Anadolu bilgeliği

Suskun

V.I.P
V.I.P


Anadolu bilgeliği deyince akla ilk gelen Anadolu şairleri ve onların bilge şiirleridir. Şiiri diğer tüm sanat dallarından ayıran bir özelliği düşünceyi bir yandan en öz ve kısa şekilde ifade edebilmeyi sağlarken, diğer yandan estetik ve güzellik duygularını kabartan bir yapı sergilemesidir. Şiirin yapısında estetik, harmoni ve denge bulunmaktadır. Bu yapıda insana huzur veren ve mutlu kılan özellikler bulunur. Çünkü insan farkında olsun veya olmasın, daima dengeyi ve harmoniyi arar. Onu bulduğunda nerede olduğu ve hangi dala tutunduğu bilincine ulaşır. Ama bir de o noktada ‘niçin bulunduğu’ konusu vardır ki, bu sorunun yanıtına ancak şiirin içinde gizli olan anlamı kavrayıp açıkladığında ulaşabilir.


Poetik Felsefe
image0028.jpg

Demek ki bilgelik içeren şiirlerde gizli bir anlam vardır. Bu gizli anlam da uzun ifadelerle açıklandığında felsefi bir bakışa ve yoruma dönüşür. Şiir bu bakımdan, hem sanat hem felsefe içeren bir düşünce ürünü olarak üzerinde durulması gereken bir bilgelik yapıtıdır. Şiir bilgelik içeriyorsa ona artık şiir değil, “poetik felsefe” demek gerekir. ‘Poetik Felsefe’ ifadesi akıl ve mantığın duygularla süslenmiş şekli olarak da tanımlanabilir. Felsefe sadece akıl ve mantığın ürünü olarak sunulduğunda kuru ve yavan bir düşünce yapıtı olarak insana zevk vermez. Duygu ve harmoni içeren bir düşünce ürünü olarak sunulduğunda ise hem zevk verir hem de hal yaşatır.
Eskiden bilge kişiler halden hale girmenin önemli olduğuna ve bu sayede kişiliğimizde geçici de olsa bazı değişimlerin oluşacağına inanırlardı. Önce geçici olarak yaşanan bu hal durumları, zamanla kalıcı bir makama dönüşeceği görüşü hâkimdi. Halden hale geçmeyi Hz. Mevlana bakın nasıl ifade ediyor:

Ben gören ve görmeyenim, uykudaki göz gibi,
Varım ve yokum, gülsuyundaki koku gibi,
Duruyor ve koşuyorum, üzengideki ayak gibi,
Söylenen ve susanım, kitaptaki yazı gibi.


Bu dörtlükteki her bir mısra açılıp yorumlanması gerekir. Uykudaki göz hem kapalıdır, yani görmez ama aynı zamanda rüya gördüğünden açıktır da. Ancak gördüğü bu dünyanın üç boyutlu gerçekliği değil, farklı bir evrenin yaşantısı ve algısıdır. Bu bakımdan uykuda hem varız hem de yokuz. Farklı bir gerçeklik âleminde varız ama bu âlemde yaşanan bir durum olmadığından aynı zamanda yokuz. Bunu da üçüncü mısraında, “duruyor ve koşuyorum, üzengideki ayak gibi” ifadesiyle hem hareket halinde, hem de hareketsiz bir durumda bulunduğunu söylüyor.

Hem- hem Mantığı (Karşıtların Birliği)
Bugünkü bilim de bize aynı şeyi söylemiyor mu? Biz hem bu odada hareketsiz duruyoruz hem de birçok hareketin içinde bulunuyoruz. Dünyamız kendi etrafında dönüyor, dünya da güneş etrafında dönüyor. Demek ki, tek bir gerçeklikten söz edilemez. Bilge kişiler, ayırımcı ikilik yerine birleştirici tekliği bu şekilde, farklı bir mantık kullanarak, ifade etmişlerdir. Bu mantığa “Hem-hem Mantığı” denebilir. Çünkü ayrım yerine karşıtların birliğini savunmaktadır. Ayırımı baştan itibaren ret etmektedir. Son mısraında hem söyleyen hem susanım derken, kitaptaki yazıyı örnek olarak göstermektedir. Kitaptaki yazı potansiyel bilgidir. Kitap kapalı iken gizlidir, yani bilgi susar. Okunduğunda ise açığa çıkar, yani söyler. Bu bakımdan yazı her iki karşıt özelliği kendinde bulundurur. Yazıyı okuyup anlayan ve anlam veren kişi ise onun etkisiyle dönüşür. Hele ki şiir ise bu dönüşüm çok daha kısa zamanda ve etkin olarak gerçekleşir.
1618-1693 yılları arasında yaşamış olan Niyazi Mısri, Malatyalıdır. Hem-hem mantığını kendine göre şöyle anlatıyor:

