Çirkin Kral
Forum Tutkunu
Doktor pencereden ikisini görebiliyordu. Onlarla arasında bir ecza dolabı, çakıllı bir yol ve elli metre vardı. Her Pazar hastanenin bahçesinde buluşur, havuzun önünden geçen yolda yürüyerek
konuşurlardı. Konuşmalar kavgayla biterdi genellikle.
Üstelik şiddetli olurdu. Doktor genç kızın çıkışa doğru gözyaşları içinde yürümesinden anlardı. Adam kızın arkasından kızgın kızgın bakar, herkesin duyabileceği kadar yüksek sesle küfreder, sonra da arkasını dönüp odasına giderdi. Bu görüntü çok dokunaklı gelirdi doktora; kızın bir an önce uzaklaşmak isteyen çocuksu adımlarıyla adamın asla varmak istemeyen hantal yürüyüşünü aynı anda seyretmenin acıtan bir hüznü vardı. Yine de kendi yaşlarındaki bu iki insanın her hafta tekrarlanan sahnesini seyretmekten sıkılmazdı doktor.
Hastanede görev yaptığı iki yıl boyunca hüznün pek çok çeşidiyle karşılaşmıştı: Aynı pencereden bakarak insanlık hallerini tek tek kavrayabiliyordunuz. Henüz otuzuna varmış olmasına rağmen olgunlaştığını hissediyordu. Üstelik yalnızdı; ailesi başka bir şehirde yaşıyordu ve uzun yıllardır kimse girmemişti hayatına.
Burası uyuşturucu bağımlılarının tedavi edildiği, özel bir kuruluştu. İçeride olanları dış dünya bilmezdi. Zaman zaman şehrin hatırlı ailelerinin çocukları burada ağırlanır, çıt çıkarmadan tedavi edilirdi. Koridorda yürürken televizyonda görmeye alışkın olduğunuz, kedimsi yüzlü bir mankene ya da yeni yetme bir şarkıcıya rastlayabilirdiniz. Hayranı olduğunuz bir oyuncuyu pijamalarıyla görebilir, bir bakan kızının sinir krizi geçirdiğine tanık olabilirdiniz. Bütün bu ‘ayrıcalıklı’ insanlar burada birbirlerine sokulur, kendilerini güvende hissetmeye çalışırlardı.
Haliyle, gizlilik esastı. Şehir dışında, denize bakan bir tepedeki hastanenin kalın duvarlarından hiçbir şeyin sızmaması gerekiyordu. Hatta kurumun varlığının öğrenilmesi bile riskliydi. Bu ilkeler iki yıl önce burada göreve başlarken genç doktora anlatılmıştı. Şişman, yanakları her daim kızaran sevimli bir kadındı başhekim; kısa ve net cümlelerle konuşuyordu. O güne kadar sevda yüzünden dağıtmış fukaralara ve hayatlarını Beyoğlu sokaklarına yem etmiş bağımlılara hizmet vermeye alışkın genç doktor için fantastik bir şeydi bu. İşe başladıktan sonra karşılaştıklarını not etmeye başlamıştı. Bunlardan yola çıkarak bir kitap yazmayı düşünüyordu günün birinde.
Her hafta kavga eden çifti bir türlü yazamıyordu ama. Onlarda kavrayamadığı, uzaktan anlaşılmayan bir şey vardı. Sanki bir araya geldiklerinde gri bir duman kaplıyordu etraflarını; resmin genelini fark etseniz de ayrıntılara ulaşamıyordunuz. Kısa boylu, kısa siyah saçlıydı genç kız. Küçük bir burnu, iri gözleri vardı. Zamanın marifeti bir ifade duruyordu yüzünde. Doktor kızın ağlayarak pencerenin önünden geçeceği anı bekler, o yüze yakından bakmak için eflatun bir arzu duyardı. Öbür adamsa dev gibiydi. Uzun sarı saçlarını ensesinde toplar, kollarını kaplayan dövmeler ve gür sesiyle hemşireleri tedirgin ederdi hep. Öfkelendiği zaman serum şişelerini kızların kafasına fırlatır, kendisini öldüreceğini söyleyerek pencereye doğru koşardı.
Doktor bu kız yüzünden heyecanlandığını kabul etti günün birinde. Onunla bir kez olsun konuşmak için yakıcı bir istek duydu. Kafasında çektiği fotoğraflarını kendi görüntüsüyle yan yana koydu ve birbirlerine çok yakıştıklarını düşündü. Çok güzel bir kızdı Derin (kızın adını ziyaretçi kayıtlarına çaktırmadan bakarak öğrenmişti). Böyle bir güzelliğin uyuşturucu düşkünü bir kopuk yüzünden heba olacağını düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu. Öte yandan, bir hastaya ‘uyuşturucu bağımlısı kopuk’ demekte meslek ahlakını perişan eden bir müptezellik vardı. Hissettiği şeyin aşk olduğunu ve çılgın bir çıkmaza doğru gittiğini böylece anladı doktor.
