Osmanlıcada ''Z''ile başlayan kelimelerin anlamları

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
Z?YUT
(Zeyt. C.) Yağlar.
ZA
(-Zây) f. " Doğuran" anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ $ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren.
ZA
Zı harfinin bir adı. "Zâ-yı mu'ceme" de denir. Noktalı olduğundan dolayı " : tı" harfinden ayırdetmek için bu isim verilmiştir.
ZA
Sâhib, malik, erbab, ehil mânalarında olup, "Zî" ve "Zû" şeklinde de kullanılır. (Müennesi "Zât" dır)
ZA
Bu, şu mânalarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hâkezâ: Bunun gibi, böyle.
ZA
Ze harfinin adı.
ZAAF
(Bak: Za'f)
ZAAL
Şâdlık, neşeli oluş, neşat.
ZAAN (ZIÂN)
Deve üstüne mahfe bağladıkları ip.
ZAAR
şiddetli korku.
ZA'AR
Zâlim kimse ki herkes ondan korkar.
ZAARRE
Kişinin ahlâk ve huyunun kötü olması.
ZAAZİ'
(Za'zaa. C.) Sarsmalar, ırgalamalar.
ZAB
(Zevben - Zevebânen) Eriyen, erimiş, eridi.
ZA'B
Def'etmek, kovmak. * Doldurmak.
ZA'B
Avaz, ses, savt. * Bacanak.
ZAB'
Sırtlan.
ZABAB
Rutubetli duman. Sis.
ZABAZIB
Devenin çok acıktığında karnının ötmesi.
ZABB
Kertenkele, keler.
ZA'BEL
(C.: Zeâbil) Karnı büyük, boynu ince olan çocuk.
ZABIT
Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı. * Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı. * Yazı varakası. * Birçok kimselerce imzalanan rapor.
ZÂBITA
Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis. * Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun ve âdet, zabt ve idareye vesile olan bağ.
ZÂBITA-İ AHLÂKIYE
Ahlâk zâbıtası.
ZÂBITA-İ BELEDİYE
Belediye zâbıtası.
ZÂBİH
(Zebh. den) Boğazlayan, kesen. Kurban kesen.
ZABİL
Kısa boylu.
ZÂBİT
(C.: Zâbitân) Askere kumanda eden rütbeli asker. * Kuvvetli, yavuz. * Zabteden. Başkalarını zabtedip idare etmeğe memur olan. * Subay. * Mc: Dediğini yaptıran, tuttuğunu koparan kimse.
ZÂBİTÂN
(Zâbit. C.) Zâbitler. Subaylar.
ZABT
Zabt etmek. İdâresi altına almak. * Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek. * Kavramak. * Kaydetmek. Hülâsasını yazmak. * Bağlamak.
ZABT U RABT
Disiplin, âsâyiş, düzen. * Hüsn-ü tedbir ve basiret ile muhâfaza.
ZABTIYYE
Jandarma veya polis kuvveti. Memleket içi âsâyiş ve intizamı te'min maksadı ile çalışan hükümet kuvveti.
ZABTIYYE NÂZIRI
Emniyet genel müdürü.
ZABTIYYE NEZARETİ
Emniyet Umum Müdürlüğü'nün eski ismi.
ZABT-NÂME
f. Hâdise veya vak'a yerinde alâkalı kimselerin hâdisenin oluş şeklini imzâ altında kaydettikleri kâğıt. Zabıt tutulan kâğıt.
ZABU'
(C.: Zıbâ) Sırtlan.
ZA'BUB
Kısa boylu fena adam.
ZABY
Geyik, karaca, gazâl denen hayvan.
ZABYAN
Ağaç.
ZABZAB
Men'etmek, engel olmak. * Ayıp. * Zahmet. Maraz, hastalık.
ZAC
Kara boya.
ZA'C
Koparmak.
ZACC
Cenk arasında medet istemek. Savaşta yardım istemek.
ZACİR(E)
Mâni olan, alıkoyan, yasak eden. Zecreden. Zorlayan.
ZAD
Azık. Yolda yenecek veya içilecek gıda maddesi.
ZAD
(Ziyadet. den) Artsın, çoğalsın.
ZAD
f. "Doğma, doğmuş, evlâd" mânalarına gelerek birleşik kelime yapılır. Meselâ : Mâder-zad : Anadan doğma. Nev-zad : Yeni doğmuş.
ZADE
f. Evlâd, oğul. * İyi insan. * Nikâh neticesi olmuş çocuk. * Kelime sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade) $ : Padişah evlâdı.
ZADE
(Ziyâdet. den fiil) Çoğaldı, ziyade oldu veya çok olsun, çoğalsın (meâlinde).
ZADEGÂN
f. Asâlet. * Temiz ve meşhur soydan olan. Tanınmış ve temiz âileden olan. Aristokrat. * Meşhur ve belli âileler cemaatı.
ZADEGÎ
f. Asillik, soy temizliği, zadelik.
ZADE-İ TAB'
(Zâde-i tabiat - Zâde-i hâtır) Bir kimsenin kabiliyetinden, tabiatından meydana gelen eseri.
ZADELLAH
Allah ziyade eylesin, artırsın (meâlinde dua).
ZADEN
f. Doğmak, doğurmak.
ZÂD-I ÂHİRET
Âhiret için hazırlık. Âhiret azığı. İbadet ve sâlih amel.
ZA'F
Zayıflık. Kuvvetsizlik. İktidarsızlık.
ZA'F
Derhal, hemen öldürmek.
ZAFAİR
(Zafire. C.) Örülmüş saçlar.
ZAFAR
Yemen diyarında bir şehrin adı.
ZAFER
Muvaffak olma, maksada erme. Bir çok uğraşmadan sonra maksada erişme. * Düşmanı yenme, üstün gelme. Başarma.
ZA'FERAN
(C.: Zeâfir) Güzel kokulu meşhur bir çiçek.
ZAFERE
Göze inen perde.
ZAFER-YAB
f. Muzaffer olan, muvaffakiyet gösteren. Üstün gelen. Gayesine erişen.
ZA'F-I TE'LİF
Edb: İbarenin, anlamayı güçleştirecek kadar karışık olması.
ZA'FÎ
Zayıflığa aid. Kudretsizliğe, cılızlığa dair.
ZAFİR
Galib gelmiş olan.
ZAFİR
Zafer bulan. Zafere erişen.
ZAFİRE
Yar, yoldaş. * Kavim. Kabile.
ZAFİRE
Kapı perdesi.
ZA'FİYYET
Zayıflık, dermansızlık, güçsüzlük.
ZAFR
(Bak: Zufr)
ZAFRE
Çukur yer.
ZAG
(C.: Ziygan) f. Karga ve kuzgun. * Fitneci, gammaz.
ZAGAFE
(C.: Züguf) Nazik, yumuşak gömlek. * Geniş nesne.
ZAGAİN
(Zagine. C.) Kinler, nefretler.
ZAGAK
Kızılcık yemişinin çekirdeği.
ZAGAN
f. Çaylak.
ZAGAR
Av köpeği.
ZAG-BEÇE
f. Karga yavrusu. Yavru karga.
ZAGİNE
(C.: Zagain) Kin, nefret.
ZAGT
Bir şeyi bir yere zorla sokma, girdirme.
ZAGZAG
Zayıf nesne.
ZAGZAGA
Mânâsız söz. * Bir nesneyi gizlemek.
ZAHA
Çirkin kokulu, pis kokulu.
ZAHAİR
(Zahire. C.) Zahireler. Yiyecek, hububat gibi şeyler.
ZAHAR
Arka ağrısı.
ZAHARA
Ev eşyası.
ZAHF
(C.: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme. * (Çocuk) emekleme. * Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi.
ZAHH
Hışım ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak. * Kovmak, def'etmek.
ZAHİB
(Zehâb. dan) Giden, gidici. * Bir zanna kapılan. Bir fikre uyan.
ZAHİD(E)
(Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf.
ZAHİDÂNE
f. Zahide yakışır surette. Ehl-i takva gibi.
ZAHİF
Nişandan beri düşen ok. * (C.: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine sürünerek yürüyen.
ZAHİF
Kibirli, mağrur.
ZAHİFE
(C.: Zevâhif) Sürüngenler, (yılan gibi) yerde sürünenler.
ZAHİH
Ateş közünün parlaması.
ZAHİK
Berbat, perişan, helâk olmuş. * Bâtıl. Köhne.
ZAHİL
Zakkum ağacı.
ZAHİL
(Zühul. den) İhmal eden. Unutan.
ZAHİL
Sıkıntıdan sonra yüreği feraha erişen. * Unutan.
ZAHİR
(Zahr. dan) Kuvvetli deve. * Yardımcı, arka çıkan. * Geriden gelen kuvvet.
ZAHİR
Yüksek şeref. * Neşv ü nemâ bulup, gelişip, etrafa sarılıp sarmaşmış bitki.
ZAHİR
Engin denizler. * Taşkın, coşkun. * Semiz, tavlı ve bol olan.
ZAHİR
Parlak, parlayan. Hüsün ve safvet üzere olan.
ZAHİR
(Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan. * Görünüşe göre. * Şüphesiz. * Suret. Dış yüz. Görünüş. * Anlaşılan. * Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette.
ZAHİRE
Dışarı fırlamış olan göz. * Günün yarısında devenin otlamaktan gelmesi.
ZAHİRE
(Zahâyir) Öğle vakitleri sıcaklığın çok olduğu vakitler.
ZAHİRE
(C.: Zevâhir) Parlak.
ZAHİRE
Anbarda saklanan yiyecek, hububat. Azık.
ZAHİRE-İ ÂHİRET
Ahiret azığı. Hayır ve iyilikler. Sâlih amel ve ibâdetler.
ZÂHİREN
Görünüşe göre. Meydanda olduğu gibi. Göründüğü gibi.
ZÂHİRÎ
(Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan. * Zâhiriyyun mezhebine âit olan. (Bak: Zâhir)
ZÂHİRÎ MEZHEB
Huk: Hanefî imamlarından İmam-ı Muhammed'in (El-Mebsut, El-Câmi-üs Sagir, El-Câmi-ül Kebir, Ez-Ziyâdât, Es-Siyer-üs Sagir, Es-Siyer-ül Kebir) nâmları ile mâruf olan altı kitabında münderiç bulunan mes'elelere denir. Buna "Zâhir-ür rivâyât mesâili" denir. İmam bu eserlerde kendi fıkhî görüşlerini değil, üstadları İmam-ı A'zam ve Ebu Yusuf'un akvâl-i fıkhiyesini zikretmiştir.
ZÂHİRİYYAT
Dış görünüşler.
ZÂHİRİYYUN
Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar. * İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.
ZÂHİR-PEREST
f. Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen.
ZÂHİT
(Bak: Zâhid)
ZAHK
Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması.
ZAHL
Öç. İntikam almak. * Düşmanlık, adâvet etmek, kin tutmak.
ZAHM
Yara, ceriha.
ZAHM
İri.
ZAHM
Galebe etmek. * Omuz vurmak. * Sıkıştırmak. * Tazyik.
ZAHMDAR
f. Yaralı, mecruh.
ZAHME
f. Vurma, darbe. * Yara, ceriha. * Üzengi kayışı.
ZAHMET
Sıkıntı, eziyet. Yorgunluk. * Zor, güç.
ZAHMHURDE
f. Mecruh, yaralı.
ZAHM-İ TÎG
Kılıç yarası.
ZAHM-İ ZEBAN
Dil yarası.
ZAHMİN
f. Yaralı, mecruh.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ZAHMKÂR
f. Yaralayıcı, yara açan.
ZAHMNAK
f. Yaralı, zahmzede, mecruh.
ZAHMRES
f. Yara açan, yaralayıcı.
ZAHMZEDE
f. Yaralı. Mecruh.
ZAHR
(C.: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi. * Kuş yeleklerinin kısa tarafı. * Kara yolu. * Sırt, arka. * Yüksek yer. * Kur'an'ın lâfz-ı şerifi. * Haber.
ZAHR-I GAYB
Gıyabında, kendisi hâzır olmadan.
ZAHR-I KALB
Kuvve-i hâfıza. Ezber kuvveti. Ezbere.
ZAHRÎ
(Zahriyye) Arkaya âit, arka ile alâkalı. * Bir kâğıdın arkasına yazılan yazı, şerh.
ZAHZAH
Uzak, baid.
ZAHZAHA
İkrar etme, uzaklaştırma. * Uzak, baid olma.
ZAİ'
Yayılmış olan. Dağılmış olan. Herkesçe bilinen şey.
ZA-İ MU'CEME
Rı harfinden ayırd etmek için ze harfine verilen bir isim.
ZAİB
Eriyici, eriyen.
ZAİD
Artan. Fazlalık. İlâve olunmuş. * Lüzumsuz, gereksiz. * Gr: Te'kid için söylenen. * Mat: Müsbet işareti, artı. (+) (Bak: Harf-i zâid)
ZAİF
(Za'f. dan) Güçsüz, iktidarsız, kuvveti az, kuvvetsiz, tâkatsız. Kansız. Gevşek, tenbel.
ZAİF
Kalp, eksik akçe.
ZAİK
Tadan, tadıcı, lezzet alan. Zevklenen.
ZAİKA
(Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad alıcı kuvvet, tad duyurucu hassa.(Hakiki ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatın ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyyenin envâını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü manevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte bu suretle kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor, belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkinde hükmü var, makamı var. S.)
ZAİL
(Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen.
ZAİLAT
(Zâil. C.) Zâil olan şeyler.
ZÂİLÂT-I FÂNİYE
Gelip geçici olanlar, bir hâlde durmayıp gidenler.
ZAİM
(Zeâmet. den) Zeâmet sahibi. Kefil. * Prens. Şef, lider.
ZAİNE
(C.: Zuun-Zaâyin-Zâân-Ez'ân) Mıhfe içinde olan kadın.
ZAİR(E)
Ziyaret eden, ziyaretçi. Hatır sormaya, görmeye giden. * Seyirci.
ZAİT
(Bak: Zâid)
ZAK
Pak, arı, temiz.