Hakk ilminde bu âlem bir nüsha imiş ancak
Ol nüshada bu âdem bir nokta imiş ancak.
Ol noktanın içinde gizli nice bin derya,
Bu âlem o deryadan bir katre imiş ancak.
Âdemliğini her kim bulduysa odur âdem,
Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak.
Kim ol deme buldu yol, vasıl oldu Niyazi ol,
Nâci denilen fırka bu zümre imiş ancak.


Hakk ilminde (yani Tanrı nazarında) bu âlem bir sayfa ve insan bu sayfada bir nokta olsa da, bu noktanın içinde gizlenmiş olan nice bin deniz ve bu denizlerden sadece birine ait bir damlanın içinde gizli bu âlem bulunuyor. Yani tam hem-hem mantığı kullanıyor. Ayrımcı bakışı değil, bütünsel bakışla ayırımsız birlikten söz ediyor.
Bu şiirde âdem olmak ileri bir makama ulaşmış insan anlamına geliyor. Benlik boyutu ilerleyen ancak insan olur. Aksi taktirde, kaldığı boyut beşer boyutudur. İnsanlık boyutuna ulaşanlara “nâci” kurtulmuş ve selamete kavuşmuş olarak bakılır. İşte son dizisinde “Nâci denilen fırka bu zümre imiş ancak” diyerek nâci denilmeyi hak etmiş olan insanlar kurtulmuş olanların gurubudur. Peki ama neden kurtulmuşlardır bu kişiler? Kendi tutkularından, varsayımlarından ve ön kabullerinden. Ancak o zaman insan beşer olmaktan kurtulup gerçek âdem, olgun ve kemale ermiş insan olabilir.

İnsan olmak her şeyden önce akıl ve mantığın yanında gönül ile düşünebilmektir. Yani, sezgileri ve duyguları da düşüncenin ürünü haline getirebilmektir. Büyük şair Necip Fazıl Kısakürek kendi kalbine bakın nasıl sesleniyor:

Seni dağladılar, değil mi kalbim.
Her yanın içi su dolu kabarcık.
Bulunmaz, bu halden anlar bir ilim,
Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık.
Sensin gökten gelen oklara hedef,
Oyası ateşle işlenen gergef,
Çekme üç beş günlük dünyaya esef,
Dayan kalbim üç beş nefes kadarcık.


Burada “kalb” sözü hem gönlü hem de fiziksel kanı pompalayan uzvu temsil ediyor. Aklı yırtık bir çuval olarak görmekle ona fazlaca güvenmemiz gerektiğini söylüyor. Bir şair olmanın ne demek olduğunu Necip Fazıl şu kısa ve öz deyişiyle ne güzel açıklıyor:

Ben şairim, gaibi kurcalayan çilingir.
Canlı cenazelerin başında Münkir ve Nekir.


Bildiğiniz gibi, Münkir ve Nekir insan öldüğünde yaşamdaki olaylarla ilgili sorular soran iki melektir. Necip fazıl da “ben, canlı cenaze şeklinde yaşayan insanlardan hesap sorarım” diyor. Çünkü ben aynı zamanda görünmeyeni kurcalayan ve görünmeyeni görünür hale getirmeye çalışan, kapılar açmaya uğraşan çilingirim.
Hesap sorma konusunda Şair Eşref’ten daha üstünü yoktur, denebilir. 1847 yılında Manisa’nın Kırkağaç ilçesinin Gelenbe kasabasında doğan şair Eşref, aynı kasabada 1912’de vefat etti. Dürüst bir devlet memuru olan Eşref, yolsuzlukları ve haksızlıkları acımadan hicvetti. Bir gazelinde şöyle diyor:
Ey gönül, ah etme, her derdin selamettir sonu,

Ölmeyen bir hastanın hâli, nekahettir sonu.
Hak, hukuk tesisi bahş etmez, sana ey mürtekip,
Tövbekâr oldun mu zannetme beraattır sonu.
Gâhi cane, gâhi vicdane fena tesir eder,
Eşrefa, dünyada her zevkin nedamettir sonu.