Bir gün kız yine ağlayarak kapıdan çıkarken onu durdurdu. Her şeyin yolunda olup olmadığını sordu. O kadar arkadaşça bir edayla yaptı ki bunu, sesi beyaz gömleğinin yaydığı güvenle birleştiğinde cevap verme isteği uyandırdı kızda: “Bilmiyorum...” dedi burnunu çekip: “Sizce nasıl görünüyor?”
Yazdan sonra gelen serin, kızarmış yaprakların ruhumuzu ala boyadığı bir Ekim gününden bahsediyoruz. Serseri bir rüzgâr, kaynağı belirsiz karabiber kokularını oradan oraya savuruyor. Hayat binlerce yıllık yatağında, hiçbir doğumun ya da ölümün bozamadığı bir uyumla akmakta. Evrenin şaşmaz düzeni içinde yaşanan tek değişim, genç kızın gülümseyişi belki. Doktorun odasındaki sandalyeye oturmuş, ikram ettiği çayı içiyor ve dalgın dalgın gülümseyerek bahçenin az önce kendisinin durduğu köşesine bakıyor pencereden.
“Ne zamandır bu duygu var içinizde?” diyor. Güzel gözleri pencerede hâlâ. “Sizi ilk gördüğüm zamandan beri...” diyor doktor: “Yaptığımın densizlik olduğunun farkındayım. Ama daha fazla tutamazdım içimde. Lütfen affedin beni.”
“Affedilecek bir şey yok” diyor kız, nemli gözlerini kırpıştırıp: “Uzun zamandır ilk defa birisi beni sevdiğini söylüyor. Aslında iyi bile geldi.” “Buna sevindim” diyor doktor, kendisini de şaşırtan bir cüretle: “Sizinle tekrar konuşabilecek miyim?”
“Bilmiyorum...” diyor kız: “Burada ziyaret ettiğim adam kocam benim. Ondan boşanmak için tamamen iyileşmesini bekliyorum. Onu bu halde terk etmeyi kendime yediremem çünkü. Kendisi müzisyendir. Süper bir gitaristtir. Hiçbir zaman parası olmadı. Buranın parasını da zaten babam ödüyor.”
“Onu seviyor musunuz?” diyor doktor.
“Babamı mı?”
“Hayır, kocanızı.”
“Sessiz kalsam olur mu?” diyor genç kız. Sonra karşılıklı gülümsüyorlar. Gülümseyişler bazen çok şey söyler.
Sonra kız ayağa kalkıyor, gayet medeni bir şekilde vedalaşıyorlar. Büyük aşkını uğurladıktan sonra ister istemez onun karşı binadaki küçük bir odada kalan kocasını düşünecek ve acıyla iç çekecek doktor. Birkaç yıllık meslek hayatının sınırlı tecrübesiyle bile o herifin asla düzelmeyeceğini anlayabiliyor...
konuşurlardı. Konuşmalar kavgayla biterdi genellikle.
Üstelik şiddetli olurdu. Doktor genç kızın çıkışa doğru gözyaşları içinde yürümesinden anlardı. Adam kızın arkasından kızgın kızgın bakar, herkesin duyabileceği kadar yüksek sesle küfreder, sonra da arkasını dönüp odasına giderdi. Bu görüntü çok dokunaklı gelirdi doktora; kızın bir an önce uzaklaşmak isteyen çocuksu adımlarıyla adamın asla varmak istemeyen hantal yürüyüşünü aynı anda seyretmenin acıtan bir hüznü vardı. Yine de kendi yaşlarındaki bu iki insanın her hafta tekrarlanan sahnesini seyretmekten sıkılmazdı doktor.
Hastanede görev yaptığı iki yıl boyunca hüznün pek çok çeşidiyle karşılaşmıştı: Aynı pencereden bakarak insanlık hallerini tek tek kavrayabiliyordunuz. Henüz otuzuna varmış olmasına rağmen olgunlaştığını hissediyordu. Üstelik yalnızdı; ailesi başka bir şehirde yaşıyordu ve uzun yıllardır kimse girmemişti hayatına.
Burası uyuşturucu bağımlılarının tedavi edildiği, özel bir kuruluştu. İçeride olanları dış dünya bilmezdi. Zaman zaman şehrin hatırlı ailelerinin çocukları burada ağırlanır, çıt çıkarmadan tedavi edilirdi. Koridorda yürürken televizyonda görmeye alışkın olduğunuz, kedimsi yüzlü bir mankene ya da yeni yetme bir şarkıcıya rastlayabilirdiniz. Hayranı olduğunuz bir oyuncuyu pijamalarıyla görebilir, bir bakan kızının sinir krizi geçirdiğine tanık olabilirdiniz. Bütün bu ‘ayrıcalıklı’ insanlar burada birbirlerine sokulur, kendilerini güvende hissetmeye çalışırlardı.
