasında "baş hain" sıfıtı ile özdeşleşmiştir. Şu kadarını söylemek gerekirse, onun tayin edildiği dönemde Başkanlığını yaptığı CİH tarafından işletilen öğrenci yurdundaki 79'u fakir 113 öğrenciye azınlığın hali vakti yerinde aileleri tarafından yapılan yardım durdurulmak zorunda kalmıştır.

Ezcümle, müftülükler gibi, Batı Trakya'daki CİH de bugün kukla üyeler ve başkanları tarafından idare edilmektedir. Gümülcine CİH'nin başı ise Hafiz Yaşar'ı aratmayacak keyfiyete ve yetki genişliğine sahip Abdülhalim Dede tarafından doldurulmuş bulunmaktadır.

Batı Trakya Türkleri arasında Lozan antlaşmasının hemen akabinde ortaya çıkan "Türk" adı altındaki birlikler-dernekler; Türk azınlığın daha çok erken yıllarda TC Devleti'ndeki oluşuma paralel olarak "ümmet" değil "millet" şuuru taşıdığına ve bu şuura istinad eden bir sosyo-kültürel değişme sürecine girdiğine delil teşkil etmektedir. "Ümmet" şuuru esasına dayanan birliklere-derneklere azınlık arasında gösterilen cılız itibar giderek tamamen ortadan kalkar ve bu fikir sahiplerinin birçoğu "millet" şuurunu benimserken, 1927'de ortaya çıkan "İskeçe Türk Birliği", onu 1928'de izleyen "Gümülcine Türk Gençler Birliği" ve 1936'da kurulan "Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği"nin, sosyal ve kültürel fonksiyonları vasıtasıyla azınlık arasında toplumsal birlik ve bütünleşmenin gelişmesinin gelişmesine yaptıkları katkılar inkar etmek mümkün değildir. İşte bu önemli fonksiyonları itibarıyla üç kardeş olarak bilinen bu birlikler-dernekler aleyhindeki ilk Yunan işlemi 1984 yılında başlatılmış, 1988 yılında da varlıklarına resmen son verilmiştir.

Seneryo, önce bu derneklerin isimlerinde yeralan "Türk" ibaresinin "Batı Trakya'da Tük vatandaşları bulunduğuna dair izlenim verdiği" gerekçesiyle kaldırılması (Kasım, 1984), ardından "zararlı faaliyet gösterdikleri" gerekçesiyle kapatılması (Mayıs, 1985) istemiyle Gümilcine Valisi N. Papadimas tarafında davalar açılması suretiyle uygulamaya konmuştur. Bilindiği gibi, nihai temyiz mahkemesi niteliğindeki Yunanistan Yüksek Mahkemesi (Areios Pagos) 20 Kasım 1987 tarihinde "Batı Trakya'da Türk olmadığı" (başlangıçtaki gerekçe bu şekle dönüştürülmüştür) gerekçesiyle üç birliğin-derneğin isimlerindeki "Türk" ibaresinin kullanılmasının yasaklanmasına ve 5 Ocak 1988 tarihinde de bu birliklerin-derneklerin "zararlı faaliyet gösterdikleri" gerekçesiyle kapatılmasına dair mahkeme karalarını onaylamıştır.

Bilindiği gibi, Batı Trakya'da Türk varlığını ve bu varlığın 1927'den itibaren uluslar arası hukuk belgelerinin hükümlerine ve ruhuna uygunluk arzeden Yunan kanunlarına göre sosyal ve kültürel faaliyet gösterdiğini inkar anlamına gelen bu iki karar, azınlık tarihinde ilk kez Türklük mitinginin düzenlenmesine ( 29 Ocak 1988) vesile teşkil etmiştir. Yine çok iyi hatırlanacağı üzere, Türklük mitinginin 2. Yıldönümü olan 29 Ocak 1989 tarihi, Yunan gizli teşkilatları tarafından harekete geçirilen çapulcu Yunan fanatikleri tarafında azınlık tarihine "Yunan vandalizmi " olarak geçmiştir. Çapulcu ve fanatik Yunanlılar tarafından düzenlenen taşlı-sopalı saldırılarda 30 Türk yaralanmış, 270 Türk dükkanı tahrip ve yağma edilmiştir.

Dünya hukuk tarihinde skandal ve ulusal hukuk açısından kabul edilemez çelişki olarak söz konusu iki kararın iptal edilmeleri için başlatılan girişimlerin acilen devam ettirilmesi gerekmektedir. Türk azınlığın hak ve statülerini güvence altına alan ikili ve çok taraflı düzenlemeler ile söz konusu kararların kesinlikle bağdaşmadığı açıkça ortadadır. Ulusal hukuk açısından baktığımızda, bu kararlar, iptal edilmiş olmasına rağmen, Yunan hukuk tarihinde yerini alan 3065/1954 sayılı (Mareşal Papagos Kanunu olarak bilinen) "Azınlık Okulları Eğitim Kanunu" ve bu kanunun uygulanmasına dair hassasiyeti ortaya koyan Trakya Genel Valisi F. Fessopoulos'un A. 1043 ve A.202 sayılı genelgeleri yanyana düşünüldüğünde komedi açıkça ortaya çıkmaktadır.