Bildiğiniz gibi, “beraat etmek” temize çıkmak, aklanmak anlamına geliyor. Hukuk yoluyla temize çıksan da, hatta tövbe etsen de temize çıktığını zannetme. Çünkü, Eşref der ki: dünyadaki geçici zevklerin sonu daima pişmanlıktır.Bu sözlerle bir çeşit ilâhi adalet aktarılmak isteniyor. Yani, mahkeme yoluyla aklansa dahi mürtekip olan (rüşvet alan, haksız kazanç elde eden) sonunda pişman olacaktır.




image00126.jpg
Büyük şair ve Anadolu bilgesi Yunus Emre geçici zevkler yerine kalıcı sevginin önemini bakın nasıl vurguluyor:

Benim bunda kararım yok
Ben burdan gitmeye geldim
Bezirganım, metaım çok
Alana satmaya geldim.
Ben gelmedim dava için,
Benim işim sevi için
Gönüller dost evi için
Gönüller yapmaya geldim.
Dost esriği bir deliyim
Aşıklar bilir ben neyim
Devşiririm ikiliği
Birliğe yetmeye geldim.
Siz Yunus’tan sorun haber
Dost kanda ise anda var
Haberi sen gel benden al
Ben O’nu görmeye geldim.


Yunus, “Devşiririm ikiliği, Birliğe yetmeye geldim” derken ikilikten, yani düaliteden uzaklaşıp ‘birlik, vahdet’ arayışı içinde olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca, bu arayışı tek başına değil insanlar içinde, insanlarla birlikte yapmak istediğini bildiriyor. Aynı şekilde Mevlana insanların birlik içinde olmaları gerektiğini şöyle ifade ediyor:
Beri gel, daha beri, daha beri.
Bu yol vuruculuk nereye dek böyle?
Bu hır-gür, bu savaş nereye dek?
Sen bensin işte, ben senim işte.
Ne diye bu direnme böyle, ne diye?
Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?
Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek.
Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?

Yunus, insanlar arası birlik beraberliğin karşılıklı sevgi ile gerçekleşeceğine inanıyor ve yücelme yoluna gene bu dünyada girilmesi gerektiğini savunuyor.
Hak cihana doludur
Kimseler Hak’kı bilmez
Onu sen senden iste
Ol senden ayrı olmaz.
Dünyaya inanırsın
Rızka benimdir dersin
Niçün yalan söylersin
Hiç sen dediğin olmaz.
Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.
Yunus sözünü anlarsan
Manasını dinlersen
Sana iyi dirlik gerek
Bura kimseye kalmaz.


image00210.jpg
Anadolu şairleri sadece mistik ve manevi âlemi terennüm etmekle kalmamış, doğrudan bu dünyanın gerçekliğine duyguları ile katılarak yaşamı hissettikleri şekilde aktarmışlardır. 1785-1868 yılları arasında Toros dağlarında, Kozan civarında yaşamış olan Dadaloğlu bir Türkmen halk ozanıdır. Bakın ne diyor:
Şu yalan dünyaya geldim geleli,
Severim kır atı, bir de güzeli.
Değip onbeşine kendim bileli,
Severim kır atı, bir de güzeli.
Atın beli kısa boynu uzunu,
Kuru suratlını, elma gözlünü,
Kızın iplik iplik süt beyazını,
Severim kır atı, bir de güzeli.
Atın küçük sağrı, kalkan döşlüsü,
Kalem kulaklısı, çekiç başlısı,
Güzelin dal boylu, samur kaşlısı,
Severim kır atı, bir de güzeli.
Dadaloğlu’yum hile yoktur işimde,
Yiğit olan yiğit görür düşünde,
At dördünde, güzel onbeş yaşında,
Severim kır atı, bir de güzeli.
Abdal Kimdir?Anadolu bilgeliğinde Alperen denilen hem savaşçı asker hem de şair olan kişilerin payı büyüktür. Bunların çoğu Bektaşi olup, Hacı Bektaş Veli tarafından öğretilmiş olan dürüstlük, gözüpeklik ve adalet ilkelerine sıkı sıkıya bağlı idiler. Ahlâk ve edep onlar için son derece önemli idi. Bu bakımdan düsturları: “Eline diline ve beline hakim olmayı bileceksin” idi. 1600’lü yıllarda yaşamış olan Kuloğlu Mustafa bakın kendi ilkelerini nasıl dile getiriyor:


Kimseye kemliği yoktur kasdımın
Uğruna ser vermez miyim dostumun
Hâlimizce abdalıyım postumun
“Ah-ile- aman”dan dönmeyi bilmem.
Kuloğlu der, “bir eksikli gedayım”.
Hasret bülbülüyüm, gülden cüdâyım.
Yüzüm yerde, elim göğsümde daim,
Dosta ben kem satı satmayı bilmem.

