Ziya Gökalp'te Modernleşme ve Din

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Ziya Gökalp'te Modernleşme ve Din

mYlYPT3.jpg


Tanzimat döneminde hız kazanan modernleşme hareketinin öncüleri, Meşrutiyet döneminde gazeteler ve mecmualar vasıtasıyla kendi çevrelerini inşa ederler. Dönemin Osmanlı aydınları, Batı karşısında, büyük bir hevesle kendilerini cemiyeti modernize etme arzusuna kaptırırlar. Bu yönelişler temelde üç gruba ayrılır: Muasırlaşma, İslâmlaşma ve Türkleşme. Muasırlaşma hemen her gazete ve dergide, İslâmlaşma Sırat-ı Mustakîm ve Sebilü'r-Reşad'da, Türkleşme ise Türk Yurdu mecmuasının etrafında kendini ifade eder.

Türkleşme cereyanın en büyük temsilcilerinden biri Ziya Gökalp'tir (1876–1924). Gökalp, Diyarbakır'da başladığı eğitim hayatını İstanbul'da Baytar Mektebi'nde tamamlar. Burada Jön Türklerle tanışır ve onların fikirlerinin tesirinde kalır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katılır ve onun Diyarbakır şubesini kurar. Bu arada Peyman gazetesini, 1910'da Genç Kalemler dergisini neşreder. Birçok eser kaleme alır (Türkçülüğün Esasları, Kızıl Elma, Türk Töresi ve Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak).

Ziya Gökalp, sosyolojiyi Osmanlı'da ilk defa ders olarak idadî (lise) müfredatına yerleştiren ve okutan kişidir. Fikirlerinin şekillenmesinde sosyolojiyle ilgilenmesinin rolü büyüktür. Sosyolojinin Batı'daki kurucularından sayılan Emile Durkheim'in (1858–1917) tesirinde kalmıştır. "Hakkında yaygın kanaatlerden biri de, onun Durkheim'in taklitte kalmış ve kendi olamamış bir takipçisi olduğudur. Gerçekten de Gökalp, analitik-içtimaî-siyasî nazariyesini büyük ölçüde bu Fransız sosyologundan almıştır."1

Meşrutiyet dönemindeki birçok Osmanlı aydını gibi Gökalp de toplumun Batılılaşması ve değişmesi üzerindeki fikirlerle meşgul olur. Cemiyetin birçok bakımdan mevcut seviyesini Batı karşısında yetersiz bulur ve bir değişmeye gidilmesini ister. Osmanlı medeniyetindeki problemleri kendine göre sınıflandırır ve cemiyetin muasır medeniyet seviyesine üç büyük hamleyle ulaşacağını savunur. Gökalp'in modernleşme modeli, temelde "Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak" tezine dayanır; kaynağını Batı düşüncesinden ve hususiyle Durkheim'in sosyolojisinden alır. Durkheim, cemiyetin dürüst, ahlâklı ve faziletli şekilde organize olması için din ve ahlâka ihtiyacı olduğunu düşünür; ama onun benimsediği din tam mânâsıyla pozitivist bir muhtevaya sahiptir. Durkheim'e göre, din insan için bir vazgeçilmez değil, aksine sadece huzura kavuşmada bir motivasyon unsurudur. "Efendilere kölelerine iyi muamele etmesini buyuran Hıristiyanlık prensipleri artık bizi heyecanlandırmıyor. Öte yandan Hıristiyanlığın eşitlik ve insanlar arasında kardeşlik üzerine verdiği fikirler de bugün bize haksız eşitliklerle dolu görünüyor. Sözün kısası eski tanrılar yaşlanıyor ve ölüyor başkaları da henüz dünyaya gelmemiştir."2 İşte Durkheim, böyle bir sapkın anlayışla dine yaklaşırken, aslında onun din kavramından anladığının Hristiyanlık olduğu unutulmamalıdır. Yaşadığı dönemin genel bir hususiyeti olarak, İslâm'ı tanımayan Durkheim'in fikirlerinde, din asla hayatı bütünüyle ihata eden, ona ışık veren ve insanlığa medeniyet getiren bir sistem değildir; aksine, Âhiret'e yer vermeyen, dünyevî ve maddî bir husustur. Gökalp'in de böyle bir din anlayışının tesirinde kaldığını söylemek çok şaşırtıcı olmaz. Bu düşüncelerle beslenen Gökalp, İslâmlaşma'dan, dinde modernleşmeyi anlar.

