Osmanlıcada ''A''ile başlayan kelimelerin anlamları

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
AREMET
Savurmak için dövülüp toplanmış harman.
AREMİDE
f. İstirahat eden, dinlenen. Rahat kişi.
AREMREM
Kalabalık ordu, çok fazla asker.
AREN
Davar ayağında olan kuru kemre. * Yarık. * Bir nesne yumuşak olmak.
ARENC
f. Dirsek. * Gidiş, tarz, usül, metod.
ARENDE
f. Birşey getiren kimse.
ARENG
f. Dirsek. * Dert, keder. * Hile, dubârâ. * Tarz, tavır, üslüb. * Vali, hakim. * Zannolunur ki, galiba, öyledir, benzer gibi bir yakınlık ve benzerlik ifâde eder.
AREOMETRE
yun. Sıvıların yoğunluk derecesini ölçmeye yarayan âlet. Arşimet'in keşfettiği kanuna istinad edilerek yapılan bu alet, içi boş cam bir silindir ile bunun üst kısmındaki dereceli bir çubuktan ibarettir.
ARES
Hayranlık.
ARESTE
f. Süslenmiş, bezenmiş.
ARET
f. Dirsek.
ARF
Güzel koku. * Yüksek yer. * Atın yelesi. * Horozun ibiği.
ARF
(C: A'râf) Rüzgâr. * El ayasında çıkan çıban.
ARFA
(Müz: A'raf) Yeleli. * Sırtlan.
ARGO
Fr. Bir meslek veya topluluk sınıfı arasında kullanılan özel söz. * Mc: Serserilerin ve külhanbeylerin kullandığı söz veya deyim.
ARGON
yun. Kim: A sembolü ile gösterilen renksiz, kokusuz ve tatsız bir gaz. Havada % 1 nisbetinde bulunur.
ARIK
Uykusuz kimse, uykusuz olma halindeki.
ARINMAK
t. Temizlenmek, pâk olmak.
ARÎF
Çok irfanlı, çok tanınmış, meşhur âlim. * Bir işten iyi anlayan.
ARİFLERİN MEZAKLARI
Ariflerin zevkaldığı yer ve hususlar.
ARİG
f. Kırılma, gücenme. * Kıskançlık, kin, nefret, adavet, düşmanlık.
ARİK
Asil haseb ve neseb ehli olan.
ARİN
Arslanın yerleşip yataklandığı yer. * Ağaçlar. * Et.
ARİR
Garip.
ARİS
Gerdek. Hacle.
ARİSTATALİS
Yunan feylesofu Aristo.
ARİSTO
(Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır. (Silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbi gibi adamlar "İnsaniyetin gayet-ül gayâtı : (Teşebbüh-ü Bil-vâcib) dir. Yâni Vacib-ül Vücud'a benzemektir." deyip fir'avunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva-i şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderic olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar...Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiyye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlâhiyyeye iltica, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlahiyyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahiyyeye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlahiyyeye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.İşte diyanete itâat etmiyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene, kendi dizginini eline almış, dalâletin herbir nev'ine koşmuş. İşte şu vecihteki ene'nin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup, âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış. S.)
ARİSTOKRASİ
yun. Âlimlerin ve cemiyette en iyilerin iktidarına dayanan hükümet şekli. Tarihte soylu, imtiyazlı, toprak sahibi, zenginlerin hâkimiyetine dayanan hükümet şekli. Bu şekli ile oligarşi veya plütokrasi adıyla da anılmaktadır. İmtiyazlı azınlığın, çoğunluğu idare etmesidir.
ARİSTOKRAT
yun. Sınıf farkını kabul eden ülkelerde asil sayılan kimse. Asilzâde sınıfından olan.
ARİŞ
Samandan yapılan bir çeşit ev. * Çardak, asma çardağı. * Sundurma, takdim ettirme.
ARİŞ
f. Anlam, mânâ, kavram, mefhum.
ARİŞÎ
f. Manevî. Mânâ ile ilgili.
ARİYE
(Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal. Kullanılmak üzere alınan emanet mal.
ARİYETEN
İğreti olarak, emâneten mânasında kullanılır.
ARİYY
(C: Erâri) Davar bağlanan yer ve ip.
ARİYYET
Ödünç verip almak.
ARİZ
Enli, geniş.
ARİZ
Ardıç ağacı.
ARİZ VE AMİK
Enine ve boyuna, genişliğine ve derinliğine, tafsilâtlı şekilde.
ARİZA
Büyük bir kimseye hürmetle yazılan veya verilen şey, istirhamnâme, hediye.
ARİZE
Sâbit olmak. * Kuvvetli ve muhkem olmak. Bahil olmak.
ARK
Tarla ve bostana su akıtmak için açılan yol, cedvel, hark.
ARK
Ulaşmak.
ARKA
Çadıra diktikleri direk. * Duvar içinde kerpiç ve taş arasına konulan ağaç.
ARKAN
Terleme.
ARKEOLOJİ
(Bak: Atikiyyat)
ARKES
Cem'etmek, toplamak.
ARKÎ
Balık avcısı.
ARKUB
Ökçe siniri. * Yalan ve kötü söz.
ARM
(Arem) İnatçılık, muannitlik. * Kafa tutma.
ARMÂ'
Alaca yılan.
ARMADOR
İtl. Direk, seren, ip ve yelken gibi şeylerle gemiyi donatan usta.
ARMAN
f. Hasret, özleyiş, özleme. * Nedâmet, pişman olma. * Eseflenme, teessüf. * Sıkıntı, rahatsızlık, zahmet.
ARMANÎ
f. Müteessif, kederli, üzüntülü. Pişman, nâdim.
ARMATÜR
Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası. * Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri.
ARMAZ
Kurbağa yosunu.
ARNAVUT
(Rumca ve Arnavutçadan) Balkan yarımadasının batı tarafında oturan bir kavimdir. Osmanlı devrinde, Kosova, İşkodra, Manastır, Yanya vilâyetleridir. Şimdi müstakil bir devlet olup, Türkçede Arnavutluk şeklinde söylenir.
ARR
Uyuz hastalığı.
ARRA'
Sıtma tutmak, titremek.
ARRADE
(C: Arrâdât) Küçük bir çeşit mancınık ki, hareket eden tekerlek üzerine konurdu. * Dişi çekirge.
ARRAF
Falcı, kâhin, müneccim. * Hekim. * Göçebe Arab aşiretlerinin örfe vâkıf umumi bilgileri. (Müe: Arrâfe)
ARRAS
Gürleyen, şimşek çakan. * şimşekli.
ARRE
Câriye. * Uyuz hastalığı.
ARS
Şimşekli ve yıldırımlı bulut.
ARS
İki duvar arasında olan duvar.
ARSA
(C: Arasât) Bina yapılacak boş arazi parçası. Üzerindeki binası yıkılmış veya yapıya tahsis olunmuş yer.
ARSA-İ ÂLEM
Alem arsası, dünya meydanı.
ARSA-İ KÂR-ZÂR
Muharebe alanı, savaş meydanı.
ARSAT
Semer ağaçlarına çakılan ağaç mıh.
ARŞ
Bağ çardağı. * Gölgelik. * Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.) * Fevkiyyet, ulviyyet. * Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlâs, Felek-i Azâm gibi isimlerle Cenab-ı Hakkın izzet ve saltanatından kinaye olarak söylenir. (O.S) (... Arş: Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır. Bu halitada dahil olan İsm-i Zâhir itibarı ile Arş Mülk; kevn, Melekut olur. İsm-i Bâtın itibarı ile Arş, Melekut; kevn, Mülk olur. Demek Arşa ism-i Zâhir nazarı ile bakılırsa; kendisi zarf, Kevn de mazruf olur. İsm-i Bâtın gözü ile bakılırsa; kendisi mazruf, kevn zarf olur. Ve kezâ ism-i Evvel itibârı ile $ âyetinin işâret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor. Ve ism-i Âhir itibarı ile $ hadis-i şerifinin ima ettiği kevnin nihâyetini içine alıyor. Demek Arş öyle bir halitadır ki, şu dört isimden aldığı hisseler ile kevn ve vücudun sağını, solunu, üstünü ve altını ihata etmiş olur. M.N.) (... Arş, sakf demektir ki bir binanın veya yerin muhit-i ulvisini teşkil eder. Bir eve nisbetle tavanı, tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü, tahtaboşu, cihannüması hep arş medlülünde dahildir. Buna müteferri olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye de ıtlak olunur.) (E.T.)
ARŞ U FERŞ
(Arş u zemin) Arş ve yeryüzü.
ARŞ U KÜRSÎ
(Arş ve Kürsî) Arş ile Kürsî.
ARŞ VE SÜLLEM
Delil-i Arşî ve Delil-i Süllemî'den kinâyedir. (Bak: Delil).
ARŞA
f. Güverte.
ARŞ-I A'ZAM
En büyük arş. Cenab-ı Hakk'ın arşı. (Bak: Arş)
ARŞ-I AZİM
(Bak: Arş-ı a'zam)
ARŞ-I BERİN
Arş-ı âlâ. Göğün en yüksek tabakası.
ARŞ-I EHADİYET
Allahın ehadiyet tecellisinin arşı ve âlemi. Allahın, ehadiyet tecellisini gösteren âlem.
ARŞIN
f. Bir uzunluk ölçüsü. (68 cm. uzunluk.) Bir kol boyu. Büyük bir adım genişliği. * Zirâ'.
ARŞİDÜK
Fr. Avusturya ve Macaristan İmparatorluk hanedanı prenslerine verilen ünvandır ve "Büyük Düka" demektir. Türkçe'de Arşuduka da denmiştir. ARŞİV : Fr. Eski ve tarihçe kıymetli olan resmi kayıt ve kâğıtların saklandığı yer. * Bir mevzu hakkında toplanmış muhtelif vesikaların hepsi.
ARŞİYÂN
f. Arş'ın etrafında tesbih ederek dolaşan melekler.
ARŞ-ÜS-SÜREYYA
Ülker yıldızının altında yer alan bir yıldız topluluğu.
ARTAL
Akranlarından ve benzerlerinden çok daha iri yapılı olan.
ARTEBE
Davul.
ARTEBE
Burun ucu.
ARTEL
Yoğun, büyük nesne.
ARTEN
Bir ot cinsidir ki, debbağlar onunla gön ve sahtiyan dibâgat ederler.
ARTEZİYEN
Fr. Burgu gibi bir âletle açılıp su fışkırtılan kuyu.
ARTI
Mat: (+) ile gösterilen toplama işaretinin adıdır.
ARUB
(C: Urub) Erkeğini seven kadın.
ARUBE
Fasih, hatasız arabca konuşmak. Bu kelimenin mastarları: Araben, arâbeten, uruben, urubiyyeten diye de okunur. * Cuma günü.
ARUF
Uzun zaman ıztırab, elem çeken.
ARUG
f. Geğirme.
ARUGDE
f. Öfkeli, kızgın.
ARUN
f. İyi vasıflarla meşhur olmuş, güzel huylular.
ARUS
Süslenmiş gelin, güveyi. * Güneş. Gök. * Kim: Kükürt.
ARUSAN
(Arüs. C.) f. Gelinler, yeni evlenmiş kızlar.
ARUSANE
f. Geline yakışır şekilde.
ARUSÂN-I BÂĞ
Tarla çiçekleri.
ARUSAN-I HULD
Cennet hurileri.
ARUSEK
f. Küçük gelin. * Yeşil ve pembe dalgalı sedef.
ARUS-İ CİHÂN
Dünya.
ARUS-İ FELEK
Güneş.
ARUS-ÜL KUR'ÂN
(Bak: Rahmân)
ARUZ
Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler. * Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve kısalık (açıklık) değerlerine dayanır. * Bir beytin birinci mısraının son kısmı. * Çadırın ortasına dikilen ve ona destek olan kazık. * Tas: Süluk edenlerin karşısına çıkan çok şeyler, birisine ârız olan iş ve ihtiyaç. * Yan taraf. * Yanak. * Yol. * Usûl.
ARUZ KALIPLARI
(Bak: Bahr)
ARV
Sıtma ve diğer ateşli hastalıklarda gelen ilk titreme. * İş için birinin yanına varma. * Yemişsiz bir çeşit ağaç.
ARVANA
Boz dişi deve.
ARVEND
f. şan, şeref, ululuk, yücelik, azamet.
ARZ
f. Sunma, gösterme, takdim etme.
ARZ
Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek. * Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek. * Bir şeyin birden, âniden meydana gelmesi. * Altın ve paradan gayrı mal, metâ. Bir şeyin uzunluk mukabili olan genişliği. * Bir muamelede aldanmak. * Sağlam insanın hemen ölmesi. * Delirmek. * Coğ: Bir yerin yeryüzünde hatt-ı istivâdan (ekvatordan) olan uzaklığı. * Koz: Bir yıldızın mıntıkatulbürucdan olan uzaklığı.
ARZ
f. Ardıç adı verilen bir ağaç.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ARZ
(Erz) Yeryüzü, toprak, zemin, dünya. * Aşağı ve alçak. * Memleket, ülke. * Küre. * İklim. * Davarın ayağının altı.
ARZA
şiddet. * Kuvvet.
ARZAN
Enine, genişliğine.
ARZANÎ
Enine, genişliğine olarak.
ARZ-GAH
f. Bir şey arzetmek için toplanma yeri.
ARZ-HANE
f. İstanbuldaki Topkapı sarayında bulunan Hırka-i Şerif odasının dışında kalan aralık oda.
ARZ-I A'ŞÂRİYE
Öşür (onda bir vergi) veren memleket.
ARZ-I BELDE
Ast: Herhangi bir bölgenin üstünden geçen arz dairesi.
ARZ-I BELDE TA'YİNİ
Ast: Herhangi bir bölgede kutup yıldızı veya diğer yıldızlarla astronomik hesaplar yapmak suretiyle o yerin arzını tayin etmek.
ARZ-I CEMÂL
f. Güzelliğini göstermek. Arz-ı didar da denir.
ARZ-I CENUBÎ
Cenub arzı. (Güney enlemi).
ARZ-I ENDÂM
Boy-pos gösterme.
ARZ-I HÂCET
İhtiyacını, muhtaç olduğunu bildirmek.
ARZ-I HÂL
Halini arzetme. İstida. Arzuhal.
ARZ-I HARAC
Harac veya vergi veren memleket.
ARZ-I HÜNER
Hüner gösterme, marifet izhar etme.
ARZ-I HÜRMET
Hürmetini bildirme. Saygısını gösterme.
ARZ-I İFTİKAR
Hacatını arzetme, ihtiyaçlarını meydana koyma.
ARZ-I KUDRET
Kudret gösterme.
ARZ-I MAHZAR
Bir işin yapılması için, yüksek bir mevkiye halk tarafından topluca verilen dilekçe.
ARZ-I MİNNET
Minnet gösterme.
ARZ-I MUKADDES
Kudsi, mübarek yer. Eski peygamberlerin çok eseri bulunan Kudüs, Filistin. (Arz-ı mukaddes: Temiz yer (arz-ı mutahher) ve mübarek yer demektir ki, Beyt-i Makdis'in bulunduğu yerdir. Vaktiyle birçok enbiyanın makarrı olduğundan böyle tesmiye olunmuştur. Bir rivayete göre İbrahim (A.S.) Lübnan Dağına çıktığı zaman, Allah Teâlâ: "Bak, gözün nereye kadar yetişirse orası mukaddestir ve zürriyetine mirastır." buyurmuştur. Bunun tâyin ve tahdidinde tur yani cebel ve havalisi denilmiş. Dimeşk, Filistin ve Ürdün'ün bir kısmı denilmiş, Arz-ı Şam da denilmiştir. Hz. Musa, Mısır'dan çıktıktan sonra Şamda iskân vadedildiği ve Beni İsrâil'in buna Arz-ı Mevaid dedikleri de söylenmiştir. E.T.)
ARZ-I NEFS
Hizmette ve fedakârlıkta nefsini ve kendini ileri sürme.
ARZ-I RUM
(Erzurum) Rum memleketi. Şimdiki Anadolu. Anadolunun şarkındaki bir vilâyet adı.
ARZ-I TÂZİMÂT
Karşısındakine büyük bir hürmetle takınılan tavır ve hareket.
ARZÎ
(Arziye) Toprağa ait ve müteallik. Yere ait, toprakla alâkalı. * Semavî olmayan. Beşerî olan.
ARZÎ
Genişliğine ait. Bir yerin enine ait.
ARZÎN
(Arz. C.) Arzlar.
ARZİYAT
Jeoloji. Dünyanın yaradılışı ile tarih boyunca değişen vaziyetlerini tetkik eden ilim.