ZAK
f. Dölyatağı, meşime. Rahim.
ZA'K
Çağırmak, bağırmak.
ZAK-DAN
f. Döl yatağı, rahim.
ZAKINE
(C.: Zevâkın) Enek çukuru.
ZAKİ
Güzel kokulu, keskin kokulu.
ZAKİ
(Zâkiyye) Saf ve temiz kimse. Hareket ve davranışları düzgün olan kişi.
ZÂKİR
Zikreden, zikredici. * Hafızası kuvvetli. * İlâhiler okuyan. Çok çok duâ ve Esmâ-i İlâhiyeyi okuyan. * Tekrar eden.
ZÂKİRE
Andıran, hatırlatan, hatıra getiren şey.
ZÂKİRÛN (ZÂKİRÎN)
Zikredenler.
ZAKKUM
Cehennem'de bir ağacın ismi, cehennemliklerin yiyeceği. * Gösterişi güzel, çiçekli ve zehirli meyvesi olan yâsemine benzeyen bir bitki ismi.
ZAKM
Yemek, ekl.
ZAKN
Yükletmek.
ZAKNA'
Uzun. * Kaba, yoğun. * Eğri.
ZAKT
Cima etmek.
ZAKV
Çağırıp bağırmak.
ZAKZAK
Yeynicek, hafif. * Bir karınca cinsi.
ZAKZAKA
Çocukların oynayıp sıçramaları.
ZAL
() harfinin bir ismi. "Dal-i Mu'ceme ve "Zel" de denir. * Horoz ibiği.
ZAL
İhtiyar. Ak sakallı. * f. İranlı meşhur kuvvet ve pehlivanlık senbolü Rüstemin babasının adı.
ZAL'
Eğilmek, meyl etmek. * Dar olmak. * Davarın ağır yük getirmekten dolayı yürürken iki yanına eğilmesi.
ZALAL
Gölge eden. Gölge olan.
ZALÂM
Karanlık. Zulmet.
ZALÂM-I ZULM
Zulmün karanlığı.
ZALEF
Kum ve taş olmayan sağlam yer.
ZALEME
(Zâlim. C.) Zâlimler.
ZALF
Men'etmek. Nefsini bir işe rağbet ve teveccühten men etmek. * Mübah şey. * Bâtıl. * Şiddet. * Beyhude.
ZALİ'
Geniş, bol, vâsi.
ZALİ'
(C.: Zulu') Eğri, meyilli. * Müttehem kimse. Töhmetli. * Aksak hayvan.
ZALİF
Çok hor, çok hakir kimse.
ZALİFEN
Birisinin izine uyup gitmek. * İzini gizlemek, belirsiz etmek.
ZALİK
Giden, gidici.
ZALİK(E)
Bu, şu, o. Kezâlik. Böylece.
ZALİL
Gölgeli.
ZALİM
(C.: Zılem-Zılmân) Deve kuşunun erkeği. * Kaymağı alınmadan içilen süt. * Hiç bozulmamış yerden kazılan toprak.
ZÂLİM(E)
Zulmeden, haksızlık eden.
ZÂLİMÂNE
f. Zâlim olana yakışır şekilde. Zulmeder surette. Zâlimce.
ZÂLİMÎN
(Zâlim. C.) Zâlimler, zulmedenler.
ZÂLİMÛN
(Zâlim. C.) Zulmedenler. Haksızlık edenler. Zâlimler.
ZALLAM
(Zalûm) Çok zulmeden. Çok zâlim.
ZALM
Kar. * Diş beyazlığı.
ZALMA
(C.: Zulem) Karanlık.
ZALÛM
Çok zulmeden. Çok zâlim.
ZAM
Ayıp.
ZAM
(Bak: Zamm)
ZA'M
Kelâm, söz.
ZAMA
Diş etinin kanının az olması.
ZAMA'
Susuzluk.
ZAMAİM
(Zamime. C.) İlâveler, ekler. Artırmalar.
ZAMAİR
(Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. * İsim yerine kullanılan kelimeler.
ZAMAİR-İ ŞAHSİYYE
Şahıs zamirleri. " Ben, sen, o" gibi isim yerine geçen kelimeler. (Bak: Şahıs zamiri)
ZAMAN
Kefil olma, kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere zarara karşı kefil olma, garanti.
ZAMAN
(Bak: Zeman)
ZAMANET
Kötürümlük.
ZAMAN-I AMEL
Üzerine alma. Deruhde etme. İltizam.
ZAMAN-I RÜCU'
Huk: Cayma tazminatı. Vadinden dönme tazminatı.
ZAMİH
Somak ağacı. ("Tadım" da denir)
ZAMİLE
(C.: Zevâmil) Yük hayvanı. * Küçük yük.
ZAMİME
Ek, ilâve. Artırma, katma, ekleme.
ZAMİN
Hasta ve kötürüm kimse.
ZAMİN
Tazmin eden. Kefil olan.
ZAMİN
Ödeyen. Kefil. Tazmine mecbur olan.
ZAMİR
Bir şeyi gizlemek. * İç. * Huk: Bir şeyin iç yüzü. * Niyet. * Vicdan. Kalb. * Gaye. * Gr: Mütekellim, muhatab ve gaibe delâlet eden ve bunların makamına kaim olan rumuzat harfleri ve harf terkiblerinin her biri. (Ben, sen, o; ene, ente, hüve gibi) ismin yerini tutan kelime.
ZAMİR
Düdük çalan. Ney çalan. Ney-zen.
ZAMİR-İ FİİLÎ
Gr: Geçmiş zaman fiillerinin sonuna gelen -dim, -din, -Di, -dik, -diniz, -diler... gibi eklerdir.
ZAMİR-İ İZAFÎ
Gr: Muzâfların sonuna gelen -im, -in, -i, -imiz, -iniz, -leri gibi eklerdir.
ZAMİR-İ MÜTEKELLİM
Mütekellim zamiri, yani konuşanın isminin yerini tutan zâmir. ("Ben" gibi)
ZAMİR-İ NİSBÎ
Gr: İsimlerin sonuna gelen, -im, -sin, -dir, -iz, -siniz, -dirler gibi eklerdir.
ZAMİR-İ ŞAHSÎ
Gr: Şahıs gösteren ve şahısların ismi yerine kullanılan zamirler; Ben, sen, o, biz, siz, onlar gibi. (Bak: Şahıs zamiri)
ZAMM
Bir şeye bir şeyi ekleme. Artırma. Katma. Fazla olarak verme. * Kenarlarını bitiştirme. *Gr: Bir harfin zammeli (ötreli) okunuşu.
ZAMME
Ötre o, ö, u, ü, diye okunan harfin harekesi.
ZAMME-İ MAKBUZE-İ HAFİFE
(Ü) sesini veren zamme.
ZAMME-İ MAKBUZE-İ SAKİLE
(U) sesini veren zamme.
ZAMME-İ MEBSUTA
O sesi.
ZAMME-İ MEBSUTA-İ SAKİLE
(O) sesini veren zamme.
ZAMMETÂN (ZAMMETEYN)
İki zamme.
ZAMPARA
(Aslı "zenpare"dir) Kadınlar peşinde dolaşan ahlâksız erkek.
ZAMYA
Yufka dudaklı. * Yufka kapaklı. * Dişinin etleri boz olup kanı az olan kimse.
ZAMYAN
Palamut ağacına benzer bir ağaç. (Necid bölgesinde olur.)
ZAMZAM
(C: Zamâzim) Büyük ve kuvvetli arslan. * Gadaplı ve kızgın kimse.
ZAN
Ayıp.
ZAN
(Bak: Zann)
ZA'N
Göçmek.
ZANBUR
(Bak: Zünbur)
ZANGOÇ
(Ermenice) Kilisenin hizmetlerini gören ve çan çalan kimse.
ZANİ(YE)
Zina eden. Meşru olmayan nikâhsız cinsî münasebette bulunan.
ZANİN
Suç işlediği zannedilen kimse. Töhmetli, suçlu kimse.
ZANİN
Cimri, bahil ve hasis olan.
ZANİYE
(Bak: Zani)
ZANK
Dar yer. Dar şey. * Darlık, sıkıntı.
ZANKÂ'
(Bak: Dankâ')
ZANN
şüphe. Zannetmek, samak. Sezme.
ZÂNN
Zanneden. Sanan. Zannedici.
ZANN-I GALİB
Kuvvetli, hakikate en yakın olan zann. (Bak: Su-i zan)
ZANN-I KABUL-Ü CUMHUR
Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri.(Ümmeti da'vetle teşri' edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etmek zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.Yoksa, davet bid'attır; reddedilir, ağzına tıkılır; onda daha çıkamaz... Lemeât)
ZANNÎ
Zanna ait, zanna dâir ve müteallik.
ZÂNÛ
f. Diz.
ZÂNÛ-BER-ZÂNÛ
f. Diz dize.
ZÂNÛ-BE-ZÂNÛ
f. Diz dize.
ZÂNÛ-BE-ZEMİN
f. Diz çökerek, dizini yere koyarak.
ZANÛN
Düşünce ve tedbiri kıt olan adam. * Suyu olup olmadığı bilinmeyen kuyu. * Suyu az olan kuyu.
ZÂNÛZEDE
f. Diz çökmüş.
ZÂNÛ-ZEN
f. Diz çökmüş.
ZAPT-Ü RABT
(Bak: Zabt ü rabt)
ZAR
f. Kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. İsimlere eklenerek yer adı bildirilir. Meselâ: Lâle-zar $ : Lâle bahçesi.
ZAR
f. İnleyen, sesle ağlayan. * Zayıf, dermansız.
ZA'R
Meyletmek, eğilmek.
ZA'R
Bedende kılın az olması.
ZAR'
(C.: Zuru') Meme. * Süt veren hayvan memesi.
ZAR ZAR
f. Hazin hazin, yanık yanık, (sesle) ağlıya ağlıya.
ZARAAT
(Derâat) Alçalma. Kendini küçük görme, küçültme.
ZARAFET
Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik.
ZARAFET-PERVER
f. Zarafete düşkün olan, zarifliği seven.
ZARAGIM
(Zırgam. C.) Arslanlar.
ZARAİF
Zârif, ince, hoş şeyler.
ZARAR
Lüzumlu ve kıymetli bir şeyin eksilmesi veya kaybolması. Ziyan. Kayıp.(Zarar, birşeye dahil olan eksikliktir ki, hastalık veya körlük, topallık gibi sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma a'maya ve pek zayıf hastaya darir denilir. Mühimmat ve levazım tedarikinden âciz olmak da bu mânadadır. Binaenaleyh zararlılar; dertli, sakat, âciz, özürlülerdir. Bunların gayrı olan gayr-i uli-z zarar ise, sahih, salim ve kadir olanlar demek olur. E.T.)
ZARAR-DİDE
f. Zarar görmüş olan. Ziyana, kayıba, noksanlığa uğramış olan.
ZARAR-I ÂMM
Umumla ilgili zarar.
ZARAR-I BEYYİN
f. Meydanda ve âşikâr olan zarar.
ZARAR-I HASS
Bir veya bir kaç şahsa âit olan zarar.
ZARAR-I MAHZ
Fık: Kendisinin faydası yerine zararı olan.
ZARAR-I MA'NEVÎ
Huk: Tazminat. Manevî zarar ve ziyan.
ZARB
(Bak: Darb)
ZARF
Kap, kılıf. Mahfaza. * İçine mektup konulan kılıf kâğıt. * Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına "yer, zaman, mâhiyyet" (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden başkalık katan vasıflarını belirten kelime.
ZARF-I MEKÂN
Mekân gösteren kelime. ("Burada, dışarda, içerde" gibi)
ZARF-I ZAMAN
Gr: Zaman gösteren kelime. ("Erken, geç" gibi)
ZARFİYYET
Gr: Kelimenin zarf olması hâli, bir kelimenin zarf olarak kullanılması.
ZARİ
f. Ağlayıp sızlama. * Hakirlik ve itibarsızlık.
ZARİ'
(Zer'. den) Ekin eken. Çiftçi.
ZARİ'
Hurma ağacının dikeni.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ZARÎ
Kanı durmayan damar.
ZARİB
(C.: Zırâb) Bir ucu keskin yerli taş. * Küçük tepe.
ZARİF(E)
Zarafetli. İnce ve nâzik tavırlı. Güzel. Şık. İnce nükteli. * İnce nükteli ve güzel tâbirlerle konuşan.
ZARİFANE
f. Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette.
ZARİFE
Fazla ve lüzumsuz söz.
ZARİF-ÜT TAB'
İnce, zarif tabiatlı, güzel huylu.
ZARİH
(Darih) Mezar, kabir. Türbe.
ZARİR
(C.: Ezırre-Zırrân) Kaba, sert yapılı ve muhkem yer.
ZARİS
Taşla yapılmış kuyu.
ZARİYAT
Kırıp ufalayan, toz duman edip götüren kuvvetler. * Velud kadınlar. (Bak: Zerv)
ZARİYAT SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 51. suresidir. Mekkîdir.
ZARR
Zarar.
ZARR
Soğuktan dolayı suyun donması.
ZÂRR
Zarar veren, zararlı.
ZARRÂ'
(Darrâ') Şiddet. Keder, mihnet, sıkıntı.
ZARURAT
(Zaruret. C.) Zaruretler. Sıkıntı ve muhtaçlıklar.
ZARURET
Çaresizlik. Muhtaçlık. Sıkıntı. Yoksulluk. ( $ kaidesi, yâni: "Zaruret, haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyariyle, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam su-i ihtiyariyle, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ulema-i Şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vâki olur. Bir cinâyet etse, cezâ görür. Fakat su-i ihtiyariyle olmazsa, talâk vâki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zaruret derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki: "Zarurettir, bana helâldir." S.)(Meşakkat teysiri celb eder. Yâni: Suubet, sebeb-i teshil olur ve darlık vaktinde vüs'at gösterilmek lâzım gelir. Karz ve havale ve hacr gibi pek çok ahkâm-ı fıkhıyye bu asla müteferri' dir. Ve fukahanın ahkâm-ı şer'iyyede gösterdikleri ruhas ve tahfifat hep bu kaideden istihraç olunmuştur.Şu kadar var ki hakkında nass-ı kat'i bulunan, meselâ yapılması her halde kat'iyyen memnu bulunan bir hususda meşakkat özrile o nassın hilâfı irtikâb olunamaz. Orada meşakkat, teysiri celb etmez.Bu kaide, Eşbah'da $ diye münderiçtir.Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah kılar. Yâni: İşlenmesi men ve nehy edilmiş bazı şeyler vardır ki, bunları yapmak, zaruret halinde mübah hükmünde olur, bundan dolayı yapan muahaza edilmez. Muteber bir ikraha mebni başkasının malını itlâf veya açlıktan helâk havfından dolayı başkasının taamını rızası olmaksızın yemek gibi.Maamafih haram ve memnu olan şeyler, üç nevidir. Birincisi: Memnuiyeti aslâ sâkıt olmayan muharremattır. Başkasını zulmen öldürmek veya başkasının haksız yere bir uzvunu kesmek gibi. İkincisi: Aslâ sâkıt olmayıp zaruret vaktinde ruhsata mahal olan muharremattır. Başkasının malını itlâf gibi. Üçüncüsü: Zaruret halinde memnuniyeti sâkıt olan muharremattır. Meyte gibi temiz olmayan bir şeyi yemek gibi.Bu kaide, Eşbah'da $ diye münderiçtir ve arz olunduğu üzere her memnua şâmil değildir. Ist. Fık. K.)
ZARURÎ
(Bak: Zaruriyye)
ZARURİYYAT
(Zarurî. C.) Mecburi işler. İster istemez olan işler.
ZARURİYYAT-I DİNİYYE
İman edilmesi zaruri olan dinin esasları, (Allah Teâlâya, Âhiret gününe, Meleklere, Peygamberlere, Kitaplara ve hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak.)
ZARURİYYAT-I NÂŞİE
Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler.
ZARURİYYE
(Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan.
ZA'T
Boğmak. Boğazlamak.
ZÂT
Hürmete lâyık kimse. * Kendi. Öz, asıl. * Ehil. Sâhib. (Zu'nun müennesi)
ZÂTEN
Esâsen, aslında, asıl olarak.
ZÂTÎ
(Zâtiyye) Zâta mensub. Kendisine âit, ile alâkalı, hususi. Özel.
ZÂTİYYAT
şahsiyetler. Zâta mahsus işler.
ZÂT-UL ESMÂR
Meyve veren. Meyveli.
ZÂT-UL HAREKE
Kendi kendine hareket eden cisim. Aslında hareketli olan cisim. Otomatik.
ZÂT-UL İLKAH-İ ZÂHİRE
İlkahı (döllenmesi) çiçek vâsıtasıyla olan nebat.
ZÂT-ÜL BEYN
İki kişi arasındaki düşmanlık.
ZÂT-ÜL CENB
Yan zarı iltihab. Akciğer zarı iltihabı.
ZÂT-ÜL MATÂLİ'
Birkaç matlâı bulunan akaside.
ZÂTÜLBEYN
(Zât-ül beyn) İki kişinin arasında olan düşmanlık.
ZÂTÜLCENB
(Zât-ül cenb) Tıb: Akciğer zarı iltihabı. Akciğer veremi.
ZÂT-ÜR RİE
Akciğer zarı iltihabı.
ZÂT-ÜZ-ZEVC
Kocası olan kadın.
ZAUN
Yük devesi.
ZAV'
Aydınlık. Işık.
ZAVABIT
(Zâbıta. C.) Kaideler. Nizamlar, usuller.
ZAVAHİR
(Zâhir. C.) Görünüş. Dış görünüş. * Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.
ZAVARİB
Nabız damarları.
ZAVİYE
Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil. * Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "grat" tır.
ZAVİYETÂN (ZAVİYETEYN)
İki zaviye. İki açı.
ZAV'-UŞ ŞEMS
Güneş ışığı.
ZAY'A
(C: Zıyâ') Geliri olan bina. * Tarla. Çiftlik. * Binasız arsa.
ZAYA'
Elden çıkma, yok olma.
ZAYAN
Yasemin çiçeği.
ZAY'AT
Kaybolma, kaybetme.
ZAYF
Misafir. Gelip geçen.
ZAYH
İncir ağacı.
ZAYH
Çok sulu süt.
ZAYİ'
(Ziya'. dan) Elden çıkan. Kaybolan. Yitik. Zarar, ziyan.
ZAYİÂT
Zarar ve ziyanlar. Yitikler.
ZAYİG
Mail, eğik, eğilmiş.
ZAYİGA
Meyledici, eğilen.
ZAYİL
Uzun etekli gömlek. * Uzun kuyruklu at. (Müe: Zâyile)
ZAYR
Mazarrat, ziyan.
ZAYVEN
(C.: Zayâvin) Yaban kedisi. * Erkek kedi. * Hırçın ve vahşi adam.
ZA'ZA'
Bir şeyi parça parça etmek. * şiddetle esen yel.
ZA'ZAA
şiddetle hareket ettirmek, sarsmak.
ZA'ZAA
Doldurmak. * Ayırmak. * Rüzgâra savurmak.
ZA'ZAA-İ ESNÂN
Dişlerin şiddetle birbirine vurması.
ZE
Kur'an alfabesinde onbirinci harftir ve ebcedi kıymeti 7'dir.
ZE'A'
Bölükler, fırkalar.
ZEAL
İnkârdan sonra ikrâr etmek.
ZEAM
Tamâ, hırs.
ZEAMET
Şeref, şan. Riyaset. * Yetiştirdikleri hayvanları ile birlikte harbe iştirak eden ve Sipâhi denen Osmanlı askerine öşrü alınmak üzere verilen en büyük timâr.
ZE'B
Ayıp. * Reddetmek. Hor ve hakir etmek, kepaze yapmak.
ZEBAB
Karasinek. (Bak: Zübab)
ZEBAN
f. Dil, lisan, lügat, lehçe.
ZEBAN-ÂVER
f. Düzgün konuşan, düzgün söz veya şiir söyleyen. * Dile getiren.
ZEBAN-DIRAZ
f. Dil uzatan, atıp tutan.
ZEBANE
f. Terazi gibi bazı âletlerin dili andıran parçaları. * Alev.
ZEBANEKEŞ
f. Alevlenen, alevli.
ZEBANEŞ
Onun dili.
ZEBANİ
Cehennem'de vazife gören melek.
ZEBANİYÂN
f. (Zebaniye) Zebaniler. Cehennemlikleri Cehennem'e atmaya vazifeli melekler.
ZEBANİYE
Azap melekleri.
ZEBANZED
f. Ata sözü, darb-ı mesel. * Alışılmış, her zaman söylenen söz.
ZEBAYİH
(Zebiha. C.) Kurbanlık hayvanlar.
ZEBB
Men ve defetmek. Kovmak. * Yaban sığırı.
ZEBB
Üzüm kurutmak.
ZEBEB
Kaşın kıllı ve yoğun olması.
ZEBED
(C.: Ezbâd-Zübed) Köpük. * Kir ve pas, tüfl.
ZEBER
f. Üst.
ZEBERCED
Zümrüd cinsinden ve onun kadar kıymetli olmayan, sarımtırak yeşil, cam parlaklığında kıymetli taş.
ZEBERDEC
Zeberced taşı.
ZEBERDEST
f. En üstün, galib, hâkim, âmir. * Mâhir.
ZEBERDESTÎ
f. Maharetlilik, ustalık. * El üstünlüğü, üstünlük, galibiyet.
ZEBERİN
f. Üstteki.
ZEBG
Yaramaz huy, kötü alışkanlık.
ZEBH
Kesme, boğazlama. Kurban kesme. (Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da "zebiha" denir.)
ZEBİB
Kuru üzüm. Kuru incir. * Yılan veya akrep gibi hayvanların zehiri.
ZEBİH
Kesme, boğazlama. Kesilecek hayvan. * Hz. İsmail'in (A.S.) ve Hazreti Muhammed'in (A.S.M.) babası Hz. Abdullah'ın lâkabı.
ZEBİHA
Boğazlanmış veya kesilecek hayvan. (Bak: Zebh)
ZEBİHEYN
İki kurban.
ZEBİL
Fışkı, gübre. * Pislik.
ZEBİR
Sıkıntı, mihnet. * Yazılmış şey. Mektup.
ZEBK
Yolmak.
ZEBL
İnce belli olmak. * Çiçeğin solması. * Deniz kaplumbağasının sırt kemiği.
ZEBN
Şiddetle def'etmek. * Devenin çifte vurması.
ZEBR
Kitab. Cüz. Kitap yaprağı. * Yazı yazma. * Söz. Yazı. * Akıl, zekâ. * Kuvvetli, sağlam, şiddetli adam. * Men'eylemek.
ZEBREC
Ziyne, süs.
ZEBTEL
Kısa boylu.
ZEBUN
f. Zayıf, güçsüz, âciz. * Alışverişte aldanan.
ZEBUNÎ
f. Zayıflık, güçsüzlük, âcizlik.
ZEBUN-KUŞ
Düşkünleri ezen. Zâlim. Gaddar.
ZEBUR
Kitap. Mektub. * Peygamber Hz. Dâvud'a (A.S.) vahiy ile gelen mukaddes kitabın adı.
ZEBZEB
(C.: Zebâzib) Adam zekeri.
ZEBZEB
Uzun gemi.
ZEBZEBE
Muallâkta kalma. * Mütereddit. * Titreme. * Asılı bir şeyi havada oynatmak.
ZE'C
şiddetle emme, yutma. * Doldurmak.
ZECA
(Zecven - Zeccâ - Eczâ) Sevketmek, yürütmek. * Def etmek.
ZECA'
Hüküm geçmek. * Kolaylık.
ZECC
Süngünün arkasıyla vurmak. * Atmak. * Deve kuşunun yelmesi.
ZECCA'
Adımı birbirinden uzak olan.
ZECCAC
Şişeci. Camcı. Sırça işleri yapan.
ZECEC
Kaşın uzun ve ince olması.
ZECEL
Avaz, ses, savt. * Mübâlağa ile çağırmak.
ZECL
Atma.
ZECME
Kelime.
ZECR
Menetme, engel olma. Nehyetme. * Zorlama, zorla yaptırma. * Önleme. Sıkma. * Kovma. Eziyet etme. * Angarya olarak çalıştırma. * Köpek balığı. * Çağırma. * Sürme.
ZECRE
Çağırmak, bağırmak, sayha. * Men'etmek, engel olmak.
ZECREN
Zorlayarak, zorla. * Ceza olarak. * Engel olarak, menederek.
ZECRÎ
Cebren, zorlayıcı olarak.
ZED
Vurucu, vuran mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed $ : Kulağa çalınan. Zeban-zed $ : Yayılmış söz.
ZED
f. Vurma, dövme.
ZEDE
(Zed) f. Birleşik kelimeler yapılarak, "vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş" manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede $ : Musibete uğramış.
ZEDEGÂN
(-zede. C.) f. Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
ZEDERGÂH
(Bak: Zidergâh)
ZEELAN
Yab yab yürümek.
ZEFER
Ağaca vurulan payanda, destek.
ZEFER
Kötü koku.
ZEFERAT
Soluk almalar.
ZEFF
Kişinin nikâhlısını kocasına teslim etmek.
ZEFİF
Çabuk davranan. Çevik. * Deve kuşunun yelmesi. * Gelini kocasına göndermek. * Hızla gitmek.
ZEFİR
Çok şiddetli ses. * Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek. * Ağlatmak. * İnlemek. * Ateş gürültüsü. * Eşek anırtısının evveli. * Belâ.
ZEFİRR
Uzun boylu yiğit. * Kuvvetli deve.
ZEFN
Raksetmek, dansetmek.
ZEFR
Yükseltmek. * Yük getirmek.
ZEFUR
Kir, pas, vesah.
ZEFZEFE
Titreme, sarsılma.
ZEGAB
Kuş yavrusunun üstünde olan sarıca tüyler.
ZEGAN
f. Çaylak.
ZEHAB
Gitmek. * Zihnen bir yola sapmak. Yanlış düşünce. Bir fikre uymak. Zan.
ZEHADET
Dünyadan, yâni nefsanî, fani ve fena şeylerden çekinmek. Zâhidlik. Sıkı sıkıya dine bağlılık.
ZEHAİR
(Bak: Zahair)
ZEHARİF
(Zuhruf. C.) Yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler. * Sahte süsler.
ZEH-DAN
f. Döl yatağı, rahim.
ZEHDER
Çakır doğan. * Doğan yavrusu. * Bir atın adı.
ZEHEB
Altın.
ZEHEBÎ
Altına ait. Altından yapılma.
ZEHEB-İ ZÂİB
Eriyen altın.
ZEHEM
Yağlı ve kirli olmak.
ZEHEN
(C.: Zehân) Zeyreklik, akıllılık. * Hıfz. * Kuvvet.
ZEHER
(C.: Ezhâr-CC: Ezâhir) Çiçek.
ZEHF
Yeynilik, hafiflik.
ZEHİ
(Bak: Zihi)
ZEHİB
Altın sürülmüş, yaldızlı.
ZEHİD
Az, kalil.
ZEHİM
(C.: Zühüm) Yağlı ve kirli.
ZEHK
Yorulmak.
ZEHK
Helâk olmak, mahvolmak. * Bâtıl olmak. * Okun nişanı aşıp geçmesi. * Çıkmak, huruç. * Derin kuyu.
ZEHL
Dalgınlıkla unutma, geciktirme. İş çokluğundan sonraya bırakma. * Kasden unutma.
ZEHL
(Bak: Zahl)
ZEHLUL
İyi at.
ZEHNA'
Düzgün. * Süs, ziynet.
ZEHR
(Zehir) f. Zehir, ağu, semm.
ZEHR(E)
Çiçek. şükufe.
ZEHRA
(Müe.) Ay gibi parlak olan. Çok parlak ve safi, berrak.
ZEHR-AB
f. Acı su.
ZEHR-ABE
f. Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. * Mc: Acı, acılık.
ZEHR-ALUD
f. Zehirli. Zehir karışmış.
ZEHR-AMİZ
f. Acı, zehirli.
ZEHRAVAN
(Zehrâveyn) İki parlak şey. * Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim.
ZEHR-BAR
f. Pek acı, zehir saçan.
ZEHR-BAZ
Zehir veren. Zehir yapan. * İmandan ayıran.
ZEHRE
f. Kahramanlık, yiğitlik. * Öd. Safra.
ZEHRE
(C.: Ezhâr) Çiçek. * Beyaz, berrak. Süs, ziynet.
ZEHREÇÂK
f. Çok korkmuş, ödü patlamış.
ZEHREDÂR
(C.: Zehredârân) f. Yiğit, cesur, yürekli, cesaretli.
ZEHR-EFŞAN
f. Zehir saçan.
ZEHR-HAND
f. Acı acı gülme.
ZEHR-İ KATİL
Öldürücü zehir.
ZEHRİN
f. Pek acı, zehir gibi.
ZEHR-NAK
f. Zehirli, ağulu.
ZEHUK
(Zehak) Boş, beyhude. Bâtıl. Zâil, yok olan.
ZEHV
Bâtıl. * Yalan. * Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek. * Güzel manzara. * Taze ot. * Otun çiçeği. * Titremek. * Yürümek. * Yel esmek. * Alacalanmış hurma koruğu.
ZEHZEHE
Zehi zehi demek.
ZEİM
Ayıplanmış.
ZEİR
Öncü, çeri kimse.
ZEİR
Aslan kükremesi.
ZEKÂ
Saflık, duruluk. * Hâl düzgünlüğü.
ZEKÂ
Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma. * Ateşin alevlenmesi. * Güzel koku alma.
ZEKÂB
f. Yazı mürekkebi.
ZEKAN
(C.: Ezkân) İki çenenin birleştiği yer. ("Enek" de derler.)
ZEKÂRET
Erkeklik.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ZEKÂT
Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma. * Temizlik. Taharet. (Bak: Sadaka, Nisab).( $ Bu kelâmın mâkabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise: Namaz $ Yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek; birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır. İ.İ.)(Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için bir kaç şart vardır:1- Sadakayı vermekte israf olmaması.2- Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.3- Minnetle in'âmın bozulmaması.4- Fakir olmak korkusu ile sadakanın terk edilmemesi.5- Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesi ile ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylere de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.6- Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hâcât-ı zaruriyyesinde sarfetmesi lâzımdır. İ.İ.)(Sadakalar kimlerin hakkıdır, bu cihete gelince, emr ü teşvik olunduğunuz infak u sadakat $ Allah yolunda tutulmuş, din uğrunda ilme, cihada vakf-ı nefs etmiş, $ Yeryüzünde şuraya buraya gidemiyen, yani Allah yolunda meşguliyetlerinden veya maraz ve acz gibi bir maniadan dolayı nafakalarını kazanmağa iktidarları olmayan o fakirler içindir ki $ hallerini tecrübe etmeyen cahil, onları $ taaffüflerinden, yani istemeğe tenezzül etmeyip tahammül ve tecemmül ile iffetlerini muhafaza ve ibraz eylediklerinden dolayı, zengin zanneder. $ Sen onları simalarıyla, dikkat edildiği zaman hallerinde görülecek edeb ü nezahet, yüzlerinde müşahede olunacak âsâr-ı fakr u zaruret gibi alâmetleriyle tanırsın. $ İnsanlardan dilenmezler, hele $ ilhah-ı ısrar ile hiç dilenmezler, olsa olsa pek muztar kaldıkları zaman ehline ifham-ı hâl ederler...Bu âyet, Ashab-ı Suffa tesmiye olunan fukara-yı Muhacirîn hakkında nazil olmuştur ki; dörtyüz kişi kadar vardılar. Medine'de ne bir meskenleri, ne aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu, daima Mescid-i Nebeviyeye mülazemet ederler, mescidin sofasında ikamet eylerler, ilm-i Kur'an tahsil ederler, mevâız ve tedrisat-ı Peygamberîyi istimâ' ile müstefid olurlar, hep oruçlu bulunurlar. Hâsılı; ilm ü ibadete hasr-ı evkat ederler ve her ne zaman bir gaza olursa giderlerdi. Bunlar Medrese-i Risalet'in Allah yoluna vakf-ı nefs etmiş talebesiydiler.İbn-i Abbas Hazretlerinden vaki olan rivayete göre birgün Resulullah (A.S.M.) Ashab-ı Suffa'nın başlarına durmuş, hallerini nazar-ı tedkikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri gördü ve kalblerini tatyib edip buyurdular ki: "Ey Ashab-ı Suffa! Size müjdeler olsun ki, her kim şu sizin bulunduğunuz hal ü sıfatta ve bulunduğu halden razı olarak bana mülaki olursa o benim refiklerimdendir. " İşte bu âyet de bunlar dolayısiyle nâzil olmuştur. Ve fakat hükmü âmmdır. Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası için hidemât-ı âmmeye vakf-ı nefs eden ve bu ahval içinde malı mülkü yok, muhtaç olmakla beraber nafakasını kesbe vakit bulamayan veya kudreti yetişemiyen fukara-yı mü'minîn bu âyetin hükmünde dâhildirler. Bunlar infakat ü sadakatın en güzel masrıfını teşkil ederler. E.T.)
ZEKÂVET
Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış.
ZEKEN
İlim, feraset.
ZEKER
(C.: Zükrân - Zükur - Zikâr - Zikâre) Erkek. * Erkeklik organı.
ZEKERİYYA (A.S.)
Benî İsrail peygamberlerinden ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm'ın neslindendir. Beytül-Makdis'de Tevrat yazan ve kurban kesen reis idi. Zevcesi, Hz. Meryem'in teyzesi idi. Benî İsrail'in büyüklerinden olan İmran namındaki zatın karısı Hanne, Zekeriyya (A.S.) ın karısının kardeşidir. Hz. Meryem İmran kızı ve Hanne'den doğmuştur. Zekeriyya Aleyhisselâm'ın himayesinde büyümüştü. Sonradan Yahya isminde oğlu dünyaya geldi. Yahudiler Zekeriyya'ya (A.S.) iftira ederek onu şehid ettiler. Kur'an-ı Kerim'de yedi defa ismi geçer. (Bak: Yahya A.S.)
ZEKEVAT
(Zekât. C.) Zekâtlar.
ZEKİ(YE)
Zekâ sahibi. Çabuk anlayışlı.
ZEKİ(YE)
Hâlis. Temiz. Hali temiz olan.
ZEKİK
Yazının satırlarının sık olması. * Yürürken kişinin adımlarının bibirine yakın olması.
ZEKİR
Unutmayan. Hâfızası kuvvetli.
ZEKİYY
Tâhir ve pâk kimse. Temiz insan.
ZEKK
Zayıf. * Yürürken adımların birbirine yakın olması.
ZEKUN
Sivri ve sarkık enekli.
ZEKURET
Erkeklik.
ZEKVE
Tamamlamak. Kesmek.
ZEKZEKE
Çirkin ve yaramaz huylu olmak.
ZELA'
Ayağın altında ve üstünde; elin ise arkasında olan yarık.
ZELAHLAH
(C.: Zelahlahât) Büyük çanak. * Aceleci ve uzun boylu adam. * Derin olmayan ırmak.
ZELAK
Sülük.
ZELAK
(Zelk) Yolmak (tıraş gibi). * Sürçmek. Ayağın kayması.
ZELAKA
(İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması. * Tecvidde: Keskin olarak çıkan $ harflerinin ismi. Bunlara müzlika harfleri de denir.
ZELALET
Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet.
ZELAZİL
(Zilzil. C.) Uzun etekler.
ZELAZİL
Zelzeleler. Yer sarsıntıları.
ZEL-CEDD
Kudret, kuvvet, azamet ve büyüklük sâhibi. (Bak: Cedd)
ZEL-CUD
Bol bol ihsan eden, cud ve cömertlik sahibi.
ZELEC
Kaymak yer.
ZELEF
Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine "ezlef" derler) (Müe: Zülefâ)
ZELEFE
(C.: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim. * Kaypak, düz yer.
ZELEL
Eksiklik.
ZELEME
Keçinin boğazı altında sarkık olan kıllar. (Müz: Ezlem. Müe: Zelmâ)
ZELH
Bir ok atımı yer. * Islaklığından dolayı ayak kayan yer.
ZELİC
(Ayak) kaymak.
ZELİF
Adımını atmak.
ZELİK
Düşük oğlan, sakat çocuk.
ZELİL
Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan.
ZELİL
Sürçüp düşen. * Yanılan.
ZELİLÂNE
f. Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde.
ZELİLÎ
Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık.
ZELK(A)
Sürçme, kayma.
ZELL
Yanlışlık yapma, yanılma. * Ayağı sürçme, kayma.
ZELLAT
(Zelle. C.) Yanılmalar, yanlışlar. * Sürçmeler, kaymalar. * Hatalar.
ZELLE(T)
Sürçme, sürçüp kayma. * Yanılma. Yanlış. Ufak suç.
ZELLET-ÜL KARİ'
Okuyanın yanılması. Namaz içinde, kırâat esnasındaki yapılan yanlışlık.
ZELUH
Kaypak yer.
ZELUL
Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan. * Hecin devesi. * İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli.
ZELULÎ
Başı yumuşak. Dayanıklı. Sabırlı, tahammüllü.
ZELZAL
(Zülzâl) Sarsıntı. Zelzele. Deprem. Sarsılma. (Bak: Zilzal)
ZELZELE
Yer sarsıntısı. * Sarsma.(Sual : Mâdem bu zelzele musibeti hatâların neticesi ve keffaret-üz-zünubdur. Mâsumların ve hatâsızların o musibet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder? Yine manevî cânipten elcevab: Bu mes'ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar denildi: $ Yani: "Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp mâsumları da yakar."Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler, A'lâ-yı İlliyyîne çıksınlar ve Ebucehiller, esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer mâsumlar, böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller, aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile mânevi terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.Mâdem, mazlum, zâlim ile beraber musibete düşmek hikmet-i İlâhîce lâzım geliyor. Acaba o biçâre mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o mâsumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında aynı gazab içinde bir rahmettir. S.)
ZELZELET-ÜS SÂA
Kıyamet sarsıntısı. Kıyamet kopması ânında meydana gelecek olan çok müthiş zelzele.
ZELZİL
Ev içinde olan mal, mülk ve eşya.
ZE'M
Tahkir etmek, hakaret etmek. * Ayıplanmak.
ZE'M
Katı, şiddetli, şedid. * Hacet, ihtiyaç. * Mevt, ölüm.
ZEMA'
Tenbel olmak. * Dehşetli olmak. * Acele etmek. * Yırtmak. * Alçak insan, kötü insan.
ZEMAHŞERÎ
(Hi: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça Mu'tezile'den olmuştu. Meşhur bir ilm-i belâgat âlimidir.
ZEMAİM
(Zemime. C.) Kötü haller. Beğenilmeyen, sevilmeyen hal ve hareketler.
ZEMAM
(Bak: Zimam)
ZEMAN
Zaman, devir, vakit, çağ, mevsim, mehil.(Levh-i Mahv-İsbat ise, sâbit ve dâim olan Levh-i Mahfuz-u Azam'ın daire-i mümkinatta, yâni mevt ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet herşey'in bir hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azimin hakikatı dahi Levh-i Mahv-İsbat'taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir. S.)
ZEMANE
f. şimdiki zaman. * Vakit, devir. * Tâlih, baht, şans.
ZEMANE(T)
Belâ, musibet, âfet. * Bedenin bir azası eksik veya kötürüm olma.
ZEMANEN
Zamanca, zaman bakımından. * Vaktinde, vaktiyle.
ZEMAN-I MEDİDE
Pek uzun zaman.
ZEMAN-I VUSÛL
Varma zamanı.
ZEMANÎ
Zamanla ilgili, zamana ait.
ZEMANİYAN
f. İnsanlar. Beşer.
ZEMAR
Kamışa (ney'e) üfleyen.
ZEMARE
Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık.
ZEMCA
Kuş kuyruğunun çıktığı yeri.
ZEMCERE
(C.: Zemâcir) Şiddetle çağırmak.
ZEME
(C.: Zemmâm) Suyu az olan kuyu. * Tenbellik.
ZE'ME
Şiddetli ses, çığlık. * İhtiyaç, hâcet.
ZEMEC
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Doldurmak.
ZEMEL
Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak. * Devenin ayağına ârız olan aksaklık. * Su tulumunun sarkması.
ZEMEN
Zaman, vakit.
ZEMER
İnce saçlı. * Bahadır, kahraman, yiğit kimse.
ZEMEYAN
Acele.
ZEMHA
Yaramaz huylu, bahil kimse.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ZEMHARE
(C: Zemâhir) Ok.
ZEMHERİ(R)
Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli soğuk devresi.
ZEMİL
Bir adamın hayvan üzerinde iken ardına binmiş olan adam.
ZEMİL
Tez, hızlı, seri. * Deve yürüyüşünden bir çeşit.
ZEMİM
Burun suyu, sümük. * Koç ve teke zekerinden akan bevl. * Koyun emziğinden akan süt.
ZEMİME
Zemme müstehak olan. Beğenilmeyen kötü hal ve hareket.
ZEMİN
f. Yer. Yeryüzü.* Meydan. Satıh. * Tarz. Eda. *Mevzu.
ZEMİN
Kötürüm kimse.
ZEMİN Ü ZAMAN
Vakit ve yer. * Münasebet. Mevzuya veya mes'eleye olan uygunluk, hâl, vaziyet.
ZEMİN-BUS
(Saygı ve hürmetten dolayı) yeri öpme.
ZEMİN-DÂR
(C: Zemindârân) f. Hâkim. Vâli.
ZEMİN-İ ŞURE
Çorak yer.
ZEMİN-KUB
f. İkide bir ayağını yere vuran çengi, rakkase. * Yer tepici olan at, deve, katır ve benzeri hayvanlar.
ZEMİR
Bahadır, kahraman, yiğit.
ZEMİSTAN
f. Kış. Kış mevsimi.
ZEMİSTANÎ
f. Kışlık. Kış mevsimine ait.
ZEMK
Sakal yolmak. (Yolunan sakala "zemika" veya "mezmuka" derler.)
ZEMKA
Kuşun kuyruğunun bittiği yer.
ZEML
Atın, davarın neşeli yürüyüşü. * Yük yüklemek. * Refik. Arkadaş.
ZEMM
Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak.
ZEMMÂM
Ayıplayıcı, zemmedici, kötüleyici.
ZEMMAR
Düdük çalan.
ZEMN
Kötürüm olmak.
ZEMR
Savaşmak. * Bir nesne ile kandırmak.
ZEMR
Düdük çalmak.
ZEMU' (ZEMİ')
Aceleci ve seri kimse. * Sıçraması birbirine yakın olan tavşan.
ZEMZEM
Çok mübarek bir su. * Kâbe-i Mükerreme'nin yanındaki maruf kuyu. (Süryanicede Zem: Dur, gitme mânasınadır. Vaktiyle Hz. Hacer, oğlu İsmail'in (A.S.) ayağı altından su çıkıp aktığını veya bu kuyunun çok çok akmağa başladığını görünce, "zem zem" diye söylemesi ile kuyunun akması kesilmiş ve bu vecihle kuyu bu ismi almıştır.) *Kelimenin lügat manası: Yavaş yavaş teganni ve terennüm eylemek, hafif ve yavaş yavaş türkü söylemek. * Çok bol.
ZEMZEME
Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek. * Cemaat.
ZEMZEME-DÂR
f. Ahenkli.
ZEMZEME-PİRÂ
f. Şarkı söyleyen, terennüm eden.
ZEN
f. Vuran, kesen, atan mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Zeden: Vurmak mastarında emir köküdür) Lâf-zen $ : Söz atan, lâf atan.
ZEN
f. Kadın, nisa.
ZENA'
Kısa boylu ve dar nesne. * Sidiğini tutup işemeyen kişi.
ZENABİ
Kuş kuyruğu. * Deve burnundan akan sümük.
ZENABİL
(Zenbil. C.) Zenbiller.
ZENABİR
(Zünbur. C.) Eşek arıları.
ZENADIK
(Zındık. C.) Zındıklar. Allah'a ve âhirete inanmayan dinsizler. İçten inanmayıp zâhiren mümin görünen münafıklar.
ZENADİKA
(Zındık. C.) Zındıklar.
ZENAH
(Zenâhdân) f. Çene.
ZENAN
f. "Vurarak" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ta'ne-zenan $ : Söverek.
ZENAN
Kadınlar.
ZENANE
f. Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi.
ZENAV
(Bak: Avzen)
ZENB
Suç, günah, kabahat.
ZENBAK
Güzel kokulu bir çiçek. Zambak. * Yâsemin yağı.
ZENBEREK
(Zenburek) f. Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği. * Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. * Mc: Faaliyet ve harekete sebep olan şey.
ZENBERİYYE
Büyük cins bir gemi. * İri vücutlu, enli erkek.
ZENBİL
İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap.
ZENBİLLİ ALİ EFENDİ
Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindarların sultanlara karşı nasıl metanet ve cesaret göstereceğine nümunelik bir zat olarak yaşamış, devlet reislerine istikameti gösterebilen bir İslâm kahramanı olmuştur. Vefatı Mi: 1526 tarihine rastlar. Karaman'lı olduğu söylenir.
ZENBUC
Yabani zeytin.
ZENBUREK
f. Zenberek. * Tar: Hayvan ile taşınan eski küçük toplar.
ZENC
Siyah, kara.
ZENCEBİL
Hoş kokulu bir baharat adı.
ZENCERE
Parmakla fiske vurmak.
ZENCİ
Siyah ırktan olan. Siyâhi.
ZENCİR
f. Zincir.
ZENCİR-BEND
f. Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. * Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan şâirleri arasında bunun yerine "Redd-ül acz an-is sadr", halk şâirleri arasında ise "Zincirleme" veya "Ayaklı koşma" denilirdi.Safter-i âlemsin, senden hidâyet,Hidâyet menbaı dilde begayet,Begayet cemâlin nur-i beşâret,Beşâret gösterir hüsnün enveri.Enver-i cihansın, senden münevver,Münevver sıfatın zât-ı mükerrer,Mükerrer eyledin dehri serâser,Serâser okunur kenz-i ekberi(Lâ)
ZEND
(C.: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı. * Çakmak taşı ve demiri.
ZENDEKA
Kâfirlik, dinsizlik. (Zendeka sâhibine zındık denir. Bazılarınca zındık; hem dinsiz, hem emvâl ve ezvacın iştirakine ve dehrin bekasına kail olan kimsedir.)
ZEN-DOST
f. Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara.
ZENEB
Kuyruk.
ZENED
f. (Hâl sigası Zeden masdarından) Vuruyor, çarpıyor, tutuyor (meâlinde).
ZENEK
f. Küçük kadın.
ZENEN
Burundan sümük akıp durmak.
ZENG
Zenci. * Kir, pas. * Zil.
ZENGÂR
Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir.
ZENGEL(E)
f. Çıngırak. * Çan.
ZENH
Yemeğin kokup bozulması.
ZENİM
Soyu bozuk, soysuz. Aslında o kavimden olmayıp sonradan ona katılan kimse. * Aşağılık.(Zenim, Zeneme'den müştaktır. Zeneme, keçinin, koyunun boynunda, kulağı dibinde derisinden küpe gibi yumrucuklara yahut kulağı delinip de ucundan muallâk bırakılan sarkıntıya denir ve bu, her tarafa sallanır durur. Lisanımızda o koyun veya keçiye küpeli denildiği gibi, Arapçada ise zenim denilir. Mecazen: Dalkavuk veya kulağı kesik, kulağı küpeli tâbirlerindeki mânayı andırır.İbn-i Cerir tefsirinde tafsil olunduğu üzere, târifinde şöyle denmiştir: Nesebi mülhak, piç, şer ile mâruf, kötü damgalı, fâcir ilâahir... E.T.)
ZENİN
Sümük.
ZENK
Bir taife adı.
ZENKA
Dar sokak.
ZENME
Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar. * Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ZENNA'
Sümüklü kadın. * Hayzı kesilmiş olmayan kadın.
ZENNE
Kadın kısmı. * Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve oyunda kadın rolü yaparlardı.
ZENNUN
Sümüklü.
ZENPARE
f. Zampara. Zenperest.
ZENPEREST
(C.: Zenperestegân) f. Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse.
ZENTERE
Darlık, şiddet.
ZENUB
Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki; Kur'ân'da azabdan nasib mânasına istiare olunmuştur. (E.T.)
ZENYAN
Men'etmek, engel olmak. Kabul etmemek, reddetmek. * Evmek, acele etmek. * Rüzgârın sert esmesi.
ZER
Sarı. * Altın, akçe. * Nöbet. * Oruç. * Çile.
ZE'R
Kerih görmek. İğrenmek. Nefret etmek.
ZER'
Çoğaltma. * Halketme, yaratma. * Tohum ekme. * Ağzından dişlerin dökülmesi. * Saç ağarması. * Perde, hâil.
ZER'
Ekilmiş. Ekme. Tohum ekme. * Yetişmiş ekin.
ZER'
Ölçmek. * Kederli ve tasalı olmak. * Kalb. * El yaymak. * Kudret, kuvvet, tâkat.
ZER'
Yaratmak. * Yere tohum saçmak.
ZE'R (ZEİR)
Arslan kükremesi. * Çağırmak ve kükremek mânâsına mastar.
ZERA
Gölgelik, perdelik.
ZERA'
Vahşi sığırın buzağısı. * Tamâ, hırs, aç gözlülük.
ZERA'
İplik eğirmekte elleri çabuk olan.
ZERAA
Genişlik. * Hız, sür'at.
ZERAB
f. Beyaz şarap. * Yaldız mürekkep.
ZERABÎ
(Zürbiye) (Zirbiye. C.) İftihar eden. * Geniş, enli döşek, yatak.
ZERAF
f. Zürafa.
ZERAFE (ZÜRÂFA)
(C.: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir hayvan. Zürafa.
ZERAFÎ
(Zerafe. C.) Zürafalar.
ZERAK
Gök renkli. Mavi.
ZERARE
Saçılan şey.
ZERARÎ
(Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.
ZER-BAF
Sırma dokuyan.
ZER-BÂF
Sırma dokuyan.
ZERBE
Yüce avazlı, gür sesli olmak.
ZERD
(Zered) (C.: Zürud) Halka halka örülmüş savaşçı zırhı. * Yutmak. * Boğmak.
ZERD
f. Sarı. * Soluk, solgun.
ZERDAB
(Zerd-âb) f. İrin, cerahat. * Safra. * Beyaz şarap.
ZERD-ÂLÛ
f. (Zerd: sarı; âlû: erik) Sarı erik, zerdali.
ZERDE
f. Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. * Safran. * Yumurta sarısı.
ZERDEC
Usfur çiçeğinin evvel çıkan sarı suyu.
ZERDEME
Yutacak yer.
ZERDFAM
f. Sarı renkte. Sarı renkli.
ZERDGUŞ
f. İki yüzlü. Müraî. * Ürkek, korkak.
ZERDÎ
f. Sarılık. Sarı renkte olma.
ZERDOST
f. Cimri, hasis, tamahkâr.
ZERDÜŞT
Ateşe tapan, mecusi. * İlk önce nur ve zulmet diye iki ilâha inanmayı uyduran adam.
ZE'RE
Meşelik.
ZERE'
Başın önünde vâki olan beyazlık.
ZEREB
Keskin nesne. * Midenin bozulması.
ZEREB
(C.: Zerâib) Koyun ağılı.
ZERECUN
(Zerâcin) Üzüm ağacı. * Üzüm asması. * Kızıl boya. * Çukur taş içinde biriken yağmur suyu.
ZERED
Zırh.
ZEREF
(Zerefân-Zerâfe-Zerif) (C: Zevârif) Gözden yaş akmak. * Yavaş yürümek.
ZERENDUD
(Ze-endud) f. Altın yaldızlı.
ZER-ENDUZ
Altun kazanan.
ZERGER
(C.: Zergerân) Altın işleyen. * Kuyumcu.
ZERGERÎ
f. Kuyumculuk.
ZERGÛN
f. Altın gibi sarı renkli olan. Altın renkli.
ZERH
Yemeğe zehir katmak.
ZER-HIRİD
(Zer-hıride) f. Satın alınmış kimse, köle.
ZERİ'
Çabuk ve kolay olan.
ZERİ'
Araya giren, şefaat edici.
ZER'Î
(C.: Zer'iyyât) Arşın ile ölçülen şey.
ZERİA
(C.: Zerâi) Vesile. * Yol. * Geçit. * Avcının, arkasında gizlendiği deve.
ZERİN
(Bak: Zerrin)
ZERİR
Zeki, hafif kimse.
ZERİR
Yanmak. * Parlamak.
ZERİRE
(C.: Ezirre) Göz otu. Tutya.
ZER'İYYAT
Ekim işleri.
ZERK
Hile. Riya. İki yüzlülük. * Şırınga yapmak, iğne ile vücuda ilâç vermek.
ZERK
Çirkin söz söylemek. * Kuşun terslemesi.
ZERK-ÂLÛD
f. Riyalı, riya karışık.
ZER-KEŞ
f. Altın kakmalı, altın işlemeli. * Altın tel yapan.
ZERK-FÜRUŞ
f. Hileci, hilekâr. İkiyüzlü, müraî.
ZERM
Kesilmek.
ZERNEB
Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot. * Fercin dışarısında olan et.
ZERNİGÂR
f. Altın ile işlenmiş. Yaldızlı.
ZERR
Düğmeyi iliklemek. * Birbirine pekitip bağlamak.
ZERR
Zerre, en küçük parça. * Karınca yumurtası. * Ayırmak.
ZERRA'
Ekinci, çiftçi.
ZERRAD
Zırh ören.
ZERRAK
(Zerk. den) İki yüzlü.
ZERRAT
(Zerre. C.) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller.
ZERRE
(C: Zerrat) Pek ufak parça. * Atom. * Çok küçük karınca. * Güneş ışığında görünen ufacık tozlar. * Küçük boylu adam.
ZERREVÂRİ
f. Zerre gibi çok küçük.
ZERREVÎ
Zerre ile alâkalı, zerreye âit.
ZERRİN
f. Altından yapılmış. Altın gibi parlak. Sarı
ZER-RİŞTE
f. Altın tel. Sırma. * Sarı.
ZERŞEK
Kadın tuzluğu. Pars anberi.
ZER-ŞİNAS
f. Altın tanıyan, sarraf.
ZER-TAR
f. Altın tel, sırma. * Güneş ışını.
ZERUF
Seri, hızlı, aceleci.
ZERUR
Göz otu.
ZERV
Tutup götürmek. * Savurmak. * Kırıp götürmek.
ZER-VER
f. Altın yaldızlı olan.
ZERYAC
Zerde aşı.
ZERZERE
Sığırcık kuşunun ötmesi.
ZE'T
Boğmak.
ZETT
Ziynet, süs.
ZEUM
Yağlı mıdır değil midir bilinmeyen koyun.
ZEUR
Korkak kimse.
ZE'V
Sürmek ve sulamak.
ZEV'
Ölüm sebebiyle gelen sıkıntı, keder.
ZEVABE
(C.: Zevâib) Saç bölüğü. * Zülüf. * Kılıç tasması.
ZEVABİ'
Musibetler. Büyük belâlar. (Bak: Devâhi)
ZEVACİR
(Zâcire. C.) Yasak edenler, men'edenler, önleyenler.
ZEVAD
Azıklar, yiyecekler.
ZEVADE
Ziyadelik, çokluk.
ZEVAH
Gitmek.
ZEVAHİF
(Zâhife. C.) Yerde sürünerek yürüyen hayvanlar, sürüngenler.
