Fransa – Türkiye İlişkileri

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Popüler Tarih Dergisi Ekim 2006 sayısı Fransa-Türkiye tarihsel ilişkiler dosyası

Efsaneler dünyasından bir akrabalık

7. yüzyıl’dan 16. yüzyıl’a kadar dönem dönem gündeme gelen bir efsane, Fransa krallarının ve Avrupa halklarının “Troya kökenlerini” dillendirerek, Fransız ve Türk halklarının akrabalığından dem vurur.

Prof. Dr. Pierre Chuvin, Paris 10 Nanterre Üniversitesi


Konstantinopolis’in 29 Mayıs 1453’te II. Mehmed tarafından fethedilmesi bir meşruiyetin diğerinin yerini aldığının çok açık bir göstergesiydi. Fatih Sultan Mehmed yine de belli bir devamlılık sağlamaya önem verdi, nitekim Kayser-i Rum yani “Romalıların İmparatoru” ünvanını aldı. Bu ünvan Roma şehrine sahip olunduğunu ifade eder. Söz konusu şehir, ister İtalya’da Tiber Nehri kıyısındaki ilk Roma olsun, ister Boğaziçi’ndeki ikinci Roma.

1453’te İmparatorluk İtalya’daki Roma’yı terk edeli (476) neredeyse bin yıl olmuştu. Ancak 476’da Doğu Roma’ya yani Konstantinopolis’e İmparatorluk iktidar sembollerini yollayan Cermen kabile lideri ne İmparatorluğu yıkmak ne de İmparator’un yerini almak istemişti. Konstantinopolis hükümdarının göstermelik egemenliği altında hükmetmek onun için yeterliydi.

Frenk kralı Clovis de (511’de ölmüştür) farklı davranmayacak, kabilesi karşısında gücünü krallığından alırken, diğer devletler karşısında Roma İmparatorluğu konsülü ünvanını kullanacaktı.

O halde Doğu ve Batı Roma imparatorluklarının son kalelerinin yıkılmaları aynı siyasi sonuçları doğurmadı. Doğu’da 1453’te durum açıktır; Sultan’ın tüm dünyayı yönetme hakkı tartışmasız sağlanmıştır. Batı’da ise 476’dan itibaren iktidar krallar arasında parçalanıp paylaşılır. Boş kalan İmparatorluk tahtına bir süre için 800 yılında Roma’da Papa’nın elinden taç giyen Büyük Karol (Charlemagne) çıkar ve böylece daha sonra kurulacak “Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun temellerini atmış olur.

Bu İmparatorluk ise, 1802’ye kadar varlığını koruyacak, son mirasçısı Habsburg Hanedanı da Osmanlı’nın değişmez hasımlarından biri olacaktır. Habsburg hanedanı, Batı’daki kralların da “doğal” düşmanı olmuştur. Bu krallar hükümranlıkta onunla boy ölçüşemeseler de, evrensellik iddiasında olduğu halde, kısa sürede “Romalı”dan çok “Cermen”e dönüşen bir imparatorluğa her türlü bağımlılığı reddediyorlardı.

Fransa kralları toprakları üzerindeki bağımsızlıklarını hukuki bir çerçeveye oturtmak için, imparatorlukların birbirini takibi ve iktidarın devrine ilişkin Antik Çağ teorilerini kendi kullanımlarına uyarlayacak bilge din adamlarının ve vakanüvislerin yardımına başvurdular. Ve işte burada, Fransızlar, pek inandırıcı olmasa da, bir hakkın ispatı için gerekli gözüken kalıplar dahilinde Türklerle “kuzen” olduklarını keşfettiler...

Tarihin arkasına saklanan efsane, M.Ö. 12. yüzyıl’da Troya’da başlar. Yunan istilacılar güzel Helena’nın kaçırılmasına gereğinden fazla tepki göstererek Troya’yı cezalandırmak için bu şehrin sonunu getiren bir sefer düzenlerler. Kıyımdan kurtulanlar Batı’ya doğru kaçar: Aeneas (Ene) ikinci bir Troya olacak Roma’nın doğacağı Latium’a varır. Antenor da Adriyatik’in en kuzeyine, Venedik ve Padova’nın kurulacağı bölgeye ulaşır.

Tüm bunlar özellikle Augustus döneminde, Vergilius’un Aeneis kitabında aktardığı Roma efsanelerine denk düşer. Bu destan, sürgünden yeni bir vatanın inşasına, başarısızlıktan çarpıcı bir zafere giden yoldur. Yeryüzündeki en parlak gelecekten, Roma’nınkinden bahseder. Aeneas’ın kaçışı Roma İmparatoru Augustus’un zaferini hazırlayan ilk basamaktır. Aeneis’in esas amacı, artık tüm Akdeniz’e yayılan Roma İmparatorluğu iktidarının Roma’yı başkent olarak koruması ve başkentin Doğu’ya taşınmaması gerektiğini savunmaktı.

VII. yüzyıl’dan itibaren, yeni Aeneis’den oldukça uzun zaman sonra, özellikle de Historia Francorum’un yazarı Fredegaire tarafından bu efsaneye beklenmedik eklemeler yapıldı.

Efsaneye Aeneas’ın ağabeyi Friga’nın oğlu Fransiyon (Francion) adında biri daha eklendi (ya da uyduruldu), bu kişi tabii ki Frenklerin atasıydı. 13. yüzyıl’dan itibaren Grandes Chroniques de France’da (Fransa’nın Büyük Vakanüvisleri) yeniden gündeme gelen efsane, 14. ve hatta 15. yüzyıl’da daha da zenginleştirildi. Aeneas’ın soyağacı genişletildi ve aileye Makedonların ve Büyük İskender’in atası yanı sıra, Türgotüs (Turgotus) ya da Türküs (Turcus) denilen birisi daha katıldı. Bu Türküs tabii ki Türklerin atasıydı. Böylece Türküs ve Fransiyon “kuzen oluyorlardı (çünkü Fransiyon Hektor’un oğlu, Türküs de Troilus’ün oğluydu); ve adı Tuna olan bir nehirde yaşıyorlardı”.

Halkı sonradan Ren Nehri’ne yerleşen Fransiyon’a gelince, Roma İmparatoru’na vergi ödememek için Tuna’yı terk ediyor ve Franküs (Francus) ünvanını alıyordu, vakanüvisin anlatımına göre bu da “yavuz” anlamına gelmekteydi.

Bu şekilde akrabalıklar yaratılmasının amacı ortadadır. Böylece cesaretleriyle her tür vergiden muaf olan (zaten “franc” hür demektir, yani vergiden muaf) ve Avrupa nüfusunu oluşturan diğer boylarla eşit olduklarını, kardeş olmasalar bile en azından kuzen olduklarını kabul ettiren Frenkler (yani Fransızlar) bağımsızlıklarını ilan ederler.

Frenklerle kurmuş oldukları bağlar sayesinde Türkler Tuna havzasına hakim olmaya başladıkları dönemde Avrupa “ailesine” dahil olmuşlardır. Siyasi koşullara göre bu akrabalık bağları, Frenklerin ilk başkenti Sycambria’nın bulunduğu Tuna bölgesi üzerinde olası hak iddialarına gerekçe teşkil edebileceği gibi, bir ittifakı doğrulamak ya da tersine, taleplere destek sağlamak için, değişik amaçlarla da kullanılabilirdi. Buda yakınlarındaki Sycambria, Hunların lideri Attila’nın da başkenti olmuştu. Zaten Macarlar da kendilerini Hunların torunları olarak görüyorlardı...

O dönemdeki Fransız aydınları arasında, Paleologos hanedanından gelen imparatorların dinden sapmış olduklarına inananlar, Konstantinopolis’in fethinin Troya’nın Yunanlar tarafından yok edilmesinin bir intikamı olduğunu düşünürler. “Konstantinopolis’in Düşüşü” adlı eserinde Tours’lu Liquainus da bunu savunur (Vakanüvisi İmbroslu Kritovulos’a göre II. Mehmed, Troya önünde düşüncelere dalmıştır).

Haçlı Seferi tarihçileri ve taraftarları ise (Surlu Guillaume, Papa II. Pius) Türkleri (dönemine göre Selçuklu ya da Osmanlı Türklerini) Fransiyon’un kuzenleri olarak değil de “İskitler”in, yani bozkırlarda yaşayan göçebelerin torunları olarak görmeye çok daha yatkındırlar.

Fransa krallarının ve Avrupa halklarının “Troya kökenleri” konusundaki bu bütünleştirici ve bir anlamda eşitlikçi efsane, XVI. Yüzyıl’ın en başlarında, vakanüvis Jean Lemaire des Belges tarafından tekrar ele alındıysa da, tarih bilgisinin XVI. Yüzyıl’da kaydettiği ilerleme kısa sürede bu efsaneyi gözden düşürdü.

Çünkü hiçbir Antik belgede, Fransiyon’dan bahsedilmiyordu. Buna rağmen, sonraki iki yüzyıl süresince efsane gitgide azalan bir taraftar kitlesi bulmaya devam etti. Ta ki romantizm akımı bir başka efsane, “Galyalı Atalarımız” efsanesini yaratana dek.

Cesur görünümün altındaki üstünlük duygusuyla Galyalılar, “Troya kökenleri” kadar hayali ancak ondan daha dar görüşlü ve çok daha tehlikeli bir milliyetçiliğin taşıyıcısı oldular.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Soylu misafir Cem Sultan

Fransa’da yıllarca yaşamak zorunda kalan Cem Sultan, aslında bu topraklarda Fransa’nın konuğu değil, Saint-Jean Şövalyelerinin tutsağı idi.

Prof. Dr. Nicolas Vatin, CNRS’de (Paris) Araştırma Müdürü, l’Ecole Pratique des Hautes Etudes (Paris) IV. BI.

Sultan II. Mehmed’in 3 Mayıs 1481’deki vefatı sonrasında oğulları Cem ve Bayezid taht kavgasına giriştiler. Neticede yenilen ve esir düşmek üzere olan Cem aceleyle kaçarak, o dönemde Kudüs St. Jean Tarikatı Şövalyelerinin yönetiminde bulunan Rodos’a sığındı (29 Temmuz 1482).

Mücadelesini Macaristan sınırından sürdürmek niyetindeydi. Yoluna batı üzerinden devam etmesinin daha güvenli olacağı yönünde ev sahipleri tarafından ikna edildi.

Bu niyetle, 1 Eylül’de küçük maiyetiyle birlikte denize açıldı. 17 Ekim’de geldiği Nice’de 6 Şubat 1483’e kadar kaldı. Bu sırada şövalyeler onu ellerinde tutmak karşılığında 40 bin Duka altın vermeyi kabul eden II. Bayezid ile anlaştılar.

Cem’i Fransa’da alıkoyarak başka yerlerde, İtalya veya doğrudan Rodos’ta karşılaşabileceği entrika ve saldırılardan korumayı ümit etmekteydiler. Üstelik tarikatın büyük üstadı Pierre d’Aubusson Fransa’nın merkezinde bulunan Limousin kökenliydi ve Cem’i her şeyden uzakta, aile şatolarında tutmak daha kolaydı.

Bununla beraber Cem’in karaya çıktığı yer Fransa Krallığı toprakları değildir. Nice, bağımsız Savoie Dukalığı’na aitti. Fransız sarayı, prensi konuk etme konusunda son derece isteksizdir. Hayatının son döneminde yobazlığa kapılan XI. Louis’nin topraklarında Müslüman bulunmasını istemediği görülmektedir.

Kral’ın ölümünden (30 Ağustos 1483) çok kısa bir süre önce Cem, Savoie Dükü’nün yardımıyla kaçabileceğinden endişe eden şövalyeler tarafından Savoie’dan Dauphine’ye nakledilir.

1484 ilkbaharında ise Cem, Limousin’e getirilir. Burada bir şatodan diğerine dolaştırılır. Sonunda Bourganeuf’te kendisi için özel olarak inşa edilen büyük kuleye kalıcı biçimde yerleştirilir.

Artık bir Osmanlı prensinin topraklarında ikamet etmesine karşı çıkmayan Fransız sarayı, Cem’i özellikle bir müzakere aracı olarak görmektedir. II. Bayezid kardeşinin Fransa’da tutulması talebiyle müzakere ederken, bazı hükümdarlar onun kendilerine teslim edilmesini istemektedir.

Son anda çıkan birçok soruna rağmen neticede Papa, Cem’in Roma’ya nakline muvaffak olur. Cem, 13 Mart 1489’da Roma’ya gelir.

Kaçışından 15 yıl sonra da Napoli seferine çıkan Fransa kralı III. Charles tarafından Roma’dan alınır. Cem, 24 Şubat 1495’te Napoli’de vefat eder...

Cem Sultan’ı kuşatan entrikaların yarattığı kaygı ve 1486’da meydana gelen kaçış denemesi, uygulanan önlemlerin sıkılaştırılmasına neden olmuştur.

Şövalyelerin tutsaklarına karşı her zaman saygılı davranmalarına ve onun rahatlığını mümkün olduğunca sağlamalarına rağmen, Bourganeuf’deki ünlü “büyük kule” bir hapishanenin bütün özelliklerine sahiptir.

Oysa Nice’te Cem Sultan, hanımların dans ederken kavalyelerinin dizlerine oturdukları bir ülkenin tadını çıkartıp eğlenceli bir hayat sürmüştü. Savoie Dükü I. Charles ile dostane ilişkiler içindeydi.

Cenovalı bir haber kaynağına göre, Cem Sultan av, kadın ve sofra zevklerinden mahrum edilmiyordu. Ayrıca 1484’ün başında Helene-Philippine de Sassenage ile bir aşk hikayesi yaşadığı da bilinmektedir.

Buna karşın, sayısı azaltılan Türk maiyyeti ve arttırılan güvenlik önlemleriyle, soğuk ve çetin iklimli Limousin’de yaşamak çekilir gibi değildi. Gardiyanlarıyla iyi geçinmesine rağmen, Cem bütün umudunu yitirmişe benziyordu ve her şeyden çok, hayata gözlerini İslam topraklarında yummayı diliyordu.

Cem yıllarca Fransa topraklarında kendi isteği dışında yaşadı ve saygı görmesine karşın, burada Fransa’nın konuğu olmaktan ziyade St. Jean şövalyelerinin tutsağı olarak bulundu.

(Çev. Boğaç Cicioğlu)
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Yarısı adeta Firengistan

İzmir’i anlatan Fransız seyyahların sayısı oldukça kabarıktır; ama 1671’de İzmir’den geçen Evliya Çelebi’nin şaşkınlığı, belirtilmeye değer: Çelebi, “Smyrna’nın yarısı adeta Firengistan” diyecektir.

Didier Laroche, Mimar-tarihçi, İzmir Fransız Kültür Enstitüsü

İzmir her şeyden önce bir limandır. Ionya kıyısındaki Antik Çağ limanları Priene, Milet ve özellikle Efes kumlarla örtülüp terk edilirken, o zamanki adıyla Smyrna, yani İzmir limanı işlerliğini korudu.

Antik Çağ’ın sonu ile Osmanlı’nın fethi arasında geçen dönemde İzmir tarihi, limanın Timurlenk tarafından kuşatılıp ele geçirilmesiyle (1402) doruk noktasına varan bir dizi büyük yıkıma sahne oldu.

1425’te nihai olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına katılması sonucu belli bir istikrara kavuştuğunda, İzmir yakılıp yıkılmış ıssız bir küçük kasabadan ibaretti; Roma döneminde kendini “Asya’nın en güzel ülkesi” ilan eden kentin merkezi harabeye dönmüştü ve mezarlıklarla kaplıydı.

Yine de Piri Reis’in muhtelif haritalarında yer alan en eski Smyrna tasvirinde -1520’ye doğru- sonradan doldurulacak olan iç limanın faal olduğu görülmektedir.

Kısa bir süre sonra Osmanlı ve Batılı devletler, körfezin korunaklı ve denetimi kolay bir doğal liman olarak sunduğu ticari olanakların bilincine vardılar. Tarihçiler, Smyrna’nın Akdeniz bölgesindeki karşılıklı ticari ilişkilerde özellikle Halep’in pabucunu dama atarak ayrıcalıklı bir yer edinmesini sağlayan o yeniden doğuşun, 1600’lere doğru gerçekleştiği görüşündedirler.

17. Yüzyıl’da Fransızlar ile Osmanlı arasındaki münasebetler, birbirini tanımamanın getirdiği belli bir uzaklık ile gerçek bir çıkar ortaklığına dayanan yakınlığın bir arada ön plana çıktığı karmaşık bir seyir izler. Bunu iki ülke ilişkileri bakımından talihli bir dönem takip edecektir.

Smyrna’yı Avrupa’nın Anadolu hinterlandıyla temas kurduğu ayrıcalıklı bir merkez haline getiren milletler iki grupta toplanabilir. Hollandalılar ile İngilizler ticarete ağırlık vermekte ve yerel siyasi olaylara mümkün olduğunca az karışmaya gayret etmektedirler.

Buna karşın önce İtalyanların, Venedik’in çöküşünden sonra da Fransızların Osmanlı hükümetiyle kurduğu ilişkiler bu devletlerin Doğu Akdeniz’deki emelleri ve siyasetleriyle bağlantılıdır.

I. François ile Kanuni Sultan Süleyman arasındaki ittifak döneminde kendisine Osmanlı limanlarında önemli haklar tanıyan kapitülasyon rejimini (antlaşma tam 1569’da imzalanmıştır) önce Fransa elde etmişse de, I. François’nın ardılları tarafından Doğu’daa Hıristiyanlığı savunmaya verilen öncelik, çoğu zaman Türklerlee Fransızlar arasında bir düşmanlık ortamı yaratmıştır.

Sultan ile aynı düşmanlara karşı savaşan XIV. Louis, Osmanlı ülkesindeki kutsal yerlerin ve Hıristiyanların “himayesi” için yürüttüü müzakerelerde Fransa’nın lehine bir durum oluşmasını sağlar. Ama aynı zamanda da, inanılır gibi olmayan Osmanlı İmparatorluğu’nu fethetme düşüncesi çerçevesinde, Gravier d’Ortieres’i casuslukla görevlendirir (1685).

O dönemde önem sırasına göre Türk, Yahudi, Rum, Ermeni ve Avrupalıların bir arada oturduğu Smyrna’da Fransızlar kent ahalisi içinde üstün bir yer edinmişlerdir.

Avrupalılardan söz ederken, belli bir süredir bölgeye yerleşmiş olup Osmanlı hükümetine bağımlı olan “Levantenler” ile Smyrna’da faaliyet gösteren Avrupalı firmaların temsilciliğini yapan ve çoğunlukla bekar tüccarlardan oluşan yabancıları ayırt etmek gerekir.

Levantenler Osmanlı hükümetine bağlıdırlar ama çoğu zaman konsolosluk şubeleri yoluyla Avrupalı bir millet tarafından “korunan kimse” statüsü edinmeye çalışırlar.

Her dilden ve her mezhepten topluluğun oluşturduğu bu mozaik içinde, karşılıklı ilişkiler genellikle ekonomik ihtiyaçlarla sınırlı kalmaktadır; topluluklar arası evlilikler söz konusu değildir, hatta örneğin 1687’den itibaren Fransızlar için getirilen uygulamada olduğu gibi bunlar yasaklanır.

19. Yüzyıl’a dek, kent açıkça içinde oturanlara göre tanımlanan semtlere bölünmüştür. Kentin modernleşmesiyle birlikte bu kümeleniş toplumsal ölçütlerin lehine olarak yok olma yönünde gelişecektir.

Bu birlikteliğe ilişkin sunulan kimi zaman ideal imaj, öncelikle Türk devletinin alicenaplığından ileri gelmektedir. Smyrna belediye statüsünü çok geç kazandığından İmparatorluğu temsil eden kadı Osmanlı olmayan uyrukların anlaşmazlıklarını çoğu zaman kendi aralarında halletmelerine izin verir.

17 Yüzyıl’da Fransızlar sefahate düşkünlükleriyle adamakıllı ün salmışlardır. Pek çok gezgin onları disiplinsiz, eğlence ve şehvet düşkünü kimseler olarak tasvir eder. Kentte yeniden yerleşimin başladığı ilk zamanlarda özellikle Provence’lılar gelmiştir, bu da Smyrna ile Marsilya arasındaki sıkı münasebetle açıklanır.

Kenti ziyaret edenler sokaklarda, özellikle kıyıya paralel olarak uzanan anayol Frenk Sokağı’nda Provence aksanının hakim olduğunu belirtirler. Devrimden itibaren ekonomideki ağırlıklarıyla Fransızları geride bırakan İngilizler ise, kendilerini kır eğlencelerine vermeyi tercih edeceklerdir, nitekim deprem ve yöresel salgın hastalıklar açısından daha az tehlike arz eden Bornova (Bournabat) ve Buca (Boudja) gibi sevimli sayfiye yerlerini ilk keşfedenler onlardır.

1650’ye doğru Scala Nuova’daki (Kuşadası) konsoloslukları Smyrna’ya nakledilen Fransızlar buna karşın, özellikle sağlık ve eğitim alanında öncü olacak çok sayıda kurum vasıtasıyla aynı zamanda olumlu bir rol de oynarlar. Fransa kralının desteklediği dini tarikatlar, Kapüçinler ile Cizvitler son derece faaldir. XIV. Louis’nin bakanı Colbert, ticari ilişkilere öncelik verir ve 1670’te İngilizlerin o çok güçlü Levant Company’sine karşı duracak “Societe du Levant”ı kurar. O dönemde Türk kıyılarını kasıp kavuran Fransız korsanların mevcudiyeti (ama aynısı karşı taraf için de geçerliydi) Türk Fransız ilişkilerine zarar vermiştir.

Colbert bu arada bugünkü Doğu Dilleri Enstitüsü’nün atası olan Arapça ve eTürkçe öğretmeyi hedefleyen bir müessese kurar. Seyyahların, özellikle de Fransız seyyahların bibliyografyası da kabarıktır ve son yıllarda da çok sayıda araştırmaya konu olmuştur. 17. Yüzyıl için başlıca şu isimleri sıralayabiliriz: J-B Tavernier (1634 ile 1668 arasında), Jean Thevenot (1655-56), Şövalye d’Arvieux (1653-56), R. P. De Dreux (1665), Antoine Galland (1678) ve arkeolojinin kurucusu Jacob Spon (1677).

Seyyahlar kentin görkemli geçmişine ve hala gözle görülebilen kalıntılara değindikten sonra, limandaki faaliyeti ve kent sakinlerinin adetlerini anlatırlar.

(...) Kentin tasvirinde güzelliği farklı biçimlerde beğeni toplayan Frenk Sokağı’na, limandaki rıhtım boyunca sürüp giden gemi trafiğine ve gümrükçülerin uygulamalarına da yer verirler. (...)

Tavernier yaşam keyfi karşısında kendinden geçer: “Denizden bir sürü güzel balık çıkıyor, burada her türlü avlanmaya büyük rağbet var; tek kelimeyle Smyrna yemeğin güzel ve kaliteli olduğu bir kent. Avrupa’da buradakinden daha hoş vakit geçireceğiniz bir yer pek yoktur.”(...)