ARZİZ
f. Kurşun, kalay.
ARZU
f. İstek. Dilek. Meyil. Emel. Hahiş.
ARZU
Meşhur halk hikâyelerinden olan Arzu ile Kamber hikâyesinin kadın kahramanı.
ARZU-DÂR
f. Hevesli, talebli, istekli, arzulu.
ARZUHAL
(Arz-ı hâl) Bir iş için bir makam veya resmi daireye bir iş sahibinin verdiği dilekçe. İstida-nâme.
ARZU-KEŞ
Yürekten isteyen, isteyici.
ARZU-MEND
İstekli.
ARZU-MENDÎ
f. Taleb, istek, arzu, heves.
ARZU-ŞİKESTEN
f. Arzunun olamaması, yerine gelmemesi. Hayâl kırıklığı, inkisar-ı hayâl.
ARZU-YU BEKA
Ebedilik arzusu.
ARZU-YU HİLÂF
Muhalefet etme, karşı koyma arzusu.
AS
f. Değirmen. (Bak: Asya)
AS
Sansar cinsinden siyah kuyruklu, beyaz tüylü kakum denilen bir hayvan, çok kıymetli olan postu için avlanır.
AS
Mersin ağacı.
ASA
Değnek. Baston, sopa.
ASA
Genişlik. Zuhur, meydana çıkma. Büyük kadeh.
ASA
f. Esneme. * Vakar, ciddilik. * Süs, zinet.
ASA
f. (Gibi) manasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Teşbih edatıdır.)
A'SA
(Asâ. C.) Değnekler, sopalar, bastonlar.
ASA'
Yaş olan şey kuruyup katılaşmak.
ASÂ
(Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir. Şek ve yakin manalarına delalet eder; (ola ki, şayet ki, meğer ki, olur, gerektir) manalarına gelir. (Kâde) $ fiiline benzer. Ekseri, (lâkin) (leyte) mânasına temenni için kullanılır. Hitab-ı İlahî kısmında yakîn ve vücubu ifade eder.
ASAB
Sinir. Damar.
ASÂB
Geyik, gazâl.
A'SÂB
(Asab. C.) Sinirler. Damarlar.
ASABE
Kuvvet, şiddet. * Bir tek sinir. * Baba tarafından akraba olanlar. * Bir kimseye yardım ve takviye eden akrabası takımı. * Fık: Eshab-ı Feraiz, hisselerini aldıktan sonra geri kalanı, terekeyi alan kimse. (Babası ve evladı olmayan kimseye vâris olan.)
A'SÂB-I GÛŞ
Kulak sinirleri, kulaktaki sinirler.
A'SÂB-I MUHARRİKE
Hissi, duyguyu vücuttaki haber merkezine bildiren sinirler. Hareket ettirici sinirler.
ASABİ'
(Usbu'. C.) Parmaklar.
ASABÎ
Sinirli. Öfkeli.
ASABİYET-İ KAVMİYE
Vatanperverlik. Menfi milliyetçilik, Asabiyet-i câhiliye, asabiyet-i milliye, asabiyet-i nev'iyye gibi tabirler de aynı mânayı ifâde eder. (Bak: Asabiyet-i Câhiliyye).
ASABİYYET
Sinirlilik. Fart-ı gayret. İmân ve İslâmiyeti, kendi akrabasını, vatanını, din veya milliyetini müdâfaa etmek gayreti. Hamiyyet.
ASABİYYETEN
Asabi olarak. Sâde kendi milliyetini, soyunu sevmekle.
ASABİYYET-İ CAHİLİYYE
İslâmiyetten evvelki câhiliyyet asabiyyeti. Menfi milliyet. Irkçılık, yani, aşırı derecede kendi kavim ve kabilesini koruma ve iltizam gayreti.(Asabiyyet-i cahiliyye, birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkeb bir mâcundur. Bunun için menfi milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyyet-i İslâmiyye ise, nur-u imândan in'ikâs edip dalgalanan bir ziyadır. M.N.)
ASABİYY-ÜL-MİZAC
Yaradılışça sinirli olan kimse. Yaradılışı itibâriyle asabi, hırçın, öfkeli olan.
A'SAC
Saçları alnı üzerine dökülmüş.
ASAF
Süleyman Peygamberin (A.S.) veziri. Vezir. * Bir ot ismi.
ASAFÂNE
f. Bir vezire yakışır surette ve hâlde.
ASAFİR
(Usfur. C.) Serçe kuşları.
ASAF-REY
Düşüncesi Asaf'ınki gibi akıllıca olan vezir.
ASAGİR
(Asgar. C.) Şeref ve itibar bakımından küçük olanlar. Çok küçük şeyler.
ASAGİR Ü EKÂBİR
f. İtibar ve mevkice küçükler ve büyükler.
ASAH
(Bak: Esahh)
ASAHİB
(Ashab. C.) Sahibler, sahib olanlar. Ashablar.
ASAİB
Cemaatler, tayfalar. * Başa sarılan sargılar, nesneler.
ASAK
Ucuzluk.
ASAK
Darlık. * Hurma budağının yaramazı.
ASAKİR
(Asker. C.) Askerler. Erler.
ASÂKİR-İ BAHRİYYE
Bahriyeliler. Deniz askerleri.
ASÂKİR-İ BERRİYYE $
Kara askerleri.
ASÂKİR-İ MUNTAZAMA
Ordu askeri.
ASÂKİR-İ MUVAHHİDÎN
Allahın birliğine inanan askerler. İslâm ordusu.
ASAL
f. Temel, kök.
ASAL
Ahlâk. Karakter. * Alâmet, işaret, belirti.
ASAL
(Asil. C.) İkindi ve akşam arası mânasına, öğleden geceye kadar olan müddet. * Zamanlar ve vakitler.
ASAL
(C: Asâl) Davarın kuyruğu devrik olmak. * Bağırsak.
A'SAL
Dişinin ucu eğri olan.
ASALAK
Başka hayvan veya bitkilerin üstünde yaşayan ve onlara zarar veren hayvan veya bitki. Parazit. * Mc: Başkalarının sırtından geçinen kimse.
ASALE
Zehiri çok tesirli ve korkunç olan yılan.
ASALE
Bal peteği, petek.
ASALET
Temiz soyluluk. Soy sop temizliği. Köklülük. * Rüsuh. * Metanet. Necabet. Zâdegânlık. * Kendi işi için bizzat ve kendisi nâmına hareket. * Edb: Yazıda veya sözde bayağı tâbirlerin bulunmaması.
ASALETEN
Vekil olmayış. Kendi işini kendi namına bizzat kendisi yapmak üzere. Kendi nâmına olmak üzere.
ASALETLÛ
Asâletli, soy ve neseb sahibi, necib, asil. * Osmanlı İmparatorluğu zamanında resmi yazışmalarda büyükelçilere, Hristiyan büyüklerine, devlet adamlarına ve prenslerine denirdi.
ASALİT
Koyu, sahin.
ASAM
(İsm. C.) Günahlar.
A'SAM
(Usme. C.) Ön ayakları beyaz olan at, geyik veya koyun.
ASAMM
Sağır. * Sert, katı. * Güç, tahammül edilmez. * Gr: Muzaaf olan fiil. (İkinci veya üçüncü harf-i aslisi şeddeli olan fiil)
A'SÂM-ÜL YÜMNÂ
Sağ ayağı beyaz olan at, geyik veya koyun.
ASAR
Vazifeler. * Yükler. * Cürümler. Kabahatler.
ASAR
Toz. * Sığınak. * Atiyye, hediye.
A'SAR
(Asr. C.) Asırlar. Yüzyıllar.
AS'AR
Çok kibirli, mağrur. * Çarpık suratlı, eğri yüzlü, eğri boyunlu.
ASÂR
Fakirlik. * Güçlük. * şiddet.
ASÂR
Yağcı, yağ satıcısı.
ASÂR
Kurumayıp daima sulanır çıban.
ASARAN
(Bak: Asrân)
ASARE
f. Sayı, hesab.
ASARE
Anber ve misk gibi şeylerin kokması.
A'SÂR-I SÂLİFE
Geçmiş yüzyıllar. Geçmiş asırlar.
ASARİM
(Asrâm. C.) Çadır toplulukları. Ayrı ayrı küçük insan grupları.
AS'AS
Kumdan yığılmış tepe. * Fesâd.
AS'AS
(C: Asâis) Bir yerin adı. * Kurt, zi'b. * Kirpi.
AS'ÂS
Gece çok gezip dolaşan kimse. * Kurt.
AS'ASE
(Is'as) Yönelme. Arka çevirme. * Gece karanlığı gelmeğe başlamak veya gitmek. * Bulutun yere yakın olması.
AS'ASE
Oturak yerin yumuşağı. * Helâk olmak. * Fesâd etmek.
ASAT
Binâ.
ASATIB
(İstabl. C.) Ahırlar.
ASAY
f. Gibi. (Bak: Asâ)
ASA-YI İNKÂR
İnkâr değneği. Kabul etmeme.
ASÂ-YI MUSÂ
Hz. Mûsânın (A.S.) Asâsı. * Kafir sihirbâzları Cenab-ı Hakkın izniyle mağlub eden ve taşa vurduğunda hemen Cenab-ı Hakkın izni ile su çıkaran Hz. Mûsânın (A.S.) mucizeli değneği. Bu mucizeye teşbih olarak, her bir zerrede ve her şeyde Allahın (C.C.) varlığını, birliğini ve kudsi sıfatlarını isbat ederek imân âb-ı hayatını gösteren ve bununla kâfirleri mağlub eden, ehl-i mekteb ve ehl-i felsefeye çok lüzumu bulunan Risale-i Nur külliyatından bir eserin adı.(... Kur'andan tavr-ı kalbe ilham edilen Asâ-yı Musa gibi, mânevi bir asâ ihsan edilmiştir. Bu asâ ile, kitab-ı kâinatın herhangi bir zerresine vurulursa, derhâl mâ-i hayat çıkar. Çünki, müessir ancak eserde görünebilir. Mânevi asansör hükmünde olan murâkabeler ile mâ-i hayatı bulmak pek müşküldür. Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise, etraf-ı âlemi arşa kadar gezmeleri lâzımdır. Ve o uzun mesâfede hücum eden vesveselere, vehimlere, şeytanlara mağlub olup caddeden çıkmamak için, pekçok bürhanlar, alâmetler, nişanlar lâzımdır ki yolu şaşırtmasınlar. M.N.)
ASAYİŞ
f. Emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hâl. Kanun, nizam hakimiyeti. İnsan cemiyetlerinde iktidar, hâkimiyet, bir zümrenin, bir sınıfın elinde olmaktan kurtulamamasından ve bir kısım insanlarca yapılan, istedikleri zaman değiştirilen kanunlara diğer insanların saygısı temin edilemediğinden asayişin sağlanması gittikçe güçleşmektedir. Çağımızda maddeci düşünce ile yetişen insanlar ancak baskı tedbirleriyle itaat altına alınmağa çalışılıyor. Böylece kapitalist ülkelerde oligarşik diktatörlük, sosyalist ülkelerde sınıf diktatörlükleri kurularak insanlar köleleştirilmektedir. İslâmda ise iktidar Allah'ındır, mülk de Allah'ındır. İnsan insanın kulu, kölesi değildir. Sınıf ve zümre diktatörlüğü yoktur. İnsan insan karşısında hür, Allah karşısında kuldur ve herkes hukukta birbirine eşittir. İdareciler hakkın ve halkın hizmetkârlarıdır.(... Bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için beş esas lâzım ve zaruridir. Birincisi: merhamet; ikincisi: hürmet; üçüncüsü: emniyet; dördüncüsü: haram ve helâli bilip haramdan çekilmek, beşincisi: serseriliği bırakıp itaat etmektir. İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu beş esası te'min edip, hem asâyişin temel taşını tesbit ve te'min eder. K.L.)
ASÂYİŞ-BERKEMÂL
Rahat ve huzur te'min edilmiş.
ASÂYİŞ-CU
f. Rahat ve huzur arayan. Asâyiş isteyen.
ASÂYİŞ-PERVER
f. Asâyiş taraftarı. Sükûnet, rahat ve huzur isteyen.
ASÂYİŞ-PERVERÂNE
f. Rahat, huzur ve asâyiş taraftarına yakışacak şekilde.
ASB
Bağlamak. * Sağlam olarak dürmek. * İmâme, sarık. * Yemen'de yapılır bir nevi kumaş. * Firavun atı adı verilen bir deniz canavarının dişisi. * Kurumak. * Kızarmak. * Sarmaşık. * Sargı, bağ. * Mendil.
ASBAB
(Sabeb. C.) Çukur yerler.
ASBAG
(Sıbg. C.) Boyalar.
ASBAG
Alnı veya kuyruğunun ucu beyaz olan at. * Kuyruğunun ucu beyaz olan kuş.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ASBAH
(Subh. C.) Sabahlar.
ASBAN
f. Değirmenci. Değirmen sahibi.
ASBANÎ
f. Değirmencilik.
ASBAR
(Sıbr. C.) Akbulutlar.
ASBEST
yun. Oldukça yumuşak ve ateşle hususiyeti değişmeyen lifli bir madde.
ASC
Gezi topluluğu.
ASCED
Halis, karışıksız altın.
ASCEL
Karnı büyük olan kimse.
ASD
Cimâ etmek. * Döndürmek. * Bozmak.
ASDA
(Sadâ. C.) Sadâlar, sesler.
ASDAF
(Sedef. C.) Sedefler.
ASDAG
(Sudg. C.) Tıb: Şakaklar, yüzdeki şakaklar.
ASDAG
Perâkende olmak.
ASDAGAN
Tıb: Kollarımızdaki nabız damarları.
ASDAK
(Sıdk. C.) Samimi şeyler.
ASDER
Omuz, menkıb.
ASDİKA
Sâdıklar. Sabık ve sadık dostlar. * İçi dışına, sözü işine uygun olanlar.
ASED
Cimâ etmek. * İp bükmek.
ASEF
(Asf) Büyük kadeh. * Bir şeyi almak. * Yoldan çıkmak. Zulüm eylemek. Körü körüne gitmek. * Birisini istihdâm eylemek. Irgatlık etmek, tarlada işçilik etmek. * Ölüm. (Kamus'tan alınmıştır.)
A'SEF
Zulmedip zorla birşey alan.
ASEL
Bal. Şehd. * Tatmak. * Su akarken yüzünde hâsıl olan kabarcık. * Cennette bir su.
A'SEL
Eğri olan şey. Eğri dişli veya bacaklı kimse.
ASELAN
Süngü titrediğinden acı çekmek. * Boynunu uzatıp sür'atle gitmek.
ASELBENT
Tıbda ve kokuculukta kullanılan bir reçinedir ve aynı adla anılan ağacın kabuklarının çizilmesiyle elde edilir.
ASELÎ
Bal gibi sarı renkte olan. * Yahudilerin ayırdedilmek için, omuzbaşlarına taktıkları sarı kumaş parçası. * Eskiden kullanılan bir kumaş çeşidi.
ASEL-İ MUSAFFA
Süzme bal.
ASELİYYET
Bal hâli.
ASELLAK
Deve kuşunun erkeği.
ASEM
Kesbetmek. Kazanmak. çalışmak. * Dirsekten itibaren elin kuruyup çolak ve eğri olması. * Ayağın topuktan kuruyup eğilmesi ve aksak olması.
A'SEM
Eli bileğinden kurumuş kimse.
ASEMM
Çok sağır.
ASEMSEM
Kuvvetli, büyük deve.
ASEN
Tütün, duhan.
ASENN
Koltuğu kokan kişi.
ASER
Solak kimse, solaklık.
A'SER
Çok zor ve çetin olan, dayanılması çok zor. * Solak.
ASERAT
Sürçmeler, yanılmalar. * Ayak kayması.
ASERE
Kanat teleklerinden evvel, ucunda olan beyaz telekler.
ASES
Asâyişin muhafazası için geceleri dolaşan ve şimdiki polis vazifesini gören memurlar.
ASESBAŞI
Osmanlı İmparatorluğunun eski devirlerinde polis müdürü.
ASEV
(Asven) Serkeşlik. Taşkınlık, serserilik.
ASEVSEL
Azâsı gevşek kimse.
ASF
Zulüm. Haksızlık. * Can çekişme. * Emek çekip kâr kazanma. * Bir tarafa eğilme. * Sür'atle gitme. * Rüzgârın kuvvetle esmesi. * Taze ekin yaprağı.* Ekin taze iken biçme.
ASF
Büyük kadeh. * Zulüm ve zorla bir şeyi almak.
ASFAD
(Safed. C.) Suçluların el ve ayaklarına takılan kelepçeler.