ZEVAHİR
(Zühre. C.) Çiçekler. * Parlak yıldızlar. * Ziynetli, parlak ve berrak olanlar.
ZEVAHİR
Dolu, taşkın, coşkun denizler. * Mc: Yüksek şan ve şerefler.
ZEVAHİR
(Bk: Zavahir)
ZEVAİB
(Zâib. C.) Erimiş şeyler, eriyenler.
ZEVAİD
(Zâide. C.) Fazlalıklar, fazla şeyler. Faydasız şeyler.
ZEVAİL
(Zail. C.) Zeval bulanlar. Zail olan şeyler. * Mc: Yıldızlar.
ZEVAL
Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.(Gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki; acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâki'nin bâki esmasının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkatı, bir sürura inkılâb eder. Hem zevâl ve fenâya mâruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin ve san'at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i dâimîyi görür. O zevâl ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. M.)
ZEVALÎ
Zevale mensub, zevale ait ve müteallik. * Çok yaşlı.
ZEVAL-İ ELEM
Elemin sona ermesi.(Zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. S.)
ZEVAL-İ LEZZET
Lezzetin bitmesi, lezzetin sona ermesi.
ZEVALNÂPEZİR
f. Geçici ve muvakkat olmayan. Zeval bulmayan. Sona ermeyen.
ZEVALPEZİR
f. Geçici olan. Muvakkat. Sona eren.
ZEVAMİL
(Zâmile. C.) Küçük yükler. * Yük hayvanları.
ZEVANİ
(Zâniye. C.) Zâniyeler. Zina yapan kadınlar.
ZEVARİ'
Küçük tuluklar.
ZEVAT
(Zât. C.) Zatlar, şahıslar, kimseler. * Üzüm, buğday gibi şeylerin kabuğu.
ZEVATA
İki zat. * İki sahib. * Çift.
ZEVAT-I KİRAM
Şerefli, temiz, büyük zatlar.
ZEVAT-I MA'DUDE
Sayılı zevât. Sayılı kimseler.
ZEVAYA
(Zâviye. C.) Zaviyeler. Açılar. Köşeler. Tekyeler.
ZEVB
Erime.
ZEVC
Çift. İki şeyden meydana gelen. * Sınıf, cins, nev'. * Karı ve kocanın herbiri. * Koca, eş.
ZEVCAT
(Zevce. C.) Zevceler. Karılar. Kadın eşler.
ZEVCE
Kadın eş. Nikâhlı kadın, eş.
ZEVCEYN
Karı ile koca. Kadın ile erkek çift.
ZEVCİYYET
Kocalık, karılık. Eşlik. Karı ve koca oluş.
ZEVD
Koyunu su yerinden sürmek. * Sevk.
ZEVD
Ayırmak. * Uzaklaştırmka, ırak etmek. * Defetmek, menetmek.
ZE'VE
(C: Ze'vât) Zayıf koyun.
ZEVEBAN
Erime.
ZEVEBAN ETMEK
Fiz: Sıcaklığını artırarak bir cismin, katı hâlden sıvı hâline geçmesi. Erimiş olması.
ZEVEL
Hafif, zeyrek, zarif kimse. (Müe: Zevle)
ZEVER
Meyl, eğrilik.
ZEVF
Adımını birbirine yakın atmak.
ZEVG
Bir şeyi bir tarafa eğme, bir yana meyillendirme.
ZEVH
Develeri dağıtıp toplamak.
ZEVH
şiddetle yürümek.
ZEVİ
(Zû. C.) Sahipler.
ZEVİ-L EHSAS
Duygu sahibi olanlar, duyanlar, hissedenler.
ZEVİ-L ERHAM
Yakın akraba.
ZEVİ-L ERVAH
Ruh sahipleri. Hayatlılar, ruhlular. Can sahibi olanlar.
ZEVİ-L İDRAK
İdrak sahipleri. Anlayış ve akıl ile kavrayışlı olan.
ZEVİ-L UKUL
Akıl sahipleri. Aklı olanlar. * Tas: Halkı zâhiren, Hakkı bâtınen görenler.
ZEVK
Lezzet alma, hoşa gitme, tatma. * Hoş, hoşa giden. Mânevi haz. * Boş vakit geçirmek. Eğlenmek. * Alay etmek. Güzeli çirkinden ayırma kabiliyeti.(Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz... S.)
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ZEVK-ÂLUD
f. Zevkli, zevk karışık.
ZEVK-BAHŞ
f. Zevk veren, eğlendiren, neşelendiren. * Meşhur bir cins lâle.
ZEVK-CÛ
(C. : Zevkcuyân) f. Zevkine düşkün. Zevk arıyan.
ZEVKÎ
Zevkle alâkalı. Zevke âit.
ZEVK-İ SELİM
En temiz, nezih ve en yüksek derecedeki zevk. Selâmette olan zevk. Meşru dairedeki zevk. * Sezme kabiliyeti.
ZEVKİYYAT
Zevk ve eğlenceye dair hususlar.
ZEVK-YÂB
f. Lezzet alan, zevklenen.
ZEVL
(C.: Ezvâl) Acib nesne. * Zâil olmak, geçici olmak.
ZEVLAK
Taraf, cânib.
ZEVR
Göğüs altı.
ZEVR
Yalan, kizb. * Bâtıl mâbud. * Ziyaret etmek. * Göğüs üstü.
ZEVRA'
Bağdat. * Dicle nehri. * Eğri ve eğilmiş nesne. Yay. * Derin kuyu. * Uzak yer.
ZEVRAK
Kayık, sandal. * Mekke'de yapılan ve içine zemzem koymaya mahsus olan kap, ibrik.
ZEVRAKÇE
f. Ufak kayık. Ufak sandal.
ZEVRAKSÜVÂR
f. Kayığa binen. Sandala binmiş olan.
ZEVRE
Uzaklık. * Ziyaret etmek.
ZEVREKA
(C.: Zevrak-Zevârik) Ölçek. * Küçük gemi.
ZEVT
Boğmak.
ZEVV
Irak diyarında bir dağın adı. * Kadr, kıymet. * Miktar.
ZEVVAK
Bir şeyi fazlasıyla deneyen. * Bir şeyi çok fazla tadan.
ZEVY
Solmak. * Değişmek, mütegayyer olmak.
ZEVY
(Zevey) Döndürmek. Cem etmek, dürülmek. Tutmak.
ZEVZAT
Doğurmak. * Sür'atle gitmek. * Reddedip uzaklaştırmak.
ZEVZEK
t. Geveze. Münasebetsiz, temkinsiz. Ağzı ve eli durmayan. Hoppa.
ZEY'
Güzelce pişip erimek.
ZEY'
(Zeyean) Duyulma. Meydana çıkıp yayılma.
ZEYB
(Bak: Zîb)
ZEYBEK
Hafif silâhlarla donanmış ve asâyişi muhafazaya memur olan eski bir sınıf asker.
ZEYD
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir. (Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid)
ZEYD (ZİYÂD)
Men'etmek, reddedip gidermek.
ZEYD BİN SABİT (R.A.)
Sahabe-i Güzinden ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Henüz on bir yaşında iken isteği ile İslâmiyet'i kabul etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'i kemiklerde yazılı ve hâfızların ezberinde iken bugünkü şeklinde ilk olarak yazan, bu hizmette en büyük hizmet kendisine nasib olandır. Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) kâtipliğini yapmıştır. Süryanice de öğrenmişti. Hz. Ebu Bekir-i Sıddık'ın (R.A.) hilâfeti mes'elesinde Ensar'ı tenvir etmiş, hakikatı izah etmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman (R.A.) devirlerinde büyük hizmetler görmüş ve beyt-ül mâl te'sisinde ve tesbitinde büyük hizmetleri olmuştur. Hi: 45 tarihinde 56 yaşında irtihal etmiştir.
ZEYEK
İki uyluk arasının geniş olup birbirine uzak olması.
ZEYF
(C.: Ziyâf - Züyuf - Ezyâf) Kalp ve silik para veya akçe.
ZEYG
Şübhe. Doğruluktan ayrılma. * Bir tarafa meyletme. * Yanılma. * Kamaşma.
ZEYH
Mahvolmak. * Gitmek. * Uzak olmak.
ZEYH
(Zeyhân) Zulüm etmek. Haktan uzaklaşmak.
ZEYHAN
Zulüm etmek. Zâlimlik yapmak.
ZEYL
Ek, ilâve, bir şeyin altı, devamı. * Etek.
ZEYL
Ayırma. Tefrik.
ZEYLEN
Ek olarak. İlâve ederek.
ZEYLİYÂT
İlâve ve ek olarak yazılan şeyler.
ZEYN
Zinet, süs. Süslemek.
ZEYN-AB
(Kürdçe) Su kaynağı, pınar.
ZEYNEB
Eski fetva metinlerinde kadını temsil eden isimlerden biri. * Gül. (Bak: Hatice)
ZEYN-ÜD DİN
Dinin süsü, dinin zineti.
ZEYN-ÜL ABİDİN
(Zeynel âbidîn) Lügat mânası: İbadet edenlerin zineti. * (Hi: 38-94) Oniki İmamın dördüncüsü olan zât (R.A.). Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın torunu olan Hazret-i Hüseyin'in ortanca oğlu. Asıl adı: Ali'dir. Tâbiînin büyüklerindendir. Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (Rahmetullâhi Aleyh)
ZEYR
Eksilmek.
ZEYT
Zeytinyağı. Yağ.
ZEYTUN
Zeytin.
ZEYTUNÎ
Zeytin renginde olan.
ZEYY
Döndürmek. * Toplamak, cem'etmek.
ZEYY
(Bak: Ziyy)
ZEYYAL
Kuyruklu. * Uzun etekli.
ZEYYAT
Zeytin ağacı.
ZE'ZEE
Cem'etmek, toplamak.
ZI
Kur'an-ı Kerim alfabesinde onyedinci harftir. Ebcedî değeri: 900'dur.
ZIA
İşlenir toprak. Tarla.
ZIAR
Devenin ağzını bağlamak.
ZIBA'
(Zabu. C.) Sırtlanlar.
ZIBAB
(Zabb. C.) Kertenkeleler. Kelerler.
ZID
Aksi, muhâlif, zıt. * Nefret edilen, kerih şey.
ZIDDÂN
İki zıt.
ZIDDEYN
Birbirinin aksi olan iki şey. İki zıt.
ZIDDİYET
Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu.
ZI'F
İki kat. Bir şeyin miktarca iki katı.
ZIFR
Tırnak. Çengel. Pençe.
ZIHAR
İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak. * Karşılıklı yardımlaşmak. * Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karısına, "Sen bana anam gibisin" demesi gibi. Bu halde karısı da ona haram olurdu. İslâmiyetten evvel câhiliyet âdetleri olan ve bir nevi boşanma usulü sayılan bu çeşit hareketi İslâmiyet men'etmiştir ve zecr için zıhar eden kimseye keffaret vaz' olunmuştur. (O.L.)
ZIHARE
Elbisenin dış yüzü, dış tarafı.
ZIHLİL
Dayanacak ve kayacak dar mekân.
ZIHRIT
Koyun ve deve burunlarından akan sümük.
ZIHRÎ
(C.: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne.
ZIKKÎ
Deriden yapılmış su tulumu.
ZILAL
(Zıll. C.) Gölgeler.
ZILALE
Gölgelik.
ZILF
Hayvanların çatal tırnağı.
ZILL
Gölge. * Perde. * Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme.
ZILL-ÂLUD
f. Gölgeli.
ZILL-I ZÂİL
Geçen gölge.
ZILL-I ZALİL
Koyu gölgeli yer.
ZILLÎ
Gölge ile alâkalı.
ZILLÎM
Zulmü çok olan kimse. Zâlim insan.
ZILLİYET
Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma. * Gölgelik.
ZILLULLAH
Cenab-ı Hakk'ın namına yeryüzünde tasarrufta bulunan insan, halife. İlâhî kanunu tatbike çalışan halife ve pâdişahın nâmı.
ZIMAD
(C.: Zamâid) İlâç. * Merhemle yaraya sarılan sargı, bez.
ZIMAN
Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel.
ZIMAR
Irz, namus.
ZIMAR
Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal. * Gizli kalmış hazine, iş veya şey.
ZIMN
İç taraf. * Maksad, gaye. * Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan.
ZIMNEN
Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak.
ZIMNÎ
İçinde saklı, gizli olarak. * Kendiliğinden.
ZINDIK
(Bak: Zendeka)
ZINNE
Töhmet, kabahat.
ZINNET
Cimrilik, pintilik.
ZI'R
(C.: Zıâr-Zuur-Ezâr) Süt anası.
ZIRA'
(Bak: Zirâ')
ZIRAR
Karşılıklı zarar vermek.
ZIRBA'
Maymuna benzer bir hayvan.
ZIRBAN
(C.: Zerâbin) Kokarca denilen küçük, kediye benzer, çirkin kokulu bir hayvan.
ZIRGAM
(C.: Zarâgım) Aslan, gazanfer.
ZIRH
Cevşen. * Muharebe elbisesi, demirden örülmüş veya dökülmüş elbise.
ZIRHPUŞ
(C.: Zırhpuşân) f. Zırh giyinmiş, zırh giyen.
ZIRR
Gömlek ve kaftan düğmesi. * Tomurcuk.
ZIVANA
f. İki ucu açık küçük boru. * Birbirine geçen şeylere açılan boru şeklinde delik.
ZIVANADAN ÇIKMAK
Taşkınlık göstermek. Haddini aşmak, edepsizlik etmek.
ZIYA
(Bak: Ziyâ)
ZIYA'
Kayıp, yitim. Kaybolma. Mahvolma.
ZIYA'
(Zay'a. C.) Küçük çiftlikler, tarlalar.
ZIYK
(Dıyyık - Dıyk) Dar. Sıkıntılı.
ZIYYIK
Pek dar.

f. Türkçedeki "den, dan" mânasını ifade eder. Meselâ: Zi-mısır $ : Mısır'dan.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye

Kılık, kıyafet. Elbise.