Yazları kenti terk eden bugünkü İzmir sakinleri R.P. de Dreux’nün yaptığı şu uyarıya şaşırmayacaklardır: “Gayet hoş bir ülke ama yazın öylesine sıcak oluyor ki eğer Tanrı her gün imbat denen ve en şiddetli sıcağı bile azaltan hafif bir rüzgar estirip adeta bir mucize gerçekleştirmesi burada yaşamak güç olurdu”.

Bu kentte üç kez konaklayan Antoine Galland’ın seyahat notları yakınlarda yayımlandı. “Aforizmalar ya da Fransızlarınkine Kıyasla Türklerin Yaşam Tarzı” başlıklı bölüm, güncelliğini hala koruyan kimi pasajlar içerir:

“Fransa’da gece geç yatıp sabah iyice geç kalkanların sayısı epey fazladır; Türkler ise genellikle erkenden yatar gün ağarmadan da kalkarlar”.

Seyahatnamelerden söz ederken, Doğulu gezginlerin tanıklıklarını unutmamak gerek. Büyük seyyah Evliya Çelebi 1671’de İzmir’den geçer. Frenklerin yararlandıkları statü karşısında duyduğu şaşkınlık belirtilmeye değer:

“Soluk renkli Frenkler gemilerle geliyorlar, Smyrna’nın yarısı adeta Firengistan. Herhangi biri bir kafire tokat atsa inzibat güçleri onu yakalayıp hiç acımadan kadıya götürüyor. Kadı da onu ya öldürüyor ya da cesedini anında yok edecek olan kafirlere öldürtüyor. (...) Kafirlerin evleri kentin kuzeyinde sahil boyunda bulunuyor. Bunlar büyük ve birkaç katlı evler. Frenkler durmadan birbirlerinin evine gidip geliyorlar”.

1673’te uzun görüşmelerden sonra “Kapitülasyonlar”yenilenir. Aslında Smyrna’daki Fransız nüfusu hiçbir zaman sayısal olarak önemli olmamıştır. Tournefort 1702’de “Nispeten ufak çapta ticaretle uğraşan pek çok Fransız bir yana, buraya iyice yerleşmiş yaklaşık 30 Fransız tüccar”dan söz eder. Fransa’nın 18. Yüzyıl boyunca birinci planda rol oynamasında elbette ticari ilişkilerdeki artış etkili olmuştur; ama bir diğer önde gelen neden, bu dönemde Fransa’nın Avrupa’da ve Akdeniz etrafında kültürel üstünlük kurmasıdır.

Smyrna, Aydınlanma Çağı’nda Doğu’da, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve onun seçkin tabakasının daha sonraki gelişimi üzerinde de belli ölçülerde etkili olacak bir ileri karakol işlevi görmüştür.

(Çev: Mine Haksal)
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
AYDINLANMA DÖNEMİ

Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi

Osmanlı’nın Fransa nezdindeki büyükelçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin duyarlılıkları ile XIV. Louis döneminin “ince”, “klasik” estetik beğenisi arasında kendiliğinden bir uyum doğmuştu.

Prof. Dr. Gilles Veinstein, College de France

Her şey 9 Ekim 1719’da Fransa’nın Babıali nezdindeki Büyükelçisi Marki de Bonnac ve Sadrazam Damat İbrahim Paşa arasındaki görüşmede başladı. Boğaziçi’ndeki yeni konutunda sadrazam, “Efendisinin Fransa’ya büyükelçi gönderme niyetini” ilk defa belirtti.

Bu fikir Bonnac’a “Oldukça yeni ve olağandışı” göründü. Bu tasarı gerçekten önemli bir diplomatik yeniliğe işaret ediyordu. Daimi temsilcilikler kurmayı saygınlığına yakıştırmayan Babıali, şüphesiz yurtdışına elçi ünvanı taşımayan geçici görevliler göndermişti.

O zamana kadar, sadece Avusturya İmparatoru Osmanlı elçilerini kabul etme ayrıcalığına ulaşmıştı. İbrahim Paşa’nın 1719’da düşündüğü, elçi ünvanına sahip olacak “birinci dereceden bir temsilci” idi.

Bonnac ise, “seçilecek temsilcinin yetenekleri ve üstün hizmetleriyle kendini kanıtlamış bir şahıs (...) olması gerektiğini” vurguladı. Seçilen Mehmet Efendi oldu.

Mehmet Efendi bilinmeyen bir tarihte Edirne’de doğmuştur. Bonnac’ın aktarımı ile elçilik görevi esnasında (Ağustos 1720 - Ekim 1721), 50’li yaşlarındaydı. Yirmisekizinci Yeniçeri Ortası mensubu Mehmet Efendi “Yirmisekiz” lakabını bu sebeple almış ve Yeniçeri Ocağı idaresinde parlak bir meslek hayatı sürdürmüştü.

Mali konularda uzmanlaşan bu askeri yönetici aynı zamanda “Fazıl” ismiyle şiirler kaleme alan gayet kültürlü bir adamdı. Bonnac’ın ifadesiyle, Mehmet Efendi’nin görevinin esas amacı “Fransa Krallığı’nda meydana gelen bütün önemli gelişmeleri öğrenmek ve imparatorluğun idaresinde faydalanılabilecek olanları tespit etmek” idi.

Bu görüş doğru olmakla beraber, görevin içeriği siyasetle sınırlı olmaktan uzaktı. İbrahim Paşa medeniyet ölçüsünde düşünmekteydi ve Mehmet Efendi’ye talimatı “medeniyet ve eğitim vasıtalarını kapsamlı olarak incelemeyi” ve ülkede “tatbiki mümkün olanlaraa ilişkin bir rapor hazırlamayı” içeriyordu.

Hedefleri belirlenmiş bir “Sefaretname”nin kaleme alınması, görevin başlangıcından itibaren koşul olarak tespit edilmişti.

Cömert olmayan ve şahsına karşı saygısız davranan bazı Fransızlara yönelik kızgınlığı, Mehmet Efendi’nin İstanbul’a dönüşünde her fırsatta dile getirdiği Fransa’ya ilişkin parıltılı tasvirlerini hiç bir şekilde etkilememiştir.

“Bu Müslüman zat, Fransa’dan coşkuyla ve ahiret mutluluğuna erenlerin cenneti hakkında Kuran’dan edindiği fikirlere uygun olarak bahsediyor” (Prens Rakoczi). Bu coşkulu anlatım “Sefaretname”nin geneline egemendir.

İleride İsveç ve Fransa’da (1742) büyükelçilik yapacak olan geleceğin sadrazamı oğlu Said Efendi’nin yanında bulunması, Mehmet Efendi’nin ufkunu genişletmiştir.

Said Efendi hareketlerinde daha geniş bir serbestiye sahipti ve başarıyla kendini Fransızca öğrenmeye adamıştı; Sete’de “şehri gezmeye çıkmış ve şeker fabrikasını görmüştü”; Paris’te tek başına Opera’ya gitmiş, Conti Prensi tarafından Clichy’de onuruna tertip edilen bir partiye katılmış ve sarayda düzenlenen bir “uykusuz geceye” iştirak etmişti.

Böylelikle babasının tecrübesini tamamlama olanağı bulacak ve dönüşünde ilk matbaanın kurulmasında bizzat rol alacaktı.

Sefaretname, Fransızların gelenekleriyle ilgili çok az bilgi içerir. Vurgulanan tek husus “melek yüzlü” kadınların durumudur. Mehmet Efendi kadınlara erkekler tarafından gösterilen inanılmaz saygıyı (Fransız kibarlığı) ve özellikle kadınların hareket özgürlüğünü kaydetmiştir:

Hareme kapatılmak bir yana, kadınlar başdöndürücü bir hareketlilikle bir aşağı bir yukarı gitmekte, sokaklarda, mağazalarda ve operada arz-ı endam etmektedirler.

Mehmet Efendi hayret ve hayranlık içeren bir üslupla, bilim ve teknik uygulamalarla, çeşitli sanatlara ilişkin kusursuz bilgiler aktarır. “Kral Bahçeleri” ve “Gözlemevi” gibi kurumlarla, bilimsel gelişmenin nesnel temelini oluşturan araçları tasvir eder.

Midi Kanalı’nın havuzları, Marly’deki makine, aynaların parlatılması veya benzer konularda teknik hususlar ilgisini çeker; yaptığı tasvirler ise işleyişi anlamakta güçlü bir kavrayışa sahip olduğunu göstermektedir.

Sanat ve eğlenceler ise onun diğer önemli keşifleridir. Mahmut Efendi’nin gördüğü müzik aletleri, gösteriler, binalar, mobilyalar, biblolar ve özellikle bahçelere ilişkin olarak üstünde durduğu nitelik “yenilik” olmakla beraber, çarpıcı olan, onun bu yeniliklere uyum sağlamada gösterdiği yetenektir.

Bu Doğulu bilgenin duyarlılıkları ile XIV. Louis döneminin “ince”, “klasik” estetik beğenisi arasında kendiliğinden bir uyum doğmuştur.

Esasen endüstri çağının hemen eşiğinde Doğu ile Batı arasında her şey o kadar da farklı değildi. İstanbul ve Paris, laleler ve kuşlara ilişkin aynı hayranlığa tanıklık ediyordu ve açıkhava ışık gösterileri iki şehirde de modaydı.

III. Ahmed ve XV. Louis’nin saray erkanı avcılık ve özellikle yırtıcı kuşlarla avlanma konusunda benzer bir zevke sahipti.

Krallık naibinin dünyanın en güzel elmaslarından birini satın aldığı bu dönemde, değerli taşlara, sırma veya simle karışık dokunmuş kumaşlara (diba) karşı benzer bir tutku hüküm sürmekteydi.

Hem ayrıca Fransız monarşisine özgü yemek ve kralı selamlamaya ilişkin kimi törensel usulleri tuhaflık olarak gördüğünde Osmanlı Büyükelçisi bize daha yakın değil midir?

Dönemin belgelerinin tanıklık ettiği üzere, Türk Büyükelçisi, Fransızlara göre üç farklı çehreye sahipti. Bütün nesnellikleriyle resmi görevliler onu mevcut gerilemesine rağmen saygın geçmişi sebebiyle dünyanın önemli devletlerinden birinin temsilcisi olarak görmekteydiler.

Ancak o aynı zamanda bir semboldü: “Türk giysileri”, uzun sakalı, ilginç tavırlarıyla bütün meraklı gözleri kendine çekiyor ve özellikle cinsel içerikli düşleri süslüyordu.

Ayrıca “Doğulu Elçi” insanların en naziği, en ağırbaşlısı ve en bilgesi olarak görülmekteydi. Kısacası Mehmet Efendi, farklı görünümlerin ötesinde, evrensel bir insan doğasının var olduğu yolundaki zamanın gözde görüşünün somut örneğiydi.

İstanbul’a dönüşünde Mehmet Efendi’nin deneyimi yatışmak bilmeyen bir merakla karşılandı. Bütün kuşku ve yanlış anlaşılmalara rağmen, bu ivme, Batı’da gelişen “Türk modası” ile aynı dönemde, İstanbul’da da Mehmet Efendi’nin doğal öncülüğünde bir “Frenk modası” akımının yayılmasına neden oldu. Kuşkusuz elçilik sonrasındaki en kayda değer yenilik, Müslüman dünyasında Arap harfleriyle baskı yapan ilk matbaanın kurulmasıdır. Mehmet Efendi’nin oğlu Said Efendi ve Hıristiyanlıktan dönme Macar kökenli İbrahim Müteferrika 1727’de bu gelişmenin öncüsü oldular. Ancak bu başlı başına ayrı bir hikayedir.