ASFAF
(Saff. C.) Saflar, hatlar.
ASFALT
yun. Siyah renkte şekilsiz bir bitüm.
ASFAR
Sıfırlar. Boş şeyler.
ASFENCAH
Akılsız, ahmak adam.
ASFER
Sarı, uçuk benizli. Soluk. * Kızıl. * Islık çalan.* Bomboş şey.
ASFİYA
Sâfiyet, takvâ ve kemâlât sâhibi ve Peygambere (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlar. (Derece-i şuhud derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani : Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihatasız keşfiyatı, Verâset-i Nübüvvet ehli olan Asfiya ve Muhakkikinin şuhuda değil, Kur'ana ve vahye, gaybi; fakat sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dâir ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşâhedâtın mizanı : Kitab ve sünnettir. Ve mehenkleri Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve Asfiya-i muhakkikinin kavanin-i hadsiyeleridir.M.)
ASFİYA-İ MUHAKKİKÎN
Hakikatı tam araştıran, delillerle isbat eden, ilim ve fazilette terakki etmiş olan büyük İslâm âlimleri.
ASFİYA-İ MÜDEKKİKÎN
İslâmî hakikatların tetkik ve bilinmesinde çok dikkatli ve sâdık olan büyük İslâm âlimleri.
ASGA
Öğrenmeğe çok hevesli. * Çarpık suratlı.
ASGAR
En küçük. Daha küçük.
ASGARAN
Kalb ile dil
ASGARÎ
En az. En küçük.
ASGÜN
Hazar Denizi'ne verilen bir isim.
ASHÂB
(Eshâb) (Sahib. C.) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler. * Halk, ahali. * Sahabeler, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (A.S.M.) görmüş ve mü'min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler, insanlık, doğruluk ve her türlü faziletlerde en ileri seviyede bulunan şahsiyetlerdir.Onlar Peygamberimizi (A.S.M.) her an yakın alâka ile takip ederler ve O'na, her cihetle ittibaa çalışırlardı. Dâima sıdk ve sadakatten, doğruluk ve faziletten ayrılmamak cehdi içinde idiler. İslâmiyetin neşir ve tâmimi için her çeşit fedakarlıktan çekinmezlerdi. Risale-i Nur Külliyatından Mektubat isimli eserde denildiği gibi: "Âl ve Ashâb nâmında bu zevat-ı kirâm, nev-i beşerin enbiyadan sonra ferâset ve dirâyet ve kemâlâtla en meşhur, en muhterem, en nâmdar, en dindar ve en keskin nazarlı tâife-i azimesi" dirler.(R.A.)
ASHÂB-I BEDİR
Hz. Peygamber (A.S.M.) ile Bedir muharebesinde bulunan sahâbeler (R.A.)
ASHÂB-I CENNET
Cennet ehli. Cennetlik olanlar, Cennetlik oldukları ümid edilenler veya cennete gidecekleri müjdelenmiş olanlar. (Bak: Aşere-i Mübeşşere)
ASHÂB-I DEVLET
Devlete mensub olanlar. Devlet adamları.
ASHÂB-I EYKE
(Ashâb-ı Leyke) Şuayb'ın (A.S.) Allah tarafından kendilerine gönderildiği kavmin adı. Yerleri ağaçlı olduğundan bu isim verilmiştir.
ASHÂB-I FERÂİZ
Mirascılar. Ölen kimsenin malında hissesi olan akrabâları.
ASHÂB-I FİL
İslâmiyetten önce Kâbe-i Muazzamayı tahrib için Mekke'ye hücum eden Habeş ordusunun ismi ( Önlerinde fil bulunduğundan, zırhlı vasıtalar gibi ondan faydalandıklarından bu isim verilmiş olduğu nakledilir.
ASHÂB-I GÜZİN
Mümtaz ve en meşhur sahâbeler.
ASHÂB-I KALEM
Kalem ashabı. Memurlar.
ASHÂB-I KALİB
Bedirde öldürülüp kuyuya atılmış olan müşrikler.
ASHÂB-I KEHF
Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernüş, Debernüş, Sâzenüş, Kefeştatâyüş. Kendilerine sâdık köpeklerinin adı da Kıtmir'dir.
ASHÂB-I KİRAM
Hz. Muhammedin (A.S.M.) Ashabı, sahabeleri.
ASHÂB-I MATLUB
Huk : İflâs hâlinde bulunan şahsın, kanuni alacaklılarının yekûnü.
ASHÂB-I MEŞ'EME
Uğursuz, kötü, dine muhalif olanlar.* Solak, sol tarafta, alçak mevkide bulunanlar.
ASHÂB-I MEYMENE
Dinen ihtiram mevkiinde bulunan yüksek haysiyet sahibleri. Hayırlı kimseler.
ASHÂB-I RESS
Kur'anda bahsi geçen bir kavim adıdır. Kimler oldukları kati bir şekilde tesbit edilemiyor. Râvilerin ekserisi, peygamberlerine isyan eden ve onu öldürüp kuyuya atan, bundan dolayı da Cenab-ı Hakkın helâk ettiği bir kavim olduğu hakkında ittifak etmektedir. (Furkan Suresi, 38 inci Ayet)
ASHÂB-I RIDVÂN
Cenab-ı Hakkın rızâsıyla müjdelenen sahâbeler. (R.A.) (Bak: Bi'at-ı Rıdvan)
ASHÂB-I SUFFA
Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamberin (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve hâlleri din hizmeti, hayatı bakımından büyük değer taşımaktadır. Bütün hayatları Peygamberimiz'in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur'ânın en yüksek derslerini alır, öğrenirler ve öğretirlerdi. İslâmiyeti öğrenmek, öğretmek ve yaymak için her türlü şahsi menfaatlerini terkederek tam bir İslâm fedaisi olarak yaşarlardı. Bunlar evlenmezler ve dünya işleriyle uğraşmazlardı. Ashab-ı Suffa'nın bu hizmetleri sebebiyle ve bu çok büyük fedakârlıkları vesilesiyle İslâmiyet az zamanda çok yayılmış ve kökleşmiştir. Peygamberimiz'in (A.S.M.) hadis-i şerifleri mükemmel bir şekilde muhafaza altına alınmış ve zamanımıza kadar hatta kıyamete kadar sağlam bir şekilde devam etmesi sağlanmıştır.Bu Ehl-i Suffa'nın ahvâli Kur'an-ı Kerim hizmetine ilk ve en mühim başlangıç olduğu ve herkese büyük ibret ve ders teşkil edeceği için, Sahih-i Buhâri Tercemesi Yedinci Cildinin 62 ve 63 üncü sahifelerindeki alâkalı kısmı naklediyoruz: "Suffa, Kamus Müterciminin dediği gibi ve hepimizin bildiği veçhile, eski yerlerdeki "sed", "seki" gibi yüksekçe eyvana denir. Lisanımızda tahrifle "sofa" tâbir olunur. Ehl-i suffa buna izâfe edilmiştir. Ashâb-ı Suffa; aileden cüdâ, gaile-i dünyeviyeden âzâde ve bütün mânası ile feragatkâr bir hayata mâlik olan bir zümre-i mübârekenin ekseri vakitleri Resül-i Ekremin (A.S.M.) huzurunda geçerdi. Dâima Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) ahz-ı feyz ederlerdi. Taraf-ı Peygamberiden tâyin buyurulan muallimler mârifetiyle de kendilerine Kur'ân tâlim edilirdi. Bunlardan yetişenler müslüman olan kabilelere tâlim-i Kur'ân için gönderilirdi. Bu cihetle bunlara "Kurrâ" denilirdi. Bu suffaya da "Darul-Kurrâ" demek en münâsib bir isimdir. Nur-u Kur'an'ın "lemhat-ül basar" denilebilecek derecede az bir zaman zarfında âfâk-ı âleme intişar etmesi, bu ilim ocağının yetiştirdiği güzideler sâyesinde müyesser olmuştur. Mütevâzi ve fakat çok feyyaz olan dörtyüz, beşyüz raddesinde dâimâ Kur'ân ile, icâbında gazâ ile meşgul olan bir irfân-ı Kur'ân ordusu bulunuyordu. İçlerinden teehhül edenler kadro haricine çıkardı. Fakat, yenileri ile ikmal edilirdi. Burası bütün mânası ile leyli ve meccâni bir dâr-ul-ilim idi. Müdâvimleri ne ticaretle, ne bir san'at ve harâsetle iştigal etmezdi. Maişetleri taraf-ı risâlet-penâhiden ve ağniyâ-ı ashâb tarafından te'min edilirdi. Bu hakikatı, Ehl-i Suffa'nın mübarek simâlarından birisi olan Ebu Hureyre (R.A.) kendisinin çok hadis rivâvet ettiğinden şikâyet edenlere karşı verdiği şu müskit cevabında pek güzel ifâde etmiştir: "Benim kesret-i rivâyetim çok görülmesin; muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticaretleri ile, "Ensar" kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatleri ile meşgul bulundukları sırada, Ebu Hureyre, Peygamberin (A.S.M.) mübârek nasihatlerini hıfzediyordu..." demişti.Resul-i Ekrem (A.S.M.) Ashâb-ı Suffa'nın maişeti ile, tâlim ve terbiyesi ile pek yakından alâkadar olurdu. Hattâ saadet-hâneleri ihtiyacatı ile ikinci derecede meşgul bulunurdu. Bir kerre Hz. Fâtıma (R.A.) el değirmeni ile un öğütmekten usandığından şikâyet ederek bir hizmetçi istediğinde, Resül-i Ekrem (A.S.M.) - "Kızım! Sen ne söylüyorsun?... Henüz Ehl-i Suffa'nın maişetini yoluna koyamadım" buyurmuştu.Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) hiç bir mev'izaları, hiç bir hitâbeleri yoktur ki, bunun irâdı sırasında Ashâb-ı Suffa orada hazır bulunmasın, dinleyip, hıfzederek diğer ashâba nakletmesin... Bu suretle ahkâm-ı İslâmiyyenin hıfz ve naklinde Ehl-i suffanın pek müstesna te'sirleri görülmüştür.İçlerinde Ebu Hureyre (R.A.) gibi müstesnâlar yetiştiği gibi, ilmi varlık göstermiyenler de vardı. Fakat, hangi türlü tedris gösterilebilir ki, umumi surette böyle sihir-âmiz bir feyz verebilmiş olsun.."Hak Dini Kur'ân Dili Cilt 2, sahife: 939, 940, 941 de de şu izahat vardır:"Bir gün Resul-i Ekrem (A.S.M.) Ashâb-ı Suffa'nın başlarında durmuş, hallerini nazar-ı tetkikten geçirmişti. Fakirliklerini, çekmekte oldukları zahmetlerini gördü ve kalblerini tatyib edip onlara buyurdu ki: - "Ey Ashâb-ı Suffa! Sizlere müjdeler olsun ki; her kim şu sizin bulunduğunuz hâl-ı sıfâtta ve bulunduğu halden râzı olarak bana mülâki olursa, o benim refiklerimdendir... "
ASHÂB-I SUYÛF
Bizzat harbe iştirak edip kılıçları ile cihad edenler.
ASHÂB-I ŞUHÛD
(Bak: Ehl-i Şuhûd)
ASHÂB-I TAHRİC
(Bak: Tahric)
ASHÂB-I UHDÛD
Cenab-ı Hakka imân ve itâat edenleri çukurlara doldurup yakan veya sopa ile döven, fir'avn gibi zâlim kimseler.
ASHÂB-I YEMİN
Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için çalışanlar ve bunlara taraftar olanlar. Sağlam ve helâl dâiresinde çalışan kimseler. Cennetlik olanlar.
ASHÂB-ÜŞ-ŞİMÂL
Amel defterleri sol taraflarından verilecek olan cehennemlik kimseler. Solcular.
ASHAME
Peygamberimizin zamanında Müslümanlığı kabul eden Habeş Necaşisinin ismi.
ASHAR
(Sıhr. C.) Evlenme neticesinde akraba olan erkekler. (Kayınbiraderler, kayınpederler, güveyler.)
ASHAR
Saçı kızıl adam. Kırmızı tüylü hayvan.
ASHEB
Tüyünün üstü kızıl, içi beyaz olan deve.
ASIF(E)
(C.: Asıfât) Şiddetli rüzgâr, sert fırtına. (Bak: Asf)
ASIFAT
(Asf. C.) şiddetli rüzgârlar.
ASIL
(Bak: Asl)
ASIM
Kendisini günahlardan men'edip pâk ve ismetli tutan, koruyan, men'eden.
ASIMA
Medine şehrinin diğer bir ismi.
ASIR
(Bak: Asr)
ASİ
Çok isyan eden, çok isyancı.
ASİ
Uygun, elverişli.
ASİB
Dağ, cebel. * Kuyruğun bittiği yere "asib-ü zeneb" derler.
ASİB
Dolmuş bağırsak. * Katı nesne, şedid. * Şiddetli sıcak, çok sıcaklık. * Talihsizlik.
ASİB-İ RÜZGAR
Zamanın belâsı.
ASİB-RESAN
f. Zarar veren, musibete atan, belâya düşüren, felâkete sevkeden.
ASİD
Başında bir zahmet olup boynunu döndüremeyen ve eğilemeyen, burnundan sümüğü akan deve.
ASİDE
Bulamaç adı verilen yemek.
ASİF
(C.: Usefâ) Para ile tutulan işçi, yevmiyeci, gündelikçi.
ASİFE
Buğday ve arpa başağını örten yapraklar.
ASİL
Esas. Yedek olmayan. * Köklü. * Edebli, soylu. * Fık: Muamelâtta kendi nâmına hareket eden. * Akşam vakti. * Ölüm, mevt.
ASİLÂNE
f. Asil olanlara yakışır şekilde. Asil ve neseb sahibine lâyık.
ASİLE
(C.: Asâil) Bir şeyin tamamı, bütünü. * Öğleden sonranın son kısmı, akşam üzeri. * Ölüm, mevt.
ASİL-ZADE
f. Sülâlesi ve ailesi görgülü, temiz ve asil olan.
ASİL-ZÂDEGÂN
(Asil-zâde. C.) Asilzâdeler, soylu kişiler.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ASİM
Günahkâr. Günah işleyen.
ASİM
Engel, mâni, muhafaza eden.
ASİME
f. Akılsız, şaşkın, sersem.
ASİME-GÎ
f. Akılsızlık, şaşkınlık, sersemlik.
ASİME-SÂR
f. Kafası karışık.
ASİR
Karmakarışık. * Bitişik komşu.
ASİR
Ağır. Zor. Güç. Müşkül. Düşvâr.
ASÎR
Üsâre. Özsu. * Bir maddenin sıkılmış suyu. * Suyu alınmak için sıkılmış şey.
ASİR(E)
Üzüm ve benzeri şeyleri şıra yapmak veya yağını almak için sıkan.
ASİRE
(C.: Asirât) Hayvanın ayağının arasına takılan köstek.
ASİRE
Üzerine bir yıl geçtiği hâlde hâmile olmayan dişi deve.
ASÎRE
Cibre, posa.
ASİSTAN
Fr. Profesör veya hekim yardımcısı.
ASİT
Fr. Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli birleşik hamız.
ASİYÂ-BÂN
f. Değirmenci, değirmen sahibi.
ASİYÂ-GER
f. Değirmen yapan, değirmenci.
ASİYÂ-SENG
f. Değirmentaşı.
ASK
Lâzım olmak, lüzumlu olmak.
ASKA'
Atların ve kuşların başının ortasında beyazlık olanı. * Kanarya kuşu.
ASKÂ'
(Suk. C.) Çeşme duvarlarının bölmeleri.* Bölgeler.
ASKABE
Küçük salkım.
ASKALÂN
Şam diyârında bir şehrin adı. ("Arûs-üş Şam" da derler.)
ASKALE
Serap fazla olmak.
ASKAR
Üzüm şırası.
ASKAT
(Uydurukça kelimedir.) (Bak: Vâhid-i kıyasî)
ASKER
f. Devredici, seyyar.
ASKER
(C.: Asakir) Devlet ve memleketin muhafazası için ücretli veya ücretsiz olarak veya kur'a ile toplanarak hazır bulundurulan ve resmi elbise giyen silahlı adamlar topluluğu. Er, leşker, nefer.
ASKERE
Şiddet. * Asker hazırlamak.
ASKER-GÂH
f. Asker kampı, askeriyeye ait kamp.
ASKERÎ
Askere veya askerliğe ait, askere mahsus.
ASKUL
(C.: Asâkil) Beyaz, büyük mantar.
ASL
Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde.
ASL
Yelmek. Seğirtmek.
ASL Ü ESAS
Gerçek, doğru.
ASLA
Hiçbir zaman.
ASLA'
Başının tepesinde ve önünde kıl olmayan. * Küçük başlı.
ASLÂB
(Sulb. C.) Sulbler, beller.
ASLÂD
Sert, katı ve düz. (Çakmak taşı hakkında). Ateşsiz. * Cimri, hasis, pinti.
ASLAH
En sâlih. Daha sâlih.
ASLAH
Kulağı hiç işitmeyen.
ASLAH TARİK
En selâmetli tarz. En salih usul, yol.
ASLAHAKELLAH
Allah seni ıslâh etsin (meâlinde duâ).
ASLAT
Koyu, sahin.
ASLEKA
Serabın fazla olması.
ASLEM
Kulağı kesik olan, kesik kulaklı.
ASLEN
Kök veya soy bakımından, aslında, esasında; temelden, kökten.
ASL-I MEYYİT
Huk: Ölen kimsenin babası, babasının babası ve ilh...
ASLÎ
Asla aid ve müteallik.
ASLİYYET
Asl'ın hususiyeti ve hâli. Hususilik, mümtaziyet, seçkinlik. * Başka şeyler karışmamış olan bir şeyin ilk hali.
ASM
Sargı. * Kırılmış kemiğe bağlanan ağaç.
ASMA
Elleri veya bacakları eğri olan.
ASMA'
Küçük kulaklı. * Zeki kimse.
ASMA'
Uyanık ve gözü açık (adam) * Keskin (kılınç).
ASMÂ
Ön ayağı beyaz olan dişi koyun.
ASMAH
Çok cesur, pek kahraman.
ASMAÎ
Arapların şöhret bulmuş şairi.
ASMAN
f. Gökyüzü, sema.
ASMANE
f. Dam, tavan, kubbe.
ASMAN-GÛN
f. Gök mavisi.
ASMANÎ
(C.: Asmâniyân) f. Gökyüzüne, aya, güneşe mensub. * Açık mavi.
ASMANÎ ÂHEN
f. Yıldırım.
ASMAR
f. Mersin ağacı.
ASMENDE
Şaşkın, alık, dalgın. Hile ile kandıran, hileci.
ASMIHA
(Sımah. C.) Kulak kanalları.
ASNIM
(Sanem. C.) Putlar. * Sevgililer.
ASPİRATÖR
Fr. Hava emme cihazı.
ASR
(Asır) Bir devrelik zaman. * İkindi vakti. * Zamanın bir cüz'ü. * Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet. * Yüz yıl. * Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet. * İnsanın ortalama yaşayış zamanı. * Gece ve gündüzden her biri. * Birisinin aşireti. * Men'etmek. * Suyunu çıkarmak için bir şeyi sıkmak.
ASR
(C.: Evâsır) Kırmak. * Hapsetmek.
ASR
Muttali olmak. Gözcülük etmek.
ASRA'
Zor olan şey. Güç nesne. * Kanatlarının uçlarında beyazlıklar olan tavşancıl kuşu.
ASRAF
(Sarf. C.) Masraflar. * Değişiklikler.
ASRAM
(Sırm. C.) İnsan toplulukları, insan kümeleri. * Çadır grupları.
ASRAN
(Asaran) İki devir. Gece ve gündüz. * İki asır. * Gündüzün zamanı.
ASRE
(C.: Aserât) Ayak kayma, sürçme, yanılma.
ASREM
Kulağı sakat, hasta. * Ailesini geçindirmek için sıkıntı çeken (kimse). * Bölük bölük.
ASREMAN
Gece, gündüz.
ASR-I ÂHİR
Son asır, son devir.
ASR-I CAHİLİYYET
Cahiliyyet asrı. Cahiliyyet devresi. * Arabistan'da İslâmiyet'ten önceki putperestlik ve vahşet devri.
ASR-I EHÎR
Son asır.
ASR-I EVVEL
İlk asır. * Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendisinin bir misli daha uzadığı zamandan başlayıp, iki misli uzayıncaya kadar süren ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)
ASR-I HÂZIR
Şimdiki asır, yeni zaman.
ASR-I SAÂDET
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) peygamber olarak dünyada bulunduğu devir. (Bu sıdk ve kizb; küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı Saadet'te sıdk vâsıtasıyla Muhammed'in (A.S.M.) âlâ-yı illiyyine çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-ı imaniye ve hakaik-ı kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk, en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta' hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzâbın emsâli, esfel-i sâfiline sukut etmiş. Ve kizb o zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîm gösterdiğinden, kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup; o malı satın almak değil; herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılâb-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler; elbette şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzâb'a kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtriyeleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar meta' ve hakikatların anahtarı Muhammed'in (A.S.M.) âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamağa çalıştıklarından, ilm-i Hadisce ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan "Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivâyet, tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (A.S.M.) rivayet ettikleri Hadisler bütün sahihtir." diye ehl-i şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat'î hüccet bu mezkûr hakikattır. H.)
ASR-I SÂNİ
İkinci asır. * Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendi boyunun iki misli daha uzadığı zamandan başlayan ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)
ASRÎ
Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun. Bir devreye, asra âit ve müteallik.
ASRİS
f. At koşturulan meydan, hipodrom.
ASS
Katı ve sağlam olmak, berk olmak.
ASS
Gece gezip dolaşmak.
ASS
Her nesnenin aslı, her şeyin esası.
ASSÂB
İplikçi.
ASSÂL
Kovandan bal çıkaran, bal satan, balcı.
ASSALE
Arı, bal arısı. * Arı kovanı, kovan. * Petek, bal peteği.
ASSUBAY
Ask: Çavuş, üst çavuş ve başçavuş diye rütbeleri olan, ücret alan ve resmi elbise giyen askerdir.
AST
Alt. * Birinin emri altında olan kimse, mâdun. * Askerlikte rütbe veya kıdemce küçük olan asker.
ASTAN
f. Eşik, atebe. * Dergâh, tekye.
ASTANE
f. Eşik, atebe. * Paytaht. * Mânevi büyüklerin kabri. * Büyük tekke. * Merkez. (Osmanlı İmparatorluğunun merkezi olması münasebetiyle İstanbul manasına da gelir.)
ASTÂNE-İ SAÂDET
Saadet eşiği. Sultan sarayı, İstanbul.
ASTAR
(Satr. C.) Yazı satırları.
ASTİN
f. Esvap kolu, yen.
ASTİN-BERÇİDE
f. Hazırlanan veya hazırlanmış (adam).
ASTİNE
f. Yumurta.
ASTİN-EFŞAN
f. Yen silken. * Mc: Vazgeçen.
ASTİN-MALİDE
f. Hazırlanmış, hazırlanan (adam).
ASTRONOM
yun. Kozmoğrafya âlimi, felekiyat ile uğraşan, gök cisimleri hakkında bilgi edinmeye çalışan.
ASTRONOMİ
yun. Kozmoğrafya. Gök ilmi. Felekiyat.Astronomi ilmi dünyanın birgün hareketinin duracağını; coğrafya, karaların alçalarak dünyanın sularla kaplanacağını, iklimin değişerek canlılar için yaşanmaz hâle geleceğini; fizik, güneşin birgün söneceğini, kâinattaki enerjinin artık kullanılamaz, işe yaramaz hâle geleceğini, kâinatın öleceğini açıklamaktadır. İnsanların yaşanmaz hâle gelecek dünya ve güneş sisteminden başka sistemlere göç edeceklerini hayâl etsek bile, kâinatın genel çöküşü karşısında kaçacak yer bulamıyacaklardır. Sonunda kıyamet kopması muhakkaktır ve Allah'ın vaadi olan âhiret, şüphesiz gelecektir.
ASTRONOT
yun. Feza yolculuğu yapan vasıtaları kullanan kişi. (Amerikada ve batıda astronot; Rusyada ve komünist ülkelerde kozmonot tâbiri kullanılmaktadır.)
ASÛB
Bey, başbuğ. Hakan. * Arı beyi. (Bak: Ya'sub)
ASÛDE
f. Rahat, huzur içinde. Dinç. Müsterih. Sâkin. * Bir cins helva adı.
ASÛDE-DİL
f. Başı dinç, huzuru yerinde, gönlü rahat.
ASÛDE-DİLÎ
f. Gönül rahatlığı.
ASÛDE-GÎ
f. Huzur, rahat, asayiş.
ASÛDE-HÂL
f. Hâli rahat, sıkıntısı olmayan.
ASÛDE-NİŞİN
f. Rahatça oturan. İstirahat eden.
ASUF
(Asf. dan) Çok zulüm eden. Çok zâlim.
ASUF
Hızlı ve çabuk yürüyen. * Çok şiddetli rüzgar.
ASUL
Gururlu, mütekebbir, zâlim kimse.
ASUM
Obur, açgözlü, arsız.
ASUM
Geçim derdi için çok çalışan kimse.
ASUMAN
f. Gökyüzü. Semâ. * Felek.
ASUMANÎ
Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik.
ASÛR
Eğri boyunlu.
ASÛR
Zorluk. Güçlük.
ASÛS
Yalnız yürüyüp, otlayan deve. * Yanından insanlar uzaklaşmayınca kendini sağdırmayan deve. * Av arayan kimse.
ASÜD
(Esed. C.) Arslanlar. * Yiğitler.
ASÜFTE
(Asügde) f. Ateşle islenmiş. * Hazırlanmış, hazır.
ASVA
Sırtlan. * Yaşlı kadın.
ASVAD
(C.: Asâvid) Büyük emir.
ASVAT
(Savt. C.) Sesler.
ASVEB
(Sâib. den) En doğru ve iyisi. Çok isabetli.
ASVEB-İ AKVÂL
Kavillerin en muhkemi, sözlerin en doğrusu.
ASVİNE
(Sunvân. C.) Elbise koymaya yarayan dolaplar. Gardroplar.
ASY
İsyan, itaatsizlik.
ASY
Yaşamak. * Kocamak, ihtiyarlamak.
ASYA
Dünyadaki kıt'aların en büyüğü. * f. Değirmen. (Bak: As)
ASYAF
(Sayf. C.) Yaz mevsimleri.
ASYAR
Dayanmak. * Sürçmek.

f. Muharrem ayında pişirilen aşure. * Yemek, taam.
AŞA
(C.: A'şiye) Akşam yemeği.
AŞA
(C.: Aşâ-Aşvâ) Gece gözlerin görmeyip gündüz görmesi.
A'ŞA
Gözleri dumanlı olan adam. * Çeşitli yüzyıllarda yaşamış olan birkaç Arap şairinin adı. * Gece vakti gözleri görmeyen kimse.
A'ŞAB
(Aşb. C.) Tâze otlar.
AŞABE
Yaş otun çok olması.
AŞAİR
(Aşiret. C.) Aşiretler. Kabileler.
AŞAK
Sarmaşık.
AŞAM
f. Yiyecek ve içecek. * İçen, içici manasına birleşik kelimeler yapılır.
AŞAMİDENÎ
f. İçilebilen veya yenilebilen.
A'ŞAR
(Öşür. C.) Öşürler. Arazi mahsüllerinden alınan onda bir nisbetindeki vergiler. * Mahsül alan zengin müslümanların zekâtları.
A'ŞARÎ
Ondalığa âit. Öşür hesapları nev'inden. On sayıları. Ondalık.
AŞAVET
Gündüz görüp, gece görmeyen ve tavukkarası adı verilen göz hastalığı.
AŞAYA
(Aşi. C.) Akşamlar, mağribler.
AŞB
(C.: A'şâb) Yaş ot.
AŞEBE
Zayıflığından gövdesi kurumuş olan yaşlı kimse. * Büyük azı dişi. * Küçük adam.
AŞEM
Kuru ekmek.
AŞEME
Kuru ekmek parçası. * Büyük azı dişi.
AŞEN
Her nesnenin aslı ve kökü. * Sözü kendi kanaatine göre söylemek.
AŞENNET
(C.: Aşânit) Yaramaz huylu kimse.
AŞENZER
Katı, sağlam nesne.
AŞERAT
(Aşere. C.) On sayıları.
AŞERE
On. On rakamı.
AŞERE-İ MÜBEŞŞERE
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) kendilerine Cennetlik olduklarını müjdelediği sahabelerdir. Bu kişiler Allah'ın emirlerine bağlılıkta ve din hizmetindeki fedailikte Allah'ın rızasını tam kazanmışlardır. Bu zatlar şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ubeyde bin Cerrah, Hz. Said, Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas, Hz. Talha, Hz. Zübeyr İbn-ül Avvam (R.Anhüm).
AŞEVİ
Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane. * Para ile yemek yenilen yer, lokanta. * Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer. * Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.
AŞEVÎ
Akşam, akşam vaktine dair.
AŞEVSEC
Büyük karınlı iri deve.
AŞEVZEN(E)
Galiz, katı nesne.
AŞ-HANE
f. Aşevi, mutfak.
AŞI
Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde. * Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde. * Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan vurulan kalem veya yaprak aşısı.
AŞİ
Akşam. * Akşam yemeği. * Tavuk karasına tutulan kimse.
AŞİ
(C.: Avâş) Kastedici.
AŞİHE
f. Kişneme.
AŞÎK
Fazla âşık, çok tutkun.
AŞİKÂR(E)
f. Belli, meydanda, açık. Bedihi.
AŞİNA
f. Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. * Yüzücü.
AŞİNE
f. Yumurta.
AŞİR
Onda bir. On kısma taksim edilen bir şeyin herbir parçası. * Kur'an-ı Kerimin on cüz'ünden herbiri veya on âyetlik bir parçası. * Dost, yardımcı, yardak. * Koca. * Kabile. * Kötülükte yardımcılık eden. * Sahip. * Toz. (Bak: Aşr)
AŞİR
Onuncu. * Eskiden öşür toplayan vergi memuru. (Bak: Amil)
AŞİRE
Onuncu. Tâsia'nın altmışta biri.
AŞİREN
Onuncu olarak, onuncu derecede.
AŞİRET
Kabile, oymak, göçebe halinde yaşıyan ekseri bir soydan gelen cemaat. Yakın akraba, âile.
AŞİRET-İ GALİB
Galip gelen aşiret. * Aşiretin ekseriyeti, çokluğu.
AŞİYAN (E)
f. Kuş yuvası. * Mc: İkâmetgâh. Ev, mesken.
AŞİYAN-I HARÂB
Yıkılmış yuva, tahrib edilmiş mesken.
AŞİYAN-SÂZ
f. Yuva kuran, mesken yapan.
AŞİYY
Akşam, akşam üzeri.
AŞK
(Işk) Çok ziyâde sevgi. Şiddetli muhabbet. Sevdâ. Candan sevme. * İttibâ'. Alâka.(İnsanın mahiyeti ulviye; fıtratı, câmia olduğundan; binler envâ-ı hâcât ile binbir esmâ-i İlâhiyyeye herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülâtına göre merâtib-i muhabbet, meratib-i esmâya göre inkişaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi -çünki o esmâ Zât-ı Zülcelâl'in ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyyeye döner. S.)
AŞKAR
Koyu kırmızı. * Kırmızı saçlı adam. * Doru at.
AŞ-KÂRE
f. Aşçı.
AŞKBAZÎ
f. Aşk oyunu. Sever görünmek. Aşk-ı kâzib.
AŞK-I EFLÂTUNÎ
Maddeci olmayan aşk.
AŞK-I HAKİKÎ
Hakiki aşk. Allah için sevmek. Allah sevgisi.
AŞK-I KİMYEVÎ
Fıtrî meyil ve alâka. Kimyevî unsurlar arasında birbirlerine karşı olan cazibe ve birleşme meyelanları ki; birer İlâhi emir ve kanunlardır.Fransızcası: Affinite (afinite) dir. (Sani-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül humuza. Müvellid-ül humuza ise: Nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havâi) bir maddeye inkılâb ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi te'min eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki: Sani-i Hakîm, fenn-i kimyada, aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi, müvellid-ül humuza ile karbona vermiş ki: O iki unsur, birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile, o iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki: İmtizacdan hararet hâsıl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun, her birisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi, bunun zerresiyle imtizac eder, bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk kalır. Çünkü: İmtizacdan evvel iki hareket idi. Şimdi iki zerre, bir oldu. Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sani-i Hakîm'in bir kanunu ile hararete inkılâb eder. Zaten "Hareket, harareti tevlid eder" bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviyye ile te'min edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi sâfi olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor. Hem nâr-ı hayatı iş'al ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu'cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor. S.)
AŞK-I LÂHÛTÎ
Cenab-ı Hakk'a olan sevgi ve muhabbet. Aşk-ı İlâhî, aşk-ı hakikî, aşk-ı mânevî gibi tâbirler Cenab-ı Vacib-ül Vücud'a dâir şiddetli muhabbet ve sevgiyi ifâde eder.
AŞK-I MECAZÎ
Fâni şeylere olan aşk. Nefis ve şehvet arzusuna dayanan aşk. * Tas: Kâmil bir zâtın Cenab-ı Hakk'a dâir şiddetli muhabbetinden evvel fani, dünyevî şeylere dair olan aşkı.(Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikiye inkılâb ettiği gibi, acaba ekser nasda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikiye inkılâb edebilir mi?Elcevab: Evet, dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-i meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikiye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatiyle bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfaka dalıp, umumi dünyayı hususi dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikatı tenvir için şu temsile bak. Meselâ:Şu güzel zinetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakiki ve umumi, dördü misâli ve hususi... Herbirimiz kendi âyinemiz vasıtasiyle, hususi odamızın şeklini, hey'etini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil gösterir. Ve hâkezâ... âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat hârici ve umumi odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususi oda ile umumi oda hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan her birimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususi dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem... onunla sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor. Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki: Dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususi dünyamız âyine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esma-i İlâhiyeye döner; ondan, cilve-i esmâya intikal eder. Hem o hususi dünyamız, âhiret ve Cennet'in muvakkat bir fidanlığı olduğunu derkedip, ona karşı şedit hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk, hakikî aşka inkılâb eder. Yoksa $ sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini düşünmeyerek, hususi, kararsız dünyasını, aynı umumi dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedit hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz bela ve azaptır. Çünki, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zihayatlara acır; hatta güzel ve zevâle mâruz bütün mahlukata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, ye's-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâki'nin bâki esmâsının dâimi cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkatı, bir sürura inkılâb eder. Hem zeval ve fenâya mâruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve san'at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i dâimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsn ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. M.)
AŞKNÜMA
f. Aşkını bildiren. Aşkını gösteren.
AŞKÛ
f. Tavan; kat, tabaka. * Gökyüzü. Gök.
AŞNA
f. Yüzücü. * Yüzme. * Tanıyan, yabancı olmayan. (Bak: Aşina)
AŞNAB
f. Yüzen, yüzücü.
AŞNAGER
f. Yüzücü. Yüzgeç.
AŞNAGERÎ
f. Yüzme, yüzücülük.
AŞNA-YAN
(Aşnayî. C.) f. Dostluklar, âşinalıklar, haberdarlıklar.
AŞ-PEZ
f. Ahçı, aşçı.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
AŞR
(Aşir) On. * On adetten birisini almak. On etmek. * Kur'ân-ı Kerim'den on âyet mikdarı kısım.
AŞRA'
Muharrem ayının onuncu günü. * On aylık vazife. * On aylık hâmile deve.
AŞREFE
Bir cins misvak ağacı.
AŞR-İ ÂHİR
Ist: Ramazan ayının son on günü.
AŞR-İ MİŞAR
(Bak: Öşr-ü mişar)
AŞŞ
Zayıf adam.* Az, kalil. * Kuş yuvası.
AŞŞAB
(Aşşeb. den) Nebatları, bitkileri toplayarak ve misallerini kurutarak her biri üzerinde ilmî incelemeler yapan âlim.
AŞŞAR
A'şar tahsildarlığı yapmış olan kimse. Öşürcü, ondalıkçı.
AŞŞE
Yaprağı uzun ve ince olan hurma ağacı. * Zayıf vücutlu, uzun boylu kadın.
AŞTÎ
f. Barışıklık, sulh.
AŞTÎ-HÛRE
f. Barış ziyafeti.
AŞTÎ-PERVER
f. Barış taraflısı, sulh.
AŞTÎ-PERVERANE
f. Barış taraftarına yakışacak şekilde.
AŞTÎ-SÂZ
f. Sulhsever, sulh taraftarı. Barışsever, barışçı.
AŞTÎ-SÂZÎ
f. Barışseverlik, sulhseverlik.
AŞU
Kör olmak. Görmemek. * Mc: Görmemezlikten gelmek.
AŞÛB
f. Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
AŞÛB-ENGİZ
f. Karışıklığa medar olan, kargaşalığa sebebiyet veren.
AŞÛB-GÂH
f. Gürültülü patırtılı yer. Kargaşalık ve karışıklık yeri.
AŞUG
f. Bilinmiyen, meçhul, yabancı. * Serseri.
AŞUM
Bir ot cinsi.
AŞURE
(Aşurâ) Arabi aylardan olan Muharrem ayının onuncu günü. Aynı günde çeşitli hububat ve kuruyemişler katılarak yapılan tatlı.
AŞÜFTE
f. Sevgiden kendinden geçen. Çıldırırcasına seven. * İffetsiz kadın.
AŞÜFTE-DİL
f. Gönlü perişan olmuş.
AŞÜFTE-DİMAĞ
f. Aklı perişan.
AŞV
Kasdetmek.
AŞVA'
Geceleyin gözü görmeyen kadın veya kız. * Önüne bakmayıp her ne olursa basan deve.
AŞVE
Akşam karanlığı. * Akşam yemeği.
AŞVEZ
(C.: Aşâviz) Sağlam yer. * Sağlam ve geçirimsiz yerlerde oluşan göl. * Sağlam, kuvvetli deve. * Çok et.
AŞY
Akşam yemeği.
AŞYAN
Akşam yemeği yiyen kişi.
AŞYERE
Dayanmak. Sürçmek.
AŞZAN
Ayağı kesilmiş gibi emekleyerek yürümek.
ATA
Verme. Bağışlama. Bahşiş. Lütuf. İhsan.
ATA
(İtyan. dan) Verdi, veren. Geldi, gelen (mânasına da olur, fiildir).
ATA
t. Baba veya ecdaddan olan büyük. Önceden gelen. * Aynı soyun büyüğü.
ATA ENDER ATA
Lütuf içinde lütuf, ihsan üzerine ihsan.
ATAB
Mahvolma, ölme.
ATA-BAHŞ
f. Bahşiş veren.
ATABEY
(Atabek) Selçuklular devrinde şehzadelere mürebbilik eden şahıs, lala.
ATAD
İşe yarayan âletlerin takımı. * Büyük kadeh. * Hazırlık.
A'TAF
(Atf. C.) Meyiller. * Merhametler, şefkatler, lütuflar, ihsanlar.
A'TAF
(Atf. dan ) En âtifetli. Pek müşfik, çok merhametli adam. * Boynuzları birbirine eğilmiş koyun. (Müe: Atfâ')
ATAİM
(Atime. C.) Ocaklar.
ATAK(AT)
Azad, izin.
ATAL
(Itl. C.) Koltuk altları. * Yanlar, kenarlar. * Böğürler.
ATAL
(C. A'tâl) Vücudun örtüsüz yeri, bilhassa ense. * Bir kişinin güzelliği. * Vücudun tamamı. * Boyuna asılan gerdanlığı kaybetmek.
ATALET
(Utlet) Boş durma. Tembellik. İşsizlik. Hurma salkımı.(En bedbaht, en muztarib, en sıkıntılı işsiz adamdır. Zirâ, atâlet, ademin birâderzâdesidir. Sa'y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır. M.)
ATALET KANUNU
Fiz: Duran bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hareket edemez; ve hareket hâlindeki bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hızını ve yönünü değiştiremez.
ATAM
(Utum. C.) Yüksek binalar, köşkler, hisarlar.
ATAN
(C.: Atân) Kovası el ile çekilen kuyu. * Kuyunun ve havuzun etrafında deve çekip duracak yer. * Su kenarı. * Kokmak. * Dibâgat etmek.
ATANİB
(İtnâbe. C.) Kısa ipler. * Uzun ipler. Sicimler. * Sâyebanlar.
ATARAKSİYA
yun. Tesirlere (etkilere) karşılık göstermeme, durgunluk hâli. * (Fels.) Ruhun sükunete ulaşması, arzu ve ihtiraslardan uzak kalma. Eski çağ felsefesi, hayatın gayesi, saadet olarak duygusuzluk halini gösteriyordu. İnsan arzuları sonsuz, düşmanları sonsuzdur, (mikroptan kuyruklu yıldıza kadar) ama iktidarı hiç denecek kadar az, zayıf bir mahluktur. Allah'ı tanımaz ve Onun kudretine dayanmazsa işte böyle saçmalıklara düşer. Devekuşu gibi başını kuma sokmakla kurtulacağını umar. Kurtuluş ise ancak İslâm'da ve Allah'a imandadır.
ATARDAMAR
Tıb: Kanın, kalbden vücudun her tarafına (akciğerlere de) gitmesine yarayan damar. Şiryan.
ATAŞ
Susama. Hararet.
ATAŞA
(Atşân. C.) Susamış olanlar, susuzlar.
ATAŞE
Fr. Elçiliklerde vazifeli memur.
AT'ATA
Birbiri ardınca çağırmak. * Kavga etmek.
ATAVİL
(Atvel. C.) Seçkin kimseler. * Uzun boylular.
ATAYA
(Atiyye. C.) Bahşişler. İhsanlar. Lütuflar.
ATAYA-YI SENİYYE
Padişahın hediye ve ihsanları.
ATAYIB
(Atyeb. C.) En iyiler. Çok hoş olanlar.
ATB
Hışım etmek. * Fesad. * İkrah olunan, kerih görülen.
ATBA
(Taby. C.) Meme başları, uçları.
ATBA'
En pis.
ATBA'
(Tıb'. C.) Akarsular, çaylar, dereler, kanallar, sel yatakları.
ATBAK
(Tabak. C.) Tabaklar. Kapaklar.
ATBAL
(Tabl. C.) Davullar.
ATBAN
Tek ayak üstüne sıçramak. * Davarın üç ayak üstüne yürümesi.
ATEBAT
(Atebe. C.) Eşikler, basamaklar.* İranlıların mukaddes ziyaret yeri.
ATEBE
(C. Atebât) Basamak, eşik.
ATEBE-İ FELEK-MERTEBE
Osmanlı Padişahlarının sarayı.
ATEH
Bunama, bunaklık. (Ateh getirmiş bir ihtiyar)
ATEH KABL-EL MİÂD
Erken bunama.
ATELE
(C.: Utül) Rende. * Kalın ve büyük asâ. * Fârisi yayı. * Doğurmamış dişi deve.
ATEME
Gecenin ilk üçte bir bölümü. Yatsı namazı vakti. * İşsizlik, tembellik, atalet, üşengeçlik. * Akşam vaktine kadar hayvanın memesinde bâki kalan süt.
ATER
Arap kadınlarının misk ve başka güzel şeylerle yoğurup, boyunlarına taktıkları gerdanlık.
ATEŞ
f. Odun vs. gibi maddelerin yanmasından hasıl olan hâl. Od, nâr. * Kızgınlık, hararet. * Hiddet, gazab, şiddet. * Hayvanın çevik, hareketli ve oynak olması. * Yangın. * Gözyaşı. * Hastalık. * Harb, savaş.(Ateş unsuru, kâinatın bütün kısımlarını istilâ etmiş pek büyük bir unsurdur. Bir damar gibi kâinatın yaratılışından başlayarak her tarafa dalbudak salıp gelen şu şecere-i nâriyeye nazar-ı hikmetle dikkat edilirse, bu şecerenin başında, yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır. Evet, toprağın içinde büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, âlemin her tarafında damarları bulunan şu şecere-i nâriyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bilhads yani sür'at-i intikal ile hükmedebilir. İ.İ.)
ATEŞ-BÂR
f. Ateş yağdıran.
ATEŞ-BÂZ
f. Ateşle oynayan. Hokkabaz.
ATEŞ-BESTE
f. Hâlis altın, kırmızı altın.
ATEŞ-DÂN
f. Mangal, ocak.
ATEŞ-DİDE
f. Ateş görmüş, ateşten geçmiş. * Mc: Büyük ıztırab çekmiş ve tecrübe geçirmiş adam.
ATEŞ-DİL
f. Sözü dokunaklı olan. * Her gördüğü güzeli seven. * Pek zeki adam.
ATEŞ-EFRÛZ
f. Ateş yakan, ateş tutuşturan.
ATEŞ-EFŞÂN
f. Ateş saçan.
ATEŞEK
f. Küçük ateş. * Ateş böceği. * Frengi. * Berk, şimşek.
ATEŞ-ENGİZ
f. Dağlama aleti. * Mc: Fesatçı, ifsad yapan.
ATEŞ-FÂM
f. Ateş renkli, kırmızı.
ATEŞ-GEDE
f. Mecûsilerin tapındıkları yer. Mecusi mabedi.
ATEŞ-GİRE
f. Çıra. * Maşa.
ATEŞ-GÛN
f. Ateş gibi kıpkırmızı.
ATEŞ-HÂR
f. Keklik. * Merhametsiz, şefkatsiz ve zalim adam.
ATEŞ-HİRÂM
f. Süratle yürüyen, hızlı yürüyen.
ATEŞ-HÎZ
Ateşliyen, ateş veren.
ATEŞ-HULK
f. Sert tabiatlı, huysuz.
ATEŞÎ
f. Hararetli, ateşli; dokunaklı. * Ateş renginde. * Hiddetli, öfkeli.
ATEŞ-İ ÂB-PERVER
Mc: Hançer, kama, kılınç.
ATEŞ-İ BAHAR
Lâle. * Kırmızı renkli gül.
ATEŞ-İ BESTE
Hâlis kırmızı renkli altın. * Donmuş ateş.
ATEŞ-İ HECR
Firak ateşi, ayrılık acısı.
ATEŞ-İ RUMÎ
Eskiden kullanılan bir silâh çeşitidir. Kara ve deniz muharebelerinde yangın çıkartmak için kullanılırdı.
ATEŞ-İ TER
Kırmızı şarap.
ATEŞÎN
f. Ateşli, canlı, ateşten. * Mc: Şiddetli, hiddetli.
ATEŞ-KÂR
f. Külhancı. * Mc: Aceleci, kızgın veya merhametsiz adam.
ATEŞ-MİZAC
f. Huysuz, geçimsiz, sert tabiatlı kimse.
ATEŞ-NÂK
f. Ateşli.
ATEŞ-NİSAR
f. Ateş saçan.* Mc: Çok öfkeli, çok kızgın.
ATEŞ-NÜMÂ
f. Ateş gösteren.
ATEŞ-PÂ
f. Ateş gibi. * Mc: Atik, çevik.
ATEŞ-PARE
f. Ateş parçası. Ateş gibi. * Mc: Çok zeki, çok akıllı. * Durup dinlenmeyen.
ATEŞ-PAŞ
f. Ateş saçan.
ATEŞ-PEREST
Ateşe tapan. Mecusi, müşrik.
ATEŞ-RENG
f. Ateş renginde, kızıl renkli.
ATEŞ-SUHAN
f. Dokunaklı, kalb kıracak şekilde ağır söz söyliyen.
ATEŞ-ZEBÂN
f. Ateş dilli. Çok dokunaklı söz veya şiir söyleyen.
ATEŞ-ZEDE
f. Yakılmış, yakılan.
ATEŞ-ZEN
f. Ateş yakmak için kullanılan alet, çakmak.
ATF
Bağlama. Bağ. Ekleme. * Meyletme. * Şefkat. Sevgi. * Eğilme. * İkiye bükme. İki kat eyleme. * Çevirme. * Geri döndürme.* Bir kimse üzerine tekrar hamle eylemek. * Gr: Bir kelimeyi diğer bir kelimeye harf-i atıf vasıtasiyle ilhak eylemek. (Bak: Harf-i atıf)
ATFEN
Birisinin adına. Birisine yükleyerek.
ATFETMEK
Meyletmek. Sevgi beslemek. * Gr: Mânâyı birbirine bağlamak.
ATF-I BEYAN
Mâkablini yâni mâtufun aleyhin mefhumunu izah ve te'kid için atfolunan tâbir. Meselâ: "Meseleyi izâh ve teşrih eyledi" cümlesindeki "ve" gibi.
ATF-I NİGÂH
Bakma, göz atma.
ATF-I TEFSİR
Bir mânada olup mücerred tasdik ve te'kid için "ve" ile müteradifine (aynı mânadaki kelimeye) atfolunan kelime. Meselâ: "İhsan ve kerem, hüzün ve keder" ifadesindeki "ve" ler gibi. Diğer bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki kelimenin birlikte kullanılması. ("deli divâne"de olduğu gibi.)
ATHAL
Kül renginde.
ATHAR
Daha tâhir. En temiz.
ATHAR
(Tâhir. C.) Kadınların aybaşı ve doğumdan çıktıkları zamanlar.
ATIFET
Koruma, sevgi, Acıma. Şefkat. Esirgeme. * Hüsn-ü zan. Karşılıksız sevgi.
ATIFET-KÂR
f. Esirgeyip muhafaza eden, gözetip koruyan.
ATIM
t. Ateşli silahların boşaltılması, atılması. * Kurşun menzili, kurşunun gidebildiği, yetiştiği mesâfe. * Silahın bir defa atılması için lâzım gelen barut vesaire.
ATIR
(Itr. dan) Güzel kokulu, ıtırlı. * Kokuları seven kimse.
ATIS
Şafak. * Aksıran.
ATİ
İnatçı, muannid. Kalın kafalı.
ATİ
Önde. Aşağıda. Sonra. Vâki olan. Gelecek zaman.
ATİ(YE)
(Utv. dan) İsyan eden, kafa tutan. Asi. Sert başlı, serkeş.
ATİD
Tedarik olunmuş. Hazır ve müheyya. * Günah ve sevabları yazan melek.
ATİDE
Elbise sandığı.
ATİH(E)
İsyan eden, kafa tutan, âsi olan.
ATİK
Berrak, saf, temiz, karışmamış, değerli.
ATİK
Çabuk davranan, çevik.
ATİK
(Atika) Esaretten serbest bırakılmış olan. * Soyu temiz. Necib. * Genç kız. * Kadim. İhtiyar. * Yavru kuş. * Eski. * Hz. Ebû Bekir'in (R.A.) bir nâmı.
ATİK
(C.: Avâtik) Sırtın üst kısmı. Omuz ile boyun arası. * Eski şarap.
ATİK
Sâfi nesne, saf olan şey.
ATİKIYYAT
Eski eserler. Eski devirlerden kalma eserleri, - daha ziyade tarih ve san'at bakımından- tetkik eden ilim. Arkeoloji.
ATİL
Para karşılığı tutulan yardımcı, asistan.
ATİL
Şerli, şerir, yaramaz kişi.
ATİ-L-BEYAN
Aşağıda sözü geçen, aşağıda zikredilen.
ATİM(E)
Yavaş, sessiz, ağır.
ATİME
(C: Atâim) Ateş yakılan ocak; mangal.
AT'İME
(Bak: Et'ime)
ATİRE
Receb ayında keferenin putları için boğazladıkları koyun ki, o puta "itrâ" derler.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ATİT
Gıcırtı. * Ses.
ATİY
(Utiy) Haddi tecavüz etme. * Çok ihtiyar olma. * Kibirlenme.
ATİYE
Azgın. * Büküp büküp atan.
ATİYEN
Aşağıda. * İlerde, gelecekte.
ATİYYAT
(Atiyye. C.) Hediyeler. İhsanlar. * Büyük bir kimsenin bahşişleri.
ATİYYE
Hediye. Bahşiş. Lütüf ve ihsan.
ATK
Esiri serbest bırakmak. Köleyi âzat eylemek. (Bak: Itk)
ATK
Bulaşmak. * Kurumak.
ATL
şerir. Sert tabiatlı. Yaramaz. * Şiddetle çekmek.
ATLAB
(Tâlib. C.) Arayanlar, talibler; bilhassa talebeler.* (Tılb. C.) Kadın peşinde dolaşanlar, zamparalar.
ATLAL
(Talel. C.) şekiller, biçimler.
ATLAS
(Talas. C.) Eskitmeler, yıpratmalar. * Eski, aşındırılmış, yıpranmış.
ATLAS
İpekten yapılmış kumaş. Üstü ipek, altı pamuk kumaş. * Düz tüysüz. * Büyük harita. * Atlas Okyanusu.
ATLE
(C. Utül) Rende. * Yoğun büyük asâ. * Büyük iğne demiri. Farisî yayı. * Doğurmamış dişi deve.
ATLES
Eski, yırtık, yıpranmış, aşındırılmış.
ATLETİZM
yun. Çeviklik, atiklik, kuvvet gibi beden kabiliyetlerini inkişaf ettirmeğe yarayan ve koşu, atlama, ağırlık kaldırma ve atma gibi, tek başına yapılan bedeni çalışmalar.
ATLİYE
(Tılâ. C.) Merhemler.
ATM
Geciktirmek, eğlendirmek.
ATMAR
(Tımr. C.) Paçavralar. Eski, yıpranmış elbiseler.
ATME
Ateş kaynağı, volkanın tepesindeki lâvın çıktığı yer, krater.
ATMOSFER
Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir. * Bir yerdeki mânevi hava. * Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzerine yaptığı basınca 1 atmosfer denir. Bu basınç 1.033 kilogramdır. Deniz seviyesinden yükseldikçe basınç azalır.
ATNAB
(Tınâb. C.) Çadır ipleri. * Ağaç kökleri. * Tıb : Vücuttaki sinirler.
ATOL
Mercan adası. Mercan iskeletlerinin birikmesiyle meydana gelmiş olan halka biçiminde ve ortasında bir göl bulunan adacık.
ATOM
yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi de daha küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep aynı nizam hâkimdir. Bugün, dün olduğu gibi maddeci felsefe, maddenin mahiyetini anlamaktan âcizdir.
ATR
İyi kokulu şeyler sürünmek.
ATR
Depretmek. * Titremek.
ATRAB
Oyunlar. Eğlenceler. Şenlik ve ferahlıklar.
ATRAF
(Tarf ve Taraf. C.) Gözler. * Taraflar. Kenarlar.
ATRAK
(Târık. C.) Gecegelen seyyahlar.
ATRAR
(Turra. C.) Kenarlar, uçlar.
ATRAS
(Tırs. C.) Yazılmış sayfalar.
ATRESE
şiddetle ve zorla almak. * Gadap etmek.
ATREŞ
Sağır, işitmeyen.
ATRUK
(Tarik. C.) Tarikler, yollar.
ATS
Aksırık. * Şafak sökme.
ATSE
Aksırma, tek aksırık.
ATŞ
Susuzluk. Susama.
ATŞÂN
Susamış, teşne. Susuz.
ATT
Sözü tekrar tekrar söylemek.
ATTAR
(Itr. dan) Güzel koku veya iğne iplik gibi şeyler satan.
ATTAS
Devamlı aksıran.
ATTAT
Çok bağırıp çağıran, gürültücü adam.
ATÛB
İnatçı, muannid.
ATÛD
(C: Atedân) Bir yaşında ve iyi beslenmiş oğlak.
ATÛF
Çok acıyan, pek merhametli.
ATÛFET
Şefkat. Çok merhametli oluş.
ATÛH
Mâtuh. Bunak. Şuurunu kaybetmiş ihtiyar.
ATÛM
Akşam vaktinin dışında sütünü vermeyen deve.
ATÛM
Su kaplumbağası.
ATÛS
Enfiye, aksırtıcı şey.
ATV
El ile alıp yiyip içmek.
ATVAD
(Tavd. C.) Dağlar.
ATVAK
(Tavk. C.) Tasmalar. Gerdanlıklar, boyuna takılan mücevherler. * Tâkatler, kuvvetler. * Boyundaki halka çizgiler.
ATVEL
(Tavil. den) Çok uzun.
ATYAN
(Tîn. C.) Çamurlar, balçıklar.
ATYEB
Pek güzel. Daha güzel.
ATYEB-İ ME'KÜLÂT
Yiyeceklerin en güzeli. En güzel yiyecekler.
ATYER
Çabuk uçan. Derhal kaybolan.
ATYEŞ
Gayet tez uçar bir kuş.
AVA'
Alçak kimse. * Menazil-i kamerden bir menzildir ve beş yıldızlıdır.
AVABİS
Müdhiş, çetin günler. * Yüzü abûs kimseler.
AVACİM
Dişler.
AVAD
Ud çalan kimse.
AVADANCI
Tar: Osmanlı sarayında bir hademe sınıfı.
AVADİ
(Adiye. C.) Zulmedenler, zâlimler.
AVAH
Eyvah, yazık! gibi teessüf ifâdeleri. * Rızık, kısmet, nasib. (Bak: Evvâh)
AVAİD
(Âide. C.) İratlar, gelirler. Aidat. * Tahsisât.
AVAİK
(Âika. C.) Mânialar. Engeller. Müşküller. * Nuh (A.S.) Kavminin sonradan taptıkları bir put ismi.
A'VAK
(Avk. C.) Mani olmalar. Alıkoymalar, durdurmalar. Vazgeçirmeler.
AVAKIB
(Akibet. C.) Encamlar. Akibetler. Sonlar.
AVAKIB-I AHVÂL
Durumların neticesi, hâllerin sonu.
AVAKIB-I UMUR
İşlerin neticesi.
AVAKIR
(Akıra. C.) Fakirler, yoksullar. * Kısırlar, verimsiz olanlar. * Kudurmuş olanlar.
AVAL
Sersemlik derecesinde saf olma, bönlük.
AVAL
Fr: Bir ticaret senedine yazılan kefillik. Böyle bir kefalete girişen kimse.
AVALÎ
Büyük ve sayılı kimseler. Büyükler. Yüceler. * Medine etrafındaki semtler.
AVALİM
(Âlem. C.) Âlemler. Cihanlar.
AVAM
Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler sınıfından. * Tas : Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan. * Halkın ekseriyeti.
A'VAM
Yıllar. Seneler.
AVAM-FİRİB
f. Halkın hoşuna gidecek tarzda hareket eden, halkı avlıyan, demagog.
AVAMİL
(Amil. C.) Sebepler. * Ayaklar. * Valiler. Hâkimler. * Gr: Arabçada kelime sonlarının okunuşuna te'sir eden hususları öğreten ilim ve ona dâir kitab. * Birgivi Hazretlerinin "Nahiv" ilmine dâir olan kitabının ismi.
AVAM-PERESTANE
f. Avam kimselere yakışır şekilde. * Şiddetli halk taraftarı olan birine yakışır sûrette.
AVAM-PESEND
f. Halk tarafından beğenilecek olan şey.
AVAN
Anlar. Zamanlar. Vakitler.
AVAN
(C.: Uven) Her şeyin orta yaşlısı. * (C.: Avine-Avân) Esir. * Yardımcı, nâsır.
A'VAN
Yardımcılar. Etbâlar.
AVANE
Uzun hurma ağacı.
AVAN-I TEKÂMÜL
Tekâmül, olgunlaşma ve terakki zamanları.
AVANİ
Kapkacak, yemek takımları. * "Beni koru, hıfzeyle" meâlinde dua.
AVANS
Fr. İlerideki bir alacağa mahsuben önceden verilen para.
AVAR
Ayıp, kusur, eksiklik. Fesad.
AVARE
f. Başıboş, serseri, boş gezen. İşsiz güçsüz.
AVAREGÎ
f. Avarelik, serserilik, işsiz güçsüzlük, aylaklık.
AVARESER
f. Başıboş.
AVARIZ
Arızalar. Sonradan olan noksanlıklar. * Girinti çıkıntı, noksanlık. * Mânialar. Engeller. * Fevkalâde hallerde ve bilhassa harp sebebi ile geçici olarak alınan vergi.
AVARIZ-I DİVANİYE
Tanzimat-ı Hayriye'den önce geçerli olan kanunlara göre alınan vergiler.
AVARIZ-I MÜKTESEBE
Cehil, sarhoşluk, hezel, sefeh, hata, ikrah gibi insanın ibtidâen dahli bulunan şeyler.
AVARIZ-I SEMAVİYE
Delilik, küçüklük, bunaklık, ölüm gibi kesbî ve ihtiyarî olmaksızın insana ârız olan şeyler.
AVARÎ
(Ariyyet. C.) Ödünç verilen şeyler.
AVARİF
Mârifetler. * Arifler. İşten anlar olanlar. * Güzel ahlâk.
AVASIF
(Asıta. C.) Sert ve kuvvetli rüzgârlar. Fırtınalar.
AVASIM
(Asıme. C.) Temiz, ismetli kimseler. * Hudut şehirleri.
AVATIF
(Atıfet. C.) Atıfetler. Hediyeler. İhsanlar.
AVATIK
(Atık. C.) Yaşlılar. * Genç kızlar. * Hür ve serbest olanlar. * Yavru kuşlar.
AV'AVE
Havlama, köpeğin havlaması. * Mc: Hezeyan, saçma sapan konuşma.
AVAZ
Nefret. İkrah. Bir şeyi kerahetle yapma. Kerahet.
A'VAZ
Karşılıklar. Bedeller. (Bak: İvâz)
AVAZE
f. Nam, şöhret, ün. Yüksek ses.
AVAZİL
(Âzil. C.) Başa kakıcı kimseler.
AVCA
(Müe.) Eğri. Şaşı. * Yay. Kavs. * Arık, zayıf deve.
AVD
Dönme, geri gelme. Aleyhine veya lehine dönme.
AVDET
Dönüş, geri gelme, dönme. Rücu'.
AVDETÎ
Dönme. * Aslına, Müslümanlığa dönen.
A'VEC
Eğri büğrü.
A'VED
Ençok faydalı.
AVEMEN
Deve veya at gidişi. * Yüzme.
AVEN
Çok sâkin, en sâkin.
AVEND
f. Sicim, ip.* Senet, delil. * Kapkacak. * Taht, yüksek mertebe. * Satranç oyunu. * Evvel, önce, ilk.
AVENE
Beraber olanlar. Yardım edenler.* Taraftarlar.
AVENGÂN
f. Asılı, sarkık. * Çengel. * Çivi.
AVER
f. Averden "getirmek" fiilinin emir köküdür, kelime sonuna getirilerek; yapan, eden, olan, veren, götüren gibi manalara sebeb olur.
A'VER
Tek gözlü. Bir gözü kör. Yek-çeşm.(Âhirzamanda gelecek Süfyan adındaki bir zâlimden "Aver" diye rivayetlerde bahsedilmesi, sadece dünyayı görecek bir gözü olduğu ve âhireti görecek imân gözünün olmadığından kinayedir.)
AVERD
f. Harp, muhârebe, savaş, cenk.
AVERDE
f. Getirilmiş nakl olunmuş.
AVERD-GÂH
f. Muharebe meydanı, savaş alanı.
AVERDİDE
f. Saldırılmış, hücum edilmiş.
AVEZ
Fakirlik, yoksulluk. Sıkıntı.
A'VEZ
Mânâsı anlaşılmayan şey. * Anlaşılması zor olan şiir.
AVHAK
Uzun nesne. * Kara karga. * Büyük kara deve.
AVHEC
Yılan. * Uzun boyunlu. * Dişi deve.
AVİ
Uluyan. Hırlayan.
AVİHTE
f. Asılmış şey, asılı nesne.
AVİJE
f. Has, hâlis, hakiki, temiz.
AVİJGAN
f. Mahremler, yakınlar. * Güzeller, gençler.
AVİL
Yüksek sesle ağlama. Acınma. Feryâd. * Meyletme.
AVİND
f. İlk, evvel, önce.
AVİNE
(Evân. C.) Vakitler, zamanlar, anlar. Devirler.
AVİNETEN
Ara sıra, tesadüfen.
AVİŞE(N)
f. Kekik otu. * Sarılma, sıyırarak çıkma. Saldırma.
AVİZ
f. Asılan, asılı bulunan.
AVİZE
f. Lamba, fener, gaz veya mumları havi olarak tavana asılan maden veya billurdan süs eşyası.
AVİZE-İ GÛŞ
Küpe.
AVK
(C: A'vâk) Mâni olma, alıkoyma, durdurma, vazgeçirme, geciktirme.
AVL
Feryat, sıkıntı sebebi. Acınma.
AVLAK
yun. Dere. Vadi, su cedveli.
AVLE
Bağırma, feryat.
AVN
Yardım. İmdâd. * Mededkâr. Yardım eden. Yardımcı. Zahir.
AVN-I İLÂHÎ
Cenab-ı Hakk'ın yardımı.
AVNÎ
Yardıma âit, yardıma dâir.
AVNİYE
Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından ilk olarak, daha sonra da Sultan Mecid ve Sultan Aziz zamanında giyilen kolsuz asker kaputu. * Bir nevi yağmurluk.
AVR
Bir kimseyi kör etme. * A'ver kılma. Bir şeyi alıp götürmek. * Telef etme. * Gözsüzlük.
AVRA
Şaşı. Kör kadın. Tek gözlü. * Mc: Kör fikir. * Çirkin ve kabih söz. * Sâdece dünyayı düşünüp âhireti unutan.
AVRAT
(Averât) (Avret. C.) Kadınlar. * Gizli yerler. * Mahrem zamanlar.
AVRET
Eksik. Gedik. Gizlenmesi lâzım gelen şey. Dinen örtülmesi vâcib olan âzâ, ud yeri. Utanılacak ve hayâ edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım. * Kadın. Zevce. Nikâhlı. * Gece uykuya yatacağı vakit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde "avret" denir. Öğlen ve öğle uykusu zamanına da kezâ aynı isim verilmiştir. (Çünkü o anlarda uyku ve sair sebepler dolayısıyle insan açık saçık bulunabilir. İzinsiz, haber vermeden, kimse, başkasının yanına bu vakitlerde girmemesi İslâm âdâbından ve Kur'ân emirlerindendir.) * Siper. Hududda pusu yeri. Harpte zarar gelecek yer. (Bak: Tesettür)
AVRUPA
Dünyadaki kıtalardan biri.(Avrupa ikidir. Birisi, İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupaya hitap etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupaya hitab ediyorum. L.)
AVRUPAÎ
Avrupalılara ait ve onlarla alâkalı Avrupalılar gibi.
AVRUPALILAŞMAK
Avrupalıların fikirlerini ve yaşayış tarzını benimsemek. Türkiye'de batılılaşma olarak kullanılmaktadır. Avrupa zamanımızda ilim ve teknikte ilerlemiş olmakla beraber inanışları, ahlâkları, felsefeleri ve yaşayış tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Avrupaya, batıya özenmek, eşkiyanın gasbettiği servetine özenmeğe benzer. Batının, mazlum milletleri ezmek için vasıta ve silah olarak kullandığı ilim ve tekniğe sahip olmak, İslâm'ın hakkıdır. İslâm dünyası ilim ve tekniğe sahip olmakla hem batının zulmüne son verecek, hem de bunu insanlığın hayrına, barış için ve insanlığın saadeti, mutluluğu için kullanacaktır. Amma batının hayat felsefesi insanlık için bir zehirdir ve onu reddeder. (Bak: Asrî)
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
AVRUPAZÂDE
f. Avrupa'dan doğan. Avrupa te'siri ile olan. Avrupalıyı taklid eden.
AVŞİN
f. Kekik otu.
AVUKAT
Mahkemede ücret mukabilinde taraflardan birinin müdafaasını ve davasını üzerine alan hukukçu. * Mc: Müdafaaya muktedir, çeneli, cerbezeli.
AVUNMAK
t. Oyalanmak, kendi kendini eğlendirmek. * İnek vs. nin gebe kalması.
AVVA
Bir yıldız kümesi.
AVVAC
Fildişi satan. Fildişi işçisi.
AVZ
(Avez) (İyâz, meaz, meâze) Sığınma. Sığınak. Melce. Sığınacak yer.
AVZ
Hâcet. İhtiyaç. Bir şeyin bulunmaması. * Fakir. * Fakirlik, muhtaç olma.
AVZEN
(Zenav) (Kürdçe) Suların biriktiği yer. Havuz, göl.
AY
(Bak: Ayât)
A'YA
En kudretsiz, kabiliyetsiz. İktidarı hiç olmayan.
AYÂ
Tedavisi mümkün değil, iyileştirilmez. * Kabiliyetsiz, kudretsiz.
A'YAD
(İd. C.) Bayramlar.
AYAL
(Bak: Iyal)
AYAN
(İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği. * Çiftçi âletlerinden olan saban okunun bileziği.
A'YAN
(Ayn. C.) Gözler. * Bir yerin ileri gelenleri. * Meclis âzaları. Senato âzaları. * Muayyen ve müşahhas olan şeyler. * Altınlar. * Kaymakam.
A'YAN-I SÂBİTE
Tas: İlm-i İlâhide eşyanın ezelden beri sâbit olan sûret ve hakikatları. Mevcudat-ı ilmiye. (Bak: Adem-i hâricî)
AYAR
Altın ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hafiflik derecesi. *Saadete, mutluluğa doğru gitme.
A'YAR
(Ayr. C.) Eşekler.
AYAR-DAN
f. Ölçüden anlar, değerbilir.
AYASOFYA
İstanbul'daki bu ilk kilisenin açılış resmi Mi : 325 tarihinde yapılmıştır. 513 senesi Ocak ayının 13-14. gecesi bir yangın esnası bina kâmilen yanmış. O zaman İmparator Justinyanus yeniden yaptırmış. 573 de binanın resm-i küşâdı yapılmıştır.Osmanlılarca 29 Mayıs 1453'de İstanbul fethedilince Fatih Sultan Mehmed yaya olarak Kiliseye girmiş ve müezzine ezan okutarak maiyeti ile beraber namaz kılmıştır. Ayasofyanın câmi halinde kıyâmete kadar devamını vasiyet etmiş, fakat maalesef câmi 1934 de bir müze haline getirilmiştir.
AYASTAFANOS
İstanbul'da Yeşilköy semtinin eski adı.
AYASTAFANOS MUAHEDESİ
3 Mart 1878 Rusya ile Osmanlılar arasında ilk olarak yapılan bir anlaşmadır. (28 Safer 1295) Tarihte buna "Ayastafanos Mukaddemat-ı Sulhiyesi" denir. Anlaşma maddeleri tatbik edilememiştir.
AYB
Kusur. Leke. Utandıracak hal.
AYB-CÛ
f. İnsanın ayıplarını araştıran, herkesin ayıbını, noksanını meydana çıkarmak isteyen.
AYBE
(C.: İyâb) Heybe, deri çanta.
AYB-GÛ
Fitneci, fitnekâr, dedikoducu.
AYB-GÛYÎ
f. Dedikoduculuk.
AYB-I HÂDİS
Huk: Satılan eşya müşteri elinde iken ârız olan ayıb. (Müşterinin satın aldığı kumaşı kesip biçmesiyle meydana gelen hâl gibi)
AYB-NÂK
f. Noksan, kusurlu.
AYC
Razı olmamak. * Tasdik edip inanmamak. * Menfaatlenmemek, faydalanmamak.
AYDAN
(Uvd. C.) Uzun hurma ağaçları.
AYDANE
Uzun hurma ağacı.
AYDE
Yaramaz huylu.
AYDIN
Aydınlık. * Açık, âşikâr, açıkça görünen. * Mübârek, mesut. Bilgili, okumuş, görgülü.Bugün bazı çevrelerde batı ilim ve felsefesini tahsil edip benimseyenlere de "aydın" denilmektedir. Aklı gözüne inmiş, yani herşeyi maddi ölçülerle yorumlamaya alışmış, kalbi maddeci felsefe ile kararmış insana aydın demek yanlıştır. Böylelerine "zulmetli münevver" yani kalbi ve aklı kararmış okumuşlar demek daha doğru olur.
A'YEN
Büyük ve iri gözlü. * Bakılan yer. * Çok açık, pek belli, bâriz.
AYES
Beyazlık, aklık.
A'YES
(C.: İys) Beyaz deve.
AYFE
Hayret. * Tereddüt. * İğrenmek.
AYHEKA
Neşat, sevinç, neşe, sürur. * Bir kuş adı.
AYHEM
Katı, sağlam nesne.
AYHÜM
Ağaç kökü. * Kırmızı sahtiyan.
AYIKLANMA
t. (Biyolojide) Çevre şartlarına en iyi uyabilen canlıların hayatta kalıp çoğaldığı, uyamıyanların öldüğü ve nesillerinin yok olduğu, böylece canlılardan tabii bir tekâmül (evrim) meydana geldiğini savunanların ileri sürdüğü bir tâbirdir. Ayıklanma ile tekâmül görüşü tabiatta herşeyin tesadüfle meydana geldiği peşin hükmüne dayanır. Hayatı ve kâinatı tesadüfle açıklamak hem ilmi, hem aklı inkârdan başka birşey değildir. Canlıların bulunduğu çevre şartlarına göre cihazlarla donatılması; onların Hâlık'larının, Rab'lerinin sonsuz merhametini, ilmini ve iradesini gösteren inkâr edilemez delilleridir. Bunlar kör tesadüfün, şuursuz maddenin işleri değildir ve olamaz. Dünyaya bir yavru getiren annenin memelerinden süt gelmesi ve yavrunun kimseden öğrenmeden memeyi arayıp süt emmesini başarması tesadüf mü, yoksa Allah'ın sonsuz merhameti, ilmi ve iradesini göstermez mi? Bunu zerre kadar aklı olan anlamaz mı?
AYIN
Arap alfabesinin onsekizinci ve Osmanlı alfabesinin yirmibirinci harfi olup, ebced hesabında yetmiş sayısına tekabül eder.
AYİB
Dönüp çekilen. Geri dönen. Tövbe eden.
AYİDE
Fayda, menfaat. * Muhabbet, sevgi.
AYİJ
f. Kıvılcım, şerâre.
AYİL(E)
Ailesi kalabalık olan. * Ailesini besleyen. * Aşırı. * Fakir. * Dengede olmayan terazi.
AYİNE
f. Ayna. Mir'ât. Kendisine tecelli ve aksedeni gösteren veya bildiren şey. (Ayna, ışığı aksettirip gösterdiğinden dolayı esmâ-i İlâhiyeyi de bize gösteren ve Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarına âyinelik eden mevcudata da mecazen "âyine" denilmektedir.) * Vasıta ve mazhar mânasına da gelebilir.
AYİNEDAR
f. Ayna tutan. * Eskiden, bir büyük adamın giyinirken aynasını tutmakla vazifeli hizmetçi. * Berber.
AYİNE-İ ÂSMÂN
Güneş.
AYİNE-İ EHADİYET
Ehadiyetin ayinesi. Cenab-ı Hakk'ın ekser isimlerinin tecellisine mazhar olan şey.(Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz ise küll gibi, cüz'iye dahi külli gibi bir câmiiyyet verir. Evet hayatın öyle bir câmiiyyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser Esmâ-i Hüsnayı kendinde gösteren bir câmi âyine-i ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir, âdeta kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasıl ki, bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de: En küçük bir zihayatı halkeden, elbette umum kâinatın Hâlıkıdır. L.)
AYİNE-İ ERVAH
Ruhlar âyinesi. Esmâ-i İlâhiyenin tecellisine mazhar olan ruhlar.(... Muhabbetten yetimâne bir şefkat, me'yusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zihayatlara acır; hatta güzel ve zevâle maruz bütün mahlukata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden birşey gelmez, ye's-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevalinde bir Zât-ı Bâki'nin bâki esmâsının dâimi cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkati, bir sürura inkılâb eder. M.)
AYİNE-İ İSKENDER
Makedonya kralı Büyük İskender'in aynası. Rivayetlere göre, bu ayna Aristo tarafından yapılmış ve İskenderiye şehrinde yüksekçe bir yere konulmuştur. Bu sayede İskender, yüz fersah uzaklıktaki düşmanlarını aynada görürmüş.
AYİNE-İ ZİŞUUR
Şuur sahibi âyine. (Yani: İnsan, cin, melek)
AYİNE-RÛ
f. Yüzü ayna gibi parlıyan.
AYİNE-SAZ
f. Aynacı.
AYİR
Tereddütlü kimse.
AYİS
(Bak: Sinn-i iyâs)
AYİŞ(E)
Bolluk içinde rahat yaşayan. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zevcesi ve mü'minlerin vâlidesi, Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) kızının bir ismi. Aişe-i Sıddıka diye de anılır. Hayret edilecek derecede takva, iffet ve zekâvet sahibesi olup 2210 Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hicretin 57. yılında vefat etmiştir. (R.A.)
AYİŞNE
(Ayişte) f. Casus, ajan. * Dalkavuk.
AYİZ
(C.: Ayizât) Yeni doğurmuş hayvan.
AYİZ(E)
Mukabil olarak veren. Karşılık olarak verilmiş.
AYK
Nâhiye. * Kenar. * Taife.
AYKA
Deniz kenarı. * Ev ortası.
AYKE
Sık koruluk.
AYLE
Fakirlik.
AYLEM
(C.: Ayâlim) Yumuşak nesne.* Suyu çok olan kuyu.
AYMAN
Süt içmeğe iştihası olan erkek. * Malı gitmiş kişi.
AYME
Süt içmeğe iştihası olmak. * Malın iyisi.
AYN
(C.: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz. * Pınar, kaynak. Çeşme. * Tıpkısı, tâ kendisi. * Zât. * Eşyanın hakikatı. * Kavmin şereflisi. * Diz. * Altın. * Nazar değme. * Casus. * Her şeyin en iyisi. * Muayene etmek.
AYNA
(C.: În) Gözü güzel ve iri olan.
AYNAN
Akmak, seyelan.
AYN-EL YAKÎN
(Ayn-ül yakîn) Göz ile görür derecede görerek, müşâhede ederek bilmek. (Bak: Yakîn)(İman-ı tahkikîde pek çok meratib var. O mertebelerden ilm-el yakîn mertebesi çok bürhanların kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman ise bir şüpheye karşı bazan mağlup olur. Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de, ayn-el yakîn derecesidir ki, çok mertebeleri var. Belki Esma-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur'an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Ve bir mertebesi de, hakk-al yakîndir ki, onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez. R.N.)
AYNEN
Bir şeyin aslı veya kendisi olarak. Tıpkısına, hiç bir şeyi değiştirmeden, aynı olarak.
AYN-İ VÂHİD
Tek gözlü.
AYNİYYAT
(Ayniyye. C.) Kullanılmaya veya harcanmaya elverişli olup taşınabilen ve para eden şeyler.
AYNİYYE
Göz hastalıkları kliniği. * Pahada ağır olan ve taşınabilen şeyler.
AYNİYYET
Bir şey veya şahsın aynı veya kendisi olması.
AYN-ÜL HAYAT
Hayatın tâ kendisi.
AYN-ÜL KITR
Bakır kaynağı.
AYN-ÜL LİKA
İstenilen kavuşma ve sevilenin tâ kendisi.
AYN-ÜR RIZÂ
Rıza gözü. Kusuru görmeden bakan muhabbet gözü.
AYN-ÜS SEVR
Boğa gözü. * Koz: Semânın kuzey yarım küresinde bulunan boğa burcunun en parlak yıldızı.
AYN-ÜS SUHT
Kızgınlık ile bakış, hiddet gözü.
AYR
(C.: A'yâr) Eşek, himar. * Medine-i Münevvere yakınında bir dağ. * Uzun demir mıh.
AYS
Sık ağaçlık yer. Koruluk.
AYS
Cimâ etmek. * Meni denilen su.
AYS
Fesâd ve ifsâd etmek.
AYSE
Yumuşak yer.
AYSELE
Gözsüz, a'mâ, kör.
AYSUM
Filin dişisi. * Sırtlan. * Büyük deve. * Süsen çiçeği.
AYŞ
Yaşayış, yaşama. Yiyip içme. Zevk u safâ. * Dirilik. Hayat.
AYŞ U İŞRET
Yiyip içme. (Bak: Îş)
AYŞ U TARAB
Yeme içme, eğlence.
AYŞ Ü NÛŞ
Yiyip içme. (Bak: Îş)
AYŞE
Dirilik, hayat, yaşama.
AYŞÛM
Nebatattan bir ot.
AYT
Uzun boyunlu.
AYTA'
Uzun boyunlu kadın. * Uzun boyunlu dişi deve.
AYTEL
Uzun boyunlu.
AYTEMÛS
(C.: Atâmıs) Bütün vücut organları yerli yerince ve tam olarak yaratılmış olan.
A'YÜN
(Ayn. C.) Gözler, aynlar. * Çeşmeler, pınarlar. Menba'lar.
AYYAB
Kusur görücü, ayıb gören.
AYYAN
Yorgun. Bitkin. * Ne yapacağını bilmeyen.
AYYAR
Hırsız. Hileci, dolandırıcı, hilebaz, dessas. * Zeki, kurnaz.
AYYARÎ
f. Dolandırıcılık, hilecilik.
AYYAŞ
Haram içki içen. şarhoş.
AYYİL
(C.: İyâl) Nafakası lâzım olan kişi.AYYUK : Samanyolunun dâima sağ tarafında olan çok parlak ve uzak bir yıldızın ismi. * Mc: Gökyüzünün pek yüksek yeri.
AYZAN
Yaban eşeğinin erkeği.
AYZEMÛR
Yük taşıyamıyan büyük ve yaşlı deve.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
AZA
(C.: Uzâ) Kertenkele.
A'ZA
(Uzv. C.) Bedenin her bir uzvu. * Bir cemiyete mensup kimse.
AZA'
Başa gelen musibete sabretmek. * Bir kimseyi babasına nisbet etmek.
AZAB
Dünyada işlenen suç ve kabahate karşılık olarak âhirette çekilecek ceza. * Eziyet. Büyük sıkıntı. Şiddetli elem.
AZAB-ENGİZ
f. Azab verici, keder verici.
AZAB-I CEHENNEM
Cehennem azabı. * Mc: Büyük ıztırab, sıkıntı.
AZAD
Kısa ve sık olarak dikilmiş.
AZAD
f. Serbest. Hür. Kimseye bağlı olmayan. Kölelikten kurtulmuş olan. * Dünya alâkasından kesilmiş. * Serbest fikirli.
AZADE
f. Bağlardan kurtulmuş. Serbest. Kayıtsız. Hür. Sâlim. Müberrâ.
AZADE-DİL
f. Gönlü bir şeye bağlı olmayan.
AZADE-GÂN
f. (Azâde. C.) Azadeler. Bağımsız, serbest ve hür olanlar.
AZADE-GÎ
f. Hürlük, âzâdelik, serbestlik.
AZADE-HÂTIR
f. Başı dinç, gönlü hoş olan.
AZADE-HAYAT
f. Hayattan kurtulmuş. Ölmüş.
AZADE-SER
Başı boş. Hür.
AZADÎ
Serbestlik. Hürriyet. * şükür.
AZ'AF
(Bak: Ez'af)
AZAHÎ
(Bak: Adâhi)
AZAİM
Kötü şeyleri defetmek için yazılan duâlar.
AZAİM
Büyük iş. * Büyük belâlar. Büyük günahlar.
AZAİM
(Azime. C.) Mühim ve büyük işler. Kararda kesinlik.
AZAL
(Ezel. C.) Ezeller. Başlangıcı olmayan zamanlar.
AZALİL
(Uzlûle. C.) Yanlışlar, yanılmalar. Doğru olmayanlar.
AZAM
(C: Azamât) Kin, husûmet, adâvet, garaz, fena niyet. * Öfke, hiddet. * Kıskançlık.
A'ZAM
Çok büyük. En büyük. Daha büyük.
AZAME
Eskiden, büyük görünmesi için kadınların bağladıkları arkalık.
AZAMET
Büyüklük. Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğü. * Kibirlilik.(Beşerin zihni ve fikri Cenab-ı Hakk'ın azametine bir mikyas, kemalâtına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs'atinde değildir. Ancak cemî masnuatından ve mecmu asarından ve bütün ef'âlinden tahassül ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet zerre, mir'ât olur, fakat mikyas olamaz. Bu meselelerden tebârüz ettiği vechile Cenab-ı Hakk'ın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın onun şuunâtına mikyas yapılması en büyük cehâlet ve hamakattır. İ.İ.)
AZAMET-FÜRÛŞ
Kibirlenen. Büyük görünmek isteyen.
A'ZAM-I ESBAB
Sebeplerin en büyüğü.
A'ZAMÎ
En fazla, en çok, nihayet derecede.
AZAMİM
(Izmâme. C.) Desteler, kümeler, topluluklar, zümreler.
A'ZAMİYYET
En fazla oluş. En fazlalık.
AZAMÛT
(Mübalâğa sigası ile) Azamet. Kibriya. Allah'a mahsus olan büyüklük.
AZAN
(Üzn. C.) Kulaklar.
AZAR
f. Mart ayı.
AZAR
f. İncitme. Tâzib. Kırılma. Tekdir. Zulüm. Ukubet.
A'ZAR
(Özr. C.) Özürler, mâniler, bahaneler, engeller.
AZAR-DİDE
f. Zulüm görmüş. Küskün.
AZARENDE
f. Azarlıyan, tekdir eden. * Kalb kıran, inciten.
AZÂR-I DİL
Gönül kırıklığı.
AZARÎ
f. Muzırlık. Küfürbazlık. * Fenalık görmüş, kalbi kırılmış, incitilmiş olma.
AZARİŞ
f. İncitme, kalb kırma.
AZAR-MEND
f. İncitilmiş, zulmedilmiş.
AZAR-MENDÎ
f. İncitilmiş, kırılmış olma.
AZARR
(Zarar. dan) Çok zararlı.
AZAR-RESİDE
f. Zulüm görmüş, kırılmış, incitilmiş.
AZAYE
(C.: Izâ-Izâyâ) Kertenkele.
A'ZA-YI DÂHİLİYE
İç organlar.
AZAZ
Bir tek lokma.
AZÂZE
Kuvvet. * Azamet, büyüklük. * Şiddet. * Azlık. * Gâlip olmak.
AZAZİL
Şeytan. (İblisin bir adı) Şerlerin temsilcisi.
AZB
Gizli kalma. Görünmez olma.
AZB
Tatlı, lâtif, hoş ve şirin olan yiyilecek ve içilecek şey. * Fazla susuzluktan yemek yemeği terketme. * Men'etme. * Feragat.
AZB
Kesme. * Isırma. * Azarlama. * Hastalıktan hırpalanma.
AZBA'
(Zab'. C.) Kolun yukarı kısmı, dirseğin üst tarafı.
AZBE
(C.: Uzeb-Azebât) Su içinde olan çerçöp. * Her bir şeyin ucu, tarafı.
AZBÎ
Güzel ahlâklı.
AZBU
(Zebu. C.) Sırtlanlar.
AZD
(Azid, azud) Kolun üst kısmı. * Destek. * Kuvvet, kudret. (Bak: Adud)
AZDAD
(Bak: Ezdâd)
AZDE
f. Boyalı, boyanmış. * Ucu sivri olan bir âletle delinmiş.
AZEB
Bekâr. Mücerred. Evlenmemiş. Zevcesi olmayan.
A'ZEB
Karısı olmayan erkek.
A'ZEB
Çok tatlı. Pek hoş.
AZEBE
Kocası olmayan kadın.
AZEH
f. Vücutta çıkan siğil.
AZEKA
Alâmet, nişan, işâret.
A'ZEL
Yalnız veya silâhsız bulunan.
AZER
f. Ateş. * Şemsî senenin dokuzuncu ayı. Kasım. Her şemsî ayın dokuzuncu günü. * Mecusilere göre güneşe memur meleğin adı. * Hz. İbrahim'in (A.S.) babasının veya amcasının ismi.
AZERAHŞ
f. Yıldırım.
AZERBAYİGAN
f. Azerbeycan.
AZERD
Boya, renk.
AZERET
Yetişip kuvvetlenme. * Kalınlaşma. * Ekinin yetişip tanelerinin çıkması. (Bak: Muâzere)
AZER-GÛN
f. Ateş renginde olan, kızıl, kırmızı. * Ay çiçeği.
AZERÎLER
Kafkasyanın Azerbeycan bölgesinde yaşamış Türk kavmi.
AZERM
f. şefkat, merhamet. * Haşmet, büyüklük, azamet. * Haya, utunma.
AZERM-CÛ
f. Hayâlı, utangaç. Terbiyeli, nâzik.
AZERPEREST
Ateşe tapan, mecûsi.
AZERŞEB
f. Batıl bir inanışa göre ateş içinde yaşadığı sanılan ve semender denilen bir hayvan. * Şimşek, berk.
AZF
Zâhidlik. Nefsini bir şeyden döndürmek.
AZF
Yemek.
AZFAR
(Zufr. C.) Tırnaklar.
AZFENDAK
f. Gökkuşağı.
AZGAN
(Zıgn. C.) Kinler, garazlar.
AZGAS
(Bak: Adgas)
AZHA
(Zahve. C.) Su havuzları. Göller.
AZHAR
En zâhir. En açık. Besbelli. Bedihi olan, rûşen. * Bir ibârenin en açık ve kat'i olan mânası.
AZIRRA
(Zarir. C.) Körler, âmâlar, gözleri görmiyenler.
AZİB
Uzak merâ, otlak ve çayır.
AZİB
Susuzluktan yem ve yulaf yemeyen yorgun hayvan.
AZİDE
f. Ucu sivri bir aletle delinmiş olan.
AZİF
Sazcı, çalgıcı.
AZİFE
Yaklaşan. Yaklaşmakta olan. * Kıyamet.
AZİG
f. Nefret, kin, garaz. * İğrenme, tiksinme.
AZİHE
Yalan, iftira.
AZİK
Hoşa giden.
AZİL
(Bak: Azl)
AZİL
Islah edilmesi mümkün olmayan. Muannid, inatçı.
AZÎM
Büyük. Yüce. Çok ileri.
AZÎM
Azimet eden. Gidici.
AZİMAT
(Azime. C.) Kıtlık yılları.
AZİME
(C.: Azâim) Büyük iş, fevkalâde ve çok mühim iş. * Tılsım, efsun, sihir. * Sebat. Verilmiş olan kararda kat'ilik. * Kasdetmek, yemin etmek.
AZİMET
Takvâ ile amel etmek. Allah'ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalışmak. * Kesin karar vermek. * Yola çıkmak, gitmek.
AZİMET-RÂH
Yola çıkma.
AZÎM-ÜŞ ŞÂN
Şânı büyük. Namı çok yüce.
AZİR
Özür dileyen, özrünün afvedilmesini isteyen. * Özür. * Sünnet düğünü.
AZÎR
Biçilmiş olan ekinin tarlada satılması.
AZİRE
(C.: Uzrât) Ön yanı, önü.
AZİŞ
f. Talaş, yonga, ağaç ve tahta kırığı. * Eşik tahtası.
AZİYY
(C.: Ezavî) Deniz dalgası.
AZÎZ
İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu. * Dost. * Şerif. * Nadir. * Dini dünyaya âlet etmeyen. * Sireti temiz. * Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi. * Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima galib olan manasında Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. * Hristiyanlıkta kudsî kabul edilen daimî reis.
AZİZÂN
f. Azizler.
AZİZE
(Müe.) Aziz olan. * Hristiyanlıkta kadın rahib. Rahibe.
AZK
Yarmak. * Sürmek.
AZK
Hurma ağacı. * Nişan, alâmet, işâret.
AZKA
İri yünlü koyun.
AZL
Bir şeyi yerinden veya güruhundan veya işinden ayırmak. Birisini işinden veya makamından ayırmak.
AZL
(Azel) Levmetmek, kınamak. Azarlamak.
AZLA'
(C.: İzâl) Kırba ağzı.
AZLAF
(Zılf. C.) Zool: Çatal tırnaklı olan hayvanların tırnakları. Toynaklar.
AZLAL
(Zıll . C.) Gölgeler.
AZLEM
Çok zâlim. Pek zâlim. * Çok karanlık.
AZM
(Azim) Kasd, niyet. Sağlam ve kat'i karar. Sebât.
AZM
Büyüklük, ululuk. * (C: İzâm) Kemik.
AZMA(Y)
f. Denemiş.
AZMAN
Cins ve nev'inin icabından fazla büyümüş, çok iri. * Melez. İki ayrı cins hayvandan doğma.
AZMAYİŞ
f. Deneme, sınama, tecrübe. * Tar: Emekdar tirendâzların kullandığı bir çeşit ok.
AZMEN
Pek fazla şeyler içine alabilen. * En çok güvenilen.
AZMEND
f. Haris, açgözlü, tamahkâr, cimri.
AZMÎ
Kemikli, kemikten yapılmış.
AZM-İ ACZ
Tıb: Sağrı kemiği. Kuyruk sokumu kemiği.
AZM-İ ADESÎ
Tıb: Mercimek kemiği.
AZM-İ ADUD
Tıb: Pazı kemiği.
AZM-İ AKAB
Tıb: Ökçe kemiği.
AZM-İ ENFÎ
Tıb: Burun kemiği.
AZM-İ KASABA
Tıb: Baldır kemiği.
AZM-İ KAT'Î
Kesin karar, kat'î azim.
AZM-İ KİTF
Tıb: Kürek kemiği, omuz kemiği.
AZM-İ KU'BERE
Tıb: Kolumuzun ön tarafında bulunan önkol kemiği. (Önkol kemiğinin arkasında dirsek kemiği bulunur).
AZM-İ TERKOVA
Tıb: Köprücük kemiği.
AZM-İ US'US
Tıb: Kuyruk kemiği.
AZM-İ VECENÎ
Tıb: Elmacık kemiği.
AZM-İ ZEND
Tıb: Dirsek kemiği.
AZM-İ ZIFRÎ
Tıb: Tırnaksı kemik.
AZMÛDE
f. Tecrübe etmiş olan. Tecrübeli. * Tecrübe olunmuş, denenmiş.
AZMÛDEGÎ
f. Tecrübe, deneme, imtihan.
AZMÛN
f. Tecrübe, deneme, imtihan.
AZOİK
En eski jeolojik zaman. * İçinde fosil bulunmayan toprak.
AZR
Sünnet etmek.
AZRA
Medine-i Münevvere'nin bir ismi. * Sevgili. Mahbûbe. * Delinmemiş inci. * Üzerinde yürünmemiş kum. Kız olan kız. * Hz. Meryem'in bir vasfı.
AZRAİL
Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm de bir rahmettir. Ölüm, meşakkatli dünya hayatından terhis olma ve ebedî âleme yolculuktur. İnanmıyanların ölümden çok korkmaları ve hatırlarına getirmekten ürkmeleri bundandır. Azrail (A.S.) müslümana göre ebediyet âlemine yolculuğun dâvetçisi; hastalık, kaza vs. sebepler, ölüm için bahane ve sebeplerdir. Azrail (A.S.) bu sebeplerin arkasında görevini yerine getirir.(Azrail Aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk'a münâcât edip demiş: "Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibâdın benden küsecekler, şekvâ edecekler." Ona cevaben denilmiş: "Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım; tâ ibâdımın şekvaları onlara gitsin, sana gelmesin." Aynen bu perdeler gibi Azrail Aleyhisselâm'ın vazifesi de bir perdedir. Tâ haksız şekvâlar Cenâb-ı Hakk'a gitmesin. Çünkü; ölümdeki hikmet ve rahmet ve güzellik ve maslahat cihetini herkes göremez. Zâhire bakıp itiraz eder, şekvaya başlar. İşte bu haksız şekvâlar Rahim-i Mutlaka gitmemek hikmetiyle Azrail Aleyhisselâm perde olmuş. Aynen bunun gibi bütün meleklerin, belki bütün esbab-ı zâhiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i İlâhiyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeyler ile kudretin mübaşereti nazar-ı zâhirîde görünmesin. Ş.)
AZRAR
(Zarar. C.) Zararlar, ziyanlar, kayıplar.
AZREC
Seri, hafif nesne. Vâhid, tek.
AZREF
Çok zarif. Zariflerin zarifi. * Çok zeki.
AZREF-İ ZÜREFÂ
Zariflerin zarifi.
AZRENG
f. Çok üzüntü, meşakkat, eziyet. * Son derece sert ve katı.
AZÛF
Yiyecek, erzak. Azık.
AZÛG
f. Kir, pas.
AZÛK
İçi henüz olmamış fıstık yemişi.
AZÛL
Çok azarlayan, çıkışan, paylıyan.
AZÛMET
Eğlence. Neşeli ve hoşça vakit geçirten şey.
AZÛN
f. Öylece, onun gibi, bunun gibi, böylece.
AZUR
(Azver) f. Açgözlü. Hırslı. Tamahkâr. Cimri. Hasis.
AZURDE
(Bak: Azürde)
AZÛZ
Isırıcı, ısıran.
AZÛZ
Memelerinin delikleri dar olan deve ve koyun.
AZÜG
f. Hurma lifi. * Ağaç ve asma budantısı.
AZÜRDE
f. Azar görmüş, incinmiş, gücenmiş. Kalbi kırılmış, üzülmüş.
AZÜRDE-DİL
Kalbi kırık. Müteessir.
AZÜRDE-GÎ
f. Gücendirilmiş, incitilmiş olma.
AZÜRDE-HÂTIR
f. Gönlü kırılmış, hatırı kırılmış.
AZÜRDE-PÜŞT
f. Beli bükülmüş ihtiyar.* Yükten sırtı berelenmiş olan hayvan.
AZV
İftira. Birisine bir şey isnad etme. Nisbet etme.
AZVA
(Zav ve Zû. C.) Parıltılar, ışıklar, aydınlıklar.
AZVER
(Bak: Azûr)
AZV-İ CİNNET
Delilik isnadı.
AZVİYAT
(Azv. C.) Yalanlar, iftiralar.
AZY
Bir kimseyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etme.
AZYAK
Daha dar, en dar.
AZZ
(Add) Isırmak. Dişlemek.
AZZ
Galib olmak. * Çok yağmur yağmak.
AZZ
şiddet.
AZZA'
Şiddet ve kıtlık yılı.
AZZE
Aziz ve şânı büyük olsun, büyük ve aziz oldu (meâlinde).
AZZE ENSÂRUH
Yardımı çok olsun. (Bu tabir, padişahlara ait dua yerinde olup eski fermanlarda geçer.)
AZZE VE CELLE
Aziz ve Celâl olsun, oldu... (meâlinde, Cenab-ı Hakkın isminden sonra hürmet maksadı ile söylenir.)
AZZET
Geyik buzağısı.
AZZ-İ BENÂM
Parmak ısırma.
 
Top