Burada sözü geçen “abdal” sözü “Gönlünü Tanrıya vermiş, dünya mal-mülkleri ile ilgisi olmayan insan” demektir. Post ise mevki, makam anlamları taşır. Zira Bektaşi ve Mevlevi geleneğinde post’a oturan şeyh veya mürşit kişiye “postnişin” denir. Bu yönetici bilge kişiler bir koyun postu üzerine otururlardı. Böylece diğer dervişlerden ayrılsalar da yine de yerde onlarla aynı düzeyde bulunduklarını belirtirlerdi. Onlardan yüksekte duran bir taht veya özel bir minber imal etmemişlerdir. “Geda” fakir olan aşık kişiye denir. “Kem satı” ise kötü mal anlamına gelir. Yani, dosta kazık atmam, onu aldatmam, ona kötü söz söylemem anlamlarını içermektedir. Ayrıca “Dost” sözü ile Tanrı anlaşılırsa Dosta ben kem satı satmayı bilmem sözü ile “Tanrı her an aklımda olduğundan, O’nu aldatmak, yani bir yandan inançlı görünüp diğer yandan çıkar ve ego tatmini içinde olmak, aklımdan bile geçmez” demek istemektedir.
Bu şiirde Kuloğlu Mustafa, kimseye öğüt vermiyor, kimseden daha üstün veya daha bilgili olduğunu iddia etmiyor. Tamamen kendi özünden konuşuyor ve kendi felsefi bakışını aktarıyor. Ayrıca şiiri iki anlam içeriyor. Biri yüzü maddi dünyadan, diğer yüzü manevi dünyadan söz ediyor. İşte, poetik felsefe bu tür derin anlamlar içerdiğinden, açılım ve açıklama gerektirmektedir.



 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Post Modern Felsefe
Aynı görüşü 20. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiş batılı düşünürler savunmuştur. Onların bu yeni bakış açısına Postmodern Felsefe denmiştir. Postmodern felsefeyi geliştirmiş olan Derrida, Lyotard, Faucault ve diğerleri, anlam dünyamızı (modernizm bağlamında) sarsacak çözümlemelere giriştiler. Kuhn ve Feyarebend de postmodern düşünceye birçok katkıda bulundular. Postmodern yaklaşım bir sorgulamadır. Bu doğru. Fakat neyi sorguluyor? 200 yıla yakın bir süredir batı toplumlarına kesin doğru imiş gibi pompalanan birtakım önyargıları ve varsayımları.

Bunların sorgulanması birinci aşamadır. “Modern” dönem olarak kabul görmüş olan Aydınlanma Düşünce sisteminde doğanın akıl ve mantık yoluyla anlaşılıp açıklanabileceği inancı vardı. Postmodern düşünce ise bu yaklaşımı sorguluyor. İnsanın doğayı ve çevresinde gelişen olayları açıklamak yerine yorumladığıni iddia ediyor.
“Modern” adı verilmiş olan, fakat günümüzde klasikleşmiş olan bilim döneminde doğa ile insan kopuk ve birbirlerinden bağımsız olduklarından doğada herhangi bir anlam bulunmadığı inancı vardı. Çünkü nesnel doğada “şuur” (bilinç) yok olduğu sanılıyordu. Oysa ki postmodern bakış anlamsızlık yerine, anlamsız gibi görünen olgularda gizli olan anlamı ortaya çıkarabilmek gayreti içindedir.

Önce, Fransız felsefeci Jacques Derrida’nın meşhur ettiği “Yapı bozumculuğu” (decontruction) kavramından söz etmek istiyorum. “Yapı bozumu” yıkım değildir, nihilizm ile ilgili değildir, analiz hiç değildir. Daha çok batı düşünce sisteminin aşkın durumları açıklamakta karşılaştığı zorlukları çözebilmek için başvurulan bir bakıştır.

Yaşayan felsefe içinde yapı bozumculuğu, Heidegger ve Nietchze tarafından ileri sürülmüş olan “yıkım” veya “tersine çevirme” kavramlarından daha az negatif bir yaklaşımdır. Ancak, yapı bozumculuğunun kesin olarak tanımlanmaması felsefe ile uğraşanları rahatsız etmektedir. Çünkü, felsefe kesin kavramlarla çalışmak zorundadır. Bir bakıma felsefeye “Kavram matematiği” de denebilir. Dolayısıyla, açık ve kesin tanımlı olmayan kavramlar felsefenin ilgi alanının dışındadır, şeklinde bir görüş bulunmaktadır.

Ancak, felsefi kavramlar ortamın ve kültürün ürünü olmak zorundadırlar. Her dönemde ortaya atılmış olan kavramlar hem o dönemin bilimsel görüşlerinden etkilenmiş hem de o dönemin varsayımları ve inançları üzerine inşa edilmiştir. Şu halde, 20. yüzyılda ileri sürülen bilimsel kavramlarla postmodern görüşün örtüşmesi hem doğal hem de gereklidir. Ayrıca, yazıya dökülen her düşünce katılaşmış ve orada sabitleşmiştir. O yazıyı yeniden canlandırmak için güncel kavramlar yardımıyla yeniden yorumlamak gerekir. İşte bu girişime “Hermeneutic” (yorumbilim) denmektedir. Hermeneutic bir bakıma ölü metinlere can vermek onlarda gizli kalmış anlamları ortaya çıkarmak olarak da tanımlanabilir.

Anadolu bilgelerinin kısa ve öz şiirlerinde gizli kalmış olan anlamları ortaya çıkarmak da yorumbilim yapmak olarak görülebilir. Bu gelenek zaten bizim kültürümüzde eskiden beri vardı. Metinlerdeki gizli anlamları yorumlamaya “şerh etmek” denir. Şerh sözü açıklamak, ortaya serip yorumlamak anlamına gelir.

Bir diğer Anadolu bilgesi olan Muhiddim İbnül Arabi’nin birçok eseri vardır ve onlara pek çok şerh yazılmıştır. Örneğin, Füsusu’l Hikem adlı eserini Davud Kayseri, Abdullah Bosnevi, Bâli Efendi, Ahmed Avni Konuk ve en son da Ekrem Demirli şerh etmişlerdir. 1868-1938 yılları arasında yaşamış olan Ahmed Avni Konuk büyük bir tasavvuf bilgini olarak Füsusu’l Hikem’den başka Mevlana’nın Mesnevi’sini de tercüme ve şerh etmiştir. Ayrıca kendisi hem beste yapmış hem de bestelerinin sözlerini (güftelerini) yazmıştır. Şiirleri gerçek bir Anadolu bilgesinin yaklaşımını içerir.

Zamanımızın bir diğer Anadolu bilgesi 1900-1970 yılları arasında yaşamış Adana doğumlu İsmail Emre’dir. Bir bilge kişi olan İsmail Emre “doğuş” adını verdiği şiirlerinde tasavvuf düşüncesini işlemiştir. İşte size devrimizin Yunus Emre’si olan İsmail Emre’den bir doğuş:

Dostum ile görüşmüşüm, başka hayal neme gerek.
Onun ile geliş gidiş, başka visal neme gerek.

Dolaşmışım taa ruhuna, başka cemal neme gerek.
O’dur veren “gel” haberi, başka zeval neme gerek.

Hiç meyvası olmaz acı, başka bir dal neme gerek.
Yemişinden yer de kanar, başka bir mal neme gerek.

Zümrüt kuşu yuva yapar, olmuşlar hal, neme gerek.
Emre kalmaz biz ile siz, başka bir hal neme gerek.


Bu şiirde bazı sözcüklerin karşılığı: Visal=sevgiliye kavuşma (A), Cemal=güzel yüz (A), Zeval=sona eriş (A). En son mısrada “Emre kalmaz biz ile siz” demekle ikiliği terk edip birliğe ulaştığını belirtiyor. İsmail Emre bu şiirinde akıl ve mantıktan değil sezgi ve sevgiden söz ediyor. Bir olaya gönül gözünü açarak yaklaştığımızda sadece zihinsel farkındalık oluşmakla kalmaz, aynı zamanda duygusal farkındalık da oluşur. Yani o anda duygularımız birlik ve bütünlük içinde keskinleşir, mutluluk, coşku, sevinç ve sevgi gibi duygular belirir. Birliğe ve bütünlüğe ulaşmanın nasıl bir şey olduğunu bilgelerin bilgesi Yunus Emre şu şekilde dile getiriyor:

Nitekim ben beni buldum.
Yakîn bil ki BEN’i buldum.
Korkum onu buluncaydı,
Şimdi korkudan kurtuldum.

Ben kimseden korkmazam
Ve bir zerre kayırmazam.
Ben şimdi kimden korkayım,
Korktuğum ile bir oldum.

Azrail gelmez yanıma,
Sorucu gelmez sineme,
Bunlar benden ne sorarlar,
Onu sorduran ben oldum.

Ben onca haçan olam,
O’nun buyruğunu buyuram,
O geldi gönlüme doldu,
Ben ona bir dükkân oldum.