Durkheim, toplumdaki içtimaî müesseselerin kaynağını dinden aldığını savunur. Ona göre toplum hayatının temeli dine dayalıdır. Fakat din anlayışında "Tanrı" kavramına yer vermez. Toplumdaki kolektif şuuru, "Tanrı" inancının toplumda icra ettiği fonksiyonun yerine koyar. Bu düşünceden hareketle Gökalp'in modernleşme tezinde İslâm'ın yer almasının sebebi, takipçisi olduğu Durkheim'dir. Gökalp de Fransız sosyologu gibi düşünerek, teorisinde dine, cemiyetin bütün kurumlarına tesir eden bir unsur olarak yer verir. Dinin kaynağı olarak kabul edilen "Tanrı" inancı pozitivist metodoloji tarafından dışta bırakıldığı için, bunun yerine içtimaî şuuru oturtur.

Modernliği de yanlış anlayan bu yaklaşıma göre, din artık devrini tamamlamış bir sosyal müessesedir. Modern toplumun düzeni/ahlâkı bundan böyle dine değil, bilime dayanacaktır. Türk aydınlarının gözünde bilim ve teknolojideki gelişmeyle, pozitivizmin bilim ve ahlâk telâkkisi birbirinin tamamlayıcısıdır. "Artık dinin sosyolojik boyutu Emile Durkheim, psikolojik boyutu Bergson ve Tarde, siyasî boyutu Le Bon ile seküler bir zeminde tartışılacaktır. Bu aydınlar, adeta dini toplumda yeniden şekillendiren teologlar mesabesindedir."3

Artık bu toplumda da yeni bir model tasarlayıcısına ihtiyaç vardır ve Meşrutiyet döneminde bu görevi Ziya Gökalp kendine vazife edinir. Hâlbuki İslâmiyet'e Batı'dan ihraç bir yaklaşımla ezberden bakarak bir toplum modeli tasarlamak son derece eksik ve tahrip edici bir düşüncedir. Temel kaynakları Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet olan İslâmiyet'i Batı tarzı bir düşünce ve idrâk ile şekillendirme gayretleri, yanlış bir girişimdir.

Gökalp, "Türkçülüğün Esasları" adlı eserinde dinde neden reform yapılması gerektiğini şöyle izah eder: "Avrupa'da Rönesans, Reform, felsefî yenilenme ve Romantizm gibi ahlâkî, dinî, ilmî, bediî inkılâplar Ortaçağ hayatına son verdi. İslâm âleminde bu inkılâplar vücuda gelmediği için Ortaçağ'dan kurtulamamışız. Bu cihetle, Avrupa iskolastiğe nihayet verdiği hâlde, biz henüz onun tesiri altındayız."4

Gökalp; aşiret, kavim, ümmet ve millet diye sınıflandırdığı medeniyet sürecinde artık ümmet kavramının bitip, millet kavramının başlaması gerektiğini düşünür. Kültürden ayrı tuttuğu medeniyet kavramını izah sadedinde, maddî ve mânevî unsurları birlikte düşünür. Yani bilim ve teknikteki gelişmelerin yanında dinî unsurlar da belli ölçüde yerini almalıdır.

Fakat Gökalp, ibadetleri bir müsteşrik edasıyla "âyin" adı altında ve anlaşılması güç bir yaklaşımla menfî ve müspet olarak iki gruba ayırır. Menfî âyinler, ferdi kötü huylarından temizlemeye; Hac, Cuma ve bayram gibi toplu ifa edilen ibadetler olan müspet âyinler ise, topluluk ruhu oluşturmaya mâtuftur. Hattâ, menfî âyinlerin de topluluk ruhu hasıl etmeye yönelik bir hedefi vardır. Yani ibadetler içtimaî olmak için yapılır. Gökalp, "Dinin içtimaî hizmetleri-II" adlı yazısında, "Menfî ayinler müessir ve devamlı bir terbiye sayesinde yavaş yavaş fertleri ferdiyetten tecrit ederek içtimaî olmağa hazırlıyor."5 demektedir. Buradan da anlaşılacağı gibi, Durkheim'in grup totemciliği ve toplu âyin kavramlarının tesirinde kalan Gökalp, ibadetlerin fertlere yönelik sürekli ve hayatı kuşatan taraflarından ziyade, içtimaî yönleriyle ilgilenmiştir. Hâlbuki dinimizde ibadetler öncelikle kulