Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Çektiri
Osmanlı deniz kuvvetlerinde kürekle hareket eden gemilere umumî olarak verilen isim.

Bu gemiler, kürek sayısına göre özel isim alırlardı. Küçükten başlamak üzere şu isimler verilirdi: Karamürsel, üstüaçık, şayka, kırlangıç, firkate, kalite, pergende, mavna, kadırga, baştarda ve baştarde-i hümâyûn. Çektiriler, ince donanma ve büyük donanma gemileri olarak iki kısımdı. Birinci çeşit küçük gemilerden müteşekkil iç deniz ve nehirlerde hizmet gören gemilere İnce Donanma denilirdi. Bunlar savaş teknesi olarak değil, araştırma, taşıma ve haberleşme işlerinde vazife görürlerdi.

İnce donanmanın dışında bulunan büyük boy gemiler de donanma-ı hümâyûnu meydana getirirdi. Bu çektirilerde, reis, vardiyan, kürekçi, cenkçi, topçu gibi muharip sınıfın yanında, marangoz, kalafatçı, demirci, halatçı gibi ustalar vardı. Bunların en küçüğü olan karamürsellerde 20, en büyüğü olan baştardalarda 800 savaşçı levent bulunurdu. Çektiriler, aşı rengi boya ile, baştardalar ise özellikle yeşile boyanmaktaydılar. Baştardalar, amiral gemisi olarak görev yapar, baştarde-i hümâyûn ise deniz seferine serdar tayin edilenin gemisi olurdu.

On yedinci asırda Osmanlı donanması, 40 kadırga, 6 mavna, 20 bey gemisinden müteşekkildi ve bu gemilerde 10.500 kürekçi, 5300 cenkçi ve 600 yardımcı sınıftan olmak üzere 16.400 asker vardı.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Çelebi
Türklerde muhtelif sanat ve meslek sahiplerine sembol olmuş bir tabir.

Lehçe-i Osmâniye’de; okuma bilen, okumuş, nâzik manâları verilmektedir. Asil, nâzik, soylu, zarîf, terbiyeli, koca tabiri olarak da kullanılmıştır. Daha önceleri şehzadelere unvan olarak verilirdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin evlat ve ahfadına da bu unvan verilmişti.

Osmanlılar'da padişahların erkek çocuklarına evvelce “bey”, sonra “çelebi” unvanı verilmiş, daha sonra erkek kız ayrılmadan “sultan” tabiri, müştereken kullanılmıştır.

Çelebi, Türkçe'de kibar, centilmen manâsını ifade ediyordu. Tatarlarda ise, kadınlar kocalarının erkek kardeşlerine, kardeşlerinin erkek çocuklarına hürmet ve tazim ifadesi olarak çelebi derlerdi.

Osmanlı yazı lisanında, 17. asra kadar, hanedan mensuplarının, yüksek dinî erkânın, meşhur müelliflerin lakap ve unvanı olarak kullanılmıştır. On sekizinci asır başına doğru çelebi kelimesi yerine efendi tabiri kullanılmaya başlanmıştır.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Çevgan (Çevgân)
Eski bir Türk oyunu. Milattan önceki Orta Asya Türklerinde, İranlılarda, Araplarda Yunanlılarda, Bizanslılarda ve Uzak Doğu’da değişik türleri görülür. Türkler tarafından Hindistan’a götürüldü. İngilizler bu oyunu, Hindistan’da görerek öğrendiler ve golf adını verdiler.

Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde bildirdiğine göre, Osmanlı Türklerinde de oynanırdı. Osmanlılar, Çevgân oyununu oynamak için, bir meydanın iki tarafına kale yerine mermerden iki sütun dikerlerdi. At üstündeki oyuncular iki gruba ayrılır, her grup kendi sütunu arkasında yer alırdı. Meydanın ortasına, ağaçtan, adam başı büyüklüğünde bir top konurdu. Oyun esnâsında Mehterhâne takımı davullarıyla çalmaya başlar, bunun arkasından her taraftan birer atlı çıkıp topu, çevgân adını verdikleri ucu eğri sopalarla sürükleyerek kendi kalesine doğru götürmeye çalışır, bu sırada diğer süvariler de ikişer ikişer karşılıklı olarak kendi arkadaşlarının yardımına koşarlar ve topu kendi taraflarına çevirmeye çalışırlardı. Hangi taraf topu kendi kalesine daha çok atarsa o taraf kazanırdı. Terbiye edilmiş atlarla oynanan oyun, oldukça tehlikeli olup, topun at veya süvariye çarpması, kol ve ayakların kırılmasına sebep olurdu. Ancak beden hareketleri yönüyle savaş kabiliyetini arttırması bakımından oynanır, sürek avları gibi bir nevi savaş hazırlığı sayılırdı.

Mehterhâne takımlarında kullanılan çatal başlıklı ve etrafı zincir ve çıngıraklarla donatılmış saplı âletlere de çevgân adı verilirdi. Ordu yürüyüş hâlindeyken, mehterin en önünde taşınır, sapı yere vurularak çalınır, yürüyüşün temposu buna göre ayarlanırdı.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Çırağan Vakası
Sultan İkinci Abdülhamid Hanı tahttan indirip, Sultan Beşinci Murad’ı tekrar tahta geçirmek için yapılan baskın.

Sultan Abdülaziz Han zamanında Yeni Osmanlılar cemiyetine giren Ali Suâvî, uzun bir müddet yurt dışında kaldı. Sonra memlekete dönüp, Galatasaray Lisesi Müdürlüğüne tayin edildi. Mizaç olarak, meşhur olmaktan ve büyük mevkilere gelmekten çok hoşlanırdı. Her renge girerek çeşitli vazifeler almayı denemiş, fakat başarısızlığı sebebiyle her seferinde vazifesinden atılmıştı. Kendisi gibi, Sultan Abdülhamid Han zamanında yükselmekten ümidini kesenler, onun etrafında toplandılar. Düşünceleri; hastalığı sebebiyle tahttan indirilen Sultan Murad’ı tekrar tahta geçirmekti. Filibeli muhacirlerden etrafına topladığı epeyce bir kalabalıkla, 19 Mayıs 1878’de, Çırağan Sarayına girmeyi başardı. Sultan Murad, bu sarayda olduğu için onu dışarıya çıkarmaya çalıştı. Bu sırada Beşiktaş’ın inzibat işleriyle görevli komutanı Mirliva Hasan Paşa, topladığı askerlerle derhal isyancıların üzerine yürüdü. Hasan Paşa, elindeki bastonu Ali Suâvî’nin başına vurarak onu öldürdü. İki taraf da silah kullanınca kan döküldü.

Silah sesleri, Yıldız Sarayından duyulunca Sultan Abdülhamid Han, Çırağan Sarayına asker sevk etti ve Sultan Murad’ın kılına dokunulmamasını emretti. Ali Suâvî’nin adamlarından yirmi bir kişi ölüp, on yedi kişi yaralandı. Olay iki saat içerisinde bastırıldı.

Ali Suâvî’nin yalısında bulunan defter ve vesikalar, İngiliz olan hanımı tarafından yakıldığından, cemiyetine, hükümet adamlarından kimlerin üye olduğu anlaşılamadı. Ancak, saldırı sırasında sağ ele geçenler, dîvân-ı harbe verilerek muhtelif cezalara çarptırıldılar.

Basit gibi görünen bu küçük ihtilâl teşebbüsü, haklı olarak Sultan Abdülhamid’i sıkı emniyet tedbirleri almaya sevk etti. Düşman orduları, sarayından birkaç kilometre mesafede karargâh kurmuş, mümkün olabildiği derecede ülkesini ve menfaatlerini koruyabilmek ve Ayastefanos Antlaşması'nı bozabilmek için diplomatik yolla bütün bir Avrupa’yla mücadele eden Sultan’ı, bir gazetecinin, tahtından indirip yerine rahatsız olan ağabeyini getirmek istemesi, Abdülhamid Hanı fevkalâde şaşırttı. Sultan, alelâde bir gazetecinin, böylesine bir işe cüret etmesine inanamamıştı.

Ali Süâvî’nin başarısızlıkla sona eren bu isyanından kısa bir süre sonra, ikinci bir Çırağan hadisesi daha meydana geldi. Kleanti Skalyeri-Aziz Bey komitesi tarafından, 1878 Temmuzunda Sultan Murad, ikinci defa Çırağan Sarayından kaçırılmak istendi. Bu komite, Sultan Beşinci Murad’ın hal’inden kısa bir süre sonra kurulmuştu. Komitenin birinci reisi olan Kleanti Skalyeri, İstanbul’da Prodos mason locasının üstâd-ı âzamı idi. Üyelerinin büyük bir kısmı, Sultan Murad taraftarlarından olup, diğerleri de memur sınıfından idi. İçlerinde yüksek devlet adamı yoktu. Kleanti, veliahtlığı zamanından beri Beşinci Murad’ın dostu idi ve saltanatını temin için bütün gayretiyle çalışıyordu. Komitenin ikinci üyesi Sultan Murad’ın annesinin cariyelerinden Nakşibend Kalfa idi. Masonların itimadını kazanan İbrahim Edhem Paşa'nın sadrazamlıktan azl edilmesinden sonra, bu komite kurulmuştu. Nakşibend Kalfa, devlet ileri gelenlerinden bazılarını komiteye katmak için çalıştı, fakat başarılı olamadı.

Kleanti, Sultan Murad’la Çırağan Sarayında görüştü. Beşinci Murad’ın, durumundan şikâyet ederek, milletin kendisini bulunduğu durumdan kurtaracağı günü beklediğini söylemesi üzerine, komite harekete geçti. İstanbul’un çeşitli semtlerinde, duvarlara Sultan Murad lehine beyannameler yapıştırıldı. Bir ara bu komite, Sultan İkinci Abdülhamid’i öldürmek için harekete geçti, fakat gerçekleştiremedi. Şubat 1878’de hazırlanan plana göre, su yollarından Çırağan Sarayına girilerek Sultan Murad, önce komite üyelerinden Aziz Beyin evine getirilecek, oradan da halk ile biat merasiminin yapıldığı yerlerden birine gidilerek, ilgili ulema ve devlet erkânı da davet edilerek, Sultan Murad tahta geçirilecekti.

Komite, bu planını gerçekleştirmek için müsait bir zaman beklerken, Birinci Çırağan Vakası meydana geldi. Başarısızlıkla neticelenen bu vaka, komiteyi yıldıracağı yerde daha da gayrete getirdi. Sultan Murad’ı kaçırmak çarelerini araştırmak için Aziz Beyin evinde çalışmaları hızlandırdılar. Bu sırada, Hacı Hüsnü Bey adında bir âzâ, komiteyi ifşa etti. Komite üyeleri, kaçırma hadisesini hazırladıkları bir toplantı esnasında iken Aziz Beyin evi zaptiyeler tarafından basıldı. Kleanti, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkati yurt dışına kaçtılar. Kleanti, kaçarken bütün önemli evrakı beraberinde götürdü. Diğer üyeler yakalanarak, serasker kapısında müteşekkil dîvân-ı harbe verildiler. Dîvân-ı harbin verdiği karara göre Kleanti, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa ve tabib Âgâh Efendi idama mahkûm edildiler. Fakat Padişah tarafından af olunarak, cezaları on beş sene kalebentliğe çevrildi. Diğer âzâlar, komite ile irtibatları ve faaliyetlerine göre, sürgün ve hapis cezalarına çarptırıldılar.

Birinci ve İkinci Çırağan vakalarında ortak noktalar mevcuttu. İki olay da Sultan Murad’ı tahta geçirmek için düzenlenmiş, ikisi de ulema, ordu ve devlet erkânının iştiraki olmadan tertip edilmiştir. Ali Süâvî olayında rol sahibi olan üç kişi, aynı zamanda Kleanti komitesinin üyesidir. Ayrıca, Ali Süâvî ve Kleanti masondurlar. Ayrı ayrı görünen bu iki Çırağan hadisesinin, yurt dışında önemli bir teşkilatın emri veya muvafakati ile yapıldığı tahmin edilmektedir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Çini ve Çinicilik
Çinicilik pek eski olup, tarih bakımından ta Asurlular zamanına varan bir doğu sanatıdır. Orta Asya’da Turfan, Aşkar ve Koça bölgelerinde yapılan araştırmalarda, nefis Türk çini ve resimlerinin ele geçirilmiş olması, Türlerin çok eski devirlerde, 8. yüzyıldan önce, bu sanat dalında da ne kadar ileri gitmiş olduklarını göstermektedir.

Orta Asya’dan itibaren asırlar boyu âbideleşen Müslüman-Türk sanat eserlerinin tezyinatında, güzel sanatların çeşitli dallarından faydalanılmış, bu arada çini ve çinicilik sanatının şaheser örnekleri sergilenmiştir.

Türklerde çinicilik: İlk olarak Türkler, Orta Asya’da çini imal etmişlerdir. Orta Asya’daki Kâşân şehrinden dolayı çiniye “Kâşî” denildiği bilinmektedir. Kâşân şehrinde yapılan kazılarda bulunan fırın artıkları ve parça çiniler gösteriyor ki, çini, Türkler tarafından bir sanat olarak değerlendirilmiş ve birbirinden güzel eserler verilmiştir.

Orta Asya’daki Hunlar, Karahanlılar, Uygurlar, Gazneliler, çini ve seramik sanatını kitabelerde ve binalarda yapı malzemesi olarak kullanmışlardır. Aralarında ihtilaflar olmasına rağmen Türkler, genellikle aynı sanat anlayışı ve üslup içinde olmuşlardır. Mengücükler, Selçuklular, Eretnaoğulları, Germiyanoğulları, Karamanoğulları ile Ramazanoğulları'na ait eserlerde teknik ve desen bakımından birçok benzerlikler, bunu açıkça meydana koymuştur.

Türk Boyları, yapmış oldukları eserlerde, cephe kaplaması olarak, sırlı tuğlayı kullanmışlardır. İslâmiyet öncesi Türk toplulukları içinde, seramik sanatı, Göktürkler'le beraber Kırgız Türklerinde de görülmektedir. Kırgız seramikleri madenî kapkacağın taklididir. Bu seramikler üzerindeki çalışmalar, M.S. 1209’da Kırgızlar ile birlikte Moğollarda da son bulur. Türk kavimleri içinde Karluklar özel bir yer tutar. Tek renkli Karluk çini ve seramiklerinde insan ve hayvan figürlerine geniş yer verildiği, dokuz ve onuncu yüzyılda görülmüştür. Daha sonra Sâmânoğullarının elinde İslâmî dekorlar işlenmiştir. Anadolu; Sâmânoğulları, Abbâsîler, Karahanlılar, Gazneliler, Fatımîler ve özellikle Selçuklular devirlerinde, çini ve seramik sanatının en çok yapıldığı yer olmuştur. Orta Asya’dan gelen Selçuklular, 1037 tarihinde Suriye’yi almakla yeni bir stil geliştirmişlerdir. Selçuklular, imalatta birkaç değişiklik yaparak, çini mozaik imal etmişlerdir. Bunun yanında ayrıca kitabeler ve pano bordürleri, üçgen, dörtgen ve kabartma çinilerle mezar kitabeleri yazmışlardır. Bu imalatta siyah, beyaz, turkuvaz, koyu mavi renklerde yaldız çok kullanılmıştır. Çini merkezleri olarak, Konya, Sivas, Tokat en önemlileridir. Osmanlılar döneminde buralar merkez olmaktan çıkıp, yerini İznik ve Kütahya’ya bırakmıştır.

İlk gelişmiş Türk çinisi örnekleri, 13. yüzyılda Kılıçarslan’ın Konya’daki sarayında görülmektedir. Selçuklu mozaik çini tekniği ile renkli sır tekniğinin birleşmesi, Osmanlı çinilerine bir başlangıç olmuştur. Bu durum, Osmanlılar devrinde renk ve desenlerin artışıyla devam etti. İznik, Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında çiniciliğin merkezi olmuştur.

Osmanlı çini sanatının şahane üslubu, Bursa’da Yeşil Cami ve türbe ile başlar (1421-24). Yine Osmanlı çini sanatının getirdiği ilk büyük yenilik, çok renkli sır tekniği olmuştur. Diğer bir yenilik ise sır altı tekniği ile yapılan mavi-beyaz çinilerdir.

On dört ve on beşinci yüzyılda yapılan en büyük kısmı mavi ve beyaz renkte olan Kütahya çinileri ile ilk “Haliç çinisi” mamullerine, Bursa’da Sultan Mustafa Türbesi, Yeşil Türbe ve Cem Sultan Türbesi ile Edirne’de İkinci Murad Camiinde rastlanır.

On altıncı yüzyılda ise sırlı ve renkli duvar çinilerine rastlanmaktadır. İstanbul’da renkli sır tekniğinde yapılan çinilerin ilk örnekleri, 1522-1523 yılları arasında inşa edilen Yavuz Sultan Selim Camii ve Türbesindedir. Bu çeşit çinilerin son şaheserleri, İstanbul Şehzadebaşı’ndaki Şehzade Mehmed Türbesini (1548) süslemektedir. Ayrıca Hadice Sultan Türbesi ve Haseki Hürrem Sultan Medresesinin duvar çinileri bunlardandır.

1550’li yıllardan sonra renkli çini tekniği terkedilmiş ve çini sanatında sıraltı tekniği hakim olmuştur. İkinci ve en büyük üsluptaki çiniler, ilk olarak Süleymaniye Camiinin (1557) kıble duvarını süslemekte kullanılmıştır. Yine bu dönemde yapılan Rüstem Paşa Camiinin (1561) çinilerinde 41 çeşit lüle motifi vardır. Ayrıca çinicilik sanatında bir çığır açan üstün kaliteli bu çiniler, bugün İstanbul’da Kanunî Sultan Süleyman Türbesi (1566), Sokullu Mehmed Paşa Camii (1572), Piyale Paşa Camii (1574) ile Topkapı Sarayı’ndaki Üçüncü Murad Han Dairesinin duvarlarını süslemektedir.

On altıncı yüzyıl, Osmanlı çinicilik sanatının en yüksek seviyeye eriştiği devredir. İznik atölyelerinin büyük bir teknik başarısı olan kabarık parlak mercan kırmızısının çinilerde kullanılması, bu zamanda gerçekleşti. Firûze, mavi, koyu bir tatlı yeşil, kırmızı, açık lâcivert, beyaz ve bazen görülen siyah olarak yedi rengin, bu çinilerde sır altına tatbiki, dünya çini sanatında benzeri görülmemiş bir teknik gelişmedir. Bu devir çinilerinde kullanılan motiflerde, karanfil, sümbül, lâle, şakâyık, nar çiçeği, bahar yani çiçek, açmış erik ve kiraz dalları ile, artık tamamıyla tabiî örnekler hakimdir. Hançer gibi kıvrılan iri yeşil yapraklar, çiçeklerin arasını doldurmaktadır. 1600 tarihinde yapılan Sultan Üçüncü Murad türbesiyle bu büyük üslubun devri de kapanır.

İstanbul’da Tekfur Sarayında 1725’ten sonra bir çini atölyesi kurulmuş ve Sultan Ahmed Çeşmesi ile Hekimoğlu Ali Paşa Camii bu çinilerle süslenmiştir. Fakat bu atölyenin de ömrü uzun olmamıştır. Sadece Kütahya atölyeleri günümüze kadar varlığını devam ettirebilmiştir.

İslâm seramiklerinin önemli bir merkezi, 833-884 tarihlerinde kurulan Samarra şehridir. Perdah tekniği ile yapılan ilk seramikler, Samarra’da ortaya çıkmıştır. Plaka çini yapımı ilk defa burada gerçekleştirilmiştir. İslâm seramik sanatının çok çeşitli kalite ve formda zengin örneklerini Selçuklularda firûze, yeşil, kobalt mavisi, kahverengi, renkli ve şeffaf sırlı örnekler, çok bol bir şekilde görülmektedir. Anadolu seramikleri arasında İslâm seramik sanatının geleneksel kırmızı hamurlu gevşek hamur yapısında vazo, sürahi, kâse ve büyük küpler yapıldığı görülür.

Ne yazık ki, bu çok değerli güzel sanat dalı, 17. yüzyıl başından itibaren, gerilemeye, sonra da sönmeye yüz tutmuş ve çini yapımevleri, peş peşe kapanmıştır.

Muhteşem devirler yaşayan Türk çinicilik sanatı, eski gücünden çok şey kaybetmiş olmasına rağmen, bugün de hayatiyetini sürdürme gayreti içerisindedir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Çorbacı
Kapıkulu ocaklarına eleman yetiştiren 31 bölüklü acemi ocağı ile Osmanlı ordusunun piyade (yaya) askerini teşkil eden bölük zâbitlerinin unvanı.

Cemaat denilen yeniçeri ortası çorbacılarına “yayabaşı” veya “serpiyâdegân” denildiği gibi, bölük denilen ağa bölükleri çorbacılarına “bölükbaşı” ismi de verilirdi. Çorbacılar bazen “subaşı” unvanını da alırlardı. Çorbacıların kıdemlisine, yeniçeri ortalarında “yayabaşı”, bölüklerde de “başbölükbaşı” denilirdi. Çorbacılar, kırmızı çuhadan kollu cübbe, ince gömlek, kırmızı şalvar, ayaklarına sarı mest pabuç ve başlarına börk giyerlerdi.

Yaya bölük komutanı olmalarına rağmen atları vardı. Çorbacılar, bölüklerin bütün işlerinden sorumlu olduğu gibi, büyük suçlar hariç, maiyetindekilere ceza verebilirdi.

Yeniçerilerin, İkinci Mahmud Han zamanında kaldırılmasından sonra, “çorbacı” yerine “ortaağası” tabiri kullanılmıştır.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Çuhadar
Osmanlı Devleti'nde sarayın büyük memurlarından ve padişahların hizmetlerinde bulunanlardan birine verilen ad.

Çuhadan yapılmış bir elbise giydikleri için bu adla anılmışlardır. Bulundukları mevkilere göre yetkileri değişmekteydi. Sultan Çelebi Mehmed zamanında kurulan çuhadarlık, saraydaki mühim memuriyetlerdendi.

Çuhadar ağa unvanına sahip olan kimse, padişahın hizmetinde bulunup, ona en yakın dört ağadan biri olurdu. Hasodabaşı ve silahtar ağadan sonra üçüncü derecede önem taşırdı. Çuhadar ağa olan, ata binerek hünkârın gerisinde gider ve padişahın yağmurluğunu taşırdı. Hükümdarın kaftan ve kürklerine bakmak da bunun vazifesiydi.

Ayrıca padişahın bayramda camiye gidişlerinde ve merasimlerde halka para saçardı. Çuhadar ağanın maiyetinde, hizmetlisi olarak iki lalası, aşağı koğuşlardan birer kullukçu ve birer zülüflü baltacılarıyla ikişer sofalı, birer heybeci ve ikişer yedekçileri bulunurdu. Çuhadar terfî ederse, silahtar olurdu. Şayet saraydan dışarı hükümet hizmetlerinden birine çıkarılacak olursa, kendisine beylerbeylik veya vezirlik verilirdi.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Dalkılıç (Serdengeçti)
Osmanlı Devleti'nde muhasara edilen kaleye girmek veya düşman ordusu içine dalmak için fedaî yazılan asker.

Bunlara “serdengeçti” de denirdi. Bunlar toplu halde düşman ordusunun sağ, sol veya arkasından hücum ederlerdi. Ölümü hiç düşünmeyen bu yiğitlerin hücumları, pek dehşetli olur ve ekseriya daldıkları ordunun moralini bozar, içlerine korku salarlardı. Napolyon, birkaç yüz dalkılıç meydana çıktığında bunların önünde durmanın güç, mağlup olmamanın ise imkânsız olduğunu beyan eder.

Kuşatması uzayan kalelere, serdengeçtiler, gece merdiven kurarak yalın kılıç içeri girerler. Bütün kale efradına karşı gözlerini kırpmadan kılıç sallarlardı. Bunlar için şehitlik, adeta mukadderdi. Az da olsa sağ kalanlar olurdu. Bunlar gerek kumandanları, gerekse arkadaşları tarafından çok iltifat görürlerdi. Din ve devlet için başlarını vermekten çekinmeyen bu yiğitlerin sağ kalanlarına mükâfatlar verilir, “serdengeçti ağası” tabiriyle hürmet gösterilirdi.

Yeniçerilerin bozulmasıyla serdengeçtiler de eski ehemmiyetini kaybettiler, ocak kaldırılınca, “dalkılıç” “serdengeçti” de kendiliğinden kalkmış oldu.

Özlüyorum Malazgirt, Niğbolu ve Kosova’yı
Şimşek nallı rüzgâr atlar üstünde,
Dalkılıçlar biçerken ovayı ...
Yaşasaydım aaah öyle bir günde!
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Devşirme
Saray hizmetleriyle, Bostancı Ocağı ve Yeniçeri Ocağında istihdam edilmek üzere Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan halkından topladığı çocuklara verilen isim.

Orhan Gâzi devrinde, yalnız Türklerden teşkil edilen Osmanlı ordusunun kâfi gelmemesiyle, harpte ele geçirilen güçlü ve kuvvetli esirlerden faydalanma yoluna gidilmiştir. Böylelikle “Pençik Oğlanı” denilen ve her beş esirden birinin alınması yoluyla bir ordu teşkil edilmiştir. Sultan Birinci Murad zamanında, Pençik Oğlanı teşkilâtı bir kanuna bağlanarak, Gelibolu Acemi Ocağı kuruldu. Böylece, Kapıkulu Ocağının temelleri atılmış oldu.

Acemi Ocağı teşkilâtı daha sonraları ihtiyaç nispetinde genişletildi ve yeni kanunlarla, daha mükemmel bir hâle kondu. Fütuhâtın ilerlemesi üzerine, bir taraftan askere olan ihtiyaç, diğer taraftan siyasî hadiseler neticesinde ordu mevcudunun azalması, Pençik Oğlanından başka Devşirme ismiyle Osmanlıların Rumeli'deki topraklarında bulunan Hıristiyan tebaadan ocağa yeniçeri namzedi olarak efrad alınmasını gerektirdi. Bu suretle, Hıristiyan tebaa evlâdından asker devşirmek için, bir Devşirme Kanunu yapıldı. Bu yeni kanunla, baştan başa gayrimüslim olan Rumeli halkı yavaş yavaş Müslümanlaştırılacak, böylece Müslüman olmuş askerle Türk ordusu kuvvetlenecekti. İki yönlü faydası olan Devşirme Kanunu, artık eski ehemmiyetini kaybeden Pençik Kanunuyla asker alınmasının yerine geçmiş, kuvvetli ve sürekli olarak iki buçuk asır devam etmiştir.

Devşirme işiyle birinci derecede Yeniçeri Ağası alâkadardı. Ağa, gerek Acemi Ocağı ve gerek diğer hizmetlerdeki acemilerle, Türk çiftçilerinin hizmetlerinde bulunan acemileri göz önünde bulundururdu. Yeniçeri Ocağına Acemi Oğlanı verilmesi ve Acemi Ocağına oğlan alınması, hep onun tezkiresiyle olurdu. Bunun için devşirmeye lüzum hâsıl olunca, Yeniçeri Ağası bir arîza ile dîvâna müracaat ederek ihtiyaç miktarını gösterirdi. Bunun üzerine, kanun gereği Osmanlı ülkesindeki muhtelif mıntıkalara memurlar sevk olunarak sancakbeyleri, kadılar, topraklı süvari ve zeamet sahiplerinin de yardımlarıyla acemi efrat devşirilirdi. Devşirme için, ocak tarafından bir emin ile bir memur tayin olunması kanundu. Başka yerden olamazdı.

Devşirme memuru, vazifesinde tamamen serbestti. O tayin olunduğu mıntıkada her bir kadılığı, yani kazaları gezip görerek, kanunî vasıfları haiz olmak şartıyla, sekiz-on ve on dört yaş arasında kırk hanede bir oğlan hesabı üzere çocuk devşirirdi. Devşirme memuru, bu çocukları alırken kadılar, sipahiler veya vekilleri ve köy kethüdaları da hazır bulunurlar ve bir suiistimal olmamasına dikkat ederlerdi. Devşirilen çocuğun köyü, kazası, sancağı, baba ve anasının ve sipahisinin isimleri, doğum tarihi ve bütün özellikleri bir deftere yazılır ve bu defter iki nüsha olarak biri devşirme memurunda bulunur, diğeri de çocukları sevk eden sürücüye verilirdi.

Kanun üzere, Hıristiyan çocukların en asil olanları seçilirdi. İki çocuğu olanın biri ve birkaç çocuğu olanın müsait olan en sıhhatlisi ve yakışıklısı seçilirdi. Bir oğlu olanın çocuğu alınmaz, babasının hizmetine bırakılırdı. Alınacak çocukların orta boylu olmasına dikkat edilirdi. Anası ve babası ölmüş çocuklar, terbiyesi noksan ve aç gözlü olacağı düşüncesiyle, devşirmeye müsaade edilmezdi. Sığırtmaç ve çoban oğullarıyla genç sığırtmaç ve çobanlar, kel ve köse olanların da alınmamaları kanundu.

Devşirilen çocuklar, yüzer, yüz ellişer, iki yüz veya daha fazla gruplar hâlinde, muhafızların nezaretleri altında hükümet merkezine sevk edilirlerdi. Bunların, yollarda kaçmamaları ve değiştirilmemeleri için, sıkı tedbirler alınırdı. Devşirmeler, devlet merkezine gelince iki, üç gün istirahat ettirilir, daha sonra yeniçeri ağası tarafından, sarayda görev yapacaklarla kapıkulu ve bostancı ocağına gidecekler seçilir ve padişaha arz edilirdi.

Devşirme Kanunu, bilhassa 17. yüzyılın başından itibaren, Hıristiyan çocuklarının gerekli tetkik ve muayeneler yapılmadan alınmaları, tutulması gerekli olan eşkâl defterine pek ehemmiyet verilmemesi üzerine bozulmaya başlamıştır. Bu durum, Yeniçeri Ocağına, devşirme efradının alınmasından vazgeçilmesine yol açmıştır. On sekizinci yüzyıl başlarında, yalnız Bostancı Ocağı için 1000 devşirme toplanmışken, aynı yüzyılın ortalarında, devşirme usulü kesin olarak bırakılmıştır. (Bkz. Devşirme Usûlü nereden ve neden çıkmıştır?)
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Donanma (Eğlence, Şenlik)
Osmanlı Devleti'nde mübarek günlerde, bayramlarda, Osmanlı ordularının zafer dönüşlerinde, padişahların çocuklarının doğumlarında ve düğünlerde yapılan şenlik ve gösterilere verilen isim.

Düğün ve sünnet düğünleri dolayısıyla yapılan şenlik ve gösterilere “Sûr-i Hümâyûn” adı veriliyordu. Bu şenlikler ve gösteriler, üç gün üç geceden az, kırk gün kırk geceden de çok olmazdı. Fakat istisna teşkil edip, kırk gün kırk geceden daha fazla süren donanmalar da olmuştur. Bu donanmalar esnasında, denizde ve karada fener alayları, ışıklandırmalar tertip edilir, top, tüfek ve fişek atışları yapılır, çeşitli oyun ve yarışlar düzenlenirdi. Bu millî ve köklü Osmanlı geleneği, devrin tarihçileri tarafından kaydedilmiştir. Ayrıca bu devrin ünlü şair ve edebiyatçıları, manzum ve mensur olarak bu şenlikleri, eserleriyle dile getirmişlerdir. Böylece edebiyatımızın parlak sayfalarına yenileri eklenmiş oldu. Meselâ, düğün şenlikleri adına “Sûrnâme”ler, büyük zaferler adına “Zafernâme”ler, bayramlar için “Iydiyye”ler, Ramazân-ı şerîflerdeki şenlikler ve donanmalar için “Ramazânnâme”ler, Miraç geceleri için “Mi’râciyye”ler, Mevlid geceleri için “Mevlid” kasîdeleri yazıldı. Bu millî kültür mahsulleri, asırlarca zevk, lezzet ve ruhaniyetleriyle gönüllerden gönüllere akarak devam edegeldi. Bu donanma ve şenlikler, İslâm dininin çizdiği meşru sınırları taşmazdı. Donanmaları, başta padişahlar olmak üzere, sadrazamlar, vezirler ve diğer devlet erkânı da teşrif ederek neşe, sevinç ve saadeti halkla paylaşırlardı.

Bu şenliklere, yabancı devlet adamları, büyükelçiler de davet edilirlerdi. Donanmalar, hem karada hem de denizde tertip edilirdi. Şehzadelerin, özellikle de ilk şehzadelerin doğumları münasebetiyle yapılan donanmalar, diğerlerinden daha uzun süre yapılırdı. Meselâ, Sultan Üçüncü Ahmed Han, ilk oğlu Şehzade Mehmed Efendinin doğumunda, beş gün beş gece donanma yapılmasını ferman eylemişti. İkinci oğlu Şehzade Selim Efendi için de, üç gün üç gece donanma şenlikleri yapıldı. Padişah ve devlet erkânından başka, halk da şehzadelerin doğumuna pek sevinir ve ehemmiyet verirdi. Bazı defalar, doğumlarda, donanma şenlikleri yapılmayıp, fukaraya sadaka, tekke ve zâviyelere yardım yapılarak halkın gönlü alınırdı. Bazen de, yangın çıkması endişesiyle, donanmalara izin verilmezdi.

Donanma şenliklerini düzenlemekle görevli memura, “Donanma Muhtesibi” denilirdi. Donanmalar esnasında, İstanbul’un çarşı ve camileri, pazar yerleri, hanlar, hâneler, limandaki gemiler, özellikle saraylar, baştanbaşa çeşitli renkte kıymetli kumaşlarla, bayrak ve flamalarla süslenirdi. Mahyalar ve fener alayları yapılırdı. Gündüzleri, Sultanahmed Meydanında, İbrahim Paşa Sarayında, Bâb-ı Hümâyûnda, Alay Köşkü önünde, Dolmabahçe Sarayında, Vaniköyü’nde ve diğer eğlence ve mesire yerlerinde tertip edilirdi. Geceleri şehir baştanbaşa ışıklarla donatılır, belirli aralıklarla top, tüfek atışları yapılırdı. Fişekler fırlatılırdı.

Donanmalar, padişahların fermanıyla ilan ve tespit edildikten sonra, fermanın sadrazamın otağına gelmesiyle birlikte başlardı. Kalabalık dolayısıyla düzenin bozulmaması için “tulumcu” denen özel görevliler tayin edilirdi. Donanmaların masrafına, başta padişahlar ve diğer devlet erkânı olmak üzere, halk da kendi çapında katılırdı. Fukaraya sadaka, hediye dağıtılır, nefis ziyafetler çekilirdi. Böylece halk mesrur ve mesut edilirdi.

On dokuzuncu asırda (1843) İstanbul’da bulunan tanınmış Fransız edibi Gerard de Nerval, o yılın Ramazanının birinci gününde gördüğü sevinç ve şenlikleri hayranlıkla dile getirmeye çalışmış, İstanbul’un temizlik ve zarafetine, halkının nezaketine, burada tattığı huzur ve saadete hayran kalmıştı. Yazdığı hatıralarda bunları gıptayla dile getirmektedir.

1858 yılında, Sultan Abdülmecid Han, dört şehzadesini birden sünnet ettirmişti. Bu münasebetle, İstanbul’da Sakızağacı’ndan Ihlamur’a kadar arazi seçildi. Bugün buraya Topağacı denilmektedir. Nişantaşı’nın altındadır. Sayısız ve pek süslü çadırlar kuruldu. Rengârenk âvizeler içinde on binlerce mum, geceleri ortalığı adeta gün gibi aydınlatıyordu. Zaten bütün İstanbul donatılmıştı. Dört şehzade ile birlikte, tam 10.000 Müslüman evlâdı da sünnet edildi. Uzak şehirlerden ana babalarıyla gelenler ve bu şenliklere katılanlar da çoktu. Tek kelimeyle, şahane bir şenlikti.

Fransızlar, böyle şenliklere “Fete Imperial” adını verirlerdi. Fakat, onların tasavvur ve hayallerinin ulaşamayacağı hâlisâne merhamet ve şefkatin semeresi olan bu donanma şenlikleri, onların şenliklerine hiç benzemez, sünnet edilecek çocuklar, özellikle fakir ailelerden seçilirdi. Devlet erkânının çocukları da, yine bu düğünler sırasında sünnet edilirdi. Böyle düğünler, devletle tebaanın gönülden kaynaşması ve sevişmesinin, derin bir muhabbet ve şefkatin semeresidir ve Osmanlı toplumunun tam bir huzur cemiyeti olduğunu göstermektedir.

Bu donanmalar sırasında, Osmanlı toplumunun kuruluşları, bütün sanat erbabı, yeni hamleler kaydederlerdi. Devlet ve tebaanın, sanat ve edebiyatın ve tekniğin bütünleştiği böylesine leziz bir kültür geleneğine, hiçbir millet sahip olmamıştır. Batı dünyasında yapılan şenlik ve eğlenceler, iğrenç bir sefahat ve ahlâksızlık ve zulüm örneği olarak, insanlık tarihinin sayfalarını karartmıştır. Bu Osmanlı şenliklerini bizzat müşahede eden yabancı bilgin, tarihçi ve devlet adamları bile hayranlık ve takdirlerini belirtmektedirler.
 
Top