Osmanlıcada ''A''ile başlayan kelimelerin anlamları

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ABADAN
f. Mâmur, şen. İmâr edilmiş.
ABADÎ
Bayındırlık, mâmurluk, şenlik. * İmar edilmiş olan. * Hindistan'ın Devlet-âbad şehrinde ipekden yapılmış bir yazı kağıdı.
ABÂDİLE
Abdullah isimliler.
ABÂDİLE-İ SEB'A
Meşhur olan yedi Abdullah isimli sahabe-i kiram (R.A.) (Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer, Abdullah İbn-i Mes'ud, Abdullah İbn-i Ravâha, Abdullah İbn-i Selam, Abdullah bin Amr bin As, Abdullah bin ebi Evfâ (R.A.) (Asr-ı saadette Abdullah ismiyle anılan ikiyüz yirmi sahabe-i kiram hazerâtı vardı.)
ABAJUR
Fr. Lamba siperi.
ABAK
İcab etmek. Lâzım olmak. * Yapışmak.
ABAKİYE
Lâzım olmak. * Yapışmak. * Zahmet.
ABAL
Dağ kili.
ABALET
Ağırlık.
ABAM
şişman kimse.
ABA-PUŞ
f. Aba giyen, derviş. * Fakir.
ABAT
Koltuk altları.
ABB
Işık, nur, ziya. * Güzelleşme.
ABBAS
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın amcalarındandır ve Mekke'nin fethinde Müslüman olmuştur. * Arslan, gazanfer.
ABBASÎ
Resul-i Ekrem'in (A. S.M.) amcası Hz. Abbas'ın neslinden gelen veya aynı sülâleden gelenlerin kurdukları devlete mensup olan.
AB-BERİN
f. Akarsu ve şelâle kenarlarında suyun tazyikle akmasından meydana gelen içi oyuk kovuk.
AB-CAME
f. Su kabı.
AB-ÇERA
f. Kahvaltı.
ABD
Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). "Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."
ABDAL
t. Safdil, ahmak, bön. * Afganistan'da yaşıyan bir Türk kavminin adı, bu kavimden olan kimse. * Anadoludaki bazı göçebelerin adı ve bunlardan olan kimse. * Derviş, ermiş, kalender. Kendini Allah'a adamış. Ona teslim olmuş, bu yolda çile çekmiş kimse. (Bak : Ebdal)
ABDAN
(Ab. dan) Bahçe kovası, bahçe sulamaya mahsus süzgeçli kova. * Sidik kesesi, mesane.
ABDAR
f. Parlak. * Sağlam vücudlu. * Su veren hizmetçi. * Mc : Ter u tâze, tap taze.
AB-DEST
f. Namaz ve sair dini ibadetler için usulüne uygun olarak, el, ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine kadar ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve enseye meshetmektir. * Azarlama, paylama.
ABDESTAN
f. Su ibriği, abdest ibriği.
ABDEST-HANE
f. Ayak yolu, helâ. * Abdest alacak yer.
ABDİYET
Kulluk. * Kul olduğunu bilerek dininde, emredildiği üzere ibâdet ve itaatte bulunmak.
ABDULAZİZ
32. Osmanlı Padişahıdır. Hilâfeti (Hi: 1277-1293) seneleri arasındadır. Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından bilek damarları kesilerek şehid edilmiştir.
ABDULHAMİD LL
(mi: 1842-1918) 34' üncü Osmanlı Padişâhıdır. 33 yıl saltanatta kalmış olan bu şefkatli Sultan,İslâmiyete son derece bağlı idi. Yüksek bir siyaset adamı ve devlet işlerini bizzat takibeden bir zattı. Memlekette bolluk ve refahı te'min için çalıştı. (R.Aleyh)
ABDULKADİR
Allah'ın kulu.
ABDULKADİR-İ GEYLANÎ
(Bak: Geylânî)
ABDULKAHİR-İ CÜRCANÎ
(Bak: Cürcanî)
ABDULLAH
Allah'ın kulu. * Bu isim Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek ve şerefli isimlerindendir. Çünkü, Allah'a itaat ve ibadette, kulluk yapmada devamlı ve en ileride olup bütün ömürlerinde Cenab-ı Hakka maddi manevi bütün hâlâtında itaatttan ayrılmamıştır (A.S.M.). Hem muhterem babasının adı da Abdullah'tır.
ABDULLAH İBN-İ ABBAS (R.A)
Ashab-ı Kiram'ın fakih ve müctehidlerindendir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcasının oğludur. Ashâb-ı Kirâm arasında mümtaz bir mevki'e hâizdir. Sahih-i Buhari'de mezkûr olduğu üzere Resul-i Ekrem (A.S.M.), Abdullah hakkında : "İlâhi onu dinde fakih kıl ve kitabını ona öğret!" diye dua buyurmuştu. Bu âli duaya mazhariyetinden dolayı zamanın en bilgin şahsiyeti olmuştu. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) hadislerini ezberlemekte, tefsir, hadis, fıkıh ve ferâiz gibi yüksek ilimlerde eşsizdir. Hz. Ömer ve Osman'ın (Radiyallahü anhüma) hilâfetleri zamanında müftülük vazifesini ifâ ediyordu. Kur'anın tefsirindeki müstesna kudretinden dolayı Habr-ül-ümme, Tercemân-ül-Kur'an, Sultan-ül-Müfessirin gibi yüksek lâkablarla Ashab ve Tabiin arasında şöhret buldu. 1640 hadis rivâyet etmiştir. Hicretin 68. yılında 70 yaşında olduğu hâlde Tâif'de ebedî hayata kavuşmuştur. (R.A.)
ABDULLAH İBN-İ ÖMER
Bi'setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccâc-ı Zalim'in emri ile şehid edildi (R.A.) Sahabe-i Kirâmın ileri gelenlerinden ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın çok bağlılarından ve dâima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı. Hz. Ömer Radıyallahü Anh'ın oğlu idi. Hilâfet ve Valilik işlerine hiç karışmadı. Müttaki, cömert, kanaat sahibi, halim bir zat olup kendini dünyaya bağlaması ihtimali olan bir malı olsa derhal onu sadaka verir veya hediye ederdi. (R.A.)
ABDULLAH İBN-İ ZÜBEYR
Ebu Bekir-i Sıddık'ın kızı Esma'nın oğludur. Muhacirlerden ilk doğan çocuk olup cesaret, şecaat, ibadet ve takvası ile meşhurdur. Zübeyr ibn-i Avvam'ın oğludur. Yezid'in saltanatını kabul etmedi ve Mekke'de dokuz sene halifelik yaptı. 73 yaşında şehid edildi. (R.A.)
ABDURRAHMAN BİN AVF
Aşere-i mübeşşereden ve çok fedakar olan Sahabelerdendir. İlk müslüman olan sekiz kişiden birisidir. Bütün ihya-yı din için olan muharebelerde çok fedakârlıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki dişini birden kaybetmişti. Medine'ye ve Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Çok zengin idi. Bir defa otuz köleyi birden azad etmişti. Hicri 31 tarihinde 71 yaşında vefat etti.
ABE
İşaret, alamet. * Cemaat, topluluk.
ABE'
Kıymet. Ehemmiyet. Meta'.
ABECE
Ahmak kimse.
ABED
Hayâ etmek. Arlanmak. * Hışım etmek, kızmak. * Uyuz hastalığı.
ABEDE
(ÎÂbid. C.) İbadet edenler. Âbidler. Tapanlar.
ABEDE-İ ESNAM
f. Puta tapanlar. Putperestler. Heykele baş eğenler.
ABEKET
(C.: Abekât) Tâne, az şey. * Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi. * Ekmek parçası. * Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk.
ABEL
(C.: Abâl) Yassı ve enli yaprak.
A'BEL
Ak, beyaz. * Ağaç yaprağının dökülmesi.
A'BEL
(C: A'bile) Çok sert taş ki, kırmızı, beyaz veya siyah renkli olur. * Taşlık dağ.
AB-ENDAM
f. Güzellik. Güzel endam.
AB-ENDAZ
Su mühendisi.
ABERASYON
Fr. Sapma.
ABERAT
(Abre. C.) Göz yaşları.
ABES
Oyuncak kabilinden faydasız ve boş amel. Lüzumsuz ve gayesiz iş. Tesadüfi. (Bak: Gaye)
ABES
Davarın kuyruğunda kuruyup kalan bevl ve ters.
ABESE
(Abs. den) Çehresini çattı, sureti kerih oldu (meâlinde).
ABESE İRCA
Mantık ve matematikte bir isbat şeklidir. Bir hükmün doğruluğunu isbat için, bu hükmü inkâr eden diğer hükmün yanlışlığı isbatlanır. Meselâ: Allah'ın varlığının inkâr edilmesinin imkânsızlığını veya abesiyetini göstermek, Allah'ın varlığını isbat yollarından biridir. Bu, "Abese irca" yolu ile isbat şeklidir.
ABESE SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de sekseninci surenin ismi olup, Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. Saliha Suresi, Sefere Suresi de denilir.
ABESİYAT
(Abes. C.) Faydasız ve boş şeyler.
ABESİYYUN
Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Haliksız olduğuna inanmak isteyen bâtıl yoldaki felsefeciler. Zamanımızda Ekzistansializm "Varoluşculuk" adı altında yeniden ortaya çıkan bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Bunlardan uluhiyeti inkâr edenler, hayatın, varlığın ve insanın var oluşunu abes ve gayesiz sayan ehl-i dalâlet fırkalarından biridir. Hristiyanlık dünyasında bunlara karşı çıkan ikinci kısım ise: Allah'a inanılmazsa herşeyin abes olacağını, bu sebeple Allah'a inanmanın zaruriliğini müdafaa etmektedirler.(Kâinatı abes ve gayesiz itikat eden felâsife-i abesiyyun gibi kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, Haliksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir. Ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır. Ve evamir-i İlahiyyeye müsahharlardır.S.)
ABEY-SERAN
Fesliğen. * Şiddetli emir. Şer ve mekruh nesne. * Bir dikenli ağaç.
AB-GAH
Fr. Havuz, küçük göl, su biriken yer. * Tıb : Karnın kaburga kemikleri kıkırdağı ve kısa kaburgalar altında olan kısmı. Böğür.
AB-GİNE
Fr. Billur. * Ayna. * Kılınç. * Göz yaşı. * Şişe, sürahi, kadeh.
AB-GİR
f. Suyun biriktiği yer, havuz. * Dokumacılıkta kullanılan fırça.
AB-HANE
f. Abdest bozacak yer. Helâ, tuvalet.
ABHER
Nergis çiçeği, * Dolu kap.
AB-HURDE
f. Su içen.
AB-I ÂBİSTENÎ
Nebatların beslenip büyümesi için zaruri olan su ve yağmur. * Gebeliğe sebep olan su, meni.
AB-I ADÂLET
Doğruluğun ve adaletin feyz ve bereketi.
AB-I BÂDE-RENG
Kanlı göz yaşı.
AB-I BESTE
Buz. * Mc : Billur, sırça.
AB-I CİĞER
Ciğer suyu. * Göz yaşı.
AB-I ÇEŞM
Göz yaşı.
AB-I DEHÂN
Ağız suyu, salya.
AB-I HAYAT
Kan. Ebedî hayata sebep olan hayat suyu (diye tâbir edilen) bu kelime, edebiyatta : "çok güzel ifâde, lâtif söz, parlaklık, letâfet" mânalarında geçer. * Tas : Aşk-ı hakiki, aşk-ı ilâhi, ilm-i ledün, mârifetullah'tan kinayedir. Âb-ı Hızır, âb-ı hayvan, âb-ı beka gibi isimlerle de söylenir.
AB-I HUFTE
Durgun su. * Buz. * Billur. * Kınında bulunan kılınç.
AB-I HURDENÎ
İçme suyu. İçilir su.
AB-I KEVSER
Kevser âb-ı hayatı. Kevser letâfeti.
AB-I LEZİZ
Leziz, tatlı su.
AB-I MUSAFFÂ
Temizlenmiş, tasfiye edilmiş su. Saf su.
AB-I REVAN
Akar su. * Kalpteki ferahlık.
AB-I RÛY
Yüz suyu, şeref, haysiyet, nâmus.
AB-I ŞOR
Acı su. * Göz yaşı.
AB-I YAH
Buzlu, soğuk su.
AB-I ZEN
f. Küçük havuz. * Su birikintisi. * Yumuşak, lâtif sözlerle hatır alan ve bu manâda emir. (Bak : Avzen)
ABIK
Sebebsiz olarak sahibi yanından kaçan köle.* Civa. (Hg)
ABÎ
Çekinen. * Tiksinen. * Sakınan. * Nazlanan.
ABÎ
Kurban payı.
ABÎ
f. Ayva. * Suda yaşayan ve suda meydana gelen. * Çok mâvi.
ABİD
f. Kıvılcım.
ABİD
İbadet eden. Zâhid. Çok ibadet eden. * Köle.
ABÎD
Kullar. Köleler.
ABİDANE
f. Kul olarak, ibâdet edene yakışır surette.
ABİDAT-I İSLÂMİYE
İslâm medeniyeti anıtları.
ABİDE
İbâdet eden kadın. (Abide-i zâhide gibi)
ABİDE
Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye. * Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a. * Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir. * Tarihte yüksek ve hâkim bir mevkide olan vak'aları veya büyükleri yaşatmak için yapılan bina. * Azametiyle, güzelliğiyle insanı hayrete uğratan mebani. (Süleymaniye ve Ayasofya câmileri gibi.) Uzun müddet yaşıyan edebî, ilmi, sinai eserler. * Geçmiş devirlerden kalma tarihi veya bedii kıymeti olan binalar, kaleler ve harabeleri. * Dikilmiş sütunlar ve bunların üzerindeki resimler, nakışlar, yazılar. * Abidenin arapçadaki manası bizdekinden başkadır: Kendisinden nefretle, haşyetle bahsolunan, uzun müddet dillerde destan olup kalan dâhiye ve beliyyeye denir. (Türk İslâm Ansiklopedisi)
A'BİDE
(Abd. C.) Köleler. Abid.
ABİDEVÎ
Abide gibi. Abideyi andıran, âbideye benzeyen şekilde.
ABİL
Koyun, at ve deve gibi hayvanlara iyi bakan. * Çayırda otlayarak suya muhtaç olmayan hayvan.
ABİLE
f. Su üzerindeki kabarcık. * Sivilce. Çıban.
ABİR
(Ubur'dan) Bir yerden geçen, giden yolcu. Geçen. * Hz. İbrâhimin (A.S.) dedelerinden birisinin adı.
ABİS
Denizlerdeki dokuzbin metreyi geçen derinlikler.
ABİS
Alaycı, saygısız.
ABİS
Asık suratlı, ekşi yüzlü kimse. * Arslan.
ABÎSE
(C: Abayis) Tarhana.
ABİST
f. Gebe, hâmile.
ABİSTEN
f. Gizli, gizleme. * Gebe. * Dişilik.
ABİSTENÎ
f. Hâmilelik, gebelik.
ABİŞHOR
f. Hayvan sulama yeri. * İçme kabı. * Dinlenmek için kısa bir duraklama, teneffüs. * Günlük yiyecek.
ABİŞTGÂH
f. Gizlenecek yer, gizli yer.
ABİY
Kısmet, nasib,
ABİYE
Örtü ile yüzünü örten, utangaç kız veya kadın.
ABKAME
f. Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. * Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi.
ABKARÎ
Mutlaka kusuru olmayan. Kâmil. * Bir kavmin seyyid ve şerifi, efendisi. Beşer san'atı olmayan. * Çok güzellik. * Bir nevi döşek.(Abkari: Esasen abkar'e mensub demektir. Ebu Suud ve sair tefsirlerin beyanına göre Abkar: Arabın zu'münce bir Cin beldesinin ismidir ki, Arablar acib gördükleri her şeyi ona nisbetle tavsif ederek abkarî derler. Mu'cem-ül Büldan'da şu tafsil mezkûrdur: Abkar; dolu, yani buluttan inen donmuş sudur. Ve demişlerdir ki, cinnin sâkin olduğu bir arzdır. Meselde: "Keennehüm cinn-i abkar: sanki abkar cinni gibi" denilir...Bazıları da demiştir ki: Abkarinin aslı; vasfına hırs ile rağbet olunan her şeye sıfattır. Bunun da esası; çünkü Abkar'da döşeme ve saire nakışları yapılırdı. Onun için her iyi şey Abkar'a nisbet edilirdi.)
AB-KEND
f. Havuz, dere, su geçidi.
AB-KEŞ
f. Delikli kevgir. * Su çeken, sucu, saka. * Kadeh sunucu.
AB-KUR
f. Lâğım çukuru. Pisliğin aktığı yol ve delik.
ABL
Kalın, büyük nesne. * Bükmek.
ABLA'
Ak nesne. * Beyaz taş.
ABLİSE
f. Tarlaya tohum atan, ekinci.
ABLUKA
İtl. Etrafını sarıp hâriçle alâkasını kesme. Bahren muhasara, denizden kuşatma.
ABLUKAYI BOZMAK
Muhasara hattını yarıp geçmek.
ABLUKAYI KALDIRMAK
Muhasarayı bırakmak.
AB-NAK
f. Sulu, ıslak, nemli.
ABONE
Fr. Gazete ve dergi gibi yayınlara peşin para vererek muayyen bir zaman için müşteri olan kimse.
ABONMAN
Fr. Bir imalâtçı ile müşteri arasında düzenli satın alma için yapılan anlaşma.
ABORDA
İtl. Deniz teknelerinin rıhtıma, iskeleye veya başka bir tekneye yanlamasına yanaşması.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ABR
Rüya tabir etmek. Düş yormak. * Yaş akıtmak. Sudan veya başka yerden geçmek. * Söylemeden bir şeyi düşünmek.
ABRA
Bir değiş-tokuşta üste verilen şey. * Teraziyi ayarlamak için hafif gelen kefesine konulan ağırlık.
ABRAN
Ağlayan, ağlayıcı.
AB-RANE
f. Su borularına ve su yollarına bakan mühendis.
ABRAŞ
Alaca benekli at. * Klorofil azlığından dolayı açık renkte lekeleri olan bitki yaprağı.
ABRE
Göz yaşı.
ABS
(Ubus) Huzursuzluktan yüz ekşitmek, çehreyi çatmak.
ABS
Kurumak, katılaşmak.
ABS
Karıştırmak, halt. * Güneşte keş kurutmak.
ABSAL
f. Bahçe, koru, park.
AB-SÜVAR
f. Su üstünde yüzen. * Sudaki kabarcık.
ABŞ
Salâh. * Hüsn. İbâdet. * Gaflet.
AB-ŞAR
f. Şelâle, su akarken çıkardığı ses, şırıltı.
AB-ŞİNAS
f. Sudan anlıyan. * Gemi kılavuzu.
ABT
Yalan, Şübhe uyandırıcı hareket.
ABT
Deveyi ve koyunu hastalanmadan sağ iken boğazlamak. * Kazılmamış yeri kazmak. * Yarmak.
ABU
f. Nilüfer çiçeği.
ABUS
Çatık çehreli. asık yüzlü. Yüzü ekşi.
ABV
Yüzün güzel olması. Nizamlı oluş. (Bak: Ta'biye)
AB-VEND
f. Maşrapa, bardak, su kabı.
AB-YAR
f. Sulayan. * Mc: Bereketlendiren, feyizlendiren.
AB-YARÎ
f. (Asıl mânâsı sulama ise de, lisanımızda yalnız mecazi mânâsiyle bazı eski nesir yazarları tarafından kullanılmıştır). Yardım, itimat.
AB-YÂRÎ-İ HİMMET
Korumak için yapılan yardım, himmet yardımı.
AB-YÂRÎ-İ HİMMETİNİZLE
Himmetiniz yardımıyle, himmetiniz sayesinde.
AB-ZEN
f. Küçük havuz. * Banyo.
AC
Fildişi. * Dolu kap.
ACAC
Toz. * Tütün. * Bulut. * Duman.
AC'AC
Çağırış.
AC'ACE
Uzun uzun çağırmak.
ACAFET
Zayıflık. Çelimsizlik.
ACAİB
(Acib. C.) Şaşırtacak ve hayret verici şeyler.
ACAİBAT
Normale zıt şeyler. Acâib şeyler.
ACÂİB-İ SEB'A-İ ÂLEM
Dünyanın yedi tane şaşılacak, acaib şeyi. (Çin seddi bunlardan biridir.)
ACAİZ
(Acuze. C.) Kocakarılar. İhtiyar kadınlar.
ACAK
f. Toprak.
ACAL
(Ecel. C.) Eceller. Ölümler, vâdeler.
ACALİT
Yoğurt.
ACAM
(Ecme. C.) Meşelik, kamışlık, ağaçlıklar.
A'CAM
(Acem. C.) Acemler. İranlılar. * Arab olmayanlar.
ACAN
f. Polis: Emniyet mensubu
ACAR
(Ecr. C.) Sevaplar, ücretler, mükâfatlar. * Kiralar.
ACASA
Deve sürüsü.
ACB
Kuyruk sokumu. "Us'us" denilen küçük kemik. Her şeyin kuyruk dibi ve nihâyeti. Fâtiha-i hilkat olan küçük kemik.Acb-üz zeneb diye Hadis-i Şerifte ismi geçen ve insanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik.(Kur'ân-ı Kerim'de "Sure: 30. âyet: 27" Yani: "Sizin haşirde iâdeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır." Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de bir bedende birbiri ile imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peydâ eden zerrat-ı esasiyye, Hz. İsrâfil'in (A.S.) suru ile Hâlik-ı Zülcelâlin emrine "Lebbeyk" demeleri ve toplanmaları aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadisde "Acb-üz zeneb" tâbir edilen ecza-i esasiyye ve zerrât-ı asliyye ikinci neş'e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakim beden-i insanîyi onların üstünde bina eder. S.)(Arkadaş! Zâhire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zâide birlikte iade edilir. Evet, cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz'ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın tohumları gibi "Acb-üz-zeneb" tâbir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî neşvü nema ile teşekkül eder. İ.İ.)
ACC
Yüksek sesle haykırma, * Gürültü çıkarma. Deveyi döğme.
ACC(E)
Kalabalık.
ACCAC
Fırtınalı, rüzgârlı. * Gürültülü.
ACEB
Taaccüb, şaşma, hayret. * Garib, hoş, lâtif ve nâdir-ül vücud olduğundan bir şey için inkâr ve istiğrab etme hâli.
A'CEB
Çok acâyib. Pek tuhaf olan.
A'CEB-ÜL ACÂİB
Çok acib ve gülünç olan.
ACED
Kuru üzüm.
A'CEF
İnce, zayıf.
A'CEL
Daha acele, en çabuk. * Acele eden kişi.
ACELE
Çabuk, çabukluk. Bir işi çabuk yapmaya ve çabuk bitirmeye çalışma, ivedilik.
ACEM
İranlı. Yabancı. * Arapça konuşmayanlar. Arab olmayanlar. * Çekirdek.
ACEMÂNE
f. Acemlere yakışır suret. Yabancı gibi.
ACEMCEME
(C: Acemcemât) Kuvvetli, muhkem deve.
ACEME
(C: Acemât) Çekirdek. * Çekirdekten biten hurma ağacı. * Sert ve sağlam taş.
ACEMÎ
Tecrübesiz. * Yabancı. * Yeni. Mübtedi.
A'CEMÎ
Aceme mensub. * Arapçayı iyi konuşmayan. Dilsiz. * Beceriksiz.
ACEMİSTAN
f. İran ülkesi.
ACEMİYAN
f. (Acemi. C.) İranlılar. Acemler. * Acemiler, tecrübesizler.
ACENTE
(Acenta) ing. Bir vapur şirketinin her iskeledeki memuru. * Bir şirket veya idarenin diğer memleketteki vekili. * Memur veya vekilin memuriyeti ve idarehanesi.
A'CEZ
En âciz. Çok kudretsiz. * Mak'adı etli ve yumru olan.
ACEZE
(Âciz. C) Âcizler. * Düşkünler, zayıflar.
ACİB
Hayret veren. Şaşılacak şey.
ACÎB
Şaşılan ve hayret uyandıran şey. Benzeri görülmeyen. Garib. Taaccüb olunan şey.
ACÎBE
Alışılmış surette olmayan. Çok hârika. Acib ve garip, hayret verici, şaşılacak şey.
ACİBE-İ HİLKAT
Her zaman yaratılan şekilden farklı olarak yaratılmış olan. (Meselâ: Normalinden çok fazla büyük cüsseli veya üç ayaklı olmak gibi)
ACİC
Sesi yükseltmek.
ACİL
Sonraya bırakılmış. Bir vâdeye bağlı. * Ahiret.
ACİN
Yoğurma, hamur tutma.
ACİN
Rengi ve tadı değişmiş pis su.
ACİNÎ
Hamur gibi yoğurulmuş, macun kıvamında.
ACİNİYET
Mâcun halinde olma. Hamur gibi yoğurulmuş olma.
ACİR
Elindekini başkasına kiralayan. Kiraya veren.
ACİŞ
f. Üşüme, soğuktan üşüme.
ACİYY(E)
(c: Acâyâ) Anası öldüğünden, başka kimsenin sütüyle beslenen çocuk. * Anası sütünü vermeyip yemeği öğrettiği çocuk.
ACLED
Yoğurt.
ACLEZ
Kavi, sağlam nesne.
ACM
(C: Ucum) Beş yaşına girmemiş deve. * Kuyruk dibi. * Isırmak.
ACMÎ
İnce fikirli. Akıllı, anlayışlı.
ACN
Yoğurma. Ma'cun kıvamına getirme.
A'CUBE
(Bak : U'cube)
ACUL
Çok acele eden sabırsız.
ACULÂNE
Acele edene yakışır suretde.
ACULİYET
Acelecilik. Sabırsızlık.
ACUR
Kabakgillerden bir hıyar cinsi. Üstü hafif olukludur. Bazıları tüylüce olur.
ACUZ(E)
Çok yaşlı kadın. Kocakarı. * Kılıç. * Şarap. * Sırtlan.
ACUZE-İ ŞEMTA
Saçı ağarmış kocakarı.
ACÜR
Kerpiç, tuğla, kiremit.
ACÜR
Kuyruk.
ACÜR
Yoğunluk, semizlik, besililik. * Yoğun. * Her nesnenin hacmi ve cüssesi olmak.
ACÜRÎ
Kiremitçi, tuğlacı.
ACÜS
Almak, kabzetmek. * Gecenin sonu.
ACÜZ
(C.: Acâz) her nesnenin dibi, kökü ve sonu. * Yay kabzası.
ACV
Çocuğa süt içirmek.
ACVE(T)
Medine-i Münevvere hurmalarından bir çeşit, iyi hurma.
ACZ
Beceriksizlik. İktidarsızlık. Kuvvetsizlik. Güçsüzlük. Yapamamak. * Zarardan korunmak gücünün olmaması. * Bir şeyin geri tarafı. (İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebârüz ettiği gibi: İnsandaki kusur, kemalat-ı Sübhâniyye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-i rahmetin derecesine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyâsına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hâcat, envâ-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir. Öyle ise fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergah-ı izzetine kusurlarını "Estağfirullah" ve "Sübhânallah" ile ilan etmektir. M.N.)
ACZA'
Dübürü büyük kadın. * Kumdan yığılmış yüksek tepe.
ACZ-ALUD
f. Âcizlik, kuvvetsizlik, güçsüzlük.
ACZE
(C.: Acâyiz) Her nesnenin sonu. * Kadın dübürü.
ACZ-MEND
Acizlik, mahviyet sâhibi.
ACZ-MENDÎ
f. Âcizlik, iktidarsızlık. Fakr.
AÇALYA
yun. Fundagillerden, güzel çiçekli bir bitki ve çiçeği.
AÇAR
f. İştah açmaya yarayan turşu v.s. * İnişli yokuşlu yer. * Karıştırılmış, birleştirilmiş.
AÇI
(Bak: Zâviye)
AÇKI
Cilâ, perdah, lostra.
AÇKICI
Cilâ ve perdah veren sanatkâr.
AD
İsim, nam, şöhret, şan, itibar, haysiyet.
ADA
Etrafı su ile çevrili kara parçası. * Etrafı yollarla çevrili arsa ve binalar takımı.
ADA
Gr : Kendinden sonra gelen ismi cerreder. Harf-i cerr'dir. "...den başka, ...den gayrı" mânasına gelir. (Bak: Mâadâ)
A'DA
En zâlim, en çok düşmanlık eden.
A'DA
(Adüv. C.) Düşmanlar.
A'DAD
(Aded. C.) Adetler. Sayılar.
A'DAD
İnce ve kısa kollu adam.
A'DAD
(Adud ve Adad. C.) Bazular. Kollar. * Havuzun çevre kenarına konan taş.
ADAHİ
(Udhiye. C.) Kurbanlar.
ADAHİK
(Udhuke. C.) Şakalar, gülünç şeyler.
ADAK
Nezredilen şey. (Bak: Nezr)
ADAKK
İnce, dakik.
ADAL
Gümüşü az olan para.
A'DAL
(İdl. C.) Eşitler, denkler, müsaviler.
ADALAT
(Adale. C.) Adaleler.
ADALE
Tıb: Bedenin hareketini icra eden ve birbirinden, ince bir perde ile ayrılan sinirli et kısımlarından her biri. Hepsine birden et (Lahm) tâbir edilir.
ADALET
Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak. Mahkeme. Hak kanunlarına uygunluk. Haksızları terbiye etmek. İnsaf. Mâdelet. Dâd. Cenab-ı Hakk'ın emrini emrettiği şekilde tatbik etmek. Suçluya Allah'ın emrini icra etmek.(Adâlet iki şıktır. Biri mübet, diğeri menfidir. Müsbet ise; hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adâlet; bu dünyada bedahet derecesinde ihâtası vardır. Çünkü her şeyin istidat lisaniyle ve ihtiyac-ı fıtrî lisaniyle ve ıztırar lisaniyle Fâtır-ı Zülcelâl'den istediği bütün matlubatını ve vücut ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adâletin şu kısmı, vücut ve hayat derecesinde kat'i vardır. İkinci kısım menfidir ki: Haksızları terbiye etmektir. Yâni, haksızların hakkını, tâzib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise; çendan tamamiyle şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat, o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semud'dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyâne-i ta'zib, gayet âli bir adâletin hükümran olduğunu hads-i kat'i ile gösteriyor. S.) (Bak: Fâtih Sultan Mehmed)
ADÂLET-İ İLÂHİYE
Allah'ın adaleti.
ADÂLET-İ İZAFİYE
İzafi adalet veya adâlet-i nisbiye de denir. Küll'ün selâmeti için, cüz'ü feda eden adalet usulüdür.(Cemaat için ferdin hakkını nazara almaz, "ehvenüş-şer" diye bir nevi adalet-i izâfiyeyi yapmağa çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise "adalet-i izafiye"ye gidilmez, gidilse zulümdür. M.)
ADÂLET-İ MAHZA
Adaletin tam hakikisi, tam adalet. (Adâlet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki: $ âyetin mâna-yı işarisi ile : Bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir fert dahi umumun selâmeti için feda edilemez. Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak, haktır. Küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük büyük için iptal edilemez. Bir cemaatin selâmeti için bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet nâmına, rızası ile olsa o başka meseledir. M.)(... Adâlet-i İlâhiyenin tam mânâsı ile tecelli etmesi için haşre ve Mahkeme-i Kübrâ'ya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün. İ.İ.)
ADALETKÂR
f. Adaletli, insaflı, adalet sahibi.
ADÂLETKÂRANE
f. Adâletlice. Adalet sahibine yakışır şekilde, insaflı ve haklı surette.
ADALETPENAH
f. Adâletli.
ADALL
Çok sapık, çok dalâlette.
ADAM
İnsan. * Erkek kişi. * Birinin tarafını tutan kimse. * İyi ve terbiyeli yetişmiş insan.
ADAMET
Ahmaklık, akılsızlık.
ADAN
Deniz kenarı.
ADAPTASYON
Fr. Tatbik etme işi. Bir şeyin bir başkasına göre ayarlanması. Bir canlının, yaşadığı muhite uyması işi. * Yabancı dilde yazılmış bir eseri yerli adlar ile ve yerli hayata uydurarak çevirme.
ADAPTE
Fr. Adaptasyonu yapılmış, tamamlanmış.
ADARR
En zararlı.
A'DAS
(Ades. C.) Mercimekler.
ADAVET
Husumet, düşmanlık. Kin. buğz. Garaz.(Adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mâna-yı hakikisinde olarak beraber cem olmazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakiki bulunsa, o vakit adâvet mecazi olur; acımak suretine inkılâb eder. Evet mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadis ile: "Üç günden fazla, mü'min mü'mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek." Eğer esbâb-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatıyla bir kalbde bulunsa; o vakit muhabbet mecâzi olur; tasannu ve temelluk suretine girer. M.)
ADAY
(Bak: Namzed)
ADB
Kılıç. * Kesmek. * Sövmek.* Yardımcı.
ADCEM
Eğri burunlu.
ADD
Hesablamak. Saymak. Sayılmak. İtibar etmek.
ADDAR
Denizci, gemici taifesi.
ADDETMEK
Saymak. İtibar etmek. İttihaz etmek.
A'DEB
Erkeklerden arkadaşı ve yardımcısı olmayan. * Bir boynuzu kırık hayvan.
ADED
Sayı. Tane. Rakam. Miktar.
ADEDEN
Sayı bakımından, sayıca.
ADEDÎ
(Adediye) Adede yani miktar ve rakama, sayıya mensub.
A'DEL
(Adil. den) Adâletli, çok doğru.
ADEM
Yokluk, olmama, bulunmama. * Fakirlik. (Vücudun zıddı)(Bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki, fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim. Baktım ikincisini arzulayıp birincisinden "Âh!" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim." dedi. R.N.)(Eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan; yine cehennemin vücudu bin derece idam-ı ebediden hayırlıdır. Ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünkü insan, hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes'ud olur. Şu halde, sen ey mülhid, dalâletin itibariyle ya idam-ı ebedi ile ademe düşeceksin veya cehenneme gireceksin! Şerr-i mahz olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes'ud olduğun umum akraba ve asl ve neslin, seninle beraber idam olmasından, binler derece cehennemden ziyâde senin ruhunu ve kalbini ve mâhiyet-i insaniyeni yandırır. Çünkü cehennem olmazsa cennet de olmaz; herşey senin küfrün ile ademe düşer. Eğer sen cehenneme girsen, vücud dâiresinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya cennette mes'ud veya vücud dâirelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek, herhalde cehennemin vücuduna taraftar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak ademe taraftar olmaktır ki; hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına taraftarlıktır. Evet cehennem ise, hayr-ı mahz olan dâire-i vücudun Hakim-i zülcelâlinin hakimâne ve âdilâne bir hapishâne vazifesini gören dehşetli ve celâlli bir mevcud ülkesidir. Hapishâne vazifesini de görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekâya âit hizmetleri var. Ve zebâni gibi pek çok zihayatın celâldarâne meskenleridir. Ş.)
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ADEM-ÂBÂD
f. Yokluk. Yokluk alemi.
ADEMÎ
Yokluğa ait. Ademle ilgili (Bak: Vukuât)
ADEM-İ ABESİYYET
Abes olmayış. Faydasız ve boş olmamak.
ADEM-İ BASİRET
Basiretsizlik, görüşsüzlük.
ADEM-İ DİKKAT
Dikkatsizlik.
ADEM-İ EMNİYET
Emniyetsizlik. Güvensizlik.
ADEM-İ HÂRİCÎ
İlm-i İlâhide mevcud olup, maddi vücudu olmayan.(Adem-i mutlak zaten yoktur; çünkü bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlâhînin harici yok ki, bir şey ona atılsın. Dâire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i hâricidir ve vücud-u ilmiye perde olmuş bir ünvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik "A'yan-ı sâbite" tabir etmişler. Öyle ise, fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u mâneviye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fani olanlar, vücud-u hâricîyi bırakıp; mâhiyetleri bir vücud-u mânevi giyer, dâire-i kudretten çıkıp dâire-i ilme girer. M.)
ADEM-İ İHTİLÂF
Birlik. Beraberlik. Uyuşma. Anlaşma.
ADEM-İ İKTİDAR
İktidarsızlık. Güçsüzlük. Kuvvetsizlikten gelen hastalık.
ADEM-İ İMKÂN
İmkânsızlık. Mümkün olmayış.
ADEM-İ İNKÂR
İnkâr etmeme. İnkârsızlık.
ADEM-İ İSTİMA'
Huk: Mahkemede dâvanın dinlenmemesi.
ADEM-İ İTÂAT
İtâatsizlik, emri dinlememek.
ADEM-İ İTİKAD
İtikatsızlık.
ADEM-İ İTİLÂF
Ülfetsizlik, anlaşmazlık.
ADEM-İ İTTİFAK
İttifaksızlık. Uyuşmazlık.
ADEM-İ KABUL
İsbatı tasdik etmemek. Şek, hükümsüzlük. İman hükümlerini lâkaydlıkla karşılamak, nefy ve inkâr etmek, kabul etmemek, göz kapamak gibi câhilâne bir hükümsüzlük. Bir terk, bir cehl-i mutlak. (Kabul etmemek başkadır. İnkâr etmek başkadır. Adem-i kabul, bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı, onlarla uğraşmaz. Amma inkâr ise: O adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı, hareket etmeye mecburdur. M.) (Bak: Kabul-i adem)
ADEM-İ KİFÂYET
Kifâyet etmeme, kâfi gelmeme, yetmezlik.
ADEM-İ MERKEZİYYET
Bir idâri taksimattaki parçaların (vilâyet, belediye ve köy) muayyen hususlarda kendi kendilerine idare yetkileri. Bir yere bağlı olmaksızın veya bir yerden idare edilmeksizin olan muamele. Bütün kısım ve şubelerin kendi kendilerini idare tarzı.
ADEM-İ MES'ULİYET
Mes'uliyetsizlik, sorumsuzluk.
ADEM-İ MEVCUDİYYET
Yokluk. Olmama.
ADEM-İ MUVAFAKAT
Râzı olmayış, muvâfakat etmeme.
ADEM-İ MÜBÂLÂT
Dikkatsizlik.
ADEM-İ MÜDÂHALE
Karışmamazlık.
ADEM-İ MÜSÂADE
İzinsizlik, müsaadesizlik
ADEM-İ SALÂHİYET
Salâhiyetsizlik, yetkisizlik.
ADEM-İ SIRF
Yokluk. Mutlak yokluk.
ADEM-İ TAHAYYÜZ
Boşlukta yer kaplamamak. Mekândan münezzeh oluş. Yer ile bağlı olmamak. Hacmi olmayış.
ADEM-İ TAKAYYÜD
Kayıtsızlık. Bir şeye bağlı olmayış. Kıymet vermemek. Üzerine almamak.
ADEM-İ TA'KİB
Takibsizlik. * Huk: Muhakemeye lüzum görmemek.
ADEM-İ TE'DİYE
Borcunu ödememe.
ADER
Çok su.
ADER
Yel inmekle hayası şişen kimse.
ADES
(C. Adâs) Mercimek.
ADESE
Mercimek. * Mercek. Uzağı yakın veya yakını uzakta görmeğe yarayan dürbün veya mikroskop camı.
ADESE-İ AYNİYYE
Gözleme merceği.
ADESE-İ MÜTEKARİB
Yakınlaştıran mercek.
ADESÎ
Mercimeğe benziyen şey.
ADETÂ
Âdet olduğu üzere, her vakitki gibi, alelâde. Bayağı surette, âdi bir suretle. Düpedüz.
ADETEN
Görenek şekliyle, âdet olarak.
ADEVÂN (ADV)
Sür'atle koşmak.
ADF
Yemek.
ADGÂS
(Dags. C.) Desteler, demetler. * Karışık rüyalar. * Karışık söylentiler.
ADGÂSU AHLÂM
Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.
ADHÂ
Kurbanlar. Kuşluk vakti kesilen kurbanlar. Kuşluk vakti. (Bak: Îd)
ADHAM
Yoğun, kaba. * İri cüsseli adam.
ADİD
Hasım. * Arkadaş. * Isırma. Bir ısırımlık lokma. (Bak: Adûd)
ADİD
(Adide) Çok. Bir çok sayı. Çok şeyler. Müteaddid. Birinin dengi.
ADİD
Kesilmiş ağaç. * Tepesine el yetişen hurma ağacı.
ADİD
Ağaç kesmek.
ADİHE
Bühtan, yalan.
ADİL
Eş, denk, akran, benzeri. Ölçüde, miktarda eşit olan.
ADÎM
Mâlik ve sahib olmayan. Yok olan. Birşeyi olmayan. Fakir.
ADÎM-ÜL İMKÂN
İmkânsız. Olamaz.
ADÎM-ÜN NAZÎR
Eşi, benzeri olmayan. Eşsiz. Benzersiz.
ADK
Vurmak, darp.
ADL
Hakkaniyet. Adâlet üzere oluş. Cevr ve zulüm etmeyip nefislerde ve akıllarda istikameti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmek. Doğruluk. * Her şeyi yerli yerince yapmak, beraber etmek. * Meyletmek. (Bak: Adâlet)(Hem istidâd lisanıyla, ihtiyac-ı fıtri lisanıyla, ıztırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimi cevap vermek; nihayet derecede bir adl ü hikmeti gösteriyor. S.)
ADL
Mâni olmak. Men etmek.
ADLA'
(Azla') (Dıl'. C.) Kaburgalar. * Mat : Geometrik şekillerin kenarları, sayı kökleri.
ADLÎ
Adâlete mensup, adâletle alâkalı, ilgili.* Sultan II. Bayezid'in şiirlerinde kullandığı mahlası.
ADLİYE
Mahkeme. Muhakeme işleriyle uğraşan daire. (Adliyede, adalet hakikatı ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ-tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki; İmam-ı Ali (RA), hilafeti zamanında bir yahudi ile beraber mahkemede oturup, muhakeme olmuşlar. Ş.)
ADL-PENAH
Adâletin barındığı yer, adâlete sığınan kimse.
ADM
(C: İdâm) Yay tutamağı. * Deve kuyruğu. * Saban eğiği ki, ucunda demiri vardır. * Harman savurdukları yaba.
ADM
Gazap etmek, öfkelenmek.
ADMER
Arslan. * Şedit, şiddetli. * Belâ. * Çirkin yüzlü şişman kadın.
ADN
Vatan tutmak ve mukim olmak. * Cennette bir makam adı. (Bak: Cennet)
ADRAHŞ
f. Yıldırım. * Gökgürültüsü. * Şimşek.
ADRAS
(Dırs. C.) Arka dişler, dişler.
ADREFUT
Kelerden büyük bir hayvan.
ADRENALİN
Fr. Tıb: Böbrek üstü salgısından çıkarılan bir hormon. Sentetik olarak da yapılır. Damar daraltmak ve kanamayı önlemekte kullanılır.
ADRENG
Fr. Keder, mihnet, sıkıntı.
ADRET
Kaşları olmayan kimse.
ADUB
Yardımcı.
ADUD
Zalim. Iztırab veren. Hunhar. * Bir lokma. * Isırıcı köpek veya at. * Yavuz kişi. * Dar ve derin olan kuyu. (Bak: Adîd)
ADUD
Pazı. Kolun omuzdan dirseğe kadar olan kısmı. * Mc: Yardımcı. İstinadgâh.
ADUDE
Yumuşaklık. Tazelik.
ADUDÎ
Pazı kemiği ile ilgili.
ADULÎ
Gemici, mellah.
ADÜVV
Düşman, hasım.
ADÜVV-İ CÂN
Can düşmanı.
ADÜVV-İ KADİM
Eski düşman.
ADÜVV-ÜD DİN
Din düşmanı.(Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâl'in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, ibâdından ve cünudundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük âciz mahlukları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şuvazlı nühasları size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler. S.)
ADV
Yelmek. Seğirtmek. * Hazırlamak.
ADVA
Hastalık başkasına bulaşmak.
ADVAN
Çok koşan kimse.
ADYA'
Boynuzu ufak koyun. * Nebiyyi Zişân Aleyhisselam Efendimizin devesinin adı.
ADYE
Koğuculuk, dedikoduculuk. * Yalan söylemek. * Sövmek.
AFA'
Eşek sıpası.
AFAF
(Afâfet) Temiz olma. Masumiyet. Günahsızlık.
AF'AF
Devedikeni ağacının yemişi.
AFAİF
Namus, ırz ve iffet sahibi, şerefli kadınlar.
AFAK
Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire. * Etraf. Cihetler. * Mc: Görüş ve dönüş sınırları. (Zıddı: Enfüs'dür.)
AFAKGİR
Ufukları tutmuş, âleme yayılmış, şâyi, çok meşhur.
AFAKÎ
Kâinat ve içindeki hâdiselere âid. Nefsin haricindeki âleme dair. * Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsinin zıddı.) (Objektif)
AFAR
Arap diyarında çok olan bir yeşil ağaç. * Hurma ağacını islah etmek. * Katıksız ekmek yemek.
AFARET
İfritçe, şeytanî, kötü niyet.
AFARİT
(İfrit. C) Şeytanlar. İfritler.
AFAROZ
(Bak: Aforoz)
AFAT
Afetler. (Bak: Afet)
AFAT-I SEMAVİYE
Semavi âfetler. Allah tarafından insanları ikaz ve ceza için verilen belâ ve musibetler.
AFAZÎ
Fr. Tıb: Organlarda bir işleme bozukluğu olmadığı halde, fikri kelime ile anlatamamak hâli.
AFEN
Çürüme, pörsüme. Yemeğin kokması. (Bak: Ufunet)
AFEND
f. Harp. Kavga.
AFER
Toprak. Yer. Arz. * Ekin suladıkları vaktin evveli.
A'FER
Pek beyaz. * Beyazı kırmızılığına galip olan geyik.
AFERCA
Yaramaz huylu.
AFERİDE
(C: Aferidegân) f. Yaratılmış, mahluk.
AFERİN
f. Beğenmek, alkış, yaşa, varol. * Yaratan, yaratıcı.
AFERİN-HÂN
f. "Aferin" diyen.
AFERNA'
Arslan. * Kuvvetli deve.
AFES
Burun eğriliği.
A'FES
Çıplak, uryân.
AFET
Belâ. Musibet. Büyük felâket. Dâhiye. * Mc: Son derece güzel.
A'FET
En güç sey. * Pek akılsız. * Peltek konuşan. Kekeleyen.
AFETZEDE
(C: Afetzedegân) f. Bir musibete, bir belâya ve bilhassa yangın, zelzele gibi bir felâkete uğramış.
AFETZEDEGÂN
(Afetzede. C.) f. Afete, belâya, felâkete uğramışlar.
AFF
İffet, namus. İffetli olmak. Nefsini haramdan men'etmek.
AFGAN
Afganistan. Afgan krallığı, Afganistan milleti.
AFÎ
Silen, silinmiş. Affeden, bağışlayan. * Affedilmiş, bağışlanmış. * Yalvaran. * Uzun saçlı. * Tencere altında artaya kalan.
AFİF
Temiz. Güzel. Nezih. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan. * Müstakim.
AFİFÂNE
f. İffetlice. Temiz olarak. Nazif olarak.
AFİK
Yalancı, iftiracı.
AFİK
Çok aptal.
AFİL
Uful eden. Gurub eden. Batan. * Görünmez olan. Kaybolan. * Fâni, geçici.
AFİLÛN (AFİLÎN)
(Afil. C.) Gelip geçici, fâni olanlar. * Gözden kaybolup gidenler. Uful edenler.
AFİN
Affedenler.
AFİNİTE
(Affinite) (Bak: Aşk-ı kimyevi)
AFİR
Güneşte kum üstünde kurutulan et.
AFİR
Çok kötü niyetli.
AFİRE
Komşusuna bir şey vermeyen kadın.
AFİŞ
Fr. Duvar ilânı.
AFİTAB
f. Güneş. * Mc: Pek güzel. * Çok güzel yüz.
AFİTÂBÎ
Güneşe âit. * Güzelliğe dâir.
AFİTE
Dişi koyun. Koyun güdücü kız.
AFİYET
Sağlık, selâmet, sıhhatli olmak.
AFK
Akılsız olmak. Sözünü tam söylememek.
AFK
Rücu etmek, dönmek. * Kaybolmak.
AFLAK
Çok gevşek şey.
AFOROZ
R. Papa tarafından bir Hıristiyanın kiliseden çıkarılması, dinden hariç addolunması.
AFRA'
Beyazı kızıllığına galip olan geyik. * Ayın onüçüncü gecesi.
AFRAZE
f. Nur. Aydınlık, ışık. * Kandil fitili.
AFREYE
Horoz ibiği. İnsanın ense saçı. * Davarın alın saçı.
AFRUŞE
f. Un helvası.
AFS
Hapsetmek. * Deve sürmek. * Arkasına ayağıyla vurmak.
AFSA
Boynuzu ardına kayık koyun.
AFSUN
(Efsun) f. Büyü, sihir, tılsım. (Büyücülük yapmak ve büyücülere uymak, Müslümanlıkta yasak ve günahtır.)
AFŞAR
Avşar kabilesini meydana getiren Türkmenlerin adı.
AFŞELİL
Sırtlan dedikleri canavar. * Yaşlı, eti ve derisi sarkmış kuru kadın.
AFT
Pelteklikten sözü zorlukla söylemek. Kekemelik.
AFTAB
f. Güneş. * Pek güzel şahıs. * Çok parlak çehre.
AFTABE
f. İbrik. Su kabı.
AFTÂB-GERDAN
f. Güneşten korunmak üzere başa giyilen şey. * Avcı kulübesi.
AFTAB-GERDEK
f. Kaya keleri. * Ayçiçeği.
AFTAB-GERDİŞ
f. Yer yüzü. * Kaya keleri. * Devamlı güneş gören yer.
AFTAB-GİR
f. Güneşlik, şemsiye. * Güneş gören yer.
AFTÂB-I KUREYŞ
Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz.
AFTABÎ
f. Güneşlik, şemsiye, tente. * Güneşe ait, güneşle ilgili.
AFTAB-PEREST
f. Nilüfer çiçeği. * Güneşe tapan kimse. * Ayçiçeği.
AFTAB-RU
f. Güneş yüzlü, yüzü güneş gibi parlak (güzel). * Sevimli, dilber. * Güneşe karşı olan (yer).
AFUR
Belâ kasırgası.
AFUR
Boz tüylü ve kısa boyunlu olan geyik. * Zaman.
AFÜVV
Affeden, merhametli.
AFV
Ayakla basılmadık yer. * Malın iyisi, helâli ve fazlası. * Terketmek. * Mahvetmek.
AFV
Bağışlamak. Kusur ve günâhı affetmek.(Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, ta ki, nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; adeta taksiratından takdis etsin. Evet şeytanı dinliyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de yüz te'vil ile te'vil ettirir. ( $ )sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Alişan, $ dediği halde nasıl nefse itimat edilebilir. Nefsini ittiham eden kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Kusurunu itiraf etmemek büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar, itiraf etse, afva müstahak olur. L.)(İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinliyen insafsızlar, mü'mine adâvet ederler. Halbuki : Cenab-ı Hak Haşirde adâlet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefini tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan bazen bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adâlet-i İlâhiyye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenâlıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki: İnsan, fıtratındaki zülum damarıyla, şeytanın telkiniyle bir zatın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl, bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de: İnsan garaz damariyle, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur, mü'min kardeşine adâvet eder. İnsanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur. L.)
AFV-CU
Afv isteyen. Afv arayan.
AFV-İ ANİL CERAHA
Huk: Kendisine cinayet yapılmış olan kimsenin, yaralanmadan dolayı malik olduğu kısas, diyet veya hükümet-i adl; yani, ehl-i vukufca tayin edilen diyet hakkını caniye bağışlamasıdır.
AFV-İ ANİLKAT'
Huk: Azalarından biri kesilen bir şahsın, buna karşılık hak kazandığı diyet veya kısas davalarından vaz geçmesi.
AFYON
Lât. Haşhaş sütünün birikmesinden ibaret bir madde.
AGÂH
(Ageh) f. Haberdar. Uyanık. Kalbi uyanık. Malumatlı. Basiretli. Vâkıf. Bilen.
AGÂHÂN
(Agâh. C.) f. Agâhlar, bilenler, bilgililer. Âlimler.
AGÂHÎ (AGEHÎ)
f. Malumat, vukuf, haberdarlık. Uyanıklık, teyakkuz, basiret.
AGAL
Darıltma, kışkırtma. * Çiğnemeden yutma. * Ağıl. * Arı kovanı.
AGALİŞ
f. Kışkırtma. * Birşeye saldırmak için kışkırtma.
AGANDE
f. Sucuk, yastık, minder gibi zorla doldurulmuş olan şeyler. * Bir çeşit zehirli olan haşere, böcek.
AGARR
Çok sıcak gün. * Kendini beğenmiş. * Asil, âlicenâb. * Beyaz.
AGARR-ÜL EYYÂM
En sıcak gün.
AGAŞTE
f. Bulaşmış.
AGAVAT
(Ağa. C.) Saray hizmetlerinde kullanılan harem ağaları.
AGAYAN
Ağalar.
AGAZ
f. Başlama. Mübâşeret.
AGBA
Daha küt, en küt. * Daha koyu, en koyu.
AGBER
Çok tozlu.
AGBEŞ
Boz renkli.
AGBİYA
(Gabi. C.) Ahmaklar, gabiler.
AGDEF
Uzun ve sarkık kulaklı.
AGDİYE
(Gada ve Gıda. C.) Yenip içilecek gıdalar.
AGEL
(Bak: İkal)
AGENDE-GUŞ
f. Söz dinlemeyen, aldırmayan, alçak ve hayırsız kimse.
AGESTE
f. Islanmış, ıslak.* Bulaşmış.
AGFER
Mağfiret eden, bağışlayan, afveden.
AGFER-ÜL-GAFİRÎN
Afvedenlerin en çok afvedeni. (Allah).
AGIRRA
(Garîr. C.) Tecrübesizler, safdiller, acemiler. * Mağrurlar.
AGİN
f. Dolu, doldurulmuş.
AGİSNA
Bize imdad eyle, yardım ihsan eyle (meâlinde duâ.)
AGİŞ
f. İlişik, sarkık. * Uzatılmış.
AGİYYE
İçine su biriken çukur.
AGLAK
(Galak. C.) Kilitler. * Kapalı, anlaşılmaz şeyler.
AGLAL
Ağaçlar arasında akan su. (Bak: Eglâl)
AGLAL
(Gull. C.) Boyna geçirilen zincirler. * Kelepçeler, pırangalar.
AGLAZ
(Galiz. den) kaba ve galiz şeyler.
AGLEB
Daha galib. Çok kerre, ekseriya. Çoğu. ("Ağleben - Ağlebâ" şeklinde de kullanılır.)
AGLEB-İ HÜKEMÂ
Hakîmlerin çoğu. Hakîmlerin ekserisi.
AGLEB-İ İHTİMAL
Büyük bir ihtimal.
AGLEF
Sünnetsiz. * Sandıkta kapalı. * Mc: Katılaşmış, duygusuz kalb.
AGLEZ
(Galiz. den ism-i tafdil) Pekçok kaba ve galiz.
AGMA
Yıldız. Yıldız akması.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
AGMAD
(Gımd. C.) Bıçak ve kılıç kınları.
AGMAK
Yukarı kalkmak, yükselmek, yukarıya meyletmek. * Buhar olup yukarı kalkmak, buharlaşmak.
AGMAR
(Gamr. C.) Yüce kimseler. * Seller. * (Gumr. C.) Bilgisizler, cahiller.
AGMAZ
(Gamz. C.) Göz yummalar, göz kırpmalar.
AGMAZ-UL AYN
(Egmaz-ul ayn) Gözü kapalı kimse. Çok müsamahakâr. Gafil.
AGNA
(Gani. den) Çok gani. En zengin.
AGNAM
(Ganem. C.) Koyunlar, keçiler. * Hayvanlardan alınan vergi anlamında kullanılan bir tabirdir.
AGNİYA
(Gani. C.) Zenginler, ganiler.
AGNİYE
(Bak: Ugniye)
AGNOSTİK
fels. Agnostisizm görüşünü benimseyen.
AGNOSTİSİZM
fels. Gerçeğin, mutlak hakikatın bilinemez olduğunu; insanın gerçeği, tam uygun bilgiyi elde edecek yaradılışta olmadığını kabul eden felsefe görüşü.
AGRA
Çok sevimli, yakışıklı.
AGRAFİ
yun. Yazma kabiliyetinin kaybedilmesi.
AGRANDİSMAN
Fr. Büyütme (Fotoğrafçılıkta kullanılır.)
AGRAR
(Gırr. C.) Tecrübesizler. Acemiler. Kolay aldananlar.
AGRAS
(Gars. C.) Taze fidanlar, yeni dikilmiş ağaçlar.
AGRAZ
(Garaz. C.) Garazlar. Fiil yapılırken gözetilen gayeler. Kasden ve bilerek yapılan kötülükler.
AGREB
(Garib. den) En garib, çok tuhaf.
AGREB-ÜL GARÂİB
Şaşılacak şeylerin en garibi.
AGREL
(C. Gurl) Sünnet olmamış kişi.
AGSAN
(Gusn. C.) Dallar, ağacın dalları. * Mc: Mânanın kısımları.
AGSEM
Beyazı siyahından daha fazla olan saç.
AGSER
Boz ve esmer renkli, çok tüylü abâ, kilim. * Kurbağa yosunu. * Karabatak kuşu. * Aşağılık ve âdi (adam).
AGŞA
Baygın adam. * Vücudu siyah yüzü beyaz olan hayvan.
AGŞİYE
(Gışa. C.) Perdeler, örtüler. * Zarflar, mahfazalar.
AGTAŞ
Karanlık. * Zayıf gözlü.
AGTEM
Sözü tutkunarak söyleyen. Kekeme.
AGTİYE
(Gıtâ. C.) Perdeler.
AGU
Zehir, sem.
AGUL
f. Hiddetlenerek göz ucuyla bakma.
AGUN
f. Baş aşağı, ters. * Uğursuz.
AGUNDE
f. Hallaç elinden geçmiş pamuk, atılmış pamuk.
AGUŞ
f. Kucak. * Sığınılan yer.
AGÜS
f. Taşcıların oymacılıkta kullandıkları demir kalem.
AGVA
Dalâlete en fazla sapan, giden. Sapık.
AGVAR
(Gar. C.) Mağaralar.
AGVAS
(Gavs. C.) Yardım istemek için bağırmalar. İmdat istemeler.
AGYAR
Yabancılar. Başkaları. * Rakipler. (Bak: Gayr)
AGYAZ
(Gayze. C.) Ağaçlıklar, meşelikler.
AGYED
Uykucu, tenbel. * Esmer vücutlu. * Nazik derili.
AGYER
(Gayret. den) Çok gayretli adam.
AGZA
(Gazâ. C.) Düşmanlarla savaşlar, muharebeler.
AGZEL
(C.: Uzelân-Uzul) Eğri kuyruklu at.* Silahsız kimse. * Yağmursuz bulut.
AGZİYE
(Gıdâ. C.) Yenilip içilecek şeyler. Gıdalar, besin maddeleri.
AĞA YERİ
Topkapı sarayında hazine kethüdasının oturduğu yer.
AĞDA
Bir kapta karıştırılıp pişirilerek koyulaşmış ve lüzucet kazanmış her nevi şeker vesaire.
AĞIL (AĞL)
Koyun, keçi vesair hayvanlara mahsus üstü açık, etrafı çit veya çalı çırpı ile çevrilmiş yer, mandıra.
AĞIT
Mersiye. Ölen kimse için söylenen ve onu öven ve üzüntüyü anlatan şiir. Ölen için ağlama. (Müslümanlıkta ölenin arkasından aşırı ağlayıp dövünme iyi değildir.)
AĞTABAKA
Tıb: Görme sinirlerinin göz yuvarlağı içinde dağılmasından meydana gelen zar.
AH
Kardeş, birader. * Dost.
AH
Maddi veya mânevi bir acı hissolundukta kullanılır. * Nedamet, pişmanlık ve teessüf beyan eder. * Birine acındığına, keder ve esef edildiğine delalet eder. Meselâ : Ah! Evladım! gibi.
AH
f. Aferin, bravo! manasına kullanılır.
AH U ENİN
Ah deyip inlemek, ağlamak. Ah u fizâr da aynı mânayı ifâde eder.
AHABİR
(Ahbâr. C.) Hikâyeler. * Rivayetler.
AHABİŞ
(Habeş. C.) Habeşliler.
AHAD
(Bak: Ehad)
AHADD
(Hadd. den) Pek keskin.
AHADÎ
Tek, yalnız. Birlere âid, birlere mensub.
AHADÎ HADİS
Rivâyet eden bir veya iki koldan olan veya mütevatir mertebesinde olmayan hadis demetir. İştihar haddine yetişmeyen hadistir. Şartları tamam olursa zann-ı galib ifade eder, muktezası ile amel vâcib olur. (Muvazzah İlm-i Kelâm)
AHADİD
Sopa ve kamçı gibi şeylerin vücudda bıraktığı izler. (Bak: Uhdud)
AHADİS
(Bak: Ehâdis)
AHADİYYET
(Bak: Ehadiyyet)
AHAFF
Pek hafif, çok hafif. * Düşüncesiz.
AHAKK
(Bak: Ehakk)
AHAL
f. Birşeye yaramıyarak atılacak olan şey, çerçöp.
AHALİ
(Ehl. C.) Halk, umum, nâs. * Bir memleketin yerlileri, bir memlekette oturanlar, yaşayanlar.
AHAMİRE
Acem milletinden bir tâife.
AHANN
Sözü burun içinden söyleyen. Burnundan konuşan.
AHAR
f. Hattatların kullandıkları kâğıda sürülen nişastalı yumurta. * Kahvaltı. * Bir nevi çelik.
AHAR
(Aher) Gayrı, başkası. Diğeri.
AHARR
Daha sıcak, en sıcak.
AHASS
(Bak: Ehass)
AHASS
Asılsız, kötü kimse.
AHAVAT
(Uht. C.) Kızkardeşler. * Benzer şeyler.
AHAVEYN
İki kardeş. * İslam âlimlerinden olan Urfalı Vaiz Mahmud Kâmil efendinin babası Mustafa Kâmil Efendi ve amcası Urfalı Mehmed Efendi. (Bak: Ehaveyn)
AHAZZ
Pek bahtiyar, mes'ud, şanslı, mutlu.
AHBA
(Haba. C.) Saray adamları.
AHBAB
Dost. Sevilen dostlar. Sevilenler. Ehibbâ, muhibler.
AHBAR
(Bak: Ehbâr)
AHBAR
(Haber. C.) Haberler. (Bak: Haber-İhbar)
AHBÂR-I GAYB
Bizce bilinmeyen gayb âlemlerine ve geleceğe dâir haberler.(... Hem de musibetlerin vakti muayyen olsa idi; musibet, başına gelen adam, musibetin intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade mânevi bir musibet -o intizardan- çekmemesi için, hikmet ve rahmet-i İlâhiyye tarafından gizli, perdeli bırakılmış. Ve ekser hâdisât-ı kevniyye-i gaybiyye böyle hikmetleri bulunduğundandır ki, gaibden haber vermek yasak edilmiş. $ düsturuna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki, medar-ı teklif ve hakaik-i imaniyeden başka olan umur-u gaybiyyeden izn-i Rabbâni ile haber verenler dahi, yalnız, işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbâr etmişler. Hatta "Tevrat" ve "İncil" ve "Zebur" da Peygamberimiz hakkında gelen müjdeler ve haberler dahi bir derece perdeli ve kapalı gelmiş ki, o kitabların bir kısım tabileri te'vil edip iman etmediler. Fakat itikad-ı imâniyyeye giren mes'eleleri tasrih ile ve tekrar ile ihbar etmek ve açık bir surette tebliğ etmek hikmet-i teklifin muktezası olduğundan, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan ve Tercümân-ı Zişanı (A.S.M.) umur-u uhreviyeden tafsilen ve hâdisât-ı istikbâliye-i dünyeviyeden icmâlen haber vermişler. Ş.)
AHBARÎ
Rivayetçi, rivayet eden kişi.
AHBAS
(Habs. C.) Su bentleri, havuzlar. * Hapisler, zindanlar. * Gayr-ı meşru vakıf yerler.
AHBAZ
(Hubz. C.) Ekmekler.
AHBEL
Divane, deli.
AHBEN
Çok su içmekten karnın şişip zahmetli olması.
AHBES
Pek çok pis, daha murdar. En habis, berbad.
AHBEŞ
Habeş, Habeşi.
AHBİYE
(Hıbâ. C.) Kıldan yapılmış göçebe çadırı. * Keçe ve kıldan yapılan evlerde konup göçen Türkler.
AHCAR
(Hacer. C.) Taşlar.
AHCEN
Burnu eğri kimse.
AHD
Vâdetme. Söz verme. Vefâ. Yemin. And. Misak. Peymân. * Asır. Devir. Tevhid. Mukavele. * Vasiyet.
AHD Ü MİSÂK
f. Yemin, anlaşma, sözleşme.
AHD Ü PEYMAN
f. Yemin etme, söz verme.
AHDA'
Çok alçakgönüllü, halim, mütevazi. İtaatli.
AHDA'
Boyun damarlarından bir damar. * Hilekâr, aldatıcı, kandırıcı.
AHDAK
(Hadeka. C.) Göz bebekleri.
AHDAN
(Hıdn. C.) Dostlar, yoldaşlar.
AHDAR
Yeşil, yemyeşil, pek yeşil.
AHDAR-I NÂZIR
Çok yeşil, yemyeşil, tam yeşil.
AHDAS
(Hades. C.) Yeni hâdiseler, fena şeyler. Dertler, musibetler. * Gençler.
AHDEB
Kambur.
AHDEB
Hiç kimsenin fikir ve düşüncesini beğenmeyen, ahmak. * Uzun boylu.
AHDEL
Boynu önüne eğilmiş olan. * Çok eğik olan şey.
AHDER
f. Kardeş çocuğu. Biraderzâde.
AHDER
(C.: Ehadir) Kavi ve galiz olmak. Kaba olmak. * Şaşı adam.
AHDERRÎ
Yabani eşek.
AHDES
Fikirli kişi.
AHDET
(C.: Ahâd) Yağmur yağdıktan sonra yağan yağmur.
AHDÎ
Ahde âid, sözleşmeye dâir.
AHD-İ ATİK
Tevrat, Zebur ve Mezamir'in bazıları, Yahudilerin eski ve mukaddes kitapları.
AHD-İ CEDİD
f. İncil.
AHD-NAME
f. Anlaşmanın şartlarını ve anlaşmayı yapanların imzalarını taşıyan kağıt.
AHEK-İ SİYAH
Rutubete dayanıklı olan bir cins çimento.
AHEK-İ TEFTE
Sönmemiş kireç.
AHEN
Demir. * Mc: Sert. Zincir. Kılıç.
AHEN-ÂŞİYÂN
f. Dikiş yüksüğü.
AHEN-BE
f. Dokunacak bezin veya çulhanın iki yanına konan demirli ağaç. Bu demirli ağaç bezin buruşukluğunu da açar.
AHEN-CÂN
f. Demir canlı. * Katı yürekli. * Sabırlı, tahammüllü.
AHEN-DEST
f. Demir elli, eli demir gibi olan.
AHEN-DİL
f. Demir yürekli, kahraman. * Merhametsiz, acımasız kimse.
AHENE
f. Demir halka.
AHEN-GER
f. Demirci. Demir yapan veya satan.
AHEN-GERÎ
f. Demircilik.
AHENİN
Demirden yapılmış, çok kuvvetli, pek sağlam.
AHENK
f. Seslerin arasındaki uygunluk. Düzgün tarz ve gidiş.
AHENKDÂR
f. Uygun, düzgün, âhenkli, makamlı.
AHEN-KEŞ
f. Demiri çeken. Mıknatıs.
AHEN-PUŞ
f. Demirler giymiş. Zırh kuşanmış.
AHEN-RÜBÂ
f. Demiri kapan, mıknatıs.
AHER
Başka, diğer, gayrı.
AHESTE
f. Yavaş, ağır.
AHESTEGÎ
f. Yavaşlık, acele etmemeklik.
AHESTE-REV
f. Aheste âheste yürüyen, acelesiz, yavaş yavaş yürüyen.
AHFA
Çok gizli, pek gizli.
AHFAD
Torunlar. Hafidler. Evlâd oğulları. Yardımcılar.
AHFAS
(Hıfs. C.) İşkembeler, kırkbayırlar.
AHFAZ
(Ahfad) Alçak ve çukur yer. * Mc: Çok alçak gönüllü. Mütevâzi.
AHFEC
Ayakları eğri.
AHFEŞ
Küçük gözlü, zayıf bakışlı. * Yalnız gece gören kimse. * Üç büyük Arab âliminin lâkabı. * Bulutlu günde görüp bulutsuz günde görmeyen.
AHFİYE
(Hıfâ. C.) Örtüler, perdeler, gizli şeyler. * Çiçeğin tomurcuğunu örten kabuk.
AHGER
f. Ateş koru. Yanar halde olan kömür.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
AHVED
Çok değişen.
AHVEF
En korkak. * Çok korkunç.
AHVEL
Bir şeyi çift gören, şaşı.
AHVER
Akıllı. * İri gözlü güzel. * Müşteri yıldızı. (Jüpiter) * Beyaz yüzlü, güzel gözlü adam.
AHVERÎ
Yumuşak, beyaz nesne.
AHVES
Karnı sarkık kişi. (Müe: Havsâ)
AHVES
Cesur, kahraman, yiğit, şecaatli, bahadır.
AHVEZİ
Cem'edici, toplayıcı. * Her işi insanlar arasında halleden.
AHVEZİ
Yeyni, hafif. * Tez, seri.
AHYÂ
(Hayy. C.) Diri olanlar. Hay olanlar. Canlılar.
AHYÂ VÜ EMVÂT
Diriler ve ölüler.
AHYAL
(Hayl. C.) : Atlar, at sürüleri. Atlı kıtalar.
AHYAN
(Hin. C.) Arasıra. Vakit vakit. Vakitler. Zamanlar.
AHYANEN
(İhyânen) Zaman zaman, arasıra. Kâh kâh.
AHYAR
Hayırlılar. * Dostlar. * İyilik sevenler. (Eşrar'ın zıddı)
AHYAZ
(Hayiz. C.) Odalar, bölmeler, bölümler.
AHYED
Hz. Peygamberin (A.S.M.) Tevrattaki bir ismidir.(Bazı metinlerde Uheyd, Uhidu, Uheydu, Uhyidu şeklinde yazılıdır.)(... İncil'de Ahmed, Tevrat'ta Ahyed, Kur'anda Muhammed ismiyle müsemma iki cihanın güneşi kabrin arka tarafında milyonlarca Faruki Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. M.N.)
AHYEF
Bir gözü gök, diğer gözü siyah olan.
AHYUS
Ekseriyetle su kenarında biten bir ot.
AHZ
Alma. * Tutma. * Kabul etme. * İşkence etme.
AHZ U İTÂ
Alışveriş.
AHZ U KABUL
Alıp kabul etmek.
AHZ Ü GİRİFT
Ele geçirme, yakalama. * Esir alma.
AHZ Ü KABZ
Kendine mal etme.
AHZA
Çok alçak, menfur kişi. Nefret edilmiş olan kimse.