İlgili kanun, azınlık okulların levhalarında nerede varsa "Müslüman/Müslümanca" ifadelerinin, doğrusu olan "Türk/Türkçe" ifadeleriyle değiştirilmesini öngörmekte, genelgeler ise eski haliyle kalmaya devam eden birkaç okul levhasındaki ilgili değişikliğin derhal yapılmasını emretmektedir.

Azınlık hakkı olması yanında, Batı Trakya Türk çocuklarının bir insan ve vatandaş hakkı olarak sahip olmaları gerektiği düşünülen eğitim hakkının ve buna istinaden tecelli eden Türk anne-babaların çocuklarını eğitim veren kurumlara (okullara) gündeme hakkının kullanılması görevinin yerine getirlmesi, Yunan makamları tarafından öteden beri engellenmektedir.

Yunan makamları, eğitim sahasına ilk müdahelesini 1972 yılında gerçekleştirmiş, yukarıda geçen 3065/1954 sayılı "Azınlık Okulları Eğitim Kanunu"un bazı maddelerini değiştirmek suretiyle "Türk/Türkçe" ibarelerin yerine, Yunanca'da "azınlık" ve "müslüman" kelimelerinin kısaltılmışı olan ancak tam olarak hangisini karşıladığı belli olmayan "M/kon" ibaresinin kullanılmasına dair düzenlemedir. Yine, 695/1977 sayılı "Azınlık Okulları ile SÖPA Öğretim ve Denetim Kadrosunun Meselelerinin Çözümüne İlişkin Kanun" çıkartılmak suretiyle, azınlık üzerinde bazı emeller istikametinde kurulmuş bulunan "Selanik Özel Pedagoji Akademisi" mezunlarının azınlık okullarına öncelikli olarak atanmaları sağlanmıştır.

Bu çerçevede, zaten 1960'lı yıllardaki öğretmen kıyımına ek olarak, Türkiye'den görev yapmak üzere gelecek TC vatandaşı öğretmenlerin ve yine Türkiye'deki öğretmen okullarından mezun olan Yunan vatandaşı Türk öğretmenlerin azınlık okulların girişleri kapatılmıştır. Neticede, Elmalı ve Karaçanlar Türk okullarında örnek olay niteliğinde görülen Türk velilerin ilkokul öğrenimi yapmak üzere çocuklarını Türkiye'ye gönderme süreci başlamış ve bu durum günümüze dek genişleyerek gelişmiştir. Hiç şüphesiz, bu velilerin büyük çoğunluğu, çocuklarınınTürkiye'de yerleşmesini istemekte, bu durum ise kendilerini göçe ya da Türkiye'de yasal olmayan bir şekilde ikamet etmelerine yol açmaktadır. Bu çerçevede, azınlığa mensup SÖPA mezunları arasında kendilerine tevdi edilmek istenen bol kazançlı "propaganda amaçlı eğitim hizmeti"ni reddetme yönündeki eğitimin giderek güçlenmekte olduğunu gözardı etmemek gerekmektedir.

Çünkü bilindiği gibi 1991 yılında merhum Dr. Sadık Ahmet tarafından "Yunanlı Türk'e Türkçe Öğretemez" sloganı ile başlatılan Yunan tarihine, bayrağına sevgi aşılamaya ve Türk çocuklarında Yunan milli şuuru oluşturmaya yönelik muhtevaya sahip Yunanlılar tarafından Türkçe okuma kitaplarını boykot hareketine çok sayıda SÖPA mezunu da katılmıştır. Yunanistan'da zorunlu eğitim 6 artı 3 temelinde 9 yıl olarak uygulanırken, Türk azınlık çocukları için bu 6 yıl(ilkokul) ile sınırlıdır. Türçe kitapların muhteva ve sayı itibarıyla yetersizliği, azınlık okullarında ihtiyaç duyulan başlıca eksikliktir.

Mevcut iki azınlık oraöğretim kurumunda (İskeçe Karma Azınlık Lisesi ve Gümilcine Celal Bayar Lisesi) had safhaya ulaşan bu eksiklik, Türk öğrencilere Türkçe okudukları derslerde Yunan dilinde imtihana girmeleri yönünde getirilen değişiklik ve öğrenci taleplerinin kura ve imtihan ile karşılanması şeklindeki uygulama, söz konusu iki öğretim kurumunu zaman zaman kapanma noktasına getirmiştir. Bugün, bu okullarda okumakta olan öğrenci sayısı iyimserlik yaratmakla birlikte, mevcut meselelerin söz konusu her an kapanma noktasına getirebilceği gözardı edilmemelidir. Şu kadarını ilave etmelidir ki, her yıl Türkiye'deki üniversite giriş sınavlarına katılan 600-800 arasındaki Batı Trakyalı Türk öğrencilerin 40-50'si dışındakilerBatı Trakya'daki değil, Türkiye'deki liselerden mezun olmuşlardır.

Bunların yanısıra Batı Trakya Türkleri'nin karşı karşıya oldukları problemler, toprak ve arazi gasplarından, seyahat hürriyetinin kısıtlanmasına, tedhiş ve saldırı olaylarına kadar uzamaktadır. Bu konular, başlı başına bir araştırma konusu olacak kadar geniş ve karmaşıktır. 21. Yüzyıla girerken, demokrasinin beşiği olduğunu iddia eden, gerçekde dönem dönem Rus sömürgeciliğinin, bazen de Batılı imparatorluk kalıntılarının oyuncağı olan Yunanistan'ın insan hakları ihlalleri konusunda dünya kamuoyunda yeterince teşhir edilemediği ortadadır. Bu konu ile ilgili olarak hayatına Batı Trakya Türklüğü'nün insan hakları davasına adayan ve acı bir tesadüf sonucu, Lozan antlaşmasının ve Yunanistan'da demokrasiye geçişin yıldönümü olan 24 Temmuz 1995 tarihinde şehit olan büyük Türkçü, dava ve mücadele arkadaşımız Dr. Sadık Ahmet'i bir kere daha rahmetle anıyoruz.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Balkanlarda Yaşayan Türkler
Türkler'in Balkanlara yerleşmesi çok eski tarihlere dayanmaktadır. Türkler Balkanlar'a iki ayrı yoldan gelmişlerdir. Birincisi Hazar Denizi-Karadeniz kuzeyinden, ikincisi ise güneyden Anadolu üzerindendir.

Balkanlardan Anadolu'ya göçler

Balkanlar'a gelen ilk Türk kavimleri MS 300 yıllardan itibaren Karadeniz'in kuzeyden geçerek bölgeye yerleşmişlerdir. Bunlar Oğur (Utrugur, Kutrugur), Bulgar, Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar (Kıpçaklar) gibi Türk boylarıdır. Ancak bu Türk kavimlerinin büyük bir çoğunluğu hıristiyanlığı kabul ederek Slavlaşmışlardır. Sayıları yediyi bulan bu Türk boyları tarihçiler tarafından "Kayıp Türk Kavimleri" veya "Asimile Kavimler" "olarak adlandırılmıştır. Tarihçilere göre Orta Asya'daki göçebe hayatını devam ettiren, bir türlü yerleşik ve organize olmayan bu boyları birbirleri ve/veya bölgedeki Bizans, Slav, Lâtin vb. gruplarla girdikleri amansız çatışmalar, özellikle Slav ve Bizanslıların ideolojik baskıları sebebi ile kimliklerini kaybetmişlerdir.

Balkanlar'a giren ikinci Türk kuşağı ise Anadolu üzerinden olmuştur. Orta Asya'dan gelip Anadolu'ya yerleşen Türkler, Osmanlı Beyliği zamanında Çanakkale boğazını geçerek Balkanlar'a ayak basmış, 1526 yılında kazanılan Mohaç zaferi ile Balkanlar'da kesin ve mutlak Türk egemenliği başlamıştır. Anadolu'dan seçme aileler Batı Trakya, Bulgaristan, Makedonya, Eski Yugoslavya ve Romanya'ya yerleştirilmiştir. XIX.nci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamaya başlaması ile Balkanların yavaş yavaş yitirilmesi ve 1830 yılında Yunanistan'ın, 1878 Berlin Anlaşması ile Sırbistan, Romanya ve Karadağ'ın bağımsızlığının kabulü, 1909 yılında yapılan Petersburg anlaşması ile Bulgaristan'ın, 1911-12 Balkan Savaşı esnasında Arnavutluğun bağımsızlığını kazanması sonucu Balkanlar Türk hakimiyetinden çıkmıştır.

Özellikle 1830 yıllarından sonra Balkanlar Türk insanı mezbahası haline gelmiş, Türk şehirleri yakılıp yıkılmış, Türk mal varlığı yağmalanmış, Anadolu'ya akın akın göç başlamıştır. Bütün bunlar sonucu Türkler Balkanlarda kimliklerini muhafaza etmeye çalışan azınlık haline düşmüştür.
 

Eklentiler

  • Hddibya.jpg
    Hddibya.jpg
    41.2 KB · Gösterim: 234
Top