Canlılar bizden el alır,
Cansızlar eri ne bilir?
Hem verirler, hem alırlar,
Ben bir ulu Divân oldum.

Yunusa Hakk açtı kapı,
Yunus Hakk’a kılar tapı,
Benim için devlet bâki,
Ben kul iken sultan oldum.


İlmen Yakîn, Aynen Yakîn ve Hakken Yakîn
Birinci mısrada “Yakîn bil ki BEN’i buldum” sözleri oldukça derin bir anlam taşıyor. Yakîn sözü “kesin olarak biliş” demek olup, üç çeşit yakîn durum vardır. Bunlar: İlmen Yakîn, Aynen Yakîn ve Hakken Yakîn durumlarıdır. İlmen yakîn akıl ve mantık yoluyla elde edilen bilgi türüdür. İlim sözü sadece pozitif bilimler için değil, aynı zamanda hukuk ve din bilgisi için de kullanılırdı. Eskiden âlim denen kişi birçok dallarda uzmandı, bugünkü gibi bir tek konunun uzmanı değildi. Bu geniş bilgi dağarcığına rağmen bilge kişiler âlim olmayı bilgelik yolunun ilk kademesi olarak görürlerdi.

Bir üst bilgi durumu olan “Aynen yakîn” bilgi akıl ve mantıkla değil, gözle görünen ve duyularla elde edilen bilgi türüdür. Her ne kadar “ayn” göz demek olsa da bu tür görüş kulaktan dolma değil, “kesinlikle ve tamamıyla” şüphe içermeyen ve kapsayıcı bilgi türünü tanımlıyor. Üçüncü düzey Hakken Yakîn en üst bilgi düzeyidir ki bu bilgi Tanrı ile bütünleşince, Tanrı bilincinde yok olunca elde edilen bilgi türüdür. Yunus’un “Yakîn bil ki BEN’i buldum” sözü “kesinlikle, şüphe etmeden bil ki ben, asıl BEN olan tözle bütünleştim”. Yani Allah’ın birlik bütünlüğü içinde yok olarak Hakken yakîn boyutuna eriştim, demek istiyor. Bu boyuta ulaşanlar şiir yazmazlar, şiir olurlar. Bu durumu da “ben bir ulu divân oldum” sözleriyle ifade ediyor. “Divân” şairlerin tüm şiirlerini topladıkları kitaba denir. Günümüzde antoloji sözünün karşılığıdır. Kendisinin basit bir şiir kitabı olduğunu söylemiyor. “Ulu divân”, yani yüce ve fizik ötesi, metafizik bir şiir kitabına dönüştüğünü söylüyor. Aynen Yakîn boyutuna “şehadet boyutu” da denebilir. Zira, bu bilgi düzeyinde insan şahit durumundadır. Müşahede; görmek, temaşa etmek, yakından gözlemek demektir. Şahit olan kişiye de müşahit denir. Tasavvufta müşahede “Hakk’ın temaşası” anlamını da taşır. Müşahede istekle değil, farklı bir âleme sıçrar gibi, zihnin aniden açılmasıyla gerçekleşir. Daha ileri boyutta gören ile görülen bir olunca Hakken yakîn durumu oluşur. Sufi kişiler seyri sülûk (gelişim süreci) sırasında bu gibi haller yaşarlar ama bu gibi durumlardan söz etmeyi sevmezler. Çünkü bu gibi durumları açıklamak bir kibir alameti olarak kabul edilir.

Hakken yakîn olanlarda bir manevi aşk durumu belirir. Birçok Anadolu bilgesi şiirlerinde manevi aşkı dile getirmişlerdir. Bakın İsmail Emre nasıl söz ediyor:

Aşka düşünce yürek,
Aşıklara hayrandır.

Her daim der “göreyim”,
Allah bana aşkı ver.
Bu aşk olunca yoldaş,
Biz o aşktan yanayız.

Hızır ettirir yardım,
Cananım emredince,

Sardım nice yaralar.
Yara iyi olunca,

Aşık aşka düşünce,
Hakk etmiş bize nasip.


Kendi yaşam felsefesini bakın İsmail Emre nasıl anlatıyor:

Adım adım geçer hayatın yolu.
Durmadan yürüyor her gelen kulu.
Aslına kavuşur burada bırakır,
Ananın karnında verilen çulu.

Bu dünya hazmeder, bırakmaz izi,
Dalgaya benziyor seyret denizi.
Durmaz davet eder kendi diliyle,
Uyandırmak ister, her daim bizi.

Hayat yolu varır Dosta dayanır.
Ona ecel derler, varan uyanır.
Kimi bu dünyayı sever, haşrolur.
Kiminin gözleri Dosta boyanır.

Varıp yetişenler sana salimmiş,
Bizlere bildirilen aşk ve ilimmiş.
Celalinden doğar yedi cehennem,
Sekiz cennet denen: “Kalb-i salim”miş.

Bilinse nûr olur, verilen âza,
Cenette verilmez kimseye ceza,
Emre’nin arzusu hiç bir şey değil,
Senden istediği, daima rıza.

İsmail Emre yüzyıllar sonra Yunus Emre geleneğini yaşatmış bir şairidir. Burada kendinden söz ederken aynen Yunus Emre konuşuyor sanırsınız.

Fâni oldum eserim yok,
Benim benden haberim yok,
Dilimden söyleyen Hakk’tır,
Söylemeğe ezberim yok.


Bu dörtlüğünde “benim benden haberim yok” derken, şiirlerini akıl ve mantıkla değil, tümüyle sezgi ve teslimiyetle, kendini bir kanal yaparak söylediğini ifade ediyor. Kendi söylemiyor, dilinden söyleyen Tanrı oluyor. Yunus Emre da aynı şeyi söylemiş:

Yunus değil bunu diyen,
Kendiliğidir söyleyen
Kafir olur inanmayan,
Ahir, evvel, heman, benem.


İsmail Emre devam ediyor:

Nereye gitti benliğim,
Bilmiyorum acep kimim,
Bir âciz-i biçareyim
Benden diyen, daim Âlim.


Burada âlim sözü Tanrı’yı belirtiyor. Aciz ve biçare kavramı tasavvufta önemli yer tutar. Yunus Emre de benzer şekilde şunları söylemiş:

Miskin Yunus biçareyim
Baştan ayağa yareyim
Dost elinden avareyim
Gel gör beni aşk neyledi.


İsmai Emre kendi varlığının Tanrı varlığı içinde eridiğini şu sözlerle ifade ediyor:

Varlık kalmadı zerrece,
Ne gündüz kaldı ne gece,
Okuyorum, harf canlandı,
Oldum âlim etmem hece.


Varlığından sıyrılınca harf canlanıyor. Yani sözlerin içsel gizli anlamları belirgin oluyor. Asıl gizli hakikate ulaştığını söylüyor, İsmail Emre. Yunus Emre de benzer şekilde:

Yiğirmidokuz hece, okursan uçtan uca,
Sen elif dersin hoca, manası ne demektir?


İsmail Emre bilge bir kişi olarak an’da yaşıyor. Zamanın insanın belliğinden türeyen bir hayal ürünü olduğunu biliyor ve şöyle diyor:

Kitapları kâğıt değil,
Bu yandığım ağıt değil,
Dışım yanar içim güler,
Her zaman ân, vakit değil.





İsmail Emre kutsal kitapların değersiz kâğıt olmadıklarını ve her an canlı mesajlar içerdiklerini, bu bakımdan o ölüye ağıt yakmadığını belirtiyor. Dışı üzgün dursa da, hakikati bilen içinin güldüğünü söylüyor. Yunus Emre de kendisini benzer şekilde asıl hakikat bilgisine ulaştığını söylüyor:

Hem bâtınım, hem zahirim,
Hem evvelim, hem âhirim,
Hem ben O’yum hem O benim,
Hem O kerim-ü Han benim.


Burada “Kerim-ü Han” Ulu Han demek oluyor. Çünkü kendisi hem geçmişi hem de geleceği kapsayan, dolayısıyla an içinde var olan bilge kişi oluyor. Aynı şeyi İsmail Emre de söylüyor:

Nokta oldu evvel-âhir,
Satır oldu bâtın-zahir,
Kitabıdır benim gönlüm,
Açıldı olunca Tâhir.

Tahir = Temiz demek olup, gönül temiz olunca evvel, âhir, bâtın, zahir onun gönül kitabına yazıldı diyor. İsmail Emre şiirini şöyle tamamlıyor:

O, benlikten giymiş libas,
Safa bilmez, çekiyor yas,
Emre, varlığından soyun,
Halk-edende yok iltimas.