AHZAB
(Hizb. C.) Hizbler, bölükler, kısımlar, gruplar. * Toprağı katı yer. * Kur'ânın kısımları. Hizbleri.
AHZAB SURESİ
Kur'ân-ı Kerimde otuzüçüncü surenin adı olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
AHZAD
Eğrilip bükülen, esnek.
AHZAN
(Hüzn. C.) Hüzünler, kederler, sıkıntılar, tasalar, gamlar.
AHZAR
(Hazer. C.) Endişeler, ihtiyatlar.
AHZAR
(Bak: Ahdar)
AHZEKA
Bodur ve şişman adam.
AHZEL
Beli kırılmış olan adam.
AHZEL
Yüksek olmak, irtifa.
AHZEM
İşini sıkı tutan, ihtiyatlı, tedbirli. * Yüksek yer. * Göğsü büyük.
AHZEM
Erkek yılan.
AHZEN
Çok hüzünlü kederli. En tasalı, daha gamlı.
AHZER
Devamlı gözünü kırpan adam. * Ufak gözlü olan kimse.
AHZETMEK
Almak. Tasarrufuna dahil etmek. Tahsil etmek.
AHZ-I ASKER
Askere alma. * Askere alınma.
AHZ-I MİSAK
Sözleşme. * Yemin etme.
AİB
(Bak: Ayib)
AİD
Geri gelen, dönen. Râci. Dâir. * Bir kimse veya bir şeyle ilgili olan. * Hastayı ziyaret eden.
AİDAT
(Aide. C.) Gelirler, kazançlar. * Resim, vergi. İrad. Belirli sürelerde bir derneğe ödenmesi taahhüd edilen para.
AİDE
(C: Avâid - Aidat) Kâr, kazanç, fayda, gelir.
AİDİYYET
Alâkalılık, ilgililik. Aid olma. Birine mahsus olma.
AİK
(Aika ) Mâni'. Alıkoyan. Engel. Meşgale. Bir işten alıkoyup men ve sarfeden.
AİKA
(C. Avâik) Alıkoymaya ve te'hire sebep olan şey, mâni, engel.
AİL
Ailesini geçindiren, idare eden. Kalabalık ailesi olan. Fakir.
AİLE
Erkeğin karısı. * Ev halkı. * Akraba. * Aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi.(Kadının aile hayatında müdür-ü dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan en esaslı hasleti; sadakattır, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakatı kırar; kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir. Kötü haslet sayılırlar. L.)
AİLE-PERVER
f. Evine düşkün, ailesine düşkün.
AİLEVÎ
Aile ile ilgili.
AİNNE
(İnan. C.) : Dizginler.
AİR
Göz ağrısı.
AİŞ
Yaşıyan. * Rahat yaşıyan.
AİŞE
(Bak: Ayişe)
AİZ
Karşılık olarak veren. * Karşılık olarak verilmiş olan.
AİZ
Yeni doğmuş deve yavrusu.
AİZZE
(Bak: Eizze)
AJ
f. Dinlenme, rahat hâl, istirahat.
AJAN
Fr. Bir şahsın, bir şirketin veya bir devletin bazı işlerini gören kimse. * Gizli vazifeli olan kişi.
AJANDA
Akılda tutulması icab eden şeyleri not etmeye yarayan, takvim şeklinde tanzim edilmiş defter.
AJANS
Fr. Her türlü havadisi toplayıp, ilgili mevkilere bildiren kuruluş. * Ticari bir teşekkülün kolu.
AJEH
f. Vücutta çıkan pürtüklü küçük ur.
AJENDE
f. Çamur. * Binalarda kullanılan harç.
AJİG
f. Nefret, kin ve düşmanlık.
AJİH
f. Kir, küf. * Çapak.
AJİNE
f. Değirmen taşı gibi maddeleri yontup düzelten demir alet. Dişengi.
AJİR
f. Göl, havuz. * Kalabalık, izdiham. * Bağırma, feryât. * Çekingen. * Akıllı, uyanık. * Amâde, hazır.
AJİRAK
f. Gürültü, ses. Bağırış.
AJUR
Fr. Gözenek. Göz göz işlenmiş nakış.
AJÜG
f. Hurma lifi. * Ağaç budama.
AK ALEM
Osmanlılarda saltanat sancağı.
AK ANBER
Beyaz cins anber.
AKA
İran Türkleri "ağa" yerine kullanırlar.
AKAB
Topuk. Ökçe. * Bir şeyin hemen arkası. * Bir şeyin gerisinde olan zaman veya mekan.
A'KAB
(Akab. C.) Bir şeyin hemen sonrası.
AKABE
(C.: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş. * Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz. * Muhatara, tehlike. * Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi. * Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan dar bir körfezin ismi.
AKABE BİATI
Nübüvvetin 11. senesinde Mekke'nin haricindeki Akabe denilen yerde Medine ahalisinden bir cemaatın, Hz. Peygamber'le (A.S.M.) gürüşüp konuşarak İslâm'ı kabul ve tasdik ettikleri biat hâdisesi.
AKAB-GİR
f. Peşe düşen, kovalıyan.
AKABİNDE
Arkasından, hemen arkadan. Hemen ardından.
AKAB-REV
f. Arkadan gelen. Peşe düşmüş, arkaya takılmış.
AKADEMİ
yun. Yüksek mekteb. * Âlimler, edebiyatçılar heyeti. * Eflatun'un vaktiyle talebesine ders verdiği yer. * Çıplak modelden yapılan insan resmi. * Belli bir ilmin gelişme ve ilerlemesini te'min maksadı ile müşterek tetebbularda veya serbest tedrisatta bulunan salâhiyetli kimseler topluluğu. (Huk. L.)
AKAĞA
Osmanlı saraylarında hizmet gören beyaz hadımağası.
AKAİD
(Akide. C.) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar.(Akaidî ve imanî hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah'ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle vicdanî ve aklî olan imani hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve te'sirleri zayıf kalır. Bu hale, Alem-i İslâmın hâl-i hazırdaki vaziyeti şahittir. İ.İ)
AKAİD-İ DİNİYE
Dini akideler. İmâni esaslar.(Ben tahmin ediyorum ki: Eğer şeyh Abdulkadir-i Geylâni (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmâm-ı Rabbâni (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsa idiler; bütün himmetlerini hakaik-ı imâniyyenin ve akaid-i İslâmiyyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü, saadet-i ebediyyenin medârı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyyeye sebebiyet verir. M.)
AKAK
Sıcak çok olmak.
AKAK
(C.: Akâık ) Saksağan kuşu.
AK'AK
Saksağan.
AK'AKA
Saksağan sesi.
AKAKİR
(Akkar. C.) Tıb: İlaç yerine kullanılan nebâtî kökler.
A'KAL
En akıllı. Pek akıllı. Daha akıllı.
AKALA
Bir çeşit pamuk.
AKALİD
Yoğurt.
AKALİM
(Ekalim) (İklim. C.) İklimler. * Dünyanın kıt'a ve memleketleri.
AKALİT
Yoğurt.
AKALL
(Ekall) Daha az. En az.
AKALL-İ KALİL
En az. Azın azı.
AKALLİYET
(Ekalliyet) Azlık. Azınlık. * Bir ülkede hâkim unsurların haricinde olan ve ekseriyet teşkil edemiyen insanlar.
AKAM
Çocuksuz, çocuğu olmayan, kısır. * Tedavisi kabil olmayan hastalık.
AKAM
Erkek ve dişi kısırlığı.
AKAM
(Bak: Ekkâm)
AKAM
Yük bağladıkları ip.
AK'AM
Burnu eğri.
AKAMET
Neticesizlik. Kısırlık, sonu alınmama.
AKAN
Deve ayağını bağladıkları ip.
AKANYILDIZ
Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap.
AKAR
Köşk, yüksek bina. * Bâbil vilayetinde bir yer adı. * Dehşetli olmak. Yaralamak. Boğazlamak. * Korku ve dehşetten kişinin ayakları titreyip dövüşememesi.
AKAR
Zayi etme, kaybetme. * Kumlu yer. * Para getiren mülk. (Ev, dükkân gibi.)
A'KAR
Kısır.
AKARAT
(Akar. C.) Gelir getiren yapılar ve mallar.
AKARET
Kısırlık, kısır olma.
AKARİB
(Akreb. C.) Kuyruğunda zehiri bulunan bir hayvancık olan akrebler.
AKARİB
(Bak: Ekarib)
AKAS
Çirkin kokulu olma.
A'KAS
Boynuzu kulağı ardında bitmiş veya boynuzu kulağı ardına gelmiş nesne.
AKASIR
(Akser. C.) Pek kısalar.
AKASİ
(Aksa. C.) Çok uzaklar.
AKAT
Evin ortası. Evin çevresi, etrafı.
AKAT
Çukur yer.
AKAVİL
(Bak: Ekavil)
AKB
Sakalın kaba ve sık olması.
AKBEH
(Kabih. den) En çirkin. Çok kabih.
AKBEL
Eğri gözlü. * Kabiliyetli kimse. * En çok beğenilen
AKBENEK
Gözün saydam tabakasında bir yara veya çıbandan kalan ve görmeyi yavaş yavaş azaltan beyaz benek.
AKBİYE
(Kubâ. C.) Kaftanlar, üste giyilen elbiseler.
AKCİĞER
Göğüs boşluğunu dolduran ve solunmağa yarayan bir organ. Ree.
AKÇA
(Akçe) Beyaz, oldukça beyaz. * Para. * Eskiden para ölçüsü olarak kullanılan küçük gümüş sikke.
AKD
Anlaşma. Sözleşme. * Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.* Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesine de in'ikad denilir.
AKDAM
(Kadem. C.) Ayaklar, kademler.
AKDAR
Değerler. Kudretler.
AKDEM
Daha önce. Daha ileri. Daha mühim.
AKDEM-İ UMUR
İşlerin en mühimmi.
AKDEMÎN (AKDEMÛN)
Daha evvelce yaşamış olanlar. Geçmişler. İleride ve daha mühim kimseler. * Eksikler. (Bak: Kudemâ)
AKDER
En kudretli. * Kısa boylu.
AKDERİ
Eski zamanda kağıt yerine kullanılan ve üzerine yazı yazılan deri.
AKDES
En kudsi. En mübarek.
AKD-İ MECLİS
Konuşmak için toplanma, meclis kurma.
AKD-İ MUAVAZA
Hibe ve sadaka gibi teberruattan olmayıp iki taraftan ivaz verilerek yapılan akd, ivazlı akd. Satış, trampa gibi.
AKD-İ ZİMMET
İslâmlarla muharebe etmiş veya eden bir şahsın veya bir cemaatın İslâm ahd u emânını, yani tâbiiyyetini kabul etmesi.
AKDİYYE
Mafsallarda bulunan yumru ve düğüm.
A'KEF
Ahmak.
AKEM
Vergisi olmayan emlâk. Türbe, cami, köprü, çeşme gibi.
AKER
Zeytinyağı tortusu.
AKERKER
Kuvvetli arslan. * Yoğurt.
AKESE
f. Ökse. * Bir şeye ilişmiş, asılmış.
AKEVKA'
Kısa boylu.
AKF
Hapsetmek. Vakfetmek.
AKF
Eğmek, meylettirmek.
AKFA
(Kafâ. C.) Başın arka kısımları. Enseler.
AKFAL
(Kufl. C.) Kilitler. Kapı kilitleri.
AKFAR
(Kafr. C.) Sahralar, çöller.
AKFAS
(Kafas. C.) Hamal küfeleri. * Kafesler.
AKFEN
Kulağı küçük ve kalın olan.
AKFER
Çok kısır, en kısır. * İki ön ayakları dirseğine kadar beyaz olan at
AKHAF
(Kıhf. C.) Ağaç kaplar, ağaçtan yapılmış kaplar. * Kafa tasları.
AKHEB
Rengi bozrak olan ak nesne.
AKHEBAN
Fil, câmus.
AKHER
En kahredici, çok kahreden.
AKIL
(Bak: Akl)
AKILCILIK
(Rasyonalizm) fels. İnsanın, akılla gerçeğe uygun bilgiyi bulabileceğini, aklın doğru kabul ettiği bilginin şübhe götürmez kesinlikte doğru olduğunu kabul ettiği felsefe. Tenkitçi felsefe, deneyci felsefe, psikoloji ve sosyoloji bu felsefenin aşırı iddialarını çürütmüştür. Bugünkü ilim adamları herşeyi tam doğru olarak biliyoruz iddiasından uzak, daha alçak gönüllü bir hareket tarzını benimsemektedirler. (... izm) şeklinde ifade edilen görüşlere körü körüne ve acele ile bağlanmayı doğru görmemektedirler.
AKIL-FÜRUŞ
f. Akıl satan, daha akıllı olduğunu göstermeğe çalışan.
AKILSUZ
f. Aklı yandıran, aklı gideren.
AKINCI
Keşif, yağma ve tahrib kasdıyla ecnebi memleketlere akın yapan kişi. Akıncılık, Osman Bey zamanında başlamıştır.
AKINTI
Bir sıvı cismin mütemadiyen hareketi, akış. * Nehir veya deniz suyunun bir tarafa doğru cereyanı. * Bazı hastalıklarda vücuttaki bir delikten cerahat akması.
AKIS
İnatçı, muannid.
AKİ
(Akk. dan) İsyan eden, başkaldıran, âsi.
AKİB
Ayağın ökçesi. Adamın evlâdı, evlâdının evlâdı.
AKÎB
Bir şeyin ardından gelen. Arkası sıra giden.
AKİD
Aralarında akid yapanlardan her birisi. (Bak: Akd)
AKİDE
İnanılan ve itikad edilen esas. İmân. * Bir nevi şeker adı.
AKİDE-İ TEVHİD
Allah'ın bir olduğuna inanmak.
AKİFAN
Uzun ayaklı karınca. * Araptan bir kabile adı.
AKİK
Bunaltıcı sıcaklık.
AKİK
Meşhur ve kıymetli, ekseriya kırmızı renkte olan ve yüzük gibi şeylere takılan taş. * Hicaz vilâyetinde bir vâdi. * Yolunu yaran gür su.
AKİKA
Yeni doğan bir çocuğun başındaki ana tüyü. Yahut böyle bir çocuk için Cenab-ı Hakk'a şükür niyetiyle kesilen kurbanın adı. Bu kurbana "Nesike" de denir.
AKÎLE
(C.: Akayil) Baba tarafından akraba. * Her şeyin en iyisi.
AKİM
(C.: Akâm-Ukum) İçinde giyecek olan büyük çuval.
AKÎM
Neticesiz, sonu yok. Beyhude. * Yağmur getirmeyen rüzgar. * Çocuğu olmayan, kısır. Doğurmayan (kadın), doğurtmayan (erkek).
AKİR
Yaralanmış, cerih.
AKİRE
Ses, sedâ, savt.
AKİS
(Aks) İnatçı, muannid.
AKİS
Tersine dönen, vuran, çarpan. Akseden.
AKİS
(Aks) Bir şeyin zıddı, simetriği, tersi. * Hareketli bir cismin hareketinin tersine dönmesi. * Bir şeyin evvelinin âhirine, âhirinin evveline dönmesi. * Çarpışma, çarpıp geri dönme. * Mantıkta: Bir düşünme ve akıl yürütme şekli; bir iddianın konusunu yüklem, yüklemini konu yapmakla bir sonuç elde etmek. Meselâ : "Her sanatkâr kabiliyetli "yetenekli" dir. O halde bazı yetenekliler sanatkârdır."
AKİS
Yere gömüp köklendikten sonra kestikleri üzüm çubuğu. * Üzerine yağ koyup içtikleri taze süt. * Sütlü çorba.
AKİSA
(C.: İkâs) Saç örgüsü.
AKİSE
Işığı aksettiren âlet.
AKİSE
Çok fazla deve. * Karanlık gece.
AKK
Serkeş, inadçı.
AKK
(C.: Ukuk) Serkeşlik. Anaya, babaya itaatsizlik. * Yarmak. * (Koyun) kuzularken ölmek.
AKKÂL
Çok yiyen, obur. * Tıb: Etrafındaki etleri çürütüp mahveden (yara).
AKKÂM
Deve kiralayıcısı, deve ile ücret karşılığında eşya taşıyan adam. * Hacca Surre-i Hümayun ile birlikte giden hademe. * Çadır mehteri.
AKKOR
(Bak: Nâr-ı beyza)
AKKUB
Devenin çok yediği yassı yapraklı bir dikenli ot.
AKL
(Akıl) Men'etmek. * Sığınacak yer. * Kırmızı mihfe örtüsü. * Diyet. * İnsanın; hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden eser sahibine intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti. Zihin, zekâ, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, kuvve-i hâfıza, mülâhaza, re'y, yaptığını bilme. İlim, zihinde hâsıl olan sûret. İnsan zihninin sıfatı. Kalbde Hak ve bâtılı ayırdedebilen bir nur. * Huk: Bir cinayetten dolayı, icab eden diyeti vermektir. Diyet mânasına da kullanılır. Akıl, esasen imsak ve imtisak mânasınadır. Diyet vermek, kan dökülmesini men' ve imsak edecek müeyyid bir kuvvet mesâbesinde olduğundan bu cihetle de diyete akl denilmiş olması melhuzdur. (Huk. L.)(Mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mu'tezile imamları, zinet-i surîsine meftun olup, o mesleğe ciddi temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi bir mü'min derecesine çıkabilmişler. S.)(Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer'i, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre miskâl o sünnetlerden inhiraf ve udul ederse; şeytanlara mel'abe, evhama merkep, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır. Ve kezâ, o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki; onlara temessük eden yükselir; saadetlere nail olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semâya çıkmak hamakatinde bulunan fir'avn gibi bir fir'avn olur. M.N.)
AKL
Sürmek. * Ölmek. * İp ile bağlamak.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
AKLA'
Eli kesik.
AKLAH
Sarı dişli.
AKLAM
(Kalem. C.) Kalemler. Oklar. Yayla atılan eski zaman silahlarından biri.
AKLAN
(Bak: Mâile)
AKLEB
Sarkık dudaklı.
AKLED
Yoğurt.
AKLEN
Akıl ile. Akıl yolu ile.
AKLEN VE NAKLEN
Akıl ve haberlerin nakline göre. Akıl ve nakil yolu ile.
AKLET
Yoğurt.
AKL-I BÂLİĞ
Yetişmiş genç. Erginlik hâli. Onbeşini doldurmuş genç.
AKL-I BEŞER
İnsan aklı. İnsan düşüncesi.(Kur'anın hakaik-ı İlâhiyeye dair beyanatı ve tılsım-ı kâinatı fethedip ve hilkat-ı âlemin muammasını açan beyanat-ı kevniyesi, ihbarat-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünkü: O hakaik-ı gaybiyeyi hadsiz dalâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhi hükemaları o mesâilin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği mâlumdur. Hem Kur'an, gösterdiği o hakaik-ı İlâhiye ve hakaik-ı kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü: "Sadakte" deyip o hakaikı kabul eder. Kur'ana, "Bârekâllah" der... Amma ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat, Kur'anın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde isbat ediyor. S.)
AKL-I EVVEL
İlk akıl, hılkî ve cibilli olan akıl. (Bir kısım eski ve sapık felsefecilere ve hususan İşrakıyyuna göre; teselsül tâbiri ile müessiriyetini iddia ettikleri sebeblerden birincisidir. Bunun neticesi şirke gider. Bunlarca, akl-ı evvel Allah'ın mahluku olup ve bundan ikinci akıl, ikincisinden üçüncü akıl... ve böylece "Ukul-ü Aşere" dedikleri birbirinden türeyen on akıl varlığı tevehhüm edilerek dalâlete gidilmiştir.)(Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan ( $ ) "Birden bir sudur eder" Yani, "bir zattan, bizzat bir tek sudur edebilir. Sâir şeyler vasıtalar vasıtası ile ondan sudur eder." diye, Ganiyy-i alel-ıtlak ve Kadir-i Mutlakı, âciz vasaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vasaite, rububiyyette bir nevi şirket verip Halik-ı Zül Celâle "Akl-ı evvel" nâmında bir mahluku verip âdeta sair mülkünü esbaba ve vasâite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-alûd ve dalâlet-pişe o felsefenin düsturu nerede?... Hükemânın yüksek kısmı olan İşrakıyyun böyle halt etseler; maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas edebilirsin. S.)
AKL-I FA'AL
İşleyen ve çalışan akıl.
AKL-I KÜLLÎ
Kâinatta görülen umumi ahenk. Her şeyi kavrayan akıl.
AKL-I MAAD (MEAD)
İrfan ve ilimle terbiye olan âhiretini düşünen akıl. Geleceği kavrayan akıl.
AKL-I MAAŞ
Aklın en alt tabakası. Dünyada geçim işini düşünen akıl.
AKL-I MATBU'
Yaradılıştan olup, her çocukta olan akıl. Öğrenmeden var olan fıtrî akıl. Bu akıl mümeyyiz olmayıp kabil-i hitap değildir.
AKL-I MESMU'
Kabil-i hitab olan akıl. Sonradan tecrübe ve bilgiyle gelişen akıl. Hayrı ve şerri fark edebilen ve mümeyyiz olan kimsenin aklıdır.
AKL-I SELİM
(Hiss-i selim) İyiyi kötüyü farkedip, insana hak ve hakikatı, iman ve İslâmiyeti tâkib ettiren akıl ve düşünüş. Normal ve müsbet düşünce.
AKLÎ
Akıl ile bilinen veya bulunan şey. Akla mensub. Akla dâir ve müteallik.
AKLİYYAT
Müşahedeye ve tecrübeye girmeyen ve sadece akıl ile düşünülen şeyler ve hususlar. Nazarî meseleler. (Bak: Mücerredât, Ma'kulat)(Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da, ulum-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevî olan hastalıklar, insanlarıaklî ilimlere teşvik ve sevkeder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye mübtelâ olur. M.N.)
AKLİYYE
Akılcılık. Akıl ile anlaşılan ve bulunan. Akıl hastalıkları.
AKLİYYUN
(Rasyonalistler) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddiasında olan, hadiseleri yalnız akıl ile araştırıp hakikat ve hikmetlerini tam bulamayıp, aklına güvenip dine tâbi olmayan filozoflar ve onların yolunda kalarak dalâlete gidenler. Bunlar iki kola ayrılır. Uluhiyeti ve vahyi inkâr eden birinci kısım, insan aklının her meseleyi çözebileceğini iddia ederler. Allah'a ve vahye inanan ikinci kısım ise, Allah'a, ruha, âhiret gününe, kitap ve peygambere inanmanın makul olduğunu, dinde akla uymayan bir tarafın bulunmadığını isbat etmek isterler.
AKM
Kısırlık.
AKMADDE
Anatomi: Omuriliğin dış; beynin iç tabakasını meydana getiren sinir lifleri. Beyin hücrelerinin çoğunu, akmadde teşkil eder.
AKMAR
(Kamer. C.) Aylar. Yıldızlar.
AKMED
Ensesi uzun ve kalın olan kimse. * Uzun boylu.
AKMER
Ay gibi beyaz (yüz). Akça şey.
AKMÎ
Yıpranmış, eskimiş. * Anlaşılmaz.
AKMİSE
(Kamis. C.) Gömlekler.
AKMİŞE
(Kumaş. C.) Kumaşlar, dokumalar.
AKMUS
Eşek, hımar.
AKNA
İnce, yumru burunlu kimse.
AKNA'
En çok kanaat getiren, en mukni'.
AKNAN
(Kınn. C.) Kullar, köleler.
AKONİTİN
Fr. Kurtboğan denilen bir bitkiden çıkan zehirleyici bir madde.
AKONT
Fr. Sonradan hesaplaşmak üzere bir borç veya kazanç hissesinden alacaklıya yapılan ödeme.
AKRA'
(Kara. C.) Sırtlar, arkalar.
AKRA'
Başı kel olan. * Saçları dökülmüş olan. * Çıplak dağ.