(Çev. Boğaç Cicioğlu)

 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Bonneval Kontu Ahmet Paşa

Osmanlı’nın üç tuğlu paşası, Rumeli Beylerbeyi, Karaman valisi Humbaracıbaşı Ahmet Paşa aslında İspanyol Veraset Savaşı’nda ünlenen “topçu general” Bonneval Kontu’ndan başkası değildir.

Frederic Hitzel, tarihçi, CNRS’de (Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi, Paris) araştırmacı

Fransa’nın iç bölgesinde Limousin’in tam ortasında, meşhur Cem Sultan’ın sürgünde yaşadığı Bourganeuf’ün güneyinde Coussac-Bonneval kasabasına tepeden bakan Bonneval şatosu yükselmektedir.

11. Yüzyıl’dan beri bu şatonun sahibi Bonneval ailesinin bir ferdi olan Claude Alexandre de Bonneval (1675-1747), Osmanlı İmparatorluğu’nde Ahmet Paşa ismiyle ün salar. Bu renkli kişilik tarihçi, araştırmacı, romancı ve meraklıları büyülemeye devam etmektedir.

Atalarından kalma şatoda 14 Temmuz 1675’te doğan Claude Alexandre, Limoges’daki Cizvit okulu’nda eğitim gördükten sonra donanmaya girmiş, genç yaşına rağmen 11 yılda çok sayıda çarpışmaya katılmıştır.

Çok sonraları Babıali için kaleme aldığı deniz savaşı koşullarına ilişkin bir inceleme yazısında, “Üç deniz muharebesinde ve ikisi borda bordaya cereyan eden toplam dokuz farklı çatışmada bulundum; öyle ki, bir kedinin fareden çekindiği kadar İngilizleri önemsiyorduk” ifadesini kullanacaktır.

Bu parlak kariyer, bir düello sonunda ani bir istifayla sekteye uğrar. Bonneval, Fransız muhafız birliklerine katılır, sonra bir piyade alayının komutasını satın alır ve İspanyol Veraset Savaşı (1713-1715) sırasında İtalya’da kendini göstermeye başlar.

Başkomutan Vendome Dükü’nün dostluğunu kazanmasına rağmen, müsteşar Chamillard’a Bielois’nın işgaline ilişkin gönderdiği kibirli mektup Fransa Kralı XIV. Louis’yi de eleştirmektedir.

Hakkında tutuklama emri çıktığını öğrenen Bonneval, Venedik’e kaçar ve Avusturya’nın hizmetine girer. Saf değiştirmede kendisi de ünlü olan Prens Eugene tarafından süvari albayı olarak atanır.

Bu görevinde, Flandres bölgesindeki kanlı Malplaquet Muharebesi’nde (1709) Prens Eugene’in yardımcısı olarak askeri becerisini kanıtlayacaktır.

İspanyol Veraset Savaşı sonrasında Bonneval Kontu Viyana Sarayı’nda büyük itibar sahibi olur. Topçu general rütbesine terfi ederek Avusturya’nın en köklü piyade alaylarından birinin başına atanır.

Prens Eugene’in komutası altında Osmanlılara karşı yürütülen 1716-1718 savaşında ve özellikle de karın boşluğuna aldığı mızrak darbesiyle ağır biçimde yaralandığı Petervaradin Muharebesi’nde (15 Ağustos 1716) iyice ünlenir.

Hıristiyanlık dünyasında bir kahraman olarak yüceltilen Bonneval, Limoges’lu hemşerisi ve dostu Kardinal Dubois’nın desteğiyle kral tarafından bağışlanır. 1716 yılının sonunda nekahat dönemini geçirmek için döndüğü Paris’te Marki de Biron’un kızıyla evlenir, ancak on gün sonra Avusturya’ya dönmek üzere eşini geride bırakarak Fransa’dan ayrılacaktır.

1724’te Bonneval Brüksel’dedir. Avrupa çapında yankılanan eşi benzeri görülmemiş olay o sıra patlak verir. Hollanda Valisi Marki de Prie’nin eşi ve kızı, İspanya sarayında sözde bir skandal yaşandığı dedikodusunu yayarlar: Kont Bonneval akrabası olan kraliçenin şerefini korumak için derhal harekete geçer; Marki de Prie ve bütün ailesine ağır hakaretler yağdırır.

Ardından Prens Eugene’i de düelloya davet etmekten çekinmeyecektir. Sonuçta, disiplinsizlik suçuyla bir yıl süre ile Viyana’dan birkaç kilometre uzaklıktaki Spielberg Kalesi’nde kalebentliğe mahkum edilir. 1726’nın Ocak ayında serbest bırakılınca tekrar Venedik’e sığınır.

Bonneval’in buraya kadar hikaye gibi gelen maceraları artık Avrupa’nın Doğu Siyaseti ile içiçe girecektir. Venedik’te kendini her türlü entrikanın içinde bulan Bonneval, Avusturya ajanları tarafından sürekli gözetim altında tutulduğunu hisseder.

Korfu adası’nın yeni tahkimatını görme bahanesi ile beş altı kişilik bir maiyetle denize açılır. Ancak Korfu yerine Raguza’ya (Dubrovnik) yanaşacaktır. Üzerindeki Avusturya pasaportuyla bir an önce Osmanlı topraklarına geçip ülkenin iç kesimlerine doğru yol alma telaşındadır.

Bosna’nın küçük başkenti Saraybosna’ya, bugünkü adıyla Sarayevo’ya yerleşerek İstanbul’a ulaşmasını sağlayacak izin belgesini beklemeye başlar.

Bonneval Saraybosna’ya ayak basar basmaz sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya bir mektup yazmıştır. Birkaç yıl önce Yirmisekiz Mehmet Çelebi’yi büyükelçi olarak Paris’e gönderen ve Osmanlı İmparatorluğu’nda “Lale Devri” adıyla ününü koruyan çok sayıda reformu teşvik eden bu yüce kişinin geniş görüşlülüğünü bilmektedir.

28 Haziran 1729 tarihli mektubunda Bonneval şöyle yazar: “Dünyadaki küçük ve büyük şeyleri aynı kolaylıkla yöneten Tanrı beni Serayo’ya getirdi ve bana erdemleri, şanı, bilim ve sanata olan sevgisi cümle alemce bilinen, özellikle büyük dehası, düşünce sağlamlığı ve Monsenyör ihtimamımız sayesinde mutlu bir huzur ve sonsuz refaha sahip olan dünyanın en büyük imparatorluğunu idare yeteneği Hıristiyan ülkelerde hayranlıkla izlenen zat-ı alinizi daha yakından görme arzusu ilham etti”.

Ve kaçışının sebeplerini hatırlattıktan sonra sıra hizmet sunmaya gelir: “Tüm hayatım boyunca icra ettiğim askerlik mesleği bilim alanında özenle çalışmamı engellemediğinden, Monsenyör, umarım size savaş zamanında olsun, barış zamanında olsun, daima faydalı olabilirim. (...) Hayatımı Zat-ı Şahaneleri Efendinizin hizmetine hasretme niyetim dahilinde kendimi tamamen sizin korumanıza bırakmama müsaade edin; bir an önce güvenlik içinde pay-ı tahta ve Tanrı’dan adalet ve sağlık dolu bir hayat bahşetmesini istediğim Zat-ı Alinizin yanına ulaşabilmem için gerekli bütün kolaylıkların sağlanması için Bosna beyi Ahmet Paşa’ya talimat vermenizi acizane istirham ederim”.

İstanbul’a gidebilmek için sadrazamdan izin isteyen Bonneval Kontu’nun Müslümanlığı kabul etmek gibi bir niyeti yoktur; tek istediği, sadrazamın desteği ile Balkan topraklarında ve Eflak-Boğdan’da Avusturya İmparatoru’na karşı müdahalede bulunabilecek bir silahlı kuvvet oluşturmaktı.

Ayrıca Macaristan’ın bağımsızlığını körükleyerek İmparator’un gücünü bertaraf etmeyi de umuyordu.

Bu konuda Avusturya birliklerini birçok kez zor duruma düşürmüş olan tahtın talibi Macar II. Ferenc Rakoczi’ye güvenmekteydi. Prens Rakoczi bir süre XIV. Louis’nin sarayında yaşadıktan sonra Sultan III. Ahmed’in konuğu olmayı kabul etmişti.

1717’den beri Marmara kıyısındaki Rodosto’da (bugünkü Tekirdağ) oturuyordu. Bonneval, Macaristan’da karışıklık çıkarma konusunda esas olarak onun müdahalesine güvenmekteydi.

Ondört aylık bir bekleme süresi sonrasında mektuplarına hiç bir cevap alamayan ve Bosna Paşası tarafından Avusturyalılara iade edilmekten çekinen Bonneval Kontu İslamiyet’i kabul etmeye karar verir.

Milano kökenli bir dönme olan hizmetkarı Damira’yı çağırtır ve din değiştirirken temel alınacak sözleri kendisine tekrarlatacak bir Müslüman bulmasını emreder.

Bonneval Kelime-i Şahadet getirdikten sonra iki yardımcısının refakatinde Paşa’yı ziyaret ederek Hıristiyanlıktan vazgeçtiğini bildirir. Buna rağmen Bonneval’in Saraybosna’da birkaç ay dah sabretmesi gerekecektir:

1703’ten beri Osmanlı İmparatorluğu’nun başında bulunan Sultan III. Ahmed yeniçeriler tarafından devrilmiş ve yeğeni I. Mahmud lehine tahttan feragat etmiştir (1 Ekim 1730).

Askeri yeteneği ve idare becerisi ile dikkat çeken bir devlet adamı olan yeni sadrazam Topal Osman Paşa ancak başkentte sükuneti sağladıktan sonra Bonneval’i davet eder.

1731 Eylül’ünde ona humbaracıları Avrupa tarzında yetiştirme görevi verir. Onun yönetiminde dört binden fazla asker disiplini, uygun adım yürümeyi, tüfek ve süngü kullanmayı öğrenecektir.

Artık kendisine “Ahmet Paşa” dedirten Bonneval, her sabah Asya kıyısına çıkmak için Boğaz’ı kayıkla geçer. Şehrin işsiz güçsüz takımı da humbaracıların Üsküdar düzlüğünde yaptıkları eğitimi görmek için toplanır.

Zaman içerisinde Bonneval’in mevkii yükselecektir. Humbaracıbaşı olarak atanmasından kısa süre sonra iki tuğlu paşa, ardından da üç tuğlu paşa ünvanını alır.

Bonneval Paşa faaliyetlerini sadece askeri eğitimle sınırlamaz. Aynı zamanda Babıali’nin diplomatik danışmanlığını yapar, Türkçeye tercüme ettirdiği askeri ve diplomatik içerikli raporları ile vezirlerin çoğunun itibarını kazanır.

1733’te Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa’yı Polonya Veraset Savaşı’nda (1733-1738) Babıali tarafından izlenmesi gereken tutum konusunda aydınlatır.

Beş yıl sonra Sadrazam Muhsinzade Abdullah Paşa’ya Avusturya’ya karşı yürütülecek bir savaş konusunda danışmanlık yapar.

1735’te ölen Ferenc Rakoczi’nin oğlu Prens Joseph Rakoczi yönetiminde Macaristan’da bir ayaklanma düzenleme konusunda başarısızlığa uğrayınca 1738’de gözden düşer ve başkentten 400 kilometre uzaklıktaki Kastamonu’ya sürülür.