Anadolu bilgelerinin ortak görüşü olan bu dörtlükte İsmail Emre benlik denen egonun bir örtü, hakikate ulaşmanın engeli olduğunu söylüyor ve bu örtü durduğu sürece mutlu olmanın mümkün olamayacağını belirtiyor. Ego sahibi kişiler Yunus’un bilgeliğini de kabullenmekte zorluk çekerler. Onu basit bir halk şairi olarak yorumlarlar. İşte bu bakımdan şiirlerini iki anlamlı yazmış, hakikatte söylemek istediğinin üstünü örtmüştür. Bu tür bir şiire örnek vereyim:

Çıktım erik dalına anda yedim üzümü,
Bostan ıssı kakıyıp der ‘ne yersin kozumu’.
Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım,
‘Nedir?’ diye sorana, bandım verdim özünü.
Gözsüze fısıldadım, sağır sözüm işitmiş,
Dilsiz çağırıp söyler, dilimdeki sözümü.
Yunus bir söz söylemiş, hiçbir söze benzemez.
Münafıklar elinden örter mana yüzünü.

Erik ekşi, üzüm tatlıdır. Erik dalına çıkıp üzüm yemekle “dünyanın ekşi yaşantısının tatlı yönlerini buldum” demek istiyor. “Bostan ıssı” ile bu maddi dünyaya hakim olmak isteyenleri kast ediyor. Onlar için varlık çetin ve katı bir ceviz gibidir. Yunus için tatlı ve yumuşak olan onlara acı ve sert gelir. Bu bakımdan erik ağacını ceviz ağacı olarak görürler.
Kerpiç tuğlanın eski adı olup toprak ve samandan yapılmıştır. Poyraz gibi soğuk bir rüzgarla kaynaması mümkün değildir. Yunus, kerpiç kadar sert nesnelerin bile özüne ulaşmanın mümkün olduğunu belirtiyor.
image00128.jpg
Yunusun sözleri beş duyu ile algılanacak ve mantık çerçevesinde anlaşılacak sözler değildir. Bu sözleri seslendirmek için dil sahibi olmak gerekmez.
Yunus Emre öyle bir söz söylemiş ki hiçbir anlamı yok. Ama esas amacı, ikilikte kalıp birliği ve tekliği ret edenlerden sözlerinin anlamını örtmektir.
Anadolu bilgelerinin kökü Horasan bölgesi ve Türkmenistan kültürüdür. Ahmet Yesevi kolu Hacı Bektaş Veli, Taptuk Emre ve Yunus Emre zincirini oluşturmuştur. Bu koldan gelen ve pek tanınmayan ŞİİRİ mahlaslı bir bilge şairin uzun olan şiirinden bir bölüm sunmak istiyorum:

Şu fenâ mülküne çok geldim gittim,
Yağmur olup yağdım, ot olup bittim.
Urum diyarını ben irşat ettim,
Horasan’dan gelen Bektaş idim ben.
Gâhi nebi, gâhi veli göründüm.
Gâhi uslu, gâhi deli göründüm,
Gâhi Ahmet, gâhi Ali göründüm,
Kimse bilmez sırrım, kallaş idim ben
Şimdi hamdülillah ŞİRİ dediler,
Geldim, gittim, zâtım hiç bilmediler.
Sırrımı kimseler fehmetmediler
Hep mahluk kuluna kardaş idim ben.


Bilge olan kişi kendini tek bir kişi olarak algılamaz. Onun bir bağı, bir geçmişi vardır ve bu geçmiş üzerine kurulu bir kültür geleneği de vardır. Bu kültür sadece şiir ile yetinmemiş ayrıca düzyazı (nesir) eserler de vermiştir. Genelde bu tür düzyazı metinleri 14 ve 15. yüzyıllarda ortaya çıkmış olan Evliya Menkibeleri’dir. Bu metinler ünlü tarikat kişilerinin yaşantısını ve olağanüstü serüvenlerini anlatır.
Bu türün en yaygın ve ünlüsü Hacı Bektaş Veli Velayet-namesi’dir. Daha birçok bilge kişinin uzun ya da kısa menakıbı vardır. Bunlar o kişinin ölümünden sonra müritlerince yazılmıştır. Biraz abartı ve hayal içerdiklerinden gerçek tarihi çalışmalara kaynak teşkil etmezler. Ama, edebiyat eseri olarak değer taşırlar. Bu menkıbelerde Asya şaman kültüründen birçok iz bulmak mümkündür. Örneğin söz konusu kişi bir anda şekil değiştirir, geyik olur, biçimden biçime girer. Biri güvercin olur, diğeri doğan. Tahta kılıçla küffarı haklar, bir kap yemekle bir orduyu doyurur, hastaları iyi eder.
Sonuçta, Anadolu bilgeliğinin sevgi, saygı ve cesaret değerleri üzerinde yükselen önemli bir kültürel yapı olduğunu söylemek mümkündür.


Doç. Dr. Haluk BERKMEN​

 
Top