Arapçada kelimenin yerine göre "Zâ, Zû, Zî" şeklinde okunan, "sâhib" mânasını ifade eden ve birleşik kelimeler yapılan bir edattır.
ZİAB
(Zi'b. C.) Kurtlar, canavarlar.
ZİAMET
(Bak: Zeâmet)
Zİ'B
Kurt. Canavar.
ZÎB
Zinet, süs. Düzgün, iyi elbise.
ZİBA
f. Güzel, süslü, yakışıklı.
ZİBAC
Nedimelik etmek. * Sohbet etmek.
ZİBAK
Cıva.
ZİBAL
Karıncanın ağzıyla götürdüğü şey.
ZİBAR
(Zebr. C.) Kitaplar. * Yazı yazmalar. * Kâğıt yaprakları.
ZÎBARÛ
(Zibâ-ru) f. Güzel yüzlü. Dilber.
ZÎB-ÂVER
f. Süsleyici, bezeyici.
ZÎBAYÎ
f. Süslülük, güzellik, yakışıklılık.
ZİBBAH
Ayak parmaklarının diplerinde olan yarıklar.
ZİBBAN
(Zübâb. C.) Sinekler.
ZİBBİR
Kuvvetli.
Zİ'BE
Eyerin ve semerin iki yanlarının arası.
ZÎB-EFZA
f. Güzelleştiren, süsü artıran, güzelliği çoğaltan.
ZİBENDE
f. Süslü, zinetli, yakışıklı. Lâyık, güzel.
Zİ'BER
Çok kaba dikişli bir Arap kaftanı.
ZİBE'RA
Yaramaz huylu kimse. * Kaba sakallı, yüzü ve kaşı kıllı kimse. * Timsahın dişisi. * Boynuzuyla fili başında götüren canavar.
ZİBERKAN
Ay, kamer. Ay ve güneş. * Arap reislerinden bir reisin adı.
ZİBH
Boğazlanan davar.
ZİBHA
(Zübha) Kuşpalazı, difteri.
Zİ'BIK
Civa.
Zİ'B-İ MÜTEGANNİM
Koyun postuna girmiş kurt.
Zİ'B-İ YUSUF
Kabahati ve suçu olmadığı halde suçlandırılan kimse.
ZİBL
Süprüntü. Gübre.
ZİBNİYE
Zorla def'edici, zorla kovan.
ZİBR
Mektup. Kitap.
ZİBRAK
Sarartmak.
ZİCAC
Karanfil.
ZİCAN
Meyletmek, eğilmek.
ZİCC
Yumuşaklıkla def'etmek. Tatlılıkla kovmak.
ZİDA(Y)
Cilâlayıcı, temizleyip parlatıcı.
ZİDB
(C.: Ezdâb) Nasip, kısmet.
ZİDE
(Zidet) : f. "Çoğalsın, artsın" anlamlarına gelir ve duâ ve temennilerde bulunmak üzere kullanılır.
Zİ-DER
f. Kapıdan.
Zİ-DERGÂH
f. Dergâhtan.
ZİDET FAZLUHU
Bilgisi artsın, fazlı çok olsun!
ZİDK
Sıdk, doğruluk.
ZÎF
Kenar, nâhiye, cânip, taraf.
ZİFAF
Gerdeğe girmek. Gerdek.
ZİFAN
Öldürücü zehir.
ZİFAN
(Zayf. C.) Misafirler.
ZİFF
Deve kuşunun yeleklerinin küçüğü.
ZÎ-FİKİR
Fikir sahibi, tefekkür eden.
ZİFİL
Katran.
ZİFR
(C: Azfâr) Kir, pas. * Yük. * Kırba. (Kırba götürenlere "Zevâfir" derler.)
ZİFRA
(C.: Zifâri) Devenin kulağı ardında terleyen yer.
ZÎFÜNUN
Çok şeyler bilen, mehâret sâhibi olan, fen sâhibi.
ZİH
f. Kiriş. * Yay kirişi. * Kenar çizgisi. * Kaytan, şerit.
ZÎH
(C.: Züyuh-Ezyâh) Çok kıllı erkek sırtlan. (Müe: Zeyhâ)
ZİHAF
Çokluk. * Süstlük ve zayıflık ile yürümek. * Edb: İbarede uzun okunulması gereken bir sesli harfin, vezin zarureti ile kısa okunuşu. (Bunun zıddı: İmâle'dir)
ZİHAM
Kalabalık, sıkışıklık.
ZÎHASSA
Hassalı, özellik, hususiyyet sâhibi.
ZÎ-HASSA-İ MEŞHURE
Meşhur hususiyet sâhibi.
ZÎ-HASSE
Duygulu, duygu sâhibi, hisseden.
ZÎ-HAŞMET
Haşmet sahibi, haşmetli.
ZÎ-HAYAT
Hayatlı, hayata sâhip, canlı. (Bak: Hayat)
ZİHBE
(C. Zihâb) Yağmur katresi.
ZİHİ
f. Ne güzel. Ne iyi. Aferin.
ZİHİ
Şu, bu mânasına gelen müennes işaret zamiri.
ZİHİN
(Zihn) Anlama, bilme, hatırlama kuvveti. Anlama kuvvet ve istidadı. Hıfz kabiliyeti. (Bak: Dimağ)
ZİHLAF
Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek.
ZİHNEN
Zihin ile, düşünerek, akıl ile.
ZİHNÎ
(Zihniyye) Zihinle alâkalı. Zihne âit.
ZİHN-İ MAHDUD
Dar zihin.
ZİHNİYYÂT
Zihne ait hususlar. Zihinle ilgili meseleler.
ZİHNİYYET
Düşünce. Düşünce yolu. * Anlayış. * Kafa.
ZÎK
Yaka kenarı.
ZÎK
(Bak: Dıyk)
ZİKÂR
(Zeker. C.) Erkekler.
ZÎKARED GAZVESİ
Zîkared, Gatafan diyarı civarında oniki mil mesafede bir kuyudur. Rivayete göre Medine ile Hayber arasında ve Şam yolu üzerindedir ve Medine'ye iki konak mesafededir. Bu Zîkared kuyusu yakınında yapılan gazaya Gabe Gazası da denilir, hicretin altıncı yılında rebiül-evvel ayında vuku bulduğu rivayet edilir.Hayberden üç gün önce bir takım Gatafan ve Fezare çapulcuları Resulullah'ın sağılan develerine yağmacılık etmeleri üzerine bu gaza vuku bulmuştur. İbn-i Sa'd, bu develerin yirmi tane olduğunu ve Gabe Korusu'nda yayılırken baskına uğradığını bildiriyor. (S.B.M.)
ZİKE
Silâh.
ZÎ-KIYMET
Kıymet sâhibi, kıymetli.
ZİKİR-HÂNE
Allah'ın çok çok zikredildiği yer. Mescid, câmi. Ehl-i tarikatın toplanıp Allah'ı zikrettikleri yer. Tekke.
ZİKR
(Zikir) Anmak, hatırlamak. Anılmak. * Allah'ı (C.C.) çok çok anıp azametini düşünmek ve esmâ-i hüsnâsını okuyup tefekkür etmek. * Kur'ân-ı Kerim'in bir ismi.(İ'lem eyyühel aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşvü nemâ bulamaz; ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlik-ı Semâvat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde (ene) mahvolur...Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celbeden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yâni şuurlara tâbi değildir. M.N.)
ZİKRA
Anma, hatırlama. * Nasihat, öğüt. * İbret. Örnek.
ZİKR-ÂREND
f. Zikreden. Anan.
ZİKR-İ ALENÎ
Aşikâr ve açıktan toplanıp Allah'ı zikretmek.
ZİKR-İ CEHRÎ
Yüksek sesle yapılan zikir.
ZİKR-İ HAFÎ
İçten ve kalbden yapılan gizlice olan zikir. Nakşilerin zikir şekli.
ZİKR-İ KALBÎ
Kalb ile yapılan, sessiz zikir.
ZİKZAK
Fr. Bir sağa ve bir sola doğru gidiş yapma.
Zİ-L ECNİHA
Çok cihetli, çok hususiyetli bulunan. * Kanatlar sahibi. * Çok taraflı.
Zİ-L YED
Fık: Bir malı elinde bulunduran. Bu malın hakiki sahibi olsun veya olmasın halen istediği şekilde kullanmakta bulunan kimse.
ZİLAL
(Zelil. C.) Hor ve hakir olanlar. Zeliller.
Zİ'LEB(E)
Deve kuşu. * Hızlı yürüyen dişi deve.
ZİLHİCCE
Hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi onikinci ay. Kurban bayramı, bu ayın onuncu gününe rastlar.
ZİLKA'DE
Arabi ayların on birincisi.
ZİLL
Yumuşaklık. * Kolaylık, âsanlık. * Davarın alışması.
ZİLLE
Orak kuşu denilen bir böcektir, orak vaktinde öter.
ZİLLET
Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık.
ZİLLET-İ NEFS
Nefis alçaklığı.
ZİLYE
(C.: Zelâli) Büyük döşek.
ZİLZAL
Zelzele, sarsıntı.
ZİLZAL SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 99. suresidir. "Zelzele, İzâzülzile" sureleri de denir.
ZİLZİL
(C.: Zelâzil) Uzun etek.
Zİ'M
Ayıp.
ZİMAL
(Bak: Zemel)
ZİMAM
Ahd, söz, yemin, eman. * Hak. * Hürmet.
ZİMAM
Hayvan yuları. Yular.
ZİMAM-DÂR
f. Elinde yular tutan. * İdare eden. İdareci. İleri gelen. Bir işi elinde tutan.
ZİMAR
Irz, namus. Kişinin koruması kendi üzerine vâcib olan aile efradı.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ZİMAR
Deve kuşlarının sesi.
ZİMEM
(Zimmet. C.) Borçlar, zimmetler.
ZİMEMAT
(Zimem. C.) Borçlar.
ZİMMAR
Deve kuşu sesi. * "Bağırmak, savt ve sada etmek" mânâsına mastar.
ZİMMET
Himayeyi te'min eden ittifak. * Borç. * Alâkalı. * Uhde. * Vicdan. * Mes'uliyet. * Üst. Üstte olan şey. * Koruma zorunda kalma.
ZİMMET-DÂR
f. Hazine sâhibi. Vergiyi alan, toplayan. Alacaklı.
ZİMMÎ
Anlaşma ile İslâm diyarında yaşaması kabul edilmiş, hayatı hıfzedilen gayr-ı müslim. Ehl-i zimmet.(Kâfir eğer zimmî olsa veya musalaha etse hakk-ı hayatı var diye usul-ü şeriatın bir düsturudur. Hem Mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fâsık, merdud-üş şehadettir, çünkü hâindir. L.)
ZİMMİT
Ağır başlı, ciddi, vakarlı kimse.
ZİMR
(C.: Ezmâr) Bahadır, kahraman, yiğit.
ZİMZİM
İri gövdeli deve.
ZÎN
f. Binek hayvanlarına vurulan eyer.
Zİ-N NUR
Nurlu, ışıklı. Parlak. * Bahtiyar.
Zİ-N NUREYN
İki nur sâhibi meâlinde cihar-ı yar-ı güzinden Hz. Osman'ın (R.A.) lâkabı. (Hazret-i Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ile iki kat akrabalığı dolayısiyle) (Bak: Osman R.A.)
ZİNA
Haram ve büyük günah olan ve nikâhsız olarak yapılan cinsi münasebet.
ZİNAB
(Zeneb. C.) Kuyruklar.
ZİNABE
Her şeyin ardı, arkası.
ZİNAK
Çene altının derisi. * Altından veya gümüşten yapılan ve kadınların boyunlarına taktıkları boğmak.
ZİNAKÂR
f. Zina eden, zâni.
ZİNBAR
Hafif, zarif, hazırcevap kimse. * Yük götürebilen eşek. * Büyük fare. * Çınar ağacına benzer bir ağaç.
ZİNCAR
Bir nevi balık.
ZİNDAN
f. Karanlık, yeraltı hapishânesi. Sıkıntı ve karanlık yer.
ZİNDAN-I ATÂLET
Atâlet zindanı. (Bak: Himmet)
ZİNDANÎ
(C.: Zindaniyân) Zindanlık. Zindana kapatılmış suçlu. * Zindan muhafızı. Zindancı.
ZİNDE
f. Dinç, diri, canlı. * Güçlü, kuvvetli.
ZİNDE-BÂD
f. Yaşasın, çok yaşa, sağ ol.
ZİNDE-DÂR
f. Gece uyumayan, uyanık kalan.
ZİNDE-DİL
f. Kalbi diri olan, uyanık.
ZİNDE-GÎ
f. Canlılık, zindelik, dirilik.
ZİNDIK
(Zındık) Dinsiz, imansız. Müşrik. (Bak: Zendeka)
ZİNE
Düzgün. * Libas, elbise.
ZİNET
Süs. Bezek. Kadınlara mahsus kıymetli eşya.(Her bir çiçekte, her bir meyvede bir mizan ve o mizan bir intizam içinde ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde ve o tevzin ve tanzim bir zinet ve sanat içinde ve o zinet ve san'at, manidar kokular ve hikmetli tadlar içinde bulunduğundan; her bir çiçek o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelâl'e işaretler ediyor. L.)
ZİNFİLECE
(Zinfelîce) Zenbile benzer bir nesne.ZİNHAR $ f. Sakın, aslâ, kat'iyyen, olmaya, aman. * Elbette.
ZİNHARHÂR
f. Sözünde durmayan adam. * Aman dileyen.
ZİNKÎR
Tırnak kesintisi.
ZİN-PUŞ
Eyer örtüsü.
ZİR
f. Alt, aşağı.
ZİR
(C.: Zire) İnce kiriş. * Kadınlar sohbetini seven kişi.
ZİR Ü ZEBER
Altüst, karmakarışık, darmadağın.
ZİRA
f. Çünkü. Ondan ki, şundan, şu sebepten ki.
ZİRA'
El, kol uzunluğu. Yirmidört parmak uzunluğu. Arşın. * Bir kolun dirseğinden orta parmak ucuna kadar uzunluk ölçüsü. (75-90 cm. kadar) * Gökte ayın menzillerinden birisi. * Tulum. İçine peynir veya su, yağ gibi şeyler konan deriden kap.
ZİRAAT
Çiftçilik, ekincilik.
ZİRABE
Keskinlik.
ZÎ-RAHM
Nesebî akraba.
ZİRAÎ
Çitfçiliğe ait. Ziraate dair, onunla alâkalı.
ZİRAYE
Hışım etmek, hiddetlenmek, kızmak.
ZİR-BEND
f. Kayış, kuşak, kemer.
ZİREK
f. Anlayışlı, uyanık, zeyrek.
ZİREKÎ
f. Uyanıklık, zeyreklik, anlayışlılık.
ZİRFİN
(C.: Zerâfin) Kapı halkası.
ZİR-İ ZEMİN
Yeraltı.
ZİRİBA'
Belâ, zahmet.
ZİRİN
f. Alttaki, aşağıdaki.
ZİRNÎK
Zırhım, fare otu.
ZİRR
Düğme. * Tomurcuk.
ZÎ-RUH
Ruhlu, canlı, hayattar. Zi-hayat. (Bak: Ruh)
ZİRVE
Bir şeyin, hususan dağın en yüksek noktası, tepesi.
ZİRVE-İ BÂLÂ
f. Yüksek zirve. * Yüksek makam. * Yüce kat.
ZİRVE-İ CEBEL
Dağ tepesi.
ZÎ-ŞAN
Şanlı, meşhur ve şerefli olan.
ZÎ-ŞA'ŞAA
Çok parlak. Şa'şaalı.
ZİŞT
f. Çirkin. Kötü. Kabih.
ZİŞTÎ
f. Çirkinlik.
ZÎ-ŞUUR
şuurlu. şuur sâhibi.
ZÎT
(Ziyât) Çağırmak. * Niza edişmek, çekişmek.
ZİVANA
(Bak: Zıvana)
ZİVER
Şiddetle yürümek.
ZİVER
Süs. Zinet.
ZİYA
Işık, aydınlık, nur. Ruşenlik. (Nur, ziya'dan daha umumidir. Çünkü ziyâ aydınlığın intişarı mülâhazası ile ve Nur, intişarı ve sebatı mülâhazaları ile ıtlak olunmuştur ve bazıları indinde bizzat olan aydınlığa ziya; ve vasıta ile olan aydınlığa nur ıtlâk olunur. L.R.)(Ziya ile; mevcudat görünür, hayat ile, mevcudatın varlığı bilinir; her birisi birer keşşaftır. M.)
ZİYA'
Kaybolma, mahvolma.
ZİYA PAŞA
(Mi: 1825 - 1880) İstanbul'da doğmuş ve Adana'da vali iken vefat etmiştir. İslâm-Türk hürriyet-perverlerinden olan Ziya Paşa, "zekâvette alemdar" bir şahsiyet olmasına rağmen, kâinatta cereyan eden hâdiselerin gaye ve hikmeti karşısında şaşırmış, bu sebebten ıztırab çekiyor. " Eyvah kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım" diye feryad etmiştir. Yine kâinattaki İlâhi güzellik ve zahirde çirkin olarak gözüken, fakat neticesi hayır ve hikmetler dolu olan hadiseler karşısında da; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ederek ruhunun feryadını dindirmeğe çalışmıştır.Yeni Osmanlılar Cemiyetine girmiş ve Namık Kemal ile 1876'da Paris'e hicret etmiştir. Zafernâme ve üç cildlik Harabât adlı -Divan edebiyatı şairlerinin seçme şiirlerini toplayan- kitabı vardır.
ZİYA-BÂR
(Ziya-efşan - Ziyapâş) Işık saçan.
ZİYA-DÂR
Ziyalı, ışıklı, parlak. * Aydın. Akıllı, münevver.
ZİYADE
Artan, fazla kalan. Çok bol. Fazladan. * Artma, çoğalma.
ZİYA-EFŞAN
f. Işık saçan, ziya saçan.
ZİYAF
(Zeyf. C.) Kalp ve silik paralar. Karışık akçeler.
ZİYAFE
Merdut olmak. * Tenbel. * Değişmek.
ZİYAFEŞAN
f. Işık saçan, ziya saçan.
ZİYAFET
Karışık ve değişik olma.
ZİYAFET
Misafire yedirip içirme, ikram etme. Misafir kabul etme.(Görünüyor ki; bu âlemin sâhibi -yaptığı şu kadar fiillerin delâletiyle- hârika bir sahâvete sahib olduğu gibi nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve semereler ile hâmile eşcar ve ağaçlar misillü pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh bu ebedî sahâvet, tükenmez servet, ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devam ile muhtaçların da devam-ı vücudunu iktiza eder... M.N.)
ZİYAİ
(Ziyaiyye) Işığa ait. Ziyaya dair ve mensub olan.
ZİYAL
Uzun kuyruklu at.
ZİYAME
Ayıplı olmak.
ZİYAN
f. Zarar, ziyan, kayıp, hasar.
ZİYANİSAR
(Ziya-nisâr) f. Işık saçan, ışık serpen.
ZİYANKÂR
f. Zarar veren, ziyancı. Zarar ve ziyan edici.
ZİYAPAŞ
f. Işık ve aydınlık veren. Ziya saçan.
ZİYAR
Yavşa denilen nesne. (Baytarlar) onunla davar dudağını kıstırıp zebun ederler.
ZİYARE
Meşhur, şöhretli.
ZİYARET
Görüşmeğe gitmek. Bir kimseyi görmeye varmak.
ZİYARET-GÂH
f. Ziyaret yeri. * Türbe. Makbul ve dine büyük hizmeti olan ve veli tanınanların kabrinin bulunduğu yer.
ZİYA-YI KALB
Kalbin ziyası, nuru, ışığı. Kalbin iman nuruyla ziyalanması, uyanması, gafletten halâs olması.
ZİYY
(C.: Ezyâ) (Zeyy) Dış görünüş. * Libas. Kılık, kıyafet. Hey'et.
ZİZA'
Ot ve su olmayan yer.
ZİZEFUN
Ihlamur ağacı.
ZORBAZ
f. Kuvvet oyunları gösteren sanatkâr. Bu oyunlar hünerden çok güce, kuvvete dayandıkları için, zor oyuncusu demek olan bu tabir meydana gelmiştir. Eskiden cambazlar kuvvetli adamlar oldukları için ekseriyetle vücutlarının kuvvet ve metanetine delil olan görülmeğe değer numaralar da gösterirlerdi. Meselâ bazı cambazlar koca bir taşı yerden alıp havaya atarlar ve taş aşağıya inerken, başlarının üstündeki lâstik topmuş gibi kâh göğüsleriyle, kâh arkalarıyla, kâh başlarıyla karşılayıp taşa vururlar, yere düşmeden tekrar havaya çıkarırlar ve böylece oynarlardı.Bazan da koca su küplerini karşılarına alıp, koç dövüşür gibi karşıdan hızla gelip başlarıyla vurarak küpü parça parça ederlerdi. Bu çeşit kuvvet oyunları gösteren cambazlara, zorbaz denirdi. (O.T.D.S.)

Kelimenin başına gelerek "sâhip, mâlik olan" mânasını verir. (Bak: Zâ)
ZÛ'
(C.: Azvâ'-Ziyâ') Işık, aydınlık.
ZÛ'
Gece uçan kuşlardan birisi. * Erkek baykuş.
ZUAFA
(Zayıf. C.) Zayıflar. Zayıf olanlar.
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
ZUAK
Tuzlu su.
ZUAMA
(Zaim. C.) (Zeâmet. den) Kefiller. * Büyük tımar sâhipleri.
ZU'BAN
(Zi'b. C.) Canavarlar, kurtlar.
ZUBBAN
(Zabb. C.) Kelerler, kertenkeleler.
ZUBE
Bir taraf.
ZUCRET
Yürek darlığı, iç sıkıntısı.
ZUCRETVER
f. Sıkıntılı.
ZUD
Üçten ona kadar olan develer.
ZUD
f. Çabuk, tez, hemen olan, acele.
ZUDAŞNA
(Zud-âşnâ) f. Her gördüğü kimseyle dost olan.
ZUDENDAZ
(Zud-endâz) f. Akla geldiği şekilde, düşünülmeden söylenen söz.
ZUDHİZ
f. Vazifesini çok çabuk gören hizmetkâr.
ZUDÎ
f. Tezlik, çabukluk.
ZUDRES
f. Çabuk erişen.
ZUDSİR
f. Faydasız. Menfaatsiz. * Kötü huylu. * Bir şeyden çabuk bıkan, usanan.
ZUDTER
f. Daha çabuk.
ZU-ESMAR
Meyveli. Semereli.
ZUFR
Tırnak.
ZUFUR
(C.: Ezfâr-Ezâfir-Zufir) Tırnak. * Yay başında kiriş takılan yerden ucuna varıncaya kadar olan miktar.
ZUGLE
Her nesnenin bakiyyesi ve bölüğü. * Birşeyin bölük bölük olması.
ZUGLUL
Yeyni, hafif. * Küçük oğlan.
ZUGR
Şam vilayetinde bir yerin adı.
ZUHAL
(Bak: Zühal)
ZUHAR
Ok yeleği. Kanat yeleği.
ZU-HAZZ
Nasibi olan, nasibli. * Hoşlanan, zevk alan.
ZUHR
Sahavetli zenginlik. * Yüksek şeref.
ZUHR
Öğle vakti. Öğleyin.
ZUHR(E)
İhtiyaç zamanı için muhafaza edilen, saklanan şey. Zahire. * Sâlih amel. Âhiret için yapılan hazırlık.
ZUHREFE
Süslemek, bezemek.
ZUHRUF
Yaldız. Yalancı süs. Gösteriş. Zinet. Altın.
ZUHRUF SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 43. suresidir. Mekkîdir.
ZUHUR
Meydana çıkmak. * Ansızın meydana gelmek. * Baş göstermek. Görünmek. * Hulul. * Galip olmak. * Âlîkadr.
ZUHURÂT
Birden oluveren şeyler. Hesapta olmayan umulmadık hâdiseler. * Sünuhat. (L.R.)
ZUK'
(C.: Ezkâ) İki uyluk arası.
ZUKAK
(C.: Ezikka) Sokak.
ZUKK
Kuşun yavrusuna ağzından birşey yedirmesi.
ZUKL
Harâmi. * Küçük dar gemi.
ZU'KUK
(C.: Zeâkık) Yaramaz huylu kimse.
ZULAME
Mazlumun hakkı.
ZULEL
Gölgelikler.
ZULEM
Karanlıklar.
ZULEMAT
(Zulmet. C.) Zulmetler, karanlıklar.
ZULLAME
(Zalime) Zâlimin zulümle aldığı mal.
ZULLÂN
(Zelil. C.) Zeliller.
ZULLE
(C.: Zulel) Gölgelik. * Gölge eden bulut. * Sofa.
ZULM
(Zulüm) Haksızlık. * Eziyet, işkence. * Bir hakkı kendi yerinden başka bir yere koymak.( $ sırrınca: Dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmiyerek hizmetimize tecavüzü, zendeka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar. Nasılki küçük kabahatleri işliyenlerin, nâhiyelerde cezaları verilir. Büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de: Ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için kısmen dünyada ve sür'aten verilir. Ehl-i dalâletin cinayetleri, o kadar büyüktür ki: Kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, muktezâ-yı adalet olarak Alem-i Beka'daki Mahkeme-i Kübrâ'ya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.İşte Hadis-i Şerifte $ mezkûr hakikata dahi işaret ediyor. Yâni: Dünyada şu mü'min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için dünya onun hakkında bir dâr-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler, madem Cehennem'den çıkmıyacaklar. Hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları te'hir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya, cennetleridir. Yoksa mü'min bu dünyada dahi kâfirden manen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade mes'uddur. Âdeta mü'minin imanı, mü'minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde manevî bir cehennemi ateşlendiriyor. L.)
ZULMANÎ
Karanlık. Karanlıkla alâkalı. Karanlıklı ve karanlık gaflet uykusunda olan.
ZULMAT
(Zulümât - Zulemât) (Zulmet. C.) Karanlıklar. Kara gün. * Dinsizlik ve zulüm devri.
ZULMEN
Haksızlıkla, zulüm yaparak.
ZULMET
Karanlık. * Mc: Sıkıntı.
ZULMET-ÂLUD
Karanlıklı. Karışık ve sıkıntılı.
ZULMET-EFZÂ
(Zulmet-fezâ) Karanlığı artıran.
ZULMET-İ MÜNEVVERE
Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti, cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim sebep. Meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek ve izah olundu zannetmektir. Manyetizma, telepati, kuvve-i mıknatısıyye ve elektrik gibi isimleri takmakla o hârika hâdiseler izah olunmuş olamazlar.
ZULMET-İ MÜZEVVER
Dedikodu, fitneden hâsıl olan azab ve mânevi karanlık.
ZULM-Ü MÜTEHACCİR
Taş haline gelmiş, zulüm. (Bak: Sanemperest)
ZU'LUB
(C.: Zeâlib) Bez parçası.
ZULUF
(Zılf. C.) Koyun, keçi, inek gibi hayvanların çatal tırnakları.
ZU'LUK
Bir ot cinsi.
ZULUL
Gün geçirmek. * İşi gece yapmak. * (Zıll. C.) Gölgeler.
ZULÜMAT
(Bak: Zulmât)
ZU'M
(Zuum) Bâtıl zan. Şübhe. Yanlış zan.
ZU'MİYYÂT
Bâtıl, yanlış zanlarla alâkalı şeyler.
ZUMNE
Müzmin illet, zamanla yerleşmiş olan hastalık.
ZU'MUM
Yorulmak.
ZUN
Put, sanem.
ZUNBUB
İncik önünde olan kuru kemik.
ZUNUN
(Zann. C.) Zanlar. şübheler.
ZUR
Yalan. Asılsız. Uydurma.
ZUR
(Zor) f. Kuvvet, güç.
ZU'R
Korku, havf.
ZURAFA
(Zarif. C.) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden kimseler.
 
Top