Bu sürgün kısa süreli olacaktır: 1740’ta Bonneval İstanbul’a geri dönmesi için gereken müsaadeyi alır, dönüşünde saygınlığı, görevi ve malları kendisine iade edilmiştir.

Üç tuğlu paşa, Rumeli Beylerbeyi, Karaman Valisi, Humbaracıbaşı Ahmet Paşa Bonneval, ömrünün son yıllarını Boğaziçi’ndeki biri Fransız diğeri Türk tarzında döşenmiş iki bölümlü enfes yalısında geçirir.

Soylulara yakışır biçimde beyaz çorap ve kısa ayakkabı giyerek Avrupai mobilyaların oluşturduğu dekorda, Osmanlı başkentini ziyaret eden kraliyet gemilerinin subaylarını ağırlamaktan zevk almaktadır.

Casanova anılarında, bu “Fransız usulüne göre giyinmiş etkili yaşlı soylu kişinin” konutuna nasıl teveccühle kabul edildiğini aktarır. Ancak aynı Bonneval, iki gün sonra Casanova’yı “Türk kıyafetiyle” ağırlayacaktır; üzerinde uzun bir kaftan, başında da “iki kilo ağırlığında” bir kavuk bulunmaktadır.

Ressam Jean-Etienne Liotard’ın 1741’de yaptığı ve günümüzde Rutland Dükü’nün (Belvoir Kalesi, Grantham) koleksiyonunda muhafaza edilen o çok güzel pastel resmin bize sunduğu işte bu portredir.

Bunca maceradan sonra Bonneval Kontu 23 Mart 1747 akşamında son nefesini verir. Onun yerine “humbaracıbaşı” olarak atanan evlatlığı Süleyman Bey ertesi gün naaşını Tophane Camii’ne taşıtır. Oradan da Galata Mevlevihanesi mezarlığına nakledilecektir.

Kont Claude-Alexandre de Bonneval, nam-ı diğer Ahmet Paşa, Limousin’deki topraklarından çok uzakta, işte bu sessiz sakin mezarlığın gözden ırak bir köşesinde istirahat etmektedir.

(Çev. Boğaç Cicioğlu)
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
TANZİMAT VE SONRASI

Giyim kuşamda değişim: Adres, Paris modası idi.

Osmanlı giyim kuşamında ilk değişim Sultan II. Mahmud döneminde başlar; ancak kıyafette gerçek bir Batılılaşma yaşanması için 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısını beklemek gerekecektir.

Anastasia Falierou, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü, Doktora öğrencisi

Tanzimat dönemi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa modeline göre yeniden örgütlenmesi gerekliliği ile şekillenmiştir. Avrupa ile bu yakınlaşma 1839 ve 1856 fermanlarıyla başlamış olan ekonomik, idari ve eğitimle ilgili reformlarla sınırlı kalmayıp toplumun üst sınıfları ve padişahın kendisinin öncülük ettiği davranış ve yaşam tarzlarındaki değişimi de içermekteydi.

Giyim tarzlarındaki dönüşüm, diğer bir deyişle “alaturka” tarzdan “alafranga” modasına geçiş, Osmanlı’da günlük yaşantının Batılılaşmasını daha iyi anlayabilmek için önemli alanlardan biridir.

Giyimdeki Batılılaşma o dönemde tüm Avrupa için bir referans olan Paris modasından oldukça etkilenmiştir.

Şüphesiz, Osmanlı giyimindeki ilk değişimler Sultan II. Mahmud dönemine kadar uzanır. Ancak kıyafette gerçek bir Batılılaşma yaşanması için 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısını beklemek gerekecektir.

Batılılaşma bu alandaki ithalatı da teşvik etmiş, Avrupa’dan İstanbul’a getirilen çok çeşitli kumaşlar Pera’nın Tiring, Stern, Bon Marche gibi büyük pazarlarında İstanbullu müşterilere sunulmuştur.

19. Yüzyıl ortasından itibaren, “redingot”a ilaveten, memurlar için zorunlu giysi kabul edilen “istanbulin”in yaygınlaştığı görülür. İstanbulin dik ve düz yakalı, yaka altından bele kadar tek sıra düğmeli koyu renk bir cekettir. Geleneksel şalvar, potur veya çakşır’ın yerini de pantalon alır. Abdülhamid döneminde istanbulin yerini tekrar redingot’a bırakacaktır. Redingot ile ceketin kumaşından bir pantalon giyilirken, yeleği beyaz veya devetüyü gri bir kumaştan olur, içine mutlaka göğsü ve yakası kolalı bir Frenk gömleği giyilir, plastron yahut tek düğüm bir boyunbağı bağlanır ve boyunbağına da güzel kuyumculuk işi bir iğne iliştirilirdi.

İstanbulin ve redingot değişik şekillerde iliklenirdi. İstanbulin baştan aşağı iliklenirken redingot yelek, gömlek ve boyunbağını açıkta bırakırdı.

Kadın kıyafetleri de Batı modasından etkilenmiştir. Müslüman kadınlar tarafından evin dışında giyilen ve mantodan farksız uzun bir elbise olan ferace’nin şerit ve dantellerle süslenmesi her dönemin modasını takip eder. Yaşmak incelir. Abdülhamid döneminde ferace yerini “üç parçalı çarşaf”a bırakacaktır.

Çarşaf yüzü örten bir peçe, başı ve bele kadar gövdeyi örten bir pelerin ve belden ayaklara kadar inen bir eteklikten oluşur. Avrupa çizgilerini ve kesim tarzını benimseyen çarşaf, daha sonra Batılı tayyöre dönüşecektir.

Kırım Savaşı’nı izleyen döneme korse kullanımının damga vurduğu görülür. Adını bu savaştaki ünlü tabyadan alan “Malakof tuvaleti” moda olur; beli çok sıkı saran, altına giyilen balinalı fistan sayesinde eteği kabarık duran bu tuvaletin İstanbullu Müslüman hanımlar arasındaki adı “sepetli fistan”dır.

Elmaslar, inciler ve altın tellerle süslenen kadın fesi yerini 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında “hotoz” bırakacaktır. Hotoz genellikle krep veya papazi ile yapılır ve giysilerin renk ve kesimiyle uyumludur.

Ayakkabılar da giysilerdeki değişimi izler; böylece “pabuç”un yerini potin ve iskarpin alır. Kadın iskarpinleri çok çeşitli modellere sahiptir. Potinin yollardaki çamurdan kirlenmesini önlemek için üstüne kaloş, yani bir çeşit çamur lastiği giyilir.

Giyimdeki yeni modalar çok çeşitli aksesuar kullanımını da gerekli kılmıştır. Yelpazeler, şapkalar, bastonlar, gözlükler, tuvaletlere uygun şemsiyeler, mücevherler, eldivenler, saatler, hepsi de seçkin bir kültürün işareti olarak algınlanmış, Müslüman kadınlara özenli bir zarafet, erkeklere de sofistike bir hava katmıştır.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Nerval ve Gautier’nin gözüyle: Fransızların Karagöz’ü keşfİ

Birçok seyyah Karagöz’ü “acayip bir figür” olarak görürken, Nerval ile Gautier onda, Paris sokaklarını şenlendiren aşinası oldukları soytarıların bir kardeşini keşfetmişlerdir.

Prof. Dr. Sophie Basch, Institut Universitaire de France üyesi, Poitiers Üniversitesi

Gölge oyunu büyük olasılıkla Asya’da doğmuştur. Ancak Fransa’da panayır tiyatrosunun altın çağı olan 18. Yüzyıl’da ortaya çıktığında bilinmedik bir şey değildir.

1771’de Seraphin-Dominique François Versailles’da kartondan yapılmış görüntülerin ışıklı bir perdede canlandırıldığı bir gölge oyunu sahneler. Gösteri Kraliçe Marie-Antoinette’in öyle hoşuna gider ki, XVI. Louis 1784’te kuklacı ve yardımcılarına Paris’teki Kraliyet Sarayı’nın bahçesine yerleşme ayrıcalığı tanır.

Kraliyet beratına sahip bu kuruluş Devrim’den sonra şartlara uyum sağlayarak bir giyotin gölgesinin cumhuriyet düşmanı görüntülerin kellesini uçurduğu Le Theatre des Vrais Sans Culottes’a (Gerçek Devrimcilerin Tiyatrosu’na) dönüşür.

1800’de Seraphin’in ölümünden sonra tiyatrosu, çocuklara yönelik siyasetten arınmış oyunlarla faaliyetini sürdürür. Gösteri hiciv özelliğini kaybetmiştir.

Tarihi çok daha geriye gitmekle beraber, Karagöz oyunu da benzer bir yol izler. Davranış ve sözlerdeki küstahlık, 19. Yüzyıl’da yumuşamaya başlamış, 20. Yüzyıl’da da gitgide yıkıcı olmaktan çıkan kelime oyunları içinde eriyip gitmiştir.

Fransa’da kukla tiyatrosu Guignol’ün başına gelen, biraz daha gecikmeli olarak Karagöz’ün de başına gelir, izleyici kitlesi gibi o da çocuksulaşır.

Başka yerlerde olduğu gibi burada da çocuklar uzun zaman ebeveynleriyle aynı eğlencelere gitmişlerdir.

19. Yüzyıl çocuğa özgü eğlenceleri olan bir çocukluk alanı icat eder. Soylu sınıf içinde ortaya çıkan bu düşünce önce burjuvaziye, sonra da alt sınıflara kendini kabul ettirir. Bu, toplumun farklı tabakalarının ve tüm nesillerin birlikte katıldığı halk eğlencelerinin de sonunu belirler.

Karagöz’ün en çarpıcı tasvirlerini sunan Fransız seyyahlar Gerard de Nerval (1808-1855) ile Theophile Gautier’nin (1811-1872) çocukluğun altın çağına özlem duyan Romantizm akımının iki önemli üyesi olması tesadüf değildir.

Tıpkı Goethe gibi, tıpkı 1841’de İstanbul’u ziyaret eden ve kurgularında Karagöz dekorlarından esinlenen Hans Christian Andersen gibi bu yazarlar da “gölge”nin büyüsüne kapılmışlar, yetişkini çocukla birleştiren bu kukla gösterisine hayran olmuşlardır.

Batı medeniyetinin kökenlerine dönüş olarak yaşanan Doğu seyahatleri kapsamında, sırasıyla 1843 ve 1852’de İstanbul’da konakladıklarında; pandomim, sirk ve sokak gösterisi gediklisi olduklarından kendilerine hem yakın hem de egzotik gelen gölge oyunu temsillerine gitmekten geri kalmazlar.

Karagöz’e, İtalyan Pulcinella’ya, İngiliz Punch, Alman Kasperl ve Fransız Guignol’e ortak bir ata bahşederek, “Türk kuklası”nın kendine özgü niteliklerinin ardında, Antik Çağ’a bağladıkları evrensel bir tip saptamakta gecikmeyeceklerdir.

Doğu’da seyahatin birleştirici yanı bu durumda küçültülmüş halde halk tiyatrosu perdesinde yerini bulur.

Her iki şair de Karagöz’ü kendi tarzında yorumlamıştır. Doğu seyahati kısmen hayali olan Nerval için gösteri, tasvirden çok yoruma uygundur. Karagöz’e ayırdığı bölüm, kişisel saplantılarının farklı bağlamda şiirsel bir anlatımı olarak okunmalıdır.

Nerval diyalogları anlayamadığına göre onları uydurmaktadır. Karagöz’ün karın üstü yatmış diğer kuklaların üzerinden geçtiği bir köprü taklidi yaptığını düşünür.

Bu imge, Doğu ile Batı arasında bir köprü teşkil edebilmeye dönük kişisel arzusunu simgeliyor gibi görünmektedir. Bir sonraki sahnede Karagöz sırtüstü döner ve bir kazık gibi görünmeye çalışır, erkeklerin atlarını bağladığı, kadınların hayran kaldığı bir kazık... (...)

1844’te kaleme aldığı “Türklerin Resmi” isimli öncü makalede canlı varlıkların resmedilmesine ilişkin Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik önyargıları gidermek için hareketli figüratif sanat örneği gölge oyununa çağrışımda bulunarak lafı bağlar:

“Şimdi Ramazan süresince Karagöz gösterilerinde kullanılan küçük resimlerin varlığına müsaade edilmesini nasıl açıklayacağız? Bunlar hem kukla hem de Çin gölge oyunlarıdır. İyice aydınlatılmış ince bir bezin arkasından renkleri kusursuzca belirir. Farklı halkların ve mesleklerin kıyafetlerinin eşsiz biçimde yansıtılması gösterinin çekiciliini arttırmaktadır. Ana karakter tıpkı bizim Polichinelle gibi hep aynı kılıkta... ve aynı biçimsizliktedir”.

Benzer şekilde, arkadaşı Theophile Gautier de Karagöz’ü sadece ünlü Commedia dell’arte tiplemeleriyle değil, aynı Akdeniz beşiğinin ürünü olan Antik Yunan otomatları ve Roma soytarılarıyla da kıyaslar.

Nerval’inkine göre daha az düşsellik içeren anlatısında Gautier, üç temsilden söz eder, ikisi Karagöz oyunudur, biri Ortaoyunu.

Taksim civarında bulunan Büyük Kabristan’daki ilk gösteride, mezarlığın karanlık gölgeleri ile renkli görüntülerin ışıklı gölgeleri arasındaki karşıtlık çok hoşuna gider; ancak sadece görsel kısmını anladığı gösteri onu hayal kırıklığına uğratır.

Karagöz’ün davranışları ününe yaraşacak kadar cesurane değildir. Buna karşın, Tophane’de izlediği ikinci gösteri onu büyüler. Dilediğince şehvetli bulduğu bu Karagöz ona adeta Priapos’un mirasçısı, bir Aristophanes yorumcusuu ya da bir Rabelais yaratığı gibi gözükmüştür.

Daha sonra Moda’da Türk oyuncuların gezginci topluluğundan izlediği gösteri, Gautier’yi sonunda Türk tiyatrosu ile Fransız halk tiyatrosunun ilk bakışta göründüğü kadar birbirinden uzak olmadığı, aralarında akrabalık bulunduğu konusunda ikna edecektir (...).

Birçok sıradan seyyah Karagöz’ü tartışmasız acayip bir figür olarak görürken, Nerval ile Gautier onda kendi çocukluklarına neşe katan ve sinema tarafından tahtlarından edilinceye dek Paris sokaklarını şenlendiren aşinası oldukları soytarıların bir kardeşini keşfetmeyi başarmışlardı.

(Çev. Boğaç Cicioğlu)
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Sadrazam İbrahim Edhem

Paris’te eğitim gören ilk Müslüman Osmanlılardan İbrahim Edhem Paşa, 1831’de Fransa’ya gönderilen dört çocuktan birisiydi ve bu operasyonun da bir Osmanlı “medeniyet projesi” olduğu her halinden belliydi.

Prof. Dr. Edhem Eldem, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü

19. Yüzyıl’ın ilk yarısındaki yenilik hareketleriyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda Fransa’nın giderek artan nüfuzu, hayatın hemen hemen bütün alanlarında hissedilmeye başlamıştı.

18. Yüzyıl’dan beri Osmanlı idarecilerinin ilgiyle izledikleri Fransa, 19. Yüzyıl’da artık örnek alınan bir model olmaya başlamıştı. Fransız etkisinin en çok hissedildiği alanlardan biri şüphesiz eğitim ve kültürdü.

Yeni dünya düzeninin merkezi olarak algılanan Paris, yeniden kurgulanmaya başlayan Osmanlı İmparatorluğu için bir medeniyet numunesi olarak yeni bir çekim merkezi halini almaktaydı.

1831 yılında dört gencin eğitimleri için Paris’e yollanmasıyla bu konuda ilk somut adım atılmıştı. Ahmed, Abdüllatif, Hüseyin ve Edhem adındaki bu dört çocuk, Avrupa’da eğitim görmek üzere gönderilen ilk Müslüman Osmanlılardı.

Üzerinde özellikle duracağımız Edhem’in hayat hikayesi ilginçti. 1818 civarında Sakız Adası’nda doğmuş, 1821’de başlayan ve kısa bir sürede Yunan bağımsızlık mücadelesine dönüşen Rum ayaklanması esnasında, 1822’de Osmanlı ve Mısır donanmaları tarafından misilleme olarak Sakız halkına uygulanan katliamdan kurtulabilmiş ama esir edilmişti.

Henüz dört ya da beş yaşındaki bu Rum çocuğu dönemin tanınmış devlet adamlarından Hüsrev Paşa (?-1855) tarafından alınıp Müslüman yapılmış ve yetiştirilmişti.

Dolayısıyla yeni kimliğiyle beş yıl kadar geçirdikten sonra yaklaşık on iki yaşına geldiğinde bir kez daha bulunduğu yerden koparılarak Osmanlı modernizasyon projesinin bir parçası olarak kendini Paris’te bulmuştu.

Edhem ve diğer üç çocuk hakkındaki bu karar, Osmanlı hükümeti tarafından 1830 yılında alınmıştı. Fransız sefiri Guilleminot, Aralık 1830’da bu kararı hükümetine bildirmiş, söz konusu çocukların Serasker Hüsrev Paşa’nın yetiştirmelerinden seçilmiş olduklarını belirtmişti (...).

Çocuklara eşlik etmek için ise, dönemin meşhur müsteşrik ve tercümanlarından Amedee Jaubert (1779-1847) görevlendirilmişti. Aralık 1830 veya Ocak 1831’de İstanbul’dan ayrılmışlar, Şubat başında Marsilya’ya, Mart ayında ise Paris’e ulaşmışlardı.

Mart sonunda Paris’te eğitimlerinin sorumluluğunu üstlenecek olan ve kendi adını taşıyan dönemin en ünlü hazırlık okullarından birinin sahibi olan Jean-François Barbet’ye (1799-1880) teslim edilmişlerdi.

Bir müddet sonra da gene Hüsrev Paşa’nın yetiştirmelerinden Mehmed Reşid adında beşinci bir genç de onlara katılmıştı.

Bu operasyonun bir Osmanlı “medeniyet projesi” niteliğinde olduğu her halinden belliydi. Jaubert, hükümetine Paris’ten yazdığı mektubunda “Türklerin daha yüksek bir medeniyete ulaşmak için harcadıkları çabalar”dan bahsetmekteydi.

Hüsrev Paşa ise 4 Şubat 1831’de çocuklara “Evlatlarım” hitabıyla başlayan ve Fransızca olarak yazdırılmış bir mektup yollamıştı. Bu mektupta kendilerinden neler beklediğini söylüyordu:

“Buradaki arkadaşlarınız şaşırtıcı derecede gelişme gösteriyorlar ve durumlarının sizinkinden çok farklı olmasına rağmen bilgide sizi geçmek için çabalıyorlar. Evlatlarım, eğer sizi hep sevmemi ve korumamı istiyorsanız, siz de vazifenizde onlar kadar çalışkan olun, zira durumunuz işinizi kolaylaştırıyor; aksi halde, buraya hiçbir şey öğrenmeden döndüğünüz takdirde bunun ne kadar utanç verici olacağını tahmin edersiniz”.

15 Haziran 1832’de yazdığı diğer bir mektupta ise, uzun vadeli planını ortaya koyuyordu: “Fransa’da eğitim görmeniz için sizleri gözlerimin önünde yetiştirdiğim bütün gençlerin arasından seçtiğimde, Müslüman gençliğinin eğitiminin bütün umutlarını sizlere emanet etmiş oldum. Devlet büyüklerimiz size bakarak benim örneğimi takip edip etmeyeceklerine ve çocuklarının geleceğini Avrupa’nın ilmine emanet edip etmeyeceklerine karar vereceklerdir (...).

Birkaç ay sonra, 26 Kasım 1832’de Hüsrev Paşa doğrudan doğruya Barbet’ye bir mektup yazarak Fransız eğitimciye üstlendiği sorumluluktan dolayı teşekkür ediyor, bir kez daha Osmanlıların ilim ve irfandan nasiplerini almaktan aciz bir millet olduklarını iddia edenleri yalancı çıkarmanın ne denli şerefli bir görev olduğunu hatırlatıyordu.

Yaşlı Serasker, “evlatları” ile kendisi arasında bir mukayese yaparak, meseleye ilginç ve şahsi bir boyut kazandırıyordu:

“Bugün işgal ettiğim mevkide, hayatımın ilk yıllarında becerikli ve müşfik hocamın verdiği eğitimin bütün meyvelerinden istifade etmekteyim. Benim gerçek eğitimim bugün gençlere devlet işlerine uygun eğitimin nihai zahmet ve meyvelerinin verildiği yaşta başladı. Benden daha şanslı olan evlatlarım, sizin himayenizde öğrendiklerini, bu bilgilerin tekamülünü uzun bir meslek hayatı boyunca izleyebilmelerini mümkün kılacak bir yaşta uygulamaya başlayacaklardır (...)”.

Barbet’nin okulu zaten başarılarıyla tanınıyordu. Pasteur gibi geleceğin parlak bilim insanlarından birçoğunun eğitim gördüğü bu kurum, Paris’in en iyi hazırlık okullarının başında geliyordu.

Ancak kendisine emanet edilen dört genç Osmanlı, Barbet için yeni ve ilginç bir pazarın açıldığı manasına geliyor, aynı zamanda Fransa’nın uzun vadeli bir siyasi yatırıma girdiğine işaret ediyordu.

1840’ta Sultan Abdülmecid, Barbet’ye hizmetlerinden dolayı Nişan-ı İftihar ihsan etmiş, nişanla birlikte gelen Mustafa Reşid Paşa imzalı mektupta da Barbet’nin “İmparatorlukta ıslahat ile medeniyetin terakkisine olan katkıları” zikredilmişti.

Barbet ise bütün bu mektupları (kendi reklamı için) yayımladığı kitapçığım sonunda şu ifadeye yer veriyordu: “Belki bir gün Paris’te eğitilen genç Türkler Babıali’nin kurullarında yerlerini aldıklarında, eğitimlerinin ilk dönemlerini hatırlayacak ve dolayısıyla düşüncelerinde Fransa’nın lehinde bir hava oluşacaktır”.

Genç Edhem, hamisi ve öğretmeninin ümitlerini boşa çıkarmayacaktı. 1831’de girdiği Institution Barbet’den 26 Ekim 1835 tarihindeki kararla Madencilik Okulu’na (Ecole des Mines) yabancı öğrenci statüsüyle kabul edilmişti.

Herhalde bu sebeple 1251’de (1835-1836) Hüsrev Paşa, Hassa Müşiri’ne hitaben bir arzında Abdüllatif ile Hüseyin’in İstanbul’a dönmelerine karşın Mehmed Reşid, Ahmed ve Edhem’in “gereği gibi tekmil-i kemal ve bi’l-etraf hüner ü maharet peyda ve istihsal eylemek üzere” bir müddet daha Paris’te kalacaklarından maaşlarının sarayca karşılanmasını istemiş, bu maaşların “telef ve beyhude nevinden olmayıp kat ender kat beca ve değerli olacağı” konusundaki görüşünü beyan etmişti.

Edhem okulun gerçek “iç” (interne) öğrencilerinden farklı olarak “dış” (externe) statüsüne yaklaşan bir konumda eğitimine devam ederek 12 Haziran 1836’da ikinci sınıfa, 26 Kalız 1837’de üçüncü sınıfa kabul edilmişti.

Bu eğitiminin sonunda Paris’te sekiz yıl kadar kaldıktan sonra 1839’da İstanbul’a dönen Edhem, “Arabi ve Farisi ve Türki bazı ulüm u fünunun tahsiline” çalışmış ve askeriyeye intisap etmiş, 1261’de (1845) Gümüşhacıköy, Keban ve Ergani madenlerinin başına getirilmiş, ardından da 1846’da döndüğü İstanbul’da 1847’den 1856’ya kadar saraya bağlı olarak mabeyin ferikliğine kadar yükselmişti.

Aynı sene vezir rütbesi kazanan Edhem Paşa, Meclis-i Ali-i Tanzimat, Meclis-i Vala, Encümen-i Daniş üyeliklerinde bulunmuş ve muhtelif nazırlık ve elçilik görevlerinden sonra 1877’de bir yıl süreyle sadrazam olarak görev yapmıştı.

Fransa’yla olan bağlarına gelince, İbrahim Edhem talebeliği zamanındaki Fransız diplomatlarını ve öğretmeni Barbet’yi haklı çıkarmıştı. Osmanlı erkanı arasında Fransızca’yı ana dili gibi konuşmasıyla ün salan bu devlet adamı Fransa ve Fransız kültür ve bilim dünyasıyla hep yakın temasta kalmıştır.

O kadar ki, 1842’de doğan büyük oğlu Osman Hamdi’yi de 1860’ta eğitim almak üzere Paris’e, üstelik de kendi çocukluğunun geçtiği Institution Barbet’ye yollamıştı.

Hala hayatta olan Barbet, eski talebesinin oğluna kucak açmıştı; her ne kadar Osman Hamdi’yi babası kadar ciddi ve çalışkan bulmamış idiyse de, 1864’te Hukuk Fakültesi’ne kaydolabilmesi için gerekli eğitimi vermişti.

Ne var ki, -belki de paşa kölesi ile paşa oğlu olmanın doğurduğu farktan dolayı- Osman Hamdi kendisinden beklenen eğitimi tamamlayamadan 1868’de ülkesine dönmüştü.

Ancak babasından farklı bir şekilde de olsa, Osman Hamdi bey de resim, arkeoloji ve müzecilik dallarındaki öncülük ve başarılarıyla öne çıkacak, Osmanlı kültür ve sanat dünyasında herkesçe malum saygın yerini alacaktı.

Edhem Paşa’nın Fransız kültürüne olan bağlılığı Osman Hamdi bey’e de sirayet etmiş, baba ile oğul aralarındaki mektuplaşmalarında sadece Fransızca kullanmışlardı.

Osman Hamdi Bey’in her iki evliliğini de Fransızlarla yapmış olması, gerek resmi gerek özel hayatında Fransızca ve Fransa’ya gösterdiği bağlılık, 1831’de “Edhem” adı verilmiş yetim bir Rum çocuğuyla başlayan “medeniyet projesi”nin ne denli derin izler bıraktığını göstermeye yeterlidir.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
KURTULUŞ SAVAŞI ÖNCESİ VE SONRASI

Çanakkale Savaşları
Çanakkale’nin bilançosu

Çanakkale Savaşları, özellikle savaş sonrası dönemin ışığında değerlendirilmeli. Osmanlı birliklerindeki komutan ve askerlerin kazandıkları itibar ve güveni anlamazsak, Kurtuluş Savaşı sırasındaki Anadolu direnişini kavrayamayız.

Dr. Alexandre Toumarkine, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü Bilimsel Sekreteri

Çanakkale seferinin nasıl ortaya çıktığını anlayabilmek için Fransız cephesine bakmak gerekir... 1914 sonbaharında, Fransızlar ve İngilizler Kara Ormanlar’dan Manş’a kadar yayılan bir cephe hattı boyunca Almanlarla karşı karşıya geldiler.

Almanların savunmada olmaları, İtilaf Devletleri’nin (İngiltere, Fransa ve Rusya), öncelikle Fransa başkumandanı General Joffre ile İngiltere başkumandanı Mareşal French tarafından öngörülen bir yarma hareketine girişmesini engelledi.

Bu yarma hareketi, onlara göre Reich’ı yenebilmenin tek yolu olan harekat savaşına geçilmesini sağlayacaktır. Fransa’daki siyaset adamları ve askeri şefler, başka bir cephe açılması gerektiğini düşündüler.

Çoğunluk bu cephenin doğuda, Balkanlar’da açılmasını öngörüyordu. Ancak Joffre bu olasılığı düşünmek istemedi; son derece hassas bir dengeyi bozmamak için, Batı Cephesi’nden asker çekmekten yana değildi; bu kaygı I. Dünya Savaşı boyunca Fransız askeri hesaplarının değişmez unsuru olacaktı.

Yeni bir cephe açma fikri, Çanakkale Boğazı’na saldırma önerisi eşliğinde bu defa İngiltere’de yeniden ortaya çıktı.

Fikir babası, planını 25 Kasım 1914’te Savaş Konseyi’ne tanıtan Birinci Deniz Lordu Winston Churchill idi. Gerçekçi olmadığı düşünülerek Churchill’in projesi ilk etapta reddedildi.

Churchill, Doğu’da ama Selanik’te bir cephe açılmasından yana olan İngiliz Maliye Nazır Lloyd George’u ikna etti. İngiliz ordusundaki güçlü muhalefete rağmen, proje 13 Ocak 1915’te kabul edildi.

Hedef İstanbul’du. O dönemde, Churchill Osmanlı başkentinin işgalini ve özellikle de Alman muhripleri Goeben ve Breslau’nun ortadan kaldırılmasını düşünüyordu. Bu, Rus imparatorluk donanmasına ve Karadeniz’de ablukaya alınmış çok sayıdaki ticaret gemisine Karadeniz’de yeniden serbestçe dolaşma olanağı verecekti.

İngiltere ve Fransa’nın Rus ordularıyla temasa geçmek ya da onlara askeri malzeme yardımında bulunmak gibi bir niyeti yoktu, zaten bu yardımı yapabilecek güçte de değillerdi.

Londra’da da, Rusya’nın göz diktiği İstanbul’u almanın, ittifakı güçlendirmek yerine iyice zayıflatacağı hesaba katılmamıştı... İngiltere ve Fransa donanmaları arasında kumanda bölgelerinin dağılımında, Akdeniz Fransa’ya verildiğinden, İngilizler, Joffre’un çekincelerine rağmen, Fransa’yı en azından teşebbüslerine ortak etmek zorundaydılar.

İngiltere’de Kraliyet Donanması’nın gücü sayesinde kolayca başarıya ulaşılacağı düşünülüyordu. 21 Ocak’ta, Amiral Guepratte tarafından yönetilen bir Fransız filosu, bir İngiliz filosuyla birlikte Boğazlar’a gönderildi.

Bu filo, 72 geminin (hafif kruvazörler, mayın tarama gemileri, torpido avcıları, denizaltılar, vs.) eşlik ettiği 18 savaş gemisinden oluşuyordu. Filoda toplam 814 top ve 22 bin denizci bulunuyordu.

Churchill fikrini kabul ettirdiyse de, 16 Şubat’tan itibaren harekatın sadece deniz harekatıyla sınırlı olup olmayacağı tartışılmaya başlandı. Süveyş’te bir Osmanlı baskısı artık gündemde olmadığından, gönüllü İngiliz birliklerinin, denizcilerin ve Mısır’da konaklayan askerlerin Çanakkale’ye sevk edilmeleri tasarlandı.

Bu askerlerin 9 Mart’ta Yunanistan’da bir araya getirilmeleri öngörüldü. Ancak İngilizlerin ümit ettiği Yunan ve Rus katılımı olmadı. İngilizler sadece Avustralyalılardan ve Yeni Zelandalılardan oluşan iki tümenle İngiliz deniz piyadelerinden oluşan bir tümen ayarlayabildi.

Ama bu hiç yeterli değildi; dolayısıyla Fransa’dan asker istendi. Bunun üzerine Fransız askeri ve siyasi yetkililer arasında bir tartışma başladı. Fakat sonuçta, Fransız birliklerinin İngiliz komutasına bağlı olması kabul edildi...

Saldırı tarihi 18 Mart 1915 olarak belirlenmişti. Manevrayı yöneten Carden’in yerine Amiral de Robeck geçti. 18 savaş gemisi üç gruba ayrılmıştı: Şafak vaktinden itibaren ilk grup tarafından yapılacak birinci bombalama dalgasının amacı orta kaleleri yok etmekti.

Günün yarısına gelindiğinde Çimenlik ve Hamidiye surları ortadan kaldırılmış olacaktı. İkinci grup Boğaz’ın içine daha çok girebilmek için saldırıya geçti. Bu sefer, karşılıklı bombalamalar ortalığı kasıp kavurdu. Başlarında Suffren olmak üzere, Fransız gemilerine Hayes Salder’in filosuna yol vermeleri için geri çekilme emri verildiğinde, iki filonun da büyük bir bölümü Osmanlı mayınlarıyla yok edilmişti.

Sonuçta, Amiral de Robeck deniz harekatını durdurmak zorunda kaldı.

Londra’da Savaş Konseyi sırasında ifade edilen ağır eleştirilere karşı durmak zorunda olan Churchill bu başarısızlıktan alınacak dersleri kendi üslubuyla sıralıyordu:

Deniz saldırısını bir kara harekatıyla birlikte yürütmek, yani Osmanlı savunmalarını yok etmek için, birliklerin karaya çıkarma yapması gerekliydi....

25 Nisan’da şafak sökmeden, çıkarma Gelibolu Yarımadası’nın altı ayrı noktasında ve Anadolu kıyısında Kumkale’de başladı.

Fransız birliklerinden çoğu Kumkale’de birkaç Osmanlı tümenini oyalamak ve yarımadaya geçişlerini geciktirmek için bir şaşırtma çıkarması yapmakla yükümlüydü.

Batı kıyısında, Kaba Tepe civarında, 12 bin Anzak, tepeye çıkmak ve Eceabat’a ulaşmak zorundaydılar. İngiliz deniz piyadeleri, Fransız Tugayı ve 29. İngiliz Birliği’nin, yarımadanın ucunda bulunan beş noktadan çıkarma yapıp, Kirte Köyü’nü alarak, en güçlü topların bulunduğu Alçı Tepe’ye varması ve sonra da Boğaz’ı açabilmek için orta kaleleri yok etmek amacıyla, Kilitbahir yaylasına ulaşması gerekiyordu.

Fakat filonun bombalamalarına rağmen, çıkarmanın bilançosu ağır olacaktı. Çünkü bu bombalar Osmanlı savunma hatlarını kırmayı başaramadılar. Mustafa Kemal komutasındaki 57. Alay bu savunmada şahlandı.

Güney’de Yarımada’nın burnunda manzara daha iyi değildi: sadece bir kilometre ilerlenebildi ve çok ağır kayıplar verildi.

Çanakkale Savaşı, Batı Cephesi’nin kaderini paylaşıyordu: Siperlerin savunulması için verilen mücadele, onların ele geçirilmesi için yapılan çarpışmalardan daha kanlı geçti ve bu mücadele kısa bir sürede bir hat savaşına dönüştü.

Fransızlar ve İngilizler için saldırmaktan başka çözüm yoktu. Osmanlı saldırılarına gelince, bunlar daha iyi bir mevzi ele geçirmek için bir taktik hareketiydi. Üstelik Harbiye Nazırı Enver Paşa da ordunun moralini yükseltmeyi ve itibar sağlamayı hedefliyordu.

Temmuz sonuna kadar devam eden öldürücü çarpışmalar dengeyi değiştirmedi. Güneye sıkışmış ve Anzaklar ile birleşememiş olan İngilizler, Arıburnu’nun kuzeyinde yeni bir cephe açmak istediler.

Osmanlı savunması İngiliz ilerleyişini Anafartalar’da durduran Mustafa Kemal’in komutanlığına verilmişti. Çanakkale Savaşları, burada bir dönüm noktasına ulaştı.

Hamilton, Savaş Konseyi’nden ciddi takviye birlikleri istedi; ancak Batı Cephesi’nden asker çekmemek için bu istek reddedildi. Çanakkale’yi teftiş eden Kitchener, Arıburnu’nun ve Anafartalar’ın derhal boşaltılmasını tembihledi. Boşaltma hareketi sadece bir yenilgi itirafı değil, aynı zamanda birçok Osmanlı birliğinin hapsinin de sonu oldu.

1915 Eylül’ünde Bulgaristan, İttifak Devletleri yanında savaşa girdi; artık Almanyaa için asker, cephane ve top yollamak daha kolaydı.

19 Aralık 1915’i 20 Aralık’a bağlayan gecede, Suvla-Arıburnu mevkiindeki birlikler, ilk tahliyeyi gerçekleştirdi. Geriye Yarımada’dakileri tahliye etmek kalıyordu ve oradaa da, 8 Ocak 1916’yı 9 Ocak’a bağlayan gece Osmanlı tarafının gözetlemesine rağmen, birlikler dikkat çekmeden gemiye binmeyi başardı.

Korkunç insan kaybı dışında, Çanakkale Savaşları’ndan çıkarılacak ilk sonuç, İngiliz İmparatorluğu’nu, Osmanlı’ya karşı savaş bitene dek deniz bombalamalarıyla kara çıkarmasını v çarpışmalarını birlikte sürdürmeyi öngören yeni bir harekattan caydırmasıydı.

İkinci sonuç, İngiliz ve Fransızların Batı dışındaki bölgeler üzerine yapılan savaş stratejilerinden vazgeçerek, sonuçta savaşın sadece Batı Cephesi’nde yalnız Almanya’ya karşı kazanılabileceğine ikna olmalarıydı.

Çanakkale’de çarpışmış Fransız birliklerinin Selanik cephesine tahsis edilmesi bu gerçeği değiştirmedi. Fransızlar Osmanlıların savunma kabiliyetlerini ve V. Ordu’nun gücünü hafife aldıklarını kabul ettiler ve çatışmanın sonuna kadar bu yiğit düşmana saygı gösterdiler.

Osmanlı tarafında gerçek birer savaş deneyi olan muharebeler -başta Mustafa Kemal olmak üzere- çoğunlukla 1880 ve sonrasındaki 10 yıl içinde doğan genç komutanlar kuşağına, bazen Alman kurmayının engellemelerine karşı, büyük askeri nitelikler sergileme imkanı verdi.

Ancak Çanakkale Savaşları, özellikle savaş sonrası dönemin ışığında değerlendirilmeli. Bu muharebelere katılan birliklerdeki komutan ve askerlerin kazandıkları itibar ve güveni anlamazsak, Kurtuluş Savaşı sırasındaki Anadolu direnişini kavrayamayız.

Fransız Devrimi sonrasındaki Valmy Muharebesi’nde de (1792) görüldüğü gibi vatanseverlik, savunma savaşlarında doğar: Valmy Muharebesi bir savaş sırasında vatanseverliğin doğuşuna ilk örnektir.

Osmanlı vatanseverliğinin sözcüsü Namık Kemal, Kırım Savaşı sırasında Silistre’nin cesur müdafaasını överken bunu fark etmişti. İkinci destan, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Osman Paşa tarafından yapılan Plevne Müdafaası ise üçüncüsü de hiç kuşkusuz Çanakkale’dir.

1915’te Osmanlı askerleri konakladıkları Arap eyaletlerinden Gelibolu Yarımadası’na doğru akın ettiklerinde komutanları onlara altını çize çize, burada kendi yurtlarını koruduklarını tekrarlayacaktı.

Bu komutanlar yanılmıyorlardı; bu savaş Osmanlı vatanseverliğinin gelecekteki Türk milliyetçiliğine dönüşeceğinin habercisiydi.

Bu savaş, İngiliz İmparatorluğu’na bağlılıklarıyla topraklarından bu kadar uzakta çarpışmaya gelip cesaret ve fedakarlık gösteren Anzaklar üzerinde de şok etkisi yarattı ve iki ulusun, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın uyanışıyla sonuçlandı.

Fransa için sömürge birliklerinin savaşa olan katkısı, metropole olan güçlü ve samimi bağlılığın bir göstergesi oldu. Fransa’nın dört bir yanından gelen askerler için de bu muharebeler, genel olarak tüm I. Dünya Savaşı için söyleyebileceğimiz gibi milli bir kaynaşma oldu.

Çanakkale Savaşları’na ilişkin tüm anılar, askerlerin ölümü küçümsercesine nasıl hırsla ve inatla mücadele ettiklerinin altını çizer. Ama bu anılar, çarpışan askerlerin insani boyutlarını nasıl korumayı başardıklarına da tanıklık eder. Çanakkale’deki tüm bu askerlerin anısı önünde saygı ile eğilirken onların büyük cesaretlerinden, özellikle de insanlıklarından onur duyuyoruz.
 

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Eski ve Yeni Türkiye’nin dostu: Claude Farrere

Fransız yazar Claude Farrere’in değişmeyen yönü, Türk halkına, Türk insanına karşı duyduğu sevgidir. Farrere, hangi rejimle yönetiliyor olursa olsun, Türkiye’nin savunucusudur.

Pınar Dost, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü Doktora öğrencisi

İstanbul’a olan aşkları, denizci olmaları, İslam’a ve Doğu’ya olan ilgileri, kamuoyunda ve kitaplarında Türklerden hayranlıkla bahsetmeleri, takma isimler kullanmaları gibi birçok ortak özelliklerine rağmen, Türkiye’de Claude Farrere, takipçisi olduğu Pierre Loti kadar tanınmaz.

Oysa Loti gibi Farrere’de, Türkiye için kritik dönemlerde bu ülkenin yanında tavır almış ve Türkiye üzerine yazılar yazmış, Fransız kamuoyunda Türkiye’nin sesini duyurmuştur.

1902’de Fransa’dan “Türk düşmanı” olarak yola çıkıp, 1904’te tepeden tırnağa “Türk dostu” olarak İstanbul’dan ayrıldığını söyleyen Farrere’i, Türk olan her şey coşkulandırır:

Türk şehirlerinin ve kadınlarının güzelliğine, erkeklerinin karakterine hayrandır. Kitaplarını dahi Hicri Takvim’e göre tarihlendirir; İslam karşıtlarını kişisel düşmanları olarak görür.

Bu nedenle Farrere “Jön Türk Devrimini” benimsemez:

“Bir sürü işe yaramaz (...) güya Jön Türkler, ne Türk ne de genç...” gibisinden sözler sarf eder ve Türkiye’yi, onu yöneten İttihat ve Terakki ile karıştırmamak gerektiğini vurgular.

Devrim’in “Avrupa doğumlu, eğitimli ya da kültürünü almış zorla Türk denebilecek” 200-300 bin adam tarafından 12-15 milyon kişinin isteğine karşı yapıldığını söyler.

Jön Türkler’i en çok da, İslam’a karşı tutumlarından dolayı eleştirir: “Genç Türkiye, Kuran’ı küçük gördü. Jön Türkler eski yasayı kaldırdı, padişahı görevden aldı ve bir sürü kanlı yenilik öngördü”.

Jön Türkler karşısındaki bu olumsuz tutumuna rağmen Farrere, siyasi alanda Osmanlı İmparatorluğu’nu destekler. Trablusgarp’a saldıran İtalya karşısında Türkiye’yi savunan yazılar yazan Loti’ye arka çıkan Farrere, ilk ciddi tavrını da Balkan Savaşları sırasında gösterecektir.

17 Ekim 1912’de L’Intransigeant gazetesinde Türk yanlısı ilk makalesi yayımlanır; Claude Farrere, Selanik’te Müslümanların maruz kaldığı kırımlardan bahsetmektedir.

Abdülhamid rejimi taraftarı olan Fransa, Jön Türk rejimine (İttihat ve Terakki iktidarına) sıcak bakmaz; ama Farrere ve Loti, hükümetlerinin tutumunun aksine, bu dönemde Fransız kamuoyunda Türkiye’yi sevdirmek için kampanya başlatırlar.

Daha sonra, 5-23 Haziran 1922 tarihleri arasında Farrere, Türkiye’ye yeniden gelir. Bu, ses getiren bir ziyaret olacaktır. İstanbul’da 13 gün geçirip padişah Vahideddin ile karşılaştıktan sonra, İzmit cephesinde, ordularının başında bulunan Mustafa Kemal ile de görüşür.

Mustafa Kemal’in Farrere’in gelişi şerefine halkın önünde yaptığı konuşma ülkede büyük yankı uyandırır. Farrere, Mustafa Kemal’den çok etkilenir ve ondan hayranlıkla bahseder:

“İnanılmaz bir kendine hakimiyet, hiçbir şeyin kıramadığı bir irade, en sabırlı, en sabit dikkat ve düşünme gücü; işte bu son derece hareketsiz yüzün ortaya koydukları. Herhangi bir gülüşün bu cizgileri yumuşatması imkansız gibi gözüküyor. Oysa o gülüş bir anda geliyor, hem de şaşırtıcı bir yumuşaklıkla”.

Farrere bu seyahatten sonra kendini sadece “Türkiye’nin ve Türk halkının çok değerli dostu” olarak değil, aynı zamanda Mustafa Kemal’in dostu olarak da tanıtır.

(...) Savaşın bitmesinden kısa süre önce kaleme aldığı bir makalede Farrere, Türk zaferinin yakın olduğunu yazacaktır. Daha önceleri de, 1921 yayımlanan bir eserinde, Kurtuluş Savaşı dönemindeki Yunan zulmüne dikkat çekmiştir: “İzmir’de, Yunanlıların çıkarması sırasında savunmasız Türk halkına yapılan hakaretler, cinayetlerin vahşiliği, tecavüzler, işkenceler, tüm bunlar (...) saygınlığını yitirmiş ipek Yunan bayrağı üzerinde, bir çamur ve kan lekesidir”.

Aslında Farrere’in Haziran 1922’deki Türkiye seyahatinin bir de gizli amacı vardır: Farrere’i Mustafa Kemal ile görüşmeye yollayan, İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri General Pelle’dir.

Farrere’in görevi, Mustafa Kemal’in kurmayı düşündüğü siyasi rejim üzerine bilgi almak ve Lozan Konferansı’nda İttifak Devletleri’nin teklif edeceği Anadolu’ya bir araştırma komisyonu gönderme fikrini kabul ettirmektir.

Claudee Farrere Osmanlı döneminden genç Türkiye Cumhuriyetine kadar uzanan süreçte, kimi zaman Türkiye’deki yönetimi savunmuş, kimi zaman da ülkedeki yenilikleri eleştirmiştir.

Ancak Claude Farrere’in değişmeyen yönü, Türk halkına, Türk insanına duyduğu sevgidir. Farrere, hangi rejimle yönetiliyor olursa olsun, Türkiye’nin devamlılığına inanmış ve bunun savunucusu olmuştur.
 
Top