Haliyle, gizlilik esastı. Şehir dışında, denize bakan bir tepedeki hastanenin kalın duvarlarından hiçbir şeyin sızmaması gerekiyordu. Hatta kurumun varlığının öğrenilmesi bile riskliydi. Bu ilkeler iki yıl önce burada göreve başlarken genç doktora anlatılmıştı. Şişman, yanakları her daim kızaran sevimli bir kadındı başhekim; kısa ve net cümlelerle konuşuyordu. O güne kadar sevda yüzünden dağıtmış fukaralara ve hayatlarını Beyoğlu sokaklarına yem etmiş bağımlılara hizmet vermeye alışkın genç doktor için fantastik bir şeydi bu. İşe başladıktan sonra karşılaştıklarını not etmeye başlamıştı. Bunlardan yola çıkarak bir kitap yazmayı düşünüyordu günün birinde.
Her hafta kavga eden çifti bir türlü yazamıyordu ama. Onlarda kavrayamadığı, uzaktan anlaşılmayan bir şey vardı. Sanki bir araya geldiklerinde gri bir duman kaplıyordu etraflarını; resmin genelini fark etseniz de ayrıntılara ulaşamıyordunuz. Kısa boylu, kısa siyah saçlıydı genç kız. Küçük bir burnu, iri gözleri vardı. Zamanın marifeti bir ifade duruyordu yüzünde. Doktor kızın ağlayarak pencerenin önünden geçeceği anı bekler, o yüze yakından bakmak için eflatun bir arzu duyardı. Öbür adamsa dev gibiydi. Uzun sarı saçlarını ensesinde toplar, kollarını kaplayan dövmeler ve gür sesiyle hemşireleri tedirgin ederdi hep. Öfkelendiği zaman serum şişelerini kızların kafasına fırlatır, kendisini öldüreceğini söyleyerek pencereye doğru koşardı.
Doktor bu kız yüzünden heyecanlandığını kabul etti günün birinde. Onunla bir kez olsun konuşmak için yakıcı bir istek duydu. Kafasında çektiği fotoğraflarını kendi görüntüsüyle yan yana koydu ve birbirlerine çok yakıştıklarını düşündü. Çok güzel bir kızdı Derin (kızın adını ziyaretçi kayıtlarına çaktırmadan bakarak öğrenmişti). Böyle bir güzelliğin uyuşturucu düşkünü bir kopuk yüzünden heba olacağını düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu. Öte yandan, bir hastaya ‘uyuşturucu bağımlısı kopuk’ demekte meslek ahlakını perişan eden bir müptezellik vardı. Hissettiği şeyin aşk olduğunu ve çılgın bir çıkmaza doğru gittiğini böylece anladı doktor.
Bir gün kız yine ağlayarak kapıdan çıkarken onu durdurdu. Her şeyin yolunda olup olmadığını sordu. O kadar arkadaşça bir edayla yaptı ki bunu, sesi beyaz gömleğinin yaydığı güvenle birleştiğinde cevap verme isteği uyandırdı kızda: “Bilmiyorum...” dedi burnunu çekip: “Sizce nasıl görünüyor?”
Yazdan sonra gelen serin, kızarmış yaprakların ruhumuzu ala boyadığı bir Ekim gününden bahsediyoruz. Serseri bir rüzgâr, kaynağı belirsiz karabiber kokularını oradan oraya savuruyor. Hayat binlerce yıllık yatağında, hiçbir doğumun ya da ölümün bozamadığı bir uyumla akmakta. Evrenin şaşmaz düzeni içinde yaşanan tek değişim, genç kızın gülümseyişi belki. Doktorun odasındaki sandalyeye oturmuş, ikram ettiği çayı içiyor ve dalgın dalgın gülümseyerek bahçenin az önce kendisinin durduğu köşesine bakıyor pencereden.
“Ne zamandır bu duygu var içinizde?” diyor. Güzel gözleri pencerede hâlâ. “Sizi ilk gördüğüm zamandan beri...” diyor doktor: “Yaptığımın densizlik olduğunun farkındayım. Ama daha fazla tutamazdım içimde. Lütfen affedin beni.”
“Affedilecek bir şey yok” diyor kız, nemli gözlerini kırpıştırıp: “Uzun zamandır ilk defa birisi beni sevdiğini söylüyor. Aslında iyi bile geldi.” “Buna sevindim” diyor doktor, kendisini de şaşırtan bir cüretle: “Sizinle tekrar konuşabilecek miyim?”
“Bilmiyorum...” diyor kız: “Burada ziyaret ettiğim adam kocam benim. Ondan boşanmak için tamamen iyileşmesini bekliyorum. Onu bu halde terk etmeyi kendime yediremem çünkü. Kendisi müzisyendir. Süper bir gitaristtir. Hiçbir zaman parası olmadı. Buranın parasını da zaten babam ödüyor.”
“Onu seviyor musunuz?” diyor doktor.
“Babamı mı?”
“Hayır, kocanızı.”
“Sessiz kalsam olur mu?” diyor genç kız. Sonra karşılıklı gülümsüyorlar. Gülümseyişler bazen çok şey söyler.
Sonra kız ayağa kalkıyor, gayet medeni bir şekilde vedalaşıyorlar. Büyük aşkını uğurladıktan sonra ister istemez onun karşı binadaki küçük bir odada kalan kocasını düşünecek ve acıyla iç çekecek doktor. Birkaç yıllık meslek hayatının sınırlı tecrübesiyle bile o herifin asla düzelmeyeceğini anlayabiliyor...