AKRABA
Aralarında soyca, nesebce yakınlık olanlar. Yakınlar.
AKRAD
Emir, bey.
AKRAH
Alnının ortasında akçe kadar beyaz yeri olan at.
AKRAN
(Karin. C.) Birbirlerine derece, sınıf, liyâkat ciheti ile benzeyenler. Mümâsil. Emsal.
AKRAS
(Kurs. C.) Yuvarlaklar, daireler, çemberler.
AKRAT
Kaşları olmayan.
AKRE'
Çok lâtif ve pek güzel Kur'an okuyan.
AKREB
Zehirli ve tehlikeli küçük hayvancık. * Saatin kısa ibresi. * Semâda bir burç ismi.
AKREB
En yakın. Daha yakın. Ziyade yakın.
AKREBE
Dişi akrep. * Çevik ve zeki cariye. * Ayakkabı bağcığı. * Kazan, tencere gibi eşyaları ateş üzerine asmağa yarayan "S" şeklindeki kanca.
AKREBEK
f. Küçük akrep. Saatin kısa olan ibresi.
AKREB-İ MEKNİYYAT
Huk:Meşrut-un lehi bildiren zamirin en yakın mercii mânasını anlatır. Meselâ: Bir vakfiyede vâkıf tevliyetini evvelâ kendisine, sonra oğlu "A" ya, sonra çocuklarına şart etse, çocukları tabirindeki zamir vâkıfın kendisine değil de en yakın merci'i bulunan "A" nın çocuklarına hamlolunur. (Huk.L.)
AKREBİYYET
Daha yakın oluş. * Cenab-ı Hakkın insana olan yakınlığı. (Bak: Kurbiyet)
AKREF
Anası Arabdan babası başka milletten olan kimse.
AKREN
Kaşı çatık olan adam.
AKRES
Bir çeşit tuzlu veya ekşi ottur ve "devenin yemişidir."
AKREŞE
Dişi tavşan.
AKRET
Kısırlık.
AKRET
Deve sürüsü. (50 ile 100 arası) * Dil dibi.
AKRİBA
(Bak: Akraba)
AKRİHA
(Karah. C.) Temiz su. * Ağaçsız yer, ağacı olmayan tarla.
AKROMATOPSİ
Tıb: Renk körlüğü.
AKROPOL
yun. Eski Yunan şehirlerinde içinde saray ve tapınakların bulunduğu müstahkem tepe.
AKROSTİŞ
yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume.
AKRUBAN
Erkek akrep.
AKRÜB
(Karib. C.) Sandallar.
AKS
(C.: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters. * Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi. * Döndürmek. * Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak. * Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak.
AKS
Boynuzu eğri ve kayık olmak. * Bağlamak. * Dövmek. * Saçlarının ucunu başının etrafına kadınlar gibi lif etmek. * Saçını kıvırcık göstermek. * Bahillik etmek.
AKS
Yaramaz huylu. * Katı kumlu yer.
AKS
Karıştırmak. * Bir ağaç cinsi.
AKSA
En uzak. En son. Kusvâ. Nihayet. Irak.
AKSA'
Boynuzu arka tarafına kaymış olan koyun.
AKSAB
(Kusb. C.) Kalın bağırsaklar.
AKSAD
Kırık şey.
AKSAKAL
Köy ihtiyarı. Köy ihtiyar heyetinin başı.Muhtar.
AKSA-L-GAYAT
Gayelerin en ilerisi, en büyüğü.
AKSAM
(Kısım. C.) Kısımlar. Bölümler. Parçalar.
AKSAM
Dişi yarısından ufanmış. * Boynuzsuz davar.
AKSAM-I SEB'A
Yedi kısım. * Gr: Kelimelerin (sahih, misâl, muzaaf, lefif, nakıs, mehmuz, ecvef) bölümleri.
AKSAM-I SELASE
Üç kısım. * Gr: İsim, fiil, harf bölümleri.
AKSAR
(Akser) Daha kısa. Pek kısa. En kısa.
AKSAT
(Kıst. C.) Hisseler. Nasibler.
AKSAT
Çok doğru olan şey. Ayakları kuru olan hayvan.
AKSATA
(Bak: Ahz u ita)
AKSAY
Çok uzak.
AKSÂ-YI BİLÂD
Bir memleketin sınır bölgeleri, hudut beldeleri.
AKSÂ-YI EMEL
Mefkûre, ideal, gaye-i hayal.
AKSA-YI GARB
Uzak garp, uzak batı.
AKSA-YI MERAM
Meramların, arzuların en sonu. Emellerin son haddi.
AKSÂ-YI MERÂTİB
Rütbelerin, mertebelerin en büyüğü.
AKSÂ-YI ŞARK
Uzak Doğu. Çin, Japonya gibi yerler.
AKSÂ-YI TERAKKİ
Tekâmülün son basamağı. Terakkinin son hududu.
AKS-ENDAZ
f. Çarpıp duran.
AKSER
(Kasir. den) (C: Akasır) En kısa, çok kısa.
AKSER-İ EYYAM
En kısa gün, günlerin en kısası.
AKSER-İ TURUK
En kısa yol, yolların en kısası.
AKSET
Ahsen, en güzel.AKSÎ : İnatçı. * Geçimsiz, huysuz. Uğursuz. * Ters, zıd.
AKS-İ DÂVA
Zıt hüküm. Karşı dâvâ (Zıt teorem.)
AKS-İ KAZİYE
(Mantıkta) Doğru farzedilen bir hükmün, konusu ile yükleminin (mahmulünün) ters çevrilmesi ile zaruri bir sonucun elde edilmesidir. Çeşitli şekilleri vardır. Meselâ : "Her insan canlıdır." sözünde konu olan insan ile, yüklem olan canlı sözü yer değiştirilerek (aksedilerek) şu hüküm elde edilir: "Bazı canlılar insandır."
AKS-İ MÜLEVVEN
Renkli akis.
AKS-İ SADÂ
Sesin bir yere çarpıp geri gelmesi. Yankı. Çok evvelden söylenen bir hakikatın sonradan tekrar edilmesi.
AKSİYON
Fr. Şirket ve ticaret hissesi. * Kuvvet ve enerjinin dışa ve fiile çıkması.
AKSON
yun.Tıb: Sinir hücrelerinden çıkan uzantıların en önemlisi.
AKSU
t. Gözlerde görülen bir hastalık.
AKS-ÜL AMEL
İstenilen şeyin zıddı hasıl olması. Tersine oluş. (Reaksiyon) * Edb: Edebi san'atlardandır. Bir cümle veya mısrânın altını üstüne getirmekle, başka bir cümle veya mısrâ yapmaktır. Pertev paşanın: "Her düzün bir yokuşu, her yokuşun bir düzü var." mısrâında olduğu gibi.(Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihatı, bazan damara dokundurur; aksülamel yapar. M.)
AKSÜLAMEL
(Bak: Aks-ül amel)
AKSÜLÜMEN
Kim. Klor ile civadan mürekkeb zehirleyici te'siri fazla olan bir tuz.
AKS-ÜN NAKÎZ
Birbirine zıt olan iki şey. * Man: Mevzuun nakîzini yüklem; ve yüklemin nakîzini de mevzu kılmak. Misâl: "Her aklı başında olan insan Allah'ı tanır" kaziyesinden aks-ün nakîz yolu ile şu hüküm elde edilir: "Allah'ı tanımayanlar, aklı başında olmayan insanlardır."
AKŞAR
(Akşın) Doğuştan derisi, kılları beyaz olan insan veya hayvan.
AKŞER
Kızıl çehreli, kırmızı yüzlü adam.
AKŞET
(C.: Kuşut) Burun kamışı çökük ve yassı olan.
AKTA'
Kesmeler, kırılmalar. * Beylik araziler. * Alâkasızlıklar.
AKTA'
Eli kesik olan adam.
AKTAAN
Kalem, seyf.
AKTAB
(Kutb. C.) Kutublar. Hak tarikatların reisleri, şahları.(Âlem-i İslâmda, her biri ümmetin ehemmiyetli bir kısmını dâire-i dersine alıp hârika irşad ve kerametlerle manevi terakki ettiren ve hüccetler yerine müşahedata, keşfiyyata dayanan en derin ehl-i tahkik ve hakikat olan zatlar. Ş.)
AKTAB-I EHL-İ BEYT
Ehl-i Beytten yetişen kutublar. Yâni, büyük mürşidler.
AKTAB-I ERBAA
Ehl-i sünnet âlimleri ve mütebahhir ve maneviyatta çok ileri zatlar tarafından şimdiye kadar dört büyük kutup olarak bilinen veliler.(Seyyid Abdulkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rufâi, Seyyid İbrahim Desuki.)
AKTAN
(Kutn. C.) Pamuklar.
AKTAR
(Kutr. C.) Kuturlar. Çaplar. Dâirenin merkezinden geçen doğru hatlar. * Her taraf. * Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Güzel kokular tâciri. * Ecza, ilâç satan adam. * Mahalle aralarında bazı baharatla iğne, iplik vesaire satan satıcı.
AKTÂR-I ÂLEM
Her taraf. Alemin dört bucağı. Alemin her yeri.
AKTÂR-I BEDEN
Vücudun her tarafı.
AKTİVİZM
Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan felsefî bir meslek.
AKTÖR
Fr. Tiyatroda erkek oyuncu.
AKTRİS
Tiyatroda kadın oyuncu.
AKTÜALİTE
Fr. Bugünkü hâdise veya mevzu. Günlük hâdiseler.
AKTÜEL
Fr. Bugünkü, şimdiki.
AKU
f. Baykuş, puhu.
AKUB
Toz.
AKUK
(Bak: Ukuk)
AKUL
İshalden kurtaran bir ilâç.
AKUM
İyileşmez yara. Kısırlık. * Zahmet.
AKUR
Yaralıyan, ısıran köpek. Kuduz, azgın köpek. * Çok şerir, kötü kimse.
AKURÂNE
f. Kuduzcasına, kudurmuşcasına, saldırırcasına.
AKUSTİK
Fr. Sese ait.Ses mevzuu. Kapalı yerde ses dağılma sistemi.
AKÜMÜLATÖR
Fr. Fiz: Elektrik enejisini depo eden cihaz.
AKVA
Daha kuvvetli. En kuvvetli. (Bak: Ekva)
AKVA'
Kuyruğu beyaz, gövdesi siyah olan dişi koyun.
AKVAL
(Kavl. C.) Sözler, kaviller.
AKVAL-İ HAKÎMÂNE
f. Hikmet sahiblerine yakışır sözler.
AKVAM
(Kavim. C.) Kavimler. Milletler. Toplumlar.
AKVÂM-I BEŞER
İnsan toplumları. İnsan kavimleri.
AKVAREL
Sulu boya resim.
AKVARYUM
Lat. Su hayvanlarını veya bitkilerini besleyebilecek tarzda yapılmış camdan su kabı.
AKVAS
(Kavs. C.) Kavisler, yaylar. * Virajlar, büklümler.
AKVAT
(Kut. C.) Yiyecekler, azıklar.
AKVAT-I YEVMİYYE
Geçim, derd-i maişet için lazım olan günlük yiyecekler.
AKVAZ
(Kavz. C.) Kum tepeleri.
AKVE
Evin önündeki açıklık, meydanlık. Avlu.
AKVED
Uzun boyunlu.
AKVEM
Daha doğru. En doğrru.
AKVERİN (AKVERİYAT)
Büyük belâlar, musibetler, âfetler.
AKVES
Sıkıntılı an. * İhtiyarlıktan beli bükülmüş kimse. Kamburu çıkmış ihtiyar kişi.
AKVET
(C.: Ukâ) Hallaç masurası.
AKVET
Evin ortası. Evin çevresi.
AKVİYA
(Kavi. C.) Sağlam ve güçlü olanlar. Kuvvetliler.
AKY
Koyu olan ve birbiri üstüne sağılmış olan koyun sütü.
AKYA
Lüfer azmanı denilen iri cins bir balık.
AKYUVAR
(Bak: Küreyvât-ı beyzâ)
AKZ
Atâ, bahşiş.
AKZA
Kadılıkta ve fıkıh ilminde daha ileri, daha bilgili.
AKZEF
Çok iftira atan. Çok kazifte bulunan. (Bak: Ekzef)
AKZEL
Çok aksak; pek fazla topal.
AKZEM
Zayıf.
AKZER
Necis ve murdar nesne.
AKZİYE
(Kaza. C.) Hükümler. Kararlar. * Tam cümleler.
ALA
Bahşişler. Lütuflar. Nimetler. İhsanlar.
ALA
f. Kirleten, kirli yapan.
ALA
İtl. İtalyancadan gelen tabirlerin başında bulunup (usulünce, tarzında) manasını ifade eder. Meselâ: Alaturka $: Türk tarzında gibi.
ALA
Yükseklik. Büyüklük. şeref. şan.
A'LA
Daha iyi. Pek iyi. En yüksek. Ziyâde ve mürtefi olan.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ALÂ
Gr:Arabçada harf-i cerdir. Buna isim diyen de olmuştur. Müteaddit mâna ile kelimenin başına getirilir; manevî istilâ ve tefevvuk bildirmek için ekseriyâ mecrurunu istilaya delâlet eder. Bazan mecrurunun mukabiline müstâli olur. (maa) gibi müsahabet için gelir. (lâm) gibi tâlil için olur. Mücaveze için olur. Harf-i cer olan (min) mânâsına ve zarfiyyet için ve harf-i cer olan (bâ) mânâsına isim olur. "yukarıda" manasına gelir. * Üstünde, üzere.
ALÂ HİDE
Tek başına, münferiden, ayrıca.
A'LÂ SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in seksenyedinci suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
ALA VECH-İ ÎCAZ
İcâz yolu ile.
ALABALIK
t. Akıntısı sert olan soğuk ve tatlı sularda bulunan bir cins leziz balık.
ALABANDA
İtl. Gemilerde dümeni tam sancağa veya iskeleye kırma, yahut geminin bir tarafındaki toplara ateş etme kumandası. * Mc:Şiddetle kınama ve azarlama.
ALACA BAYRAK
Tar:Ondördüncü Yeniçeri Bölüğüne verilen ad.
A'LA-D DERECAT
Derecelerin en alâsı, en yükseği.
ALA-EYYİ-HAL
Herhâlde, mutlaka, elbette, her nasıl olsa.
ALAF
(Elf. C.) Binler.
ALÂ-FETRETİN
Daim olmayarak, fasıla ile.
ALAFRANGA
İtl. Frenk tarzında olan, Fransız usulü.
ALAİK
(Alayık) Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar.
ALÂİK-İ DÜNYEVİYE
Dünyevî alâkalar. İnsanı Cenab-ı Hakkın rızasından alıkoyan lüzumsuz işler.
ALAİM
İzler. İşaretler, deliller. (Bak: Alamet)
ALÂİM-İ SEMÂ
(Alâim-üs semâ) Al yeşil kuşak. (Bak: Kavs-ı kuzah)
ALAK
Kan. Kızıl veya koyu ve uyuşuk kan. * Yapışkan veya ilişken nesne. * Hayvanat. * Bir işe mülâzemet eylemek. * Husumet-i lâzime veya muhabbet-i lâzime. Aşk ve muhabbet eylemek. Bir işe başlayıp o işe devamlı olmak. * Bir şeye ilişip tutulmak. * Yapışkan, balçık ve çamur. * Kadının gebe kalması. * Pıhtılaşmış kan. * Sülük. (Kamus'tan hülâsa)
ALAK
Sakız.
ALAK
Zahmet, meşakkat gidermek.
ALAK SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in doksanaltıncı suresinin adıdır. İkra' Suresi de denilir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
ALAKA
Kan pıhtısı. Uyuşuk kan.
ALÂKA
İlişik, rabıta, merbutiyet. * Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse. * Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)
ALÂKABAHŞ
f. İlgi uyandıran. Alâka uyandıran.
ALÂKADAR
Alâkalı, münâsebetdar.
ALÂ-KADR-İL-İMKAN
Olabildiği kadar. İmkânı nisbetinde.
ALÂ-KADR-İL-İSTİTAA
Elden geldiği kadar, güç yettiği nisbetinde.
ALÂ-KADR-İT-TAKA
Güç yettiği kadar.
ALÂ-KAVLİN
Bir kavle göre. Bir rivâyete nazaran.
ALAK-I DEM
Kan pıhtısı, pıhtılaşmış kan.
ALÂ-KÜLLİHAL
İster istemez. Olduğu kadar. Her halde.(Ey insan düşün! Sen alâ küllihal öleceksin. L.)
A'LAL
(İllet. C.) Hastalıklar, marazlar, illetler. * Sebepler.
ALAM
(Elem. C.) Elemler. Kederler. Üzüntüler.
A'LAM
(Alem. C.) Alemler. Alâmetler. İzler. Nişanlar. * Bayraklar. * Büyük âlimler. * Büyük dağlar.
ALÂ-MA-FARAZALLAH
Allah'ın farzettiği üzere.
ALAMANA
İtl. Küçük odun gemisi. * Büyük balıkçı kayığı. * Büyük balıkçı kayıklarına mahsus büyük ağ, ığrıp.
ALAMAT
Uzun ince bir cins balık. (Hint denizinde çok olur ve yılana benzer.)
ALÂMAT
(Alâmet. C.) İzler, nişanlar, alâmetler, işâretler.
ALÂ-MELE'İN NAS
Herkesin önünde. Halkın huzurunda.
ALÂ-MERATİBİHİM
Rütbesine ve derecesine göre sırasıyla.
ALÂMET
İz, nişân, işâret.
ALÂMET-İ FÂRİKA
Ayırıcı işaret. Damga.
ALÂMET-İ GURUR
Gurur ve kibiri belli eden alâmet.
ALÂM-I ELİME
Çok acı ve acıklı elemler.
ALÂM-I GURBET
Vatandan ayrı kalma elemleri, gurbet acıları.
ALAN
Orman içinde açıklık, meydan.
ALÂNÎ
Açıkta, meydanda, herkesin gözü önünde.
ALÂNİYETEN
Herkesin önünde, açıkça, alânen.
ALÂ-RAĞM-İ ENF-İL YE'S
Ye'sin burnunu kırmak maksadiyle ve ona tahkir ile.
ALARGA
İtl. Açık deniz, engin.
ALÂ-RİVAYETİN
Rivayet edildiği üzere. Söylenenlere bakılırsa.
ALARM
Fr. Tehlike anında herkesi haberdar etmek için verilen işaret.
ALÂ-RUUS-İLEŞHAD
Aleme karşı. Herkesin gözü önünde. Halkın önünde.
ALAS
Odun kömürü.
ALAŞIM
Madenlerin eriyerek birleşmesi sonunda meydana gelen madde, halita.
ALÂ-TARİK-İL İCMAL
Kısaca, icmal yoluyla.
ALÂ-TARİK-İL MÜNAVEBE
Nöbetleşe, münâvebe yoluyla.
ALATURKA
İtl. Türkvari, Türk usulü, Osmanlı usulü.
ALAVERE
Vapurlara kömür vermek için bordaya kurulan kademeli iskele. * Tulumbanın basıp emme suretiyle işlemesi. * Herc ü merc. Karışıklık, kargaşalık. * Bir şeyin elden ele verilerek veya atılarak aktarılması.
ALAVÎ
(İlâve. C.) İlâveler, ekler.
ALAY
(Ask.) 3-4 tabur piyade veya5 bölük süvari askerinden mürekkep kuvvet. * Debdebe ve gösterişle yapılan tören, geçit resmi. * Cemaat, topluluk, güruh, kalabalık, fevç. * Fazla miktar, muhtelif ve müteaddit kişiler veya şeyler.
ALAY EMİNİ
Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askerin hesap işlerine bakan subay ki, binbaşıdan alt derecededir.
ALAY İMAMI
Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askere imamlık vazifesini yapan subay.
ALAYBOZAN
Eskiden kullanılmış olan bir çeşit fitilli tüfek.
ALAYE
Yüksek yer, yükseklik.
A'LÂ-YI İLLİYYÎN
(Bak: A'lâ)
A'LÂ-YI İLLİYYÎN
Cennette en yüksek derece. Cenâb-ı Hakkın indinde en iyilerin ve kâmillerin derecesi.(Bak o zat öyle bir maksad, öyle bir gâye için saadet isteyip duâ ediyor ki: İnsanı ve bütün mahlukatı, esfel-i safilin olan fenâ-i mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, fâidesizlikten, abesiyetten a'lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvi vazifeye, mektubât-ı samedaniye olması derecesine çıkarıyor. M.N.)
ALAYİŞ
f. Bulaşıklık, bulaşma. * Debdebe, tantana, gösteriş.
ALAZ
Alev.
ALB
Yiğit, kahraman, bahadır, cesur gibi manalara gelen bir sıfattır.
ALB
(C.: Ulub) Eser. * Yaşlı keler.
ALBASTI
Ateşli bir lohusalık hastalığı, lohusa humması.
ALBATR
f. Yumuşak ve beyaz bir çeşit mermer, kaymak taşı.
ALBAY
Yarbay ile tuğgeneral arasındaki askeri rütbede olan üstsubay.
ALBORA
İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması. * Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması. * Dalyanlarda ağın yukarı alınması ile balığın toplanması.
ALBÜM
Lât. Fotoğraf resimlerini veya sair resim, şekil ve hatıraları içine alan defter veya kitap.
ALBÜMİN
Fr. Tıb:Nebat ve hayvanların etli ve sulu kısımlarında bulunan karbon, oksijen, azot, hidrojen ve kükürt bileşiği gıdalı madde.
ALC
(C.: Uluc) Yaramaz huylu kişi.
ALCEM
Uzun boylu, uzun.
ALCÜN
Ahmak kadın. * Semiz dişi deve.
ALÇI
Sağlam harç yapmada kullanılan beyaz toz, cibs.
ALD
Boyun siniri.
ALDEHİT
Lât. Kim:Alkol veya asitlerden elde edilen kimyevi bir sıvı.
ALEBAT
Yemek kapları, çanaklar.
ALEBE
(C. Alebât) Yemek kabı, çanak.
ALE-D-DERECAT
Derecelere göre, sırayla.
ALE-D-DEVAM
Devamı üzere. Devamlı olarak.
ALEF
(C. A'lâf - Ulufe) Saman, ot, yulaf. * Hayvan yemi.
ALEF
Cana yakın.
ALEF RESMİ
Hayvanların yedikleri saman ve otlardan alınan vergi.
ALEK
Sülük. * Kan pıhtısı.
ALEKA
(C.: Alekat) Yapışkan balçık, çamur. * Kan pıhtısı. * Uyuşmuş kan. * Sülük.
ALEKSİ
yun.Tıb: Okuma kabiliyetinin kaybedilmesi.
ALEL
İkinci defada içmek.
ALE-L-ACAİB
Tuhaf şey, şaşılacak şey.
ALE-L-ACELE
Çarçabuk, acele olarak, çabuk.
ALE-L-ADE
Adet olduğu üzere. * Bayağı, basbayağı.
ALE-L-AMYA
Körü körüne. (Bak: Alel-ımıya)
ALE-L-EKSER
Ekseriya, çok vakit.
ALE-L-FEVR
Birden, derhal, hemen.
ALE-L-GAFLE
Dalgınlığa getirerek. Dalgınlığa gelerek, boş bulunarak.
ALE-L-HADİSE
Gölge hâdise. (fr. epiphenomene)
ALE-L-HESAB
Hesâba sayarak.
ALE-L-HUSUS
Hususiyle, hepsinden önce olarak. Bâhusus.
ALE-L-IMIYA
Körü körüne, körlemeden. (Bak: Ale-l-amyâ)
ALE-L-ITLAK
Umumiyetle. Mutlaka. Bir suretle kayıtlı olmayarak. Mingayri tahsis.
ALE-L-İCMAL
Toplu olarak, topluca.
ALE-L-İNFİRAD
Ferd olarak. Birer birer.
ALE-L-İNSAN
İnsan hakkında. İnsana dâir. İnsan üzerine.
ALE-L-İSTİMRAR
Aralıksız.
ALE-L-İŞTİRAK
Birlikte, müştereken.
ALE-L-İTTİSAL
Birbiri ardınca, peş peşe, aralarında fâsıla olmadan.
ALE-L-KAİDE
(Ka, uzun okunur) Kurala, kaideye göre.
ALE-L-KAVL
Birinin sözüne, iddiasına göre.
ALE-L-KİFAYE
Yetecek kadar, kâfi gelir derecede, yeter derecede.
ALE-L-UMUM
Herkese âit. Herkes hakkında.
ALEM
Bayrak. * Nişan, işâret. * Özel isim. * Mc:Yüksek dağ. * Büyük âlim. * Üst dudakta olan yarık.
A'LEM
Daha iyi bilen. En iyi bilen. * Yarık dudaklı. * Alâmetli, belirtili.
ALEMDAR
Bayrağı veya sancağı taşıyan. Bayraktar, sancaktar.
ALEMDÂR-I NEBİ
Peygamberimizin (A.S.M.) bayraktarı olan Hz. Ebu Eyyub-il-Ensarî (R.A.)
ALEMDARÎ
Bayraktarlık.
ALEMEFRAZ
Bayrak kaldıran, bayrak çeken.
ALEMÎ
(Alem. den) Has isimle alâkalı. Aleme aid.
A'LEM-İ ÜLEMÂ
Alimlerin âlimi. Alimlerin en çok bilgilisi, büyüğü.
ALEM-İ ZÂTÎ
Zata âit isim, zatına âit işâret, zâtına mahsus alâmet, delil.(Evet, Zât-ı Akdes'in alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan Lafzullahtan sonra en âzam ismi olan Rahman, rızka bakar. Ve rızıktaki şükür ile ona yetişilir. Hem Rahman'ın en zâhir mânası, Rezzak'tır. M.)
ALEN
Aşikâr, apaçık, meydanda olma.
ALENDA
(C. Alânid) Çok sağlam nesne.
ALENDAT
Katı, sağlam nesne.
ALENDAT
Kuvvetli deve.
ALENEN
Gizli olmayarak, açıktan.
ALENG
f. Hücum eden asker. * Siper, istihkâm.
ALENİ
Açık olarak, meydanda. Gizli olmayarak.
ALENİYYE
Açık, aleni, göz önünde.
ALENİYYET
Göz önünde olma.
ALENKED
Çok sağlam nesne.
ALER-RE'S
Baş üstüne. Hemen. Derhâl.
ALER-RE'Sİ-VEL-AYN
Baş ve göz üstüne. (Gelen misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine karşı hürmet ve memnuniyetle kabul ettiğini ifâde için söylenir.)
ALER-R-RAĞM
Rağmen.
ALES
Bir cins buğday ki bir kabuk içinde iki tane olur. * Buğday arasında biten çavdar ve mercimek. * Büyük kene. * Bir nevi karınca. * Katı, sağlam nesne.
ALES
Şiddetli kıtal.
ALE-S-SABAH
Erkenden, sabahın ilk saatlerinde.
ALE-S-SEHER
Gün doğmadan evvel, seher vakti.
ALE-S-SEVİYYE
Bir seviyede, aynı boyda. * Müsâvat üzere.
ALESSEVRİ VELHUT
(Ale-s-sevri ve-l hut) Öküz ve balık üzerinde.Risale-i Nur Külliyatından Lem'alar adlı eserin Ondördüncü Lem'asında bu mevzuizah edilmiştir. Nümune olarak bir parçası aşağıda dercedilmiştir:(Hamele-i arş ve semâvat denilen melâikenin birinin ismi "Nesir" ve diğerinin ismi "Sevr" olarak dört melâikeyi, Cenâb-ı Hak, arş ve semâvata Saltanat-ı Rububiyetine nezaret etmek için tâyin ettiği gibi, semavatın bir küçük kardeşi ve seyyarelerin bir arkadaşı olan küre-i arza dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi"Sevr" ve diğerinin isim "Hut"dur. Ve o nâmı vermesinin sırrı şudur ki; arz iki kısımdır: Biri, su; biri, toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Küre-i arza müekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından, elbette balık tâifesine ve öküz nev'ine bir cihet-i münâsebetleri bulunmak lâzımdır. Belki, o iki meleğin âlem-i melekut ve âlem-i misâldesevr ve hut suretinde temessülleri var (Haşiye). İşte bu münâsebete ve o nezârete işareten ve küre-i arzın o iki mühim nevi mahlukatına imaen lisan-ı mu'ciz-il beyan-ı Nebevi $ demiş, gayet derin ve geniş bir sahife kadar mes'eleleri havi olan bir hakikatı, gayet güzel ve kısa bir tek cümle ile ifade etmiş...İkinci Vecih : Mesela: Nasıl ki denilse: "Bu devlet ve saltanat, hangi şey üzerinde duruyor?" cevabında: $denilir. Yani: "Asker kılıncının şecaatine, kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adâletine istinad eder." Öyle de: Küre-i Arz madem zihayatın meskenidir ve zihayatın kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevâhil kısmının kısm-ı azamının medar-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevâhil olmıyan kısmının medâr-ı taayyüşleri, ziraatle, öküzün omuzundadır ve mühim bir medâr-ı ticareti de balıktır. Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde durduğugibi, Küre-i Arz da, öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Zirâ, ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yaşayamaz, hayat sukut eder. Halik-ı Hakim de arzı harab eder. L.)(Haşiye) : Evet Küre-i Arz, bahr-i muhit-i havâide bir sefine-i Rabbaniye ve nass-ı Hadisle âhiretin bir mezraası, yâni fidanlık tarlası olduğundan, o câmid ve şuursuz büyük gemiyi o denizde emr-i İlâhî ile, intizam ile, hikmet ile yüzdüren, kaptanlık eden melâikeye "Hut" nâmı; ve o tarlaya izn-i İlâhî ile nezaret eden melâikeye "Sevr" ismi ne kadar yakıştığı zahirdir.
ALETTAFSİL
Uzun uzadıya, mufassal olarak.
ALETTAHKİK
(Ale-t-tahkik) Hakikat üzere, kat'i surette. Besbelli.
ALETTAHMİN
Aşağı yukarı, tahminen.
ALETTAHSİS
Hususi olarak, bilhassa, hele, en çok.
ALETTEDRİC
Azar azar.
ALETTERTİB
Tertibli olarak, sırasıyla.
ALETTEVALİ
Arası kesilmeksizin, birbiri ardınca, arka arkaya.
ALEV
Ateşten çıkan parlak ve yanar hava. * Mızrak ucuna takılan küçük bayrak, flama.
ALEV-GİR
f. Alevlenmiş.
ALEV-HİZ
f. Parlayan, alevlenen.
ALEVÎ
Hz. Ali'ye mensub olan. Hz. Ali'ye âit ve müteallik. (Bak: şia)
ALEV-KEŞ
f. Alevden fırlayan.
ALEV-RİZ
f. Alevlenen, alev saçan.
ALEYH
(Aleyhi - Aleyhâ) (Alâ edatının zamirle birleştiği zamanki şekli.) Aleyhinde, onun hakkında, onun üzerine.
ALEYHDAR
Muhalif olan. Aynı fikirde olmayan. Zıt olan.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ALEYHİM, ALEYHİMA
Aleyh edatının cemi ve tesniye şekilleri.
ALEYHİSSALATÜ VESSELAM
Salât ve Selâm onun üzerine olsun, meâlinde Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ismini duyunca söylenmesi sünnet olan bir duâdır.
ALEYKE
Senin üzerine, sana.
ALEYKÜM
Sizin üzerinize, size.
ALEYKÜM-ÜS SELÂM
Selâm sizin üzerinize olsun. (Bak: Selâm)
ALEYNA
Bizim üzerimize, bizim hakkımızda. Bize.
ALFABE
Fr. Bir lisandaki sesleri gösteren harflerin, belli bir sıraya göre dizilmiş takımı. * Okuyup yazmayı yeni öğrenecekler için başlangıç kitabı. * Bir işin başlangıcı.
ALFABETİK
Fr. Alfabe sırasına göre dizilmiş.
ALGI
(İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların, zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut olmıyan bir şeyi görmek şeklinde olabilir. Dünyayı, idrak sayesinde tanıyoruz. Bir idrakte hem afâki (objektif, nesnel), hem enfüsi (sübjektif, öznel) unsurlar bulunur. Bu sebeple idrak, gerçeğin bizzat kendisi değil, gerçeğin bir yorumudur.
ALGUN
f. Kırmızı renginde, koyu ve parlak pembe.
ALH
Akıl gitmek. * Tembel olmak.
ALHAN
Deve kuşunun erkeği. * Karnı çok aç kişi.
ALHECE
Demiri ateşte kızdırıp yumuşatmak.
ALİ
Üstün. Yüce. Çok büyük. Meşhur. Necib.
ALÎK
Hayvana bir defada verilen yem. * Asılan torba.
ALİKA
İçine birşey koyacak torba. * Yem.
ALÎK-ÜD-DEVÂB
Yem torbası.
ALÎL
Hasta. İlletli.(Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi; ittiba-ı Kur'andır. M.)
ALİM
Üzüntülü, kederli, ıztırab çeken.
ALÎM
Bilen. İlmi, ebedi ve ezeli olan Cenab-ı Hak. (Kur'an-ı Kerim'de bu isim 126 kerre zikredilir.)
ALİM-ALLAH
Allah bilir (meâlinde yemin.)
ALÎM-ALLAH
Allah en iyi ve en çok bilendir (meâlinde.)
ALÎN
Aleni, açık.
ALİVRE
Elde edildiği vakit teslim edilmek üzere, bir mahsul üzerine önceden yapılan satış.
ALİYY
Necip, büyük, yüksek, meşhur, namdar, ünlü.
ALİYY-ÜL A'LA
En üstün, birincilerin birincisi. En yüksek. Pek iyi.
ALİYY-ÜL MURTAZA (R.A.)
Esedullah, Aliyy-ibni Ebi Talib, Ebutturâb, İmâm-ı Ali isimleri ile de anılır.Hz. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup Hicretten yirmiüç yıl önce doğmuş ve Bi'setin ikinci günü daha on yaşında iken imân etmiş, hiç putlara tapmamıştır. Bunun için mübârek ismi söylendiğinde, Kerremallâhü Veche diye tâzim edilir. Bütün gazâlarda, din muharebelerinde çok kahramanlık ve fedâkârlığından dolayı "Esedullâh: Allah'ın aslanı" nâmını da almıştır. Aşere-i Mübeşşeredendir. Ayetle medhedilmiştir. Kendinden evvelki üç Halife-i kirâma (R.A.) seve seve biat etmiş, onlara Şeyh-ül İslâm gibi hizmetlerine iştirak etmiştir. Evliyânın reisidir. Hicretin kırkıncı yılında şehid edilmiştir. (R.A.) Bu vesile ile onunla alâkalı bir dersten kısa ve mühim bir kısmı yazıyoruz:(... Hem nakl-i sahih-i kat'î ile İmam-ı Ali'ye demiş: "Sende Hazret-i İsa (A.S.) gibi iki kısım insan helâkete gider. Birisi ifrat-ı muhabbet; diğeri, ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ'ya Nasrâni, muhabbetinden hadd-i meşrudan tecavüz ile hâşâ ibnullâh dediler. Yahudi, adâvetinden tecâvüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da bir kısım, hadd-i meşru'dan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir." $ demiş, bir kısmı senin adâvetinden çok ileri gidecekler; onlar da Havâricdir ve Emevîlerin bir kısım müfrit taraftarlarıdır ki, onlara Nâsibe denilir.Eğer denilse: Al-i Beyte muhabbeti Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş, o muhabbet Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü, ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şialar, hususan Rafiziler, o muhabbetten istifâde etmiyorlar? Belki işâret-i nebeviye ile o fart-ı muhabbetten mahkûmdurlar?"Elcevab: Muhabbet iki kısımdır: Biri; mânâ-yı harfiyle, yani Resul-ü Ekrem Aleyhhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Al-i Beyti (R.A.) sevmektir. Şu muhabbet Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşru'dur, ifratı zarar vermez, tecâvüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktizâ etmez.İkincisi: Manâ-yı ismiyle muhabbettir. Yâni: Bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı düşünmeden Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini; ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünür; sever. Hatta Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetine ve Cenab-ı Hakkın muhabbetine sebebiyyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.İşte işâret-i Nebeviyye ile Hazret-i Ali hakkında ziyâde muhabbetlerinden Hazret-i Ebu Bekir-i Sıddık ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden hasârete düşmüşler ve o menfi muhabbet sebeb-i hasarettir. M.)
ALİZARİN
Fr. Eskiden kök boyası denilen bitkiden çıkarılırken, şimdi kimya usulleriyle hazırlanan boya maddesi.
ALİZE
Fr. Tropikal bölge denizlerinde sürekli olarak esen rüzgârın adı.
ALİZENDE
f. Çifteli at.
ALKAM
Acı salatalık, hıyar.
ALKAME
Acılık, acı tat. Acı hıyar.
ALKIŞ
Tar: Padişahlarla vezirlerin kadirlerini yükseltmek maksadıyla yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir.
ALKOL
Fr. Mayalanmış içkilerin damıtılmasıyla elde edilen sıvı madde. Sarhoş edici etkisi vardır. Alkollü içkiler hem beden sağlığına, hem de ruh sağlığına zararlıdır. Dinimizde her türlü alkollü içkinin azı da çoğu da haramdır.
ALLAF
Yulaf satan kimse.
ALLAH
İnsanı, dünyayı, kâinatı, görülen veya görülemiyen bütün varlıkların yaratıcısı. Allah ezelidir; yani varlığının başlangıcı yoktur, çünki yaratılmamıştır ve varlığı devamlıdır, sonsuzdur. Hiç bir şey yokken o yine vardı. Allah'ın ilmi, kudreti ve iradesi ve diğer sıfatları da sonsuzdur. O herşeyi ve hepimizi her an bilir ve görür. Allah'ı doğru olarak bilmek için ondört sıfatını doğru ve tam anlamıyla bilmek lâzımdır. Allah ismi bu sıfatları da kapsar. Allah'ın müslümanlarca zikredilen 99 ismi vardır. Bu isimler, O'nu doğru olarak bilmemiz, Allah'ı daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Allah'a Tanrı demek çok yanlıştır. Allah isminin mânasını ifade eden başka bir kelime hiç bir dilde yoktur. Tanrı sözü müslümanlıktan önceki Türklerin şamanizm denilen batıl dinlerinde güneş ilâhı manasına gelen Tengri sözünün bugünkü dilde aldığı şeklidir.(Bütün Esmâ-i Hüsna'nın ifâde ettiği mânalar ile bütün sıfât-ı kemâliyeye Lâfza-i Celâl olan "Allah", bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmalarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki: Sıfatlar, müsemmalarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizâmen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bil-mutâbakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemaliyye arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil-iltizam delâlet der. Ve kezâ Uluhiyet ünvanı Sıfât-ı kemâliyyeyi istilzam etmesi ism-i has olan "Allah"ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve kezâ, "Allah" kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binâenaleyh, "Lâ İlâhe İllallah" kelâmı, Esmâ-i Hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu Kelime-i Tevhid kelâmı delâlet ettiği sıfatlar itibariyle bir kelâm iken bin kelâm oluyor. M.N.)
ALLAHÜ A'LEM Bİ-S-SAVAB
Allah daha iyi bilir. Allah doğrusunu en iyi bilir.
ALLAK
Sözünde durmaz. * Hilekâr, kendisine güvenilmesi doğru olmayan.
ALLAK
Sakızcı.
ALLÂM
En çok bilen, her şeyi hakkı ile bilen. (Cenâb-ı Hakka mahsus bir sıfat olup, başka mahluka denemez.)
ALLÂME
Çok büyük alim. Meşhur olmuş büyük mütefekkir. Her ilimde ihtisas sahibi.
ALLÂME-İ KÜLL
Bir şeyin ilmine vâkıf olan. Bir hususda ihtisas sahibi olan.
ALLÂM-ÜL GUYUB
Esma-i Hüsnadandır. Bütün gaybları, geçmişi, geleceği, hazırda olmayanı, dünyadakileri, âhirettekileri ve her şeyi bilen Cenab-ı Hak.
ALLET
Kişinin, avreti üstüne aldığı ikinci avret. * Üvey ana.
ALLÜSİNASYON
Fr. (Bak: Hallüsinasyon)
ALMAN
Almanyalı, Cermen.
ALMANAK
Fr. Kitab biçiminde bir çeşit takvimdir. Senenin bölümlerinden başka bayram, yıldönümü gibi muayyen günleri gösterir; ayrıca astronomi, meteoroloji, istatistik bilgiler de verir.
ALOTROPİ
Kimya bakımından bir değişiklik olmadığı halde bir cismin ayrı hususiyetler göstermesi hali. Meselâ : Kırmızı ve beyaz fosfor arasında, birleşim farkı yoktur. Buna rağmen renklerinin ayrı oluşu bir alotropi halidir.
ALPAKA
Güney Amerika'da yaşayan ve büyüklüğü keçi ile deve arasında olan bir hayvan. * Bu hayvanın kılından mamul bir cins ince yünlü kumaş.
ALS
Karıştırmak.
ALTAYS
Düz, berrak, kaypak nesne.
ALTBİLİNÇ
(Bak: Şuuraltı)
ALTIN KOZAK
Padişahlar tarafından yabancı hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunun konulduğu muhafaza.
ALTIPATLAR
Revolver denilen mükerrer ateşli, altı mermi alan tabanca.
ALU
f. Erik, şeftali. * Tuğla fırını.
ALU-BÂLU
f. Vişne.
ALUD
(Alude) f. Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış.
ALUDE-DÂMÂN
f. Eteği bulaşık, iffetsiz kadın.
ALUDE-GÂN
f. (Alude. C.) Suçlular, kabahatliler. Bulaşıklar, bulaşmışlar.
ALUDE-GÎ
f. Dalmış, garkolmuş. Bulaşıklık.
ALUFE
(Ulüf. C.) Hayvan yemi.
ALU-GÜRDE
f. Caneriği.
ALUK
Arzu. * Kendi yavrusundan başka yavruyu emzirmek isteyip yine burnuyla koklayıp emzirmeyen deve. * Devenin otladığı ot. * Süt.
ALUS
f. Naz veya kırgınlık sebebiyle göz ucuyla bakmak.
ALUSÎ
f. Nazlanarak göz ucu ile bakan kimse.
ALU-YU BUHARA
Türkistan eriği.
ALÜFTE
f. Muhabbet ve sevgiden deli gibi. * Alışık, nâmus perdesi yırtık, iffetsiz kadın. Fâhişe.
ALÜFTE-GÂN
f. (Alüfte. C.) Nâmus perdesi yırtık kadınlar. Fâhişeler.
ALÜGDE
f. Saldırıcı, şiddetle saldıran.
ALÜVYON
Nehirlerin sürükleyerek taşıdığı toprak.
ALYA
Yüksek yer, yükseklik. * Gökyüzü.
ALYAN
Uzun, iri yarı kimse.
ALYE
Fakirlik.
ALYUVAR
(Bak: Küreyvât-ı hamra)
ALZ
(C.: Alzât) Sabırsızlık. * Hastaya ârız olan titremek. * Hafiflik. * Acele
A'MA
Kör. Gözü görmeyen. * Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik. * Yağmur bulutları.
AMA'
Dağbaşlarında olan duman.
AMAH
f. Şiş, kabarcık.
A'MÂ-İ ELVAN
Tıb: Renk körlüğü, renkleri ayırt edememe hastalığı. Akromatopsi.
AMÂİM
(İmâme. C.) Sarıklar, imâmeler.
AMÂİM
Dağınık cemaat.
AMÂİR
(Amâyir) (İmâret. C.) İmâretler. Mâmur etmeler. * Sâlih fakirlerin veya kendisini idare edemiyen veya çalışamıyan talebe-i ulumun, fukarâ-i sâlihînin iâşesinin te'min edilmeleri.
AMÂİR-İ HAYRİYYE
Hayır ve hayrat müesseseleri.
AMAK
(Maak ve Mauk. C.) Göz pınarları.
A'MAK
(Umk. C.) Derinlikler.
AMAKA
Derinlik. * Iraklık.
A'MAK-I HAFA
Gizlilik derinlikleri.
A'MAK-I ZEMİN
Zeminin derinlikleri.
A'MAL
(Amel. C.) Ameller. İşler. Yapılan hayırlar.
A'MÂL-İ BEŞERİYE
İnsanların amelleri, iş ve hareketleri.
A'MÂL-İ ERBAA
Mat: Dört işlem. (Toplama, çıkarma, çarpma, bölme.)
A'MÂL-İ HASENE
Güzel amel. Sevablı ve hayırlı ameller. (Bak: Amel-i sâlih)
A'MÂL-İ SÂLİHA
Allah'ın rızasına uygun, iyi ve hayırlı işler.( $) Kur'an: Sâlihatı mutlak, mübhem bırakıyor... Çünki ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler... Nev'den nev'e geçtikçe değişir... Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır... Mahalden mahale tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.Meselâ: Cesaret, sehavet; erkekte: gayret, hamiyet, muavenete sebeptir.Karıda: Nüşuze, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebep olabilir... Meselâ: Zaifin kaviye karşı izzet-i nefsi, kavide tekebbür olur. Kavinin zaife karşı tevazuu zaifte tezellül olur. Meselâ: Bir ulü-l emir, makamındaki ciddiyeti vekar; mahviyeti zillettir. Hânesinde ciddiyeti kibir; mahviyeti tevazudur.Meselâ: Tertib-i mukaddematta tefviz, tembelliktir... Terettüb-ü neticede, tevekküldür... Semere-i sa'yine, kısmetine rıza kanaattır. Meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa dun-himmetliktir.Meselâ: Ferd mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı, amel-i sâlihtir... Mütekellim-i maal-gayr olsa, hıyanet olur...Meselâ: Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez. Millet nâmına tefâhur eder, hazm-ı nefs edemez... Herbirinde birer misâl gördün, istinbat et.Madem ki, Kur'an bütün tabakata bütün a'sarda, kâffe-i ahvâlde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsn, hayr çoktur... Sâlihattaki ıtlakı, beliğane bir icaz-ı mutnebdir. Beyanda sükutu, geniş bir sözdür. Sünuhat)
A'MÂL-İ UHREVİYE
Ahirete ait iş, hareket ve ibadetler.(Bu dünya, dâr-ül-hikmettir, dâr-ül-hizmettir; dâr-ül-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a'mâl ve hizmetlerin ücretleri Berzahta ve Ahirettedir. Buradaki a'mâl, Berzahta ve Ahirette meyve verir. Madem hakikat budur, a'mâl-i uhreviyyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de, memnunane değil, mahzunâne kabul etmek lâzımdır. Çünki: Cennet'in meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, bâki hükmünde olan amel-i uhrevi meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Bâki bir lâmbayı bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir. M.)
AMALİKA
Çok eskiden Sina yarımadasında yaşadıkları sanılan ve gariplikleriyle şöhrete erişen bir kavim.
A'MAM
(Amm. C.) Amcalar.
AMAME
Sarık. Ammâme. Başa sarılan ve sünnet-i seniyye olan kisve. (Bak: İmâme)
AMAN
(Emân) Emniyet. İmdat. Yardım dileği. Afv, ricâ, niyâz. * Sabırsızlıkla hiddet ve infiâl ifâdesi. * Tenbih, sakındırma.
AMAN-NAME
f. Bir şahsa iltimas yapması için, başka bir kimseye hitaben yazılan pusula, yazı.
A'MAR
(Ömr. C.) Ömürler, yaşayışlar. * Mes'ut hayat. Hoşa gidecek garib ve tuhaf şeyler. * Sinler, yaşlar.
AMAR(E)
f. Hesap. * Araştırma. * Tıb: Karında su toplanma hastalığı.
AMARE
(C.: İmâr) Fes gibi başa giyilen nesne.
AMARE-GİR
f. Hesap işleriyle uğraşan kişi. Muhasebeci.
AMARİYYE
Deveye konulan mıhfe.
AMAS
f. İnsan vücudunda meydana gelen sis ve kabarcık.
AMAS
şiddetli harp. * Zahmet, meşakkat.
AMASE
şiddet. * Zulmet.
AMATÖR
Fr. Bir işi para kazanma maksadıyla değil de, zevk için yapan kimse.
AMAY
f. Süsleyen, dolduran mânasına gelir ve kelimelere eklenerek kullanılır.
AMAZON
Milattan önce yaşamış İskitlerin kadın askerlerine verilen isim. Göğüslerini dağlatarak küçükten harbe alıştırılan bu İskit kadınlarının şiddetli muharebeler yaptıkları yazılıdır. * Güney Amerika'da büyük bir nehir adı.(Evet nasıl ki tarihlerde eski zamanlarda "Amazonlar" nâmında gayet silâhşör kadınlardan mürekkeb bir tâife-i askeriye olarak harika harpler yaptıkları naklediliyor... Aynen öyle de bu zamanda zındıka dalâleti İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmarenin plâniyle şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi, yarım çıplak hanımlardır ki; açık bacağı ile dehşetli bıçaklarla ehl-i imâna taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak çokların nefislerini birden esir edip kalb ve ruhlarını kebâir ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar. G.R.)
AMBALAJ
Fr. Eşyayı taşınabilir bir hale koymak için sarma veya sandığa yerleştirme işi.
AMBARGO
Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı.
AMD
Niyet, kasıt, istek, arzu. * Direk koymak.
AMDEN
Kasten, bile bile. İsteyerek.
AME
Tereddüt. * Tenbellik.
AME
f. Divit, yazı hokkası.
AMED
Sütunlar. * Birşeye devam üzere olma. * Mülâzemet etme.
AMEH
Basiretsizlik. Tahayyür, tereddüt. Doğru ciheti bilmemek.
AMEL
İş. Çalışma. Bir emri veya vazifeyi yerine getirme. * Kâr, iş işleme. * Dini bir emri yerine getirme, tatbik etme. İtaat. İbâdet.
AMELE
(Âmil. C.) Âmiller. Amel edenler. * Irgat, işçi.
AMELEHU
Tarafından yapıldı. mânâsına gelir ve bir sanat eserinde san'atkârın imzasından önce yazılır.
AMELEN
Bilfiil, işleyerek, fiilen, çalışarak.
AMELÎ
(Ameliyye) Amele mensup ve müteallik olan. Fiil olarak. İşlemek suretiyle. Pratik. Tecrübeli.
AMEL-İ KALİL
Amel-i kesirden az olan hareket. Bir rek'atta bir uzuvla yapılan ve namazdan sayılmayan bir hareket veya ardı ardına yapılan üçten az hareket.
AMEL-İ KESİR
Namaz içinde ve namazdan sayılmayan ve bir uzuvla ardı ardına yapılan üç hareket veya iki uzuvla yapılan bir hareket; bu hareket namazı bozar.
AMEL-İ SÂLİH
Allah rızâsına uyan hayırlı amel. Günahlardan uzak olan iş, fiil. Maddi veya mânevi hukuk-u ibâdı ifâ etmek.(Bugünlerde Kur'an-ı Hakîm'in nazarında, İmandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyyattan ve günahlardan ictinab etmek ve amel-i sâlih, emir dâiresinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedâr hevesat zamanında bu takvâ olan, def-i mefasid ve terk-i kebâir üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takvâ, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemiyen kurtulur. Böyle kebâir-i azime içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakiyyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih bu ağır şerait içinde çok hükmündedir. Hem takvâ içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünkü, bir haramın terki vacibdir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var.Takva; böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek ictinab, az bir amelle, yüzler günah terkinde, yüzer vacib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta; niyetiyle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla menfî ibâdetten gelen ehemmiyetli a'mâl-i sâlihadır... K.)
AMEL-İ TÂLİH
Yaramaz iş, makbul olmayan amel.
AMEL-İ UHREVÎ
Âhirete ait amel. (Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevi istersen ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittiba et. Çünki: Bir muamele-i şer'iyyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevi çok meyveler veriyor. Meselâ: Bir şey'i satın aldın. İcab ve kabul-ü şer'iyyeyi tatbik ettiğin dakikada, o âdi alışverişin bir ibadet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü şer'i, bir tasavvur-u vahiy verir. O dahi,şarii düşünmekle bir teveccüh-ü ilâhi verir. O dahi, bir huzur verir. Demek Sünnet-i Seniyyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek bir hayat-ı ebediyyeye medar olacak olan faideler elde edilir. S.)
AMELİYYAT
Ameller. işler. * Bir bilginin iş olarak tatbiki. * Tıb: Operatörlük. Cerrahlık.
AMELLES
Kuvvetli adam. * Kurt. * Yavuz, çirkin at.
AMELLET
Sağlam, muhkem, katı nesne.
AMELMANDE
f. İş yapmaz hâle gelmiş olan. Muattal. Battal. Çok yaşlı. Sakat veya hasta olup çalışamaz hâle gelmiş olan.
AMELNÜVİS
f. Kasların çalışmasındaki değişiklikleri işaretleyen âlet.
AMEN
Bir yerde mukim olmak, ikamet etmek.
AMER
(Amr, ömr, imâret) Muammer eylemek. Çok zaman yaşayıp kalmak. Muammer olmak.
A'MER
Yaşlı kişi. İhtiyar.
AMEŞ
Gözü zayıf olan, gözü yaşlanıp durmadan akan.
A'MEŞ
Gözünün yaşı durmayıp akan. * Tomlaç gözlü.
AMEYSEL
Arslan. * Şişman, büyük deve. * Kaftanını yere sürüyerek gezen tembel kimse. * Uzun kuyruklu geyik. * Enli nesne. * Kerim, şerif nesne.
AMİ
Senevî, yıllık. * Avamca. İleri gelenden olmayan. Câhil. Havassa âit olmayan. Avama âit ve müteallik.
AMİD
Çok hasta. * Aşk hastası. * Başlıca nokta. * Önder, şef, komutan. Rehber. * Haraç alan kimse.
A'MİDE
(Amud. C.) Direkler. Temeller. Sütunlar. * Mc: Büyük kimseler. Büyükler.
AMİG(E)
f. Karışık. * Hakikat. * Mc: Çiftleşme.
AMİH
Şaşkın, şaşırmış, şaşakalmış.
AMİHTE
f. Karışmış, karışık.
AMİHTE-GÎ
f. Karışmış olma.
AMİJE
f. Şair. * Karışmış, karışık.
AMİK
Hicaz vilâyetinde ulu bir ağaç.
AMİK(A)
Dibi çok aşağıda, derin. * Mc: İnceden inceye pek ziyade araştırma ve düşünceden sonra anlaşılabilen derin ve ince mes'ele.
AMİL
Arzusu, isteği olan.
AMÎM
Herkese mahsus. Umuma âit. * (C.: Umem) Tam, tamam.
AMÎM-ÜL İHSAN
Bağışı, bahşişi, ihsanı bol ve umumi olan.
AMİN
İlerlemeyen. Yerinde sâbit ikamet eden.
AMİN
Kim. Hususiyetleri ve yapıları bakımından amonyaka benzeyen kimyevi maddelerin cins adı.
AMİN
Yâ Rabbi! Öyle olsun, kabul eyle! (meâlinde olup, duânın sonunda söylenir). İncil'de iki yerde geçer. Tevrat'ta da geçer. İbranice ve Süryanicede de vardır. Hakikat, çok doğru, tamam mânâsındadır.
AMİN ALAYI
Eskiden çocukların ilk okula başladığı gün yapılan merasim.
AMİNEN
Emniyet ve huzur içinde, selâmetle, emin olarak. Sağlam olarak.
AMİN-HAN
(C.: Aminhânân) f. Amin diyen.
AMİR
Mâmur eden, harâbelikten kurtaran, şenlendiren. * İmâr olunmuş. * Devlete âit, mirî.
AMİR
Şen, mamur.
AMİRAL
Emir-ül bahr, Emir-ül-mâ. Bahriye kumandanı, kaptan. Deniz generali.
AMİS
Sirkeyle ıslanmış çiğ et.
AMİT
(C.: Amâmit) Zarif, çeri, değerli kimse.
AMİT
Yünü, üstüne yumak edip sarmak.
AMM
Amca. Babanın kardeşi. * Çok cemaat.
AMMA
(Bak: Emmâ)
AMMAL
Yapıcılar. * Devleti idare eden adamlar.
AMMAN
Şam diyârında Belka şehrinin adı.
AMMAR
Bayındırlaştıran, imar eden.
AMMAT
(Amm. C.) Amcalar.
AMME
$ den müteşekkil suâl cümlesi. Neden, nelerden, neyi?... meâlindedir.
AMME
Hala, babanın kız kardeşi.
AMME NEVALÜHÜ
Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsanı herkese veya herşeye şâmildir. meâlinde.
AMMERED
Her şeyin uzunu. * Yaramaz huylu. * Belâ ve meşakkat.
AMMETEN
Umumi olarak, herkese ait olarak, genel tarzda.
AMMURİYYE
Ankara şehri. Türkiye'nin başkenti.
AMMUS
Güçlü ve kuvvetli kişi.
AMNEZİ
Psk. Hafıza kaybı, erken bunama, ihtiyarlık bunaması, histeri, beynin zedelenmesi gibi hâllerde meydana gelir. Hafıza kaybı kısmî veya umumi (genel) olabilir. Hasta, belli bir olaydan öncekini (retrofrat), yahut sonrakini (anterofrat) hiç hatırlamaz, yahut tamamen hafızasını kaybeder.
AMORTİSÖR
Fr. Otomobillerde veya diğer makinelerde sarsıntı, gürültü gibi şeyleri hafifletmeğe yarayan tertibat.
AMPER
Fr. Elektrik akımında şiddet birimi.
AMPERMETRE
Fr. Elektrik akımının şiddetini ölçmeye yarayan âlet.
AMPİRİZM
Fls. (Deneyci felsefe) Her çeşit bilginin kaynağının duyu organlarının kullanılması sonucu kazanılan tecrübe olduğunu, duyu organlarının kullanılmadan hiçbir bilginin akılda yer alamıyacağını savunan felsefe. Akılcı felsefe gibi bu felsefenin de aşırı iddiasının yanlışlığını, tenkitçi felsefe ve psikoloji göstermiştir. Bilgi için ne sadece tecrübe, ne de düşünme gücü (akıl) yeterlidir.
AMPUL
Fr. İçinde elektrik akımı yardımıyla ışık vermeye yarayan bir iletken bulunan, havası boşaltılmış olan cam şişe. * İçinde sıvı ilâç bulunan, ağzı kızdırılarak kapatılmış küçük şişe.
AMR
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan umumi isimlerden birisi. (Bak: Zeyd-Amer)
AMR İBN-ÜL-AS (R.A.)
Sahabe olup kumandanlıklarda ve valilikte bulunmuştur. Çok zeki ve belâgatlı bir zât olduğu söylenir. Vefatı (Hi: 43) tür.
AMRUS
(C.: Amâris) Kuzu. * Çok yürütmek istediklerinde yürümeyen davar.
AMRUT
(C.: Amârit) Hırsız.
AMS
Eskiyip mahvolmak. * Bilirken bilmezlikten gelme.
AMŞUŞ
Üzerinden üzümü alınmış üzüm salkımı.
AMUC
Eğri giden ok.
AMUCAZADE
f. Amca oğlu.
AMUD
Dik, dikine. Sütun, direk.
AMUDE
f. Dizi, dizilmiş.
AMUDEN
Dik olarak, dikine. Dik surette.
AMUDÎ
Yukarıdan aşağıya dikey olarak. Direk gibi yukarıdan aşağıya düz ve şakulünde olarak.
AMUD-U NURANÎ
Nurdan sütun, nurlu sütun.
AMUD-ÜL FECR
Sabah yeri ağarıp uzama.
AMUG
f. Uzun boylu adam. * Ciddiyet, vakar.
AMUHTE
f. Öğrenmiş.
AMUHTE-GÂH
f. Muallimler, öğretmenler.
AMÛMET
Amcalık.
AMUR
(C.: Âmar) Bekâ mânâsına. Ömür. Her kişinin hayât müddeti.
AMÛR
İki diş arasında olan et.
AMUS
Karanlık.
AMUT
Bir kimsenin peşinden ayıbını söylemek.
AMÛT
f. Yalçın kayalarda ve yüksek yerlerde yapılmış olan kuş yuvası.
AMUZ
f. Öğretmek mastarının emir kökü.
AMUZENDE
f. Talebe, öğrenci. * Muallim, öğretmen. Öğreten.
AMUZİŞ
f. Öğrenme. * Öğretme, tedrisat.
AMUZKÂR
(Amuzgâr) f. Muallim. Öğretici.
AMUZKÂRÎ
(Amuzgârî) Öğretmenlik, öğreticilik, muallimlik.
AMÜRG
f. Fayda, menfaat, kâr. * Kader, kıymet. * Zahire, meyve. * Esas, hülâsa, özet. * Bir mikdar.
AMÜRZ
f. Afveden, bağışlayıcı.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
AMÜRZENDE
f. Bağışlayan, afveden.
AMÜRZGÂR
f. Affeden, bağışlayan. Günahları bağışlayan Allah.
AMÜRZİŞ
f. Bağışlayış, afvediş.
AMYÂ
(Müe.) Kör, a'ma.
AMYANT
Kolayca bükülebilen, ateşe dayanıklı liflerden yapılmış bir çeşit asbest.
AN
En kısa bir zaman. Lahza. Dem. Cüz'i bir zaman.
AN
Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: $Ona bedel ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min" mânasına, "bâ" mânasına, istiâne için, zâid olur. (Te'kid için) Temim kabilesinin an'anesine göre, hemzeyi, ayn harfine benzeterek "En: "yerinde (An: ile telâffuz edilir. Cânib (taraf, cihet, yan) mânasına da gelebilir.
AN MİM AMED
f. Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye yazılanların kayıtlarına verilen işaret.
A'NÂ
(İnv. C.) Nahiyeler, taraflar. * Cemaatler.
ANÂ'
Zahmet, meşakkat, güçlük, zorluk.
A'NÂB
(İneb. C.) Üzümler. Yaş üzümler.
ANÂBİL
Kaba nesne.
ANÂDİL
(Andelib. C.) Bülbüller.
ANÂFET
Kabalık, sertlik.
ANAFOR
Denizde akıntının yanında veya altında, onun ters istikametinde olarak akan su. Akıntı mukabili.
ANAK
En zarif, en yakışıklı, en güzel.* Çok ferah, çok sürurlu.
A'NAK
(E'nak) Boynu uzun.
ANÂK
(C.: Ânuk) Dişi keçi yavrusu. * Zahmet, meşakkat. * Karakulak dedikleri hayvan.
A'NÂK
(Unk. C.) Boyunlar, gerdanlar.
ANAKAT
Muvaffakiyetsizlik. Ümidi boşa çıkma.
ANÂKİB
(Ankebut. C.) Örümcekler.
ANALJEZİ
yun.Tıb: Acı hissinin kaybı.
ANALOJİ
Mant. Benzetme yoluyla sonuç çıkarma. Bilinmeyen bir durum, bir hadise, bir münasebet ve bir varlık hakkında hüküm vermek için bilinen bir benzeri hakkındaki bilgilerden faydalanılarak muhakeme yürütülmesidir. Bu tarz düşünce çok defa düşüneni yanlış sonuca götürür. Muhtemel olanın muhakkak zannedilmesine sebep olur. Hataya düşmemek için dikkatli olmak gerekir.
ANAMALCILIK
(Bak: Kapitalizm)
A'NAN
Ufuklar. * Ağacın ucu.
ANÂN
Bulutlar. * Gökyüzü, semâ.
AN'ANÂT
(An'ane. C.) Rivayetler. * Gelenekler, an'aneler, âdetler, örfler.
ANANE
Bir tek bulut.
AN'ANE
Âdet, örf. * Ağızdan nakledilen söz, haber. * Ist: Bir haberin veya bir hadis-i şerifin "an filân, an filan" diye râvileri bildirilmek suretiyle olan nakil. * Silsile. * Müezzin ezân okurken "teganni" ederse; ona da "An'ane" denir. (Bak: şeâir)(Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet - bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle - cemiyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı mânevî ve ruh-u habis olmuş. Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidi olan itikadlarını himaye eden İslâmi perde-i ulviyeyi yırtıyor; ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an'ane ile gelen hissiyat-ı mütevariseyi yandırıyor. R.N.)
AN'ANELİ SENED
Hadis nakledenlerin veya bir haberi söyleyenlerin bu haberi kimden kime söylendiğini belli eden "An filan, an filan" diyerek şahısların isimleriyle beraber rivâyet ve nakledilen kuvvetli ve şüphe götürmeyen sened. (Suâl : An'aneli senedin fâidesi nedir ki; lüzumsuz yerde, malum bir vâkıada "an filân, an filân, an filân" derler? Elcevab: Fâideleri çoktur. Ezcümle bir fâidesi şudur ki: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sâdık ehl-i hadisin, bir nevi icmâını irae eder ve o senette dâhil olan ehl-i tahkikın, bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o an'anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; o hadisin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dâir mührünü basıyor. M.)
AN'ANEVÎ
An'ane ile alâkalı.
AN'ANEVİYE
An'aneciler. * An'aneden gelen.
ANARŞİ
yun. Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı. Birden başıboş kalmak. Başta hükümet olmamak. Hükümetinin otoritesi kalmamış olan bir milletin durumu. (Bak: Ye'cüc ve me'cüc)(Bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hiristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak... Çünkü; bir İsevi Müslüman olsa, İsâ aleyhisselâmı daha ziyade sever. Bir Musevi Müslüman olsa, Musa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam'ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine giremez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir hâlet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyyeye bir zehir olur. R.N.)(..Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü'min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa tarafdar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünki, anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun âhir zamanda "Ye'cüc ve Me'cüc" komitesi olduğuna Kur'an-ı Hakim işaret buyurmaktadır. Tr.)(Hem her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hânedir. Eğer iman-ı ahiret o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlakın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, Rıza-yı İlâhi, sevab-ı uhrevi yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riyâ, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhiri asayiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriyye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar. Ş.)
ANARŞİST
Anarşi taraftarı. Anarşi ve karışıklık çıkaran.
ANARŞİZM
Anarşiyi istiyen tahribci bir nazariye. Anarşistlik. İnsanın insan tarafından idaresi esasına dayanan her türlü devlet, hukuk düzenlerinin adaletsiz, haksız ve zulüm olduğunu iddia eden ve devletsiz, kanunsuz, her insanın kendi başına buyruk yaşıyacağı bir düzensizlik istiyenlerin görüşü.
ANÂSIR
(Unsur. C.) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.
ANÂSIR-I ERBAA
Dört unsur: Toprak, hava, su, nur (veya ateş).
ANÂSIR-I HİSABİYYE
Mat : Bir hesabı yapmak için gerekli olan mâlûmatlar.
ANÂSIR-I KÜLLİYE
Külli ve dünyanın her tarafından yayılmış bulunan unsurlar.
AN-ASL
Aslında, hakikatında, aslından.
ANAT
(An. C.) Anlar, zamanlar.
ANATOMİ
Canlıların yapısını ve bu yapıyı meydana getiren uzuvları inceleyen ilim dalı. Tıbtaki önemi çok büyüktür.
ANAYASA
(Bak: Teşkilât-ı esâsiye)
ANAZ
Bir büyük kuşun adı.
AN-BE-AN
Gittikçe, yavaş yavaş, zaman ilerledikçe.
ANBER
Güzel koku. Adabalığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu madde. * Derisinden kalkan yapılan bir balık.
ANBERA
İğde yemişi.
ANBER-BAR
f. Güzel kokulu. Anber kokulu.
ANBER-EFŞAN
f. Anber saçan.
ANBERÎ(N)
Güzel kokulu. Anber kokulu.
ANBER-NİSAR
f. Güzel koku yayan. Anber kokulu.
ANBER-SİRİŞT
f. Anber gibi güzel kokulu.
ANBER-TER
f. Güzellerin zülüfleri ve benleri. * Mc: Geceleyin.
ANBES
(C: Anâbis) Arslan.
ANCA
f. Orası, ora, orada.
ANCEC
(C: Anâcic) Büyük nesne. * Fesliğen adı verilen çiçek.
ANCEHANİYE
Kibir, azamet.
ANCEHİYYE
Bilmezlik. Büyüklük. Ululuk.
AN-CEHLİN
Bilmezlikle, bilmeyerek.
ANCERE
Dudak uzatmak.
ANDED
Ayrılık, firak.
ANDEL(E)
Yaşı büyük deve. * Uzun, tavil. * Avazla çağırmak.
ANDELİB
Bülbül. Seher kuşu. * Mc: Hz. Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi.
ANDELİBÂN
f. Andelibler, bülbüller.
ANDEM
Tıb: Kanı durdurmak için kullanılan bir çeşit reçine.
ANDEZİT
Yanardağ lâvlarının soğumuş kalıntısı.
A'NEB
Büyük burunlu adam, burnu iri olan adam.
ANEBAN
Erkek geyik.
ANED
Cânib ve nâhiyeler.
ANEDE
Çok inatçılar. Muannidler.
ANEF
Kabalık (inceliğin zıddıdır).
ANEM
Bir ağaç cinsi ki, kızıl yumuşak budakları olur.
ANEN
Arız olmak.
ANEN FE ANEN
Zamanla, gittikçe, devamlı.
ANESE
Ünsiyet etmek. Karşılıklı görüşmek, arkadaş olmak, yakınlık göstermek. (Vahşetin zıddı)
ANESTEZİ
yun.Tıb: Bütün vücutta veya vücudun bir kısmında hislerin az veya çok miktarda kaybı.
ANEŞNEŞ
Uzun boylu.
ANET
Günah. Zinâ . * Helâk. * Fesâd. * Meşakkat. * Kalb darlığı. * Hata. Galat. * Tıb: Kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması.
ANET
Cimâdan âciz olmak. * Ağaçtan yaptıkları deve ağılı.ANET : $ (C:Anât) Fâsık. * Diz kılı. * Yaban eşeği sürüsü. * Fırat ırmağı kenarında bir köyün adı.
ANEZE
Ucu demirli uzun ağaç, (ki asâdan uzun, süngüden kısa olur.)
ANFE
Dudak altında biten kıllar.
ANGÂH
(Angeh) f. O vakit. Ondan sonra.
ANGARYA
yun. Ücretsiz olan iş. Meccanen görülen iş. Baştan savma görülen iş. (Bak: Suhre)
ANGLİKAN
İngiliz kilisesine bağlı kimse.(Anglikan Kilisesine Cevap:Bir zaman bî-aman İslâmın düşmanı, siyâsi bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkâr suretinde, hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elimde pek şematetkârane bir istifhamiyle dört şey sordu bizden. Altıyüz kelime istedi. Şemâtetine karşı yüzüne "Tuh!" demek, desisesine karşı; küsmekle sükut etmek, inkârına karşı da; tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatab etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var:O dedi birincide: "Muhammed (A.S.M.) dini nedir?" Dedim: İşte Kur'andır. Erkân-ı sitte-i İman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur'ân.Der ikincisinde: "Fikir ve hayata ne vermiş?" Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dâir şâhidim: $Der üçüncüsünde: "Mezâhim-i hâzıra nasıl tedavi eder?" Derim: Hurmet-i riba, hem vücub-u zekâtla. Buna dair şahidim: $ da. $Der dördüncüsünde: "İhtilâl-i beşere ne nazarla bakıyor?" Derim: Sa'y, aslı esasdır. Servet-i insaniye, zâlimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde. Buna dair şahidim: $
ANGLOSAKSON
Büyük Britanya'da yerleşen Germen ırkından aşiretlerin adı. * Ana dili İngilizce olan şahıs.
ANHA MİNHA
Şundan bundan, şöyle böyle ederek, şu bu, öteberi.
ANHÜ (ANHÂ)
Ondan. (İşaret zamiri).
ANHÜM
Onlardan (mânasına işaret zamiri).
ANHÜMÂ
Her ikisinden.
AN-I SEYYALE
Gelip geçici az bir an.(Vacib-ül Vücud'a intisabını bilen veya intisabı bilinen herbir mevcud, sırr-ı vahdetle, Vâcib-ül Vücud'a mensub bütün mevcudatla münasebetdar olur. Demek her bir şey, o intisab noktasında hadsiz envar-ı vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevaller, o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyâle yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda medardır. Eğer o intisab olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara ve zevallere ve ademlere mazhar olur. Çünki o hâlde alâkadar olabileceği herbir mevcuda karşı bir firakı ve bir iftirakı ve bir zevâli vardır. Demek kendi şahsi vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücudda kalsa da, intisabsız - evvelki noktasındaki o intisabdaki - bir an yaşamak kadar olamaz. Onun için ehl-i hakikat demişler ki: "Bir ân-ı seyyâle vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtır." Yani: "Vücud-u Vâcibe nisbet ile bir an vücud, nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtır." Hem bu sır içindir ki, ehl-i tahkik demişler: "Envâr-ı vücud, Vâcib-ül Vücudu tanımakladır." Yâni: "O hâlde kâinat, envar-ı vücud içinde olarak melâike ve ruhaniyat ve zişuurlar ile dolu görünür. Eğer onsuz olsa; adem zulümatları, firak ve zeval elemleri herbir mevcudu ihata eder. Dünya, o adamın nazarında, boş ve hâli bir vahşetgâh suretinde görünür." M.)
AN-I VÂHİD
Aniden, birdenbire, bir an.
ANİ
(C: Anat-Unât) Mütevazi, alçak gönüllü. * Köle * Meşgul. * Iztırab çeken. Muztarib. * İşçi. * Müfettiş. * Tahsildar. (Müennesi: Aniye)
ANİ
Ansızın, birdenbire. Bir anda. Hemen. * Son derece kızgın. * Olgunlaşmış, kemale erişmiş.
A'Nİ
Yani ben demek istiyorum ki (manasında).
ANÎD
(İnad. dan) Çok inadçı. * Daima suyu akıp iyileşmeyen yara. (Bak: Anud)
ANÎDE
Kabile, ehl-i beyt.
ANİF
Sert, kaba.
ANİK
Çok nesne. * Devenin ancak dizini çekip yürüyebildiği kumlu yer.
ANİK
Ense, boynun arkası.
ANİK
İnce, zarif, güzel. Acaib.
AN-İL İMAN
İmandan.
AN-İL-GIYAB
Kendisi yokken, gıyabında, arkadan.
ANİMİZM
Sosy: Ruhları İlâh sayan batıl bir din. Ruhlar cisimler gibi Allah'ın mahlukudur. Onun emirlerine tâbidir.
ANİN
f. Yağ çıkarmağa mahsus olan yayık.
ANİS
Şişman ve iri deve. * İhtiyar bekâr. * İhtiyar kız.
ANİSE
f. Sıkı bağlanmış. * Koyulaşmış, katılaşmış şey. (Kan ve mürekkeb gibi akıcı maddeler.)
ANİSE
Cana yakın kız veya kadın.
ANİYE
(İnâ. C.) Yemek kapları, tabaklar, kap-kacaklar.
ANİYE
Son derece kızgın su.
ANİZ
Iztırablı, muztarib.
ANK
Kapı, bâb. * Güzel, hoş, gökçek olmak.
ANKA
İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Çok büyük olduğu anlatılır. Zümrüd-ü Anka ve Simurg gibi isimlerle de anılır. * Uzun boyunlu kadın. * Arabdan bir kimsenin lakabı. * Zahmet, meşakkat.
ANKA-MEŞREBANE
Anka meşrebi halinde, kanaat sahibi. Eski edebiyatta kanaat sahiplerine kinaye olarak söylenir.
AN-KARİB
Yakından, çok zaman geçmeden.
AN-KARİBİN
Yakın vakitlerde.
AN-KARİB-İZ-ZAMAN
Yakın vakitten.
ANKAS
Erkek tilki yavrusu.
AN-KASDİN
Kasd ve niyet üzere, mahsûsen.
AN-KASDİN
Kasd ve niyet üzere, mahsusen.
ANKA-YI MAĞRİB
Zümrüd-ü Anka kuşu.
ANKE
Sağlam olan nesne. * Ahmak.
ANKEB
Erkek örümcek.
ANKEBET
(C.: Anâkıb) Dişi örümcek.
ANKEBUT
Örümcek.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Ebubekir-i Sıddık (R.A.) ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı Hira'nın kapısında iki nöbetçi gibi, iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi harika bir tarzda kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir ki: Örümcek zayıf ağı ile rüesa-yı Kureyş'e galebe etmiştir. Ayet diyor ki: En zaif bir hayvana mağlup olacaklarını o müşrikler faraza bilseler, bu cinayete ve bu suikaste teşebbüs etmiyeceklerdi... R.N.) (Bak: Beyt-i Ankebut)
ANKEBUT SURESİ
Kur'an-ı Kerimin yirmidokuzuncu suresidir. Mekkidir. (Allahtan başkasına güvenenlerin, dünyayı avlamak için kurdukları teşkilâtını bir örümcek ağına benzeten, örümcek meseli zikrolunan bir suredir.)
ANKEBUTİYE
Örümcekler.
ANKUR
Her nesnenin aslı.
ANKÛT
Örümcek. Evcil, al kumru.
AN-KÜM
Sizden.
AN-KÜMA
İkinizden.
AN-KÜMÂ
İkinizden.
AN-LA ŞEY'İN
Bilâ mucib, sebebsiz.
ANNAB
Üzümcü.
AN-NAKDİN
Nakit para olarak.
ANOFEL
yun. Sıtma mikrobunu taşıyan ve aşılayan sivrisinek.
ANONİM
yun. Yapıcısının adı belirtilmeyen eser. * Sermayesi hisselere bölünerek, her ortağın mes'uliyet ve salâhiyeti sermayedeki hissesiyle orantılı bulunan ortaklık, şirket.
ANORMAL
Normal olmayan. İfrat veya tefrit hali.
ANOT
yun. Pozitif elektrot. Bir elektrolitte, elektrik akımının içeri girdiği iletken uç.
ANS
Sağlam, kuvvetli deve. * Yemen tâifesinden bir kabile. * Kız bâliğa olduktan sonra, ailesinin evinde çok durması.
AN-SAMİM-İL KALB
Can ve yürekten, kalbden.
AN-SAMİM-İL KALB
Derûn ve kalbden, riyâdan âri ve hâli olarak. Kalbin samimiyyeti ile.
AN-SAMİMİN
Kalbden. Riyasızlıkla. Samimiyetle. İçten.
ANSAR
(Bak: Ensar)
ANSİKLOPEDİ
yun. Bir sahadaki bilgileri veya bütün bilgileri sistemli veya alfabetik bir şekilde sıralayan eser.
ANŞET
(C: Anâşit) Yaramaz. * Uzun.
ANTER
(C: Anâtir) Gök sinek.
ANTİKA
yun. Kıymetli san'at eseri. Eski zamandan kalma eser.
ANTİKOR
Fr. Vücuda giren hastalık mikroplarını zararsız kılmak için organizmanın bir kanun-u İlahî ile çıkardığı madde.
ANTROPOLOJİ
yun. İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik özellikleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji, cemiyet halinde yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya kültür antropolojisi, insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânası, dünyadaki yeri açısından incelendiğinde felsefi antropoloji adlarını alır. Allah insanın önce bedenini yaratmış, sonra ona ruh vermiştir. Hiçbir varlığa vermediği kabiliyetler vermiştir. Allahı tanıdığı ve ona bağlandığı zaman Allahın muhatabı, yeryüzünün halifesi ve efendisi olur. Allahı tanımadığı ve kendi keyfine tâbi olduğu zaman hayvanlardan aşağı bir mahluk olur. Dünya hayatı, iyi ile kötülerin denendiği bir imtihan yeridir. İnsan ebed için yaratılmıştır. Ölüm ebedi hayata bir yolculuk, bir terhistir. Mezar, ya Cennete giden yolun kapısı veya Cehenneme giden yolun giriş yeridir.
ANTROPOMORFİZM
Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din. Allah'ı insan vasıflarıyla tasavvur eden dinî inançlar da antropomorfizm'in başka kılıkta görünüşleridir. Meselâ aslı bozulmuş Musevilik ve Hıristiyanlıkta Allahın insan şeklinde düşünülmesi antropomorfizm denilen putperestliğe bir geri dönüştür. İslâm dini Allah'ın varlığı, sıfatları ve fiilleriyle eşsiz ve benzersiz olduğunu bildirmekle, en üstün ve mükemmel din olmak şerefine hak kazanmıştır. İslâmın "Görmek, işitmek, konuşmak" gibi insani vasıfları Allaha atfettiğini, ve bu sebeple antropomorfik dinler arasında yer aldığını iddia edenler ya bilgisiz ya da kasıtlı kimselerdir. Çünkü İslâm, Allahın "Görmek, işitmek, konuşmak" fiilinde insanın muhtaç olduğu organ ve şartlara muhtaç olmadığını bilhassa belirtir ve insan fiili ile hiçbir surette benzerliği bulunmadığını açıklar. İslâm en cahil insandan en âlim insana kadar herkese hitap eden bir din olduğu için, basit ve kaba düşünenlere, hareketlerinin Allah'dan gizli kalmayacağını anlatmak için Allah'ın, putperestlerin ilahları gibi konuşmaz, görmez, işitmez diye düşünmemelerini, Allah'ın her hal ve hareketlerinden haberdar olduğunu anlatmaktadır.
ANTÛT
Çöl ortasındaki küçük dağ ve tepe.
ANÛD
Muannid. Çok inatçı.
ANÛN
İsyankâr, kavgacı. * Davarların önünde yürüyen davar.
ANVE
Kuvvet, cebr, zorakilik, zorlama, zor.
ANVET
Kahretmek. * Galip olmak.
ANYE
Güçlük, engel, zorluk, meşakkat.
ANZAR
(Bak: Enzar)
APOSTERİORİ
Fels: Tecrübe sonunda meydana gelen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ ateşin yakıcı olduğunu denedikten sonra anlarız. Bu bilgi, aposteriori bir bilgidir.
APRİORİ
fels. Tecrübeden önce insan aklında varlığı kabul edilen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ: "Her sayı kendine eşittir" hakikatı hiçbir deneye baş vurmadan bilinen bir apriori bilgidir.
APSİS
Fr. Yönlü bir eksen üzerinde bulunan bir noktanın, başlangıç noktasına olan uzaklığının cebirsel değeri. * Bir noktanın, fezadaki yerini tesbite yarıyan ana çizgilerden yatay olanı.
APULET (APOLET)
Fr. Askerlerin, sınıf ve rütbelerine göre sırma, ipek veya yünden omuzlarına taktıkları saçak.
ARÂ
Mıntıka, bölge. * Komşuluk. * Avlu. * Çıplaklık. * Geniş, çıplak arazi.
ARAB
Ceziret-ül Arab, Şam, Hicaz, Irak, Yemen, Mısır ve Afrika'nın şimâlinde yaşayan geniş bir kavmin adı.
A'RAB
Göçebe Araplar, çölde yaşayan Araplar.
ARABE
(Arben) Yemek yeme.
ARÂBE
(C: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba. * Açık saçık konuşma.
ARABESK
Süslemede kullanılan bir çeşit tezyinat.
ARABÎ
Arabça, Arab dili. Arab kavmine mensub.
A'RABÎ
Çölde yaşayan Arab.
ARABİSTAN
f. Arap ülkesi. Arapların yaşadığı ülke.
ARABİYYAT
(Arabiyyet. C.) Arapçaya dâir ilimler, kitab veya fikirler. Arap edebiyatı.
ARABİYYET
Arapça ile ilgili olan (İlim, fikir veya kitap). Arap edebiyatı.
ARAC
f. Dirsek.
A'RAC
Anadan doğma topal (aksak).
ARADÎN
(Bak: Eradîn)
A'RAF
(Örf. C.) Âdetler, örfler, an'aneler.
A'RAF
(Arf. C.) Sırt, tepe. Özel manası Cennetle Cehennem arası bir yer.(Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münâsebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir.)(A'raf, meşhur bir kavle göre Cennet ile Cehennem arasındaki hicabın, surun yüksek tepeleri demek olur. İbni Abbastan sıratın şerefeleri diye bir kavil de mervidir. Fakat Hasanı Basri Hazretleri demiştir ki, A'raf ma'rifettendir. Ve mânâ "Ehl-i Cennet ile ehl-i Nârı simalarından tanımak üzere bir takım rical vardır demektir. Kendisine bu rical "hasenat ve seyyiatları müsavi olan kimselerdir" denildikte dizine vurmuş ve bunlar, demiş, Allah tealânın ehl-i Cennet ile ehl-i Nârı tanımak ve birbirinden temyiz etmek üzere tâyin buyurduğu bir kavmdir. Vallahi bilmem belki bazısı şimdi beraberimizdedir. Hâsılı A'raf üzerindeki ricalin tefsirinde başlıca iki kavil vardır. Birincisi Ebu Huzeyfe ve saireden mervi olduğu üzere bunlar amelde kusur etmiş ve mizanda hasenat ve seyyiatları müsavi gelmiş bir taife-i muvahhidindir ki Cennet ile Cehennem arasında bir müddet kalırlar. Sonra Allah Tealâ haklarında bir hüküm verir. (İkincisi) Bunlar Enbiya, şühedâ, ahyar, ulemâ veya rical suretinde görünür. Melâike gibi dereceleri yüksek bir takım zevattır.) (E.T.)
A'RAF SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 7. suresidir. Mekke-i Mükerremede nâzil olmuştur. Suret-ül Mikat, Suret-ül Misak, Elif lâm mim sâd gibi isimleri de vardır.
ARAFAT
Mekkenin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız Cennet'ten çıkarıldıktan sonra burada bir araya geldiler. İbrahim Peygamber (A.S.) Cebrail ile burada konuştu. Hz. Muhammed (ASM) yüzbin insana hitab eden veda hutbesini burada okudu. İnsan haklarını 14 asır önce burada dünyaya ilan etti.
ARAFET
(C: Avârif) Atâ, ihsan, hediye.
ARAHİM
Büyük olan şey. * Bir cins beyaz büyük mantar.
ARAİS
(Arûs. C.) Gelinler. * Güneşler. * Gökler.
ARAİZ
(Ariza. C.) Arz olunan meseleler. Küçükten büyüğe yazılan yazılar.
ARAK
Kalabalık, izdiham.
ARAK
Ter, rutubet.* Dağdaki yol. * Çukur. * Deve izleri. * Sıra sıra olan şey. * Zenbil. * Menfaat, sevab, karşılık. * Süt.
A'RAK
(Irk. C.) Kökler, damarlar.
ARAK-ÇİN
Kavuğun altına giyilen takke.
ARAK-DAR
f. Terli.
ARAKÎ
Terle ilgili, tere mensub.
ARAKİYYE
Yünden yapılan bir cins külâhtır ki, bilhassa dervişler kullanırlar.
ARAKK
Çok ince. En ince. Ziyâde rakik olan.
ARAKNAK
f. Terlemiş, terden ıslanmış, ter içinde kalmış.
ARAKRİZ
f. Terliyen, ter döken.
ARAMRAM
(Aremrem) Asker çokluğu. * Şiddetli hâl ve iş.
ARÂM-RÜBA
f. Sıkıntı veren, istirahatı bozan, rahatı kaçıran.
ARÂM-SAZ
f. Yerleşen, oturan.
ARÂM-SÛZ
f. Huzuru bozan, rahatsızlık veren.
ARAN
f. Dirsek.
ARANİK
Su kuşlarından boynu uzun bir kuş.
AR'AR
Arap diyârında bir yerin adı. * Bir oyun çeşidi.
AR'AR
Dikenli ardıç ağacı, dağ selvisi. * Mc: Güzelin boyu bosu.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ARARE
(C: Arâr) İyi kokulu bir ot. * Şiddet * Kötü ahlâk. * Evin avlusu, ev içi. * Soğuk şiddetli olmak.
AR'ARE
Dağ başı. İki burun deliğinin arası. * Servi ağacı. Çocuk oyunundan bir oyun.
ARAROT
Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten çıkarılır.
ARAS
Yorgunluk, bitkinlik. * Hayranlık.
A'RÂS
Düğünler. * (İrs.C.) Evliler. * (Urs. C.) Nikâh merasimleri.
ARASAT
(Aresât) Mahşer yeri. Haşir ve neşir meydanı.
ARASTE
f. Bezenmiş süslenmiş. * Çarşının bir esnafa mahsus kısmı. * Vaktiyle ordu çarşısı, ordugâhta kurulan seyyar çarşı.
ARASTE-GÎ
f. Süslülük, bezenmişlik, ârâstelik.
A'RAŞ
(Arş. C.) Tahtlar. * Çatılar, damlar.
ARAT
Bölge, mıntıka. * Avlu.
ARAYENDE
f. Düzen verici, süsleyici.
ARAYÎ
f. Süsleyicilik.
ARAYİŞ
f. Süs, zinet. * Süsleme.
ARAZ
İşâret, alâmet. * Tesâdüf, rast gelme. * Kaza. Felâket. Zâtî olmayan hâl ve keyfiyet. * Fls. Herhangi bir cevherin varlığı için zaruri olmayan vasıf. Meselâ: Şekerin beyaz rengi şekerin varlığı için zaruri değildir.
A'RAZ
(Araz. C.) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler. * Tesadüfler. * Hastalık alâmetleri. * Kazalar, felâketler, musibetler.
ARAZAN
Rastgele, tesadüfen, tevafukan.
ARAZET
Genişlik.
A'RAZİ
Ârızî, tesâdüfî, rastgele.
ARAZÎ
Araza âit ve mensub. Araza dâir ve ilgili.
ARÂZİ
(Arz. C.) Yerler. Ekilen toprak. Ekilen yerler.
ARÂZİ-İ EMİRİYYE
Huk: Beytülmâle mahsus olup devlet tarafından şahıslara dağıtılan yerler. (Tarla, çayır, koru ve emsali gibi.)
ARÂZİ-İ EMİRİYYE-İ MEVKUFE
Huk: Sadece hazine menfaatleri veya tasarruf hakları veyahut ikisi de bir hayır cemiyetine ayırılan miri arazi.
ARÂZİ-İ EMİRİYYE-İ SIRFA
Huk: Beytülmâle mahsus menfaatleri ve tasarruf haklarından hiçbiri bir cihete verilmeyip devlete ait olan ve şahıslara dağıtılan memleket arazisi.
ARÂZİ-İ GAMİRE
Huk: Harap, su baskınına uğramış veya içine henüz çift girmemiş yerler.
ARÂZİ-İ HÂLİYE
Boş, sahipsiz bırakılmış topraklar.
ARÂZİ-İ HARACİYE
Müslümanlar tarafından fetholunan ve ulul-emir tarafından müslim olmayan eski sahibi elinde bırakılan veya hâriçten müslim olmayanlar getirilerek yerleştirilen arâzi.
ARÂZİ-İ MAHLULE
Huk: Araziyi kullananın intikal sahibi mirasçı bırakmaksızın ölümüyle hükümete kalan arâzi-i emiriye.
ARÂZİ-İ MAHMİYE
Huk: Beytülmâle ait araziden, koru, mer'a, yol, pazar yerleri gibi halkın ihtiyaçlarına ayrılmış olan arâzi.
ARÂZİ-İ MEFTÛHA
Huk: Fetih hakkının taalluk ettiği yerler.
ARÂZİ-İ MEKTUME
Huk: Beytülmâle haber verilmeksizin kullanılan mahlul veya müstahik-i tapu araziler.
ARÂZİ-İ MEMLUKE
Mülkiyet yolu ile tasarruf olunan yerler. (Mülk, timar toprağı).
ARÂZİ-İ METRÛKE
Terk edilmiş, bırakılmış topraklar, araziler.
ARAZİ-İ MEVÂT
Huk: Hiç kimse tarafından kullanılmayan ve halka verilmeyen, meskun mahallerden biraz uzakta bulunan taşlık ve kıraç arazi.* İşlenmemiş toprak.
ARÂZİ-İ MEVKUFE
Vakfedilmiş yerler. Bir hayır işine devamlı surette tahsis edilmiş yerler.
ARÂZİ-İ MEVKUFE-İ SAHİHA
Huk: Arâzi-i memlükeden şartlarına uygun olarak vakfolunan yerler.
ARÂZİ-İ MİRİYE
Devlete ait arazi.
ARÂZİ-İ MUHTEKERE
Kiracısı tarafından üzerine bina yapılmak veya ağaç dikilmek üzere senelik bir ücret karşılığında kiraya verilen arazi. (Kiracı, kira bedelini her sene arâzi sahibine vererek o arâziyi devamlı sûrette elinde bulundurur.)
ARÂZİ-İ MUKADDESE
Mukaddes yerler. Kudsi topraklar.
ARÂZİ-İ MÜBÂREKE
Mübarek yer olan Hicaz.
ARÂZİ-İ MÜLKİYE
Hükümet arazisi, hükümet toprağı. Hazine arazisi.
ARÂZİ-İ MÜRFAKA
Huk: Sokaklarda oturulacak yerler ve caddelerde boş bırakılan kısımlar. Yolculara ait terkedilmiş konak yerleri, kervansaraylar.
ARÂZİ-İ MÜŞTEREKE
Huk: Çokları tarafından tasarruf olunan yer.
ARÂZİ-İ ÖŞRİYYE
Huk: Ziraat olundukça her sene hâsılatından beytülmâle, beytüssadakaya konulmak üzere, fakirlerin hakkı olan öşür alınan arâziler.
ARAZİŞ
f. Hayır ve iyilik yapma. * Tasaddukta bulunmak.
ARBEDE
Cidal, kavga, patırtı.
ARBEDE-CÛ
Patırtıcı, gürültücü, kavgacı.
ARBEDE-CÛYÂNE
f. Kavga çıkartmağa yeltenerek.
ARBEDE-SÂZÎ
f. Gürültücülük, kavgacılık.
ARC
Mekke ile Medine arasında bir mevzi. * Deve sürücüsü.
ARCA
(Müz: Arec) Topal ve aksak kişi. * Sırtlan.
ARCELE
Sürü, hayvan topluluğu. * Yayalar cemaati. * At sürüsü.
ARD
f. Buğday ve diğer tahıllardan öğütülen un. * Buğdayı değirmen taşına akıtan oluk.
ARDA
Çıkrıkçı kalemi.
ARDA
Vaktiyle bazı çavuşların elde tuttukları uzun değnek. * Nişan almak için dikilen değnek.
ARD-BİZ
f. Elek, un eleği. * Elekle un eleyen kişi.
ARDHALE
f. Bulamaç adı verilen yemek.
ARDİN
f. Deneme, imtihan, tecrübe.
ARDİYYE
Ticaret eşyasının saklandığı yer. * Böyle bir yerde saklanan eşya için ödenen ücret.
ARDTÛLE
f. Bulamaç denilen yemek.
ARE
Borç olarak alınan veya verilen şey.
AREB
Çok açıkgöz, en akıllı.
AREB
Şehir ehli olanlar. * Mide fesâdı.
AREC
Topallık, aksaklık.
A'REC
Topal, aksak.
ARECAN
Aksak ve topal kişinin yürümesi.
A'REF
Pek ma'ruf, çok bilen. Arif. * Çok anlayışlı, fazla bilgili. * Yelesi ve boynu uzun olan at.
AREFE
Kurban bayramından bir evvelki gün.
AREKİYYE
Zinâkâr kadın.
AREKREK
Aceleci, acul. * Kuvvetli büyük deve.
A'REM
Alacalı, benekli (şey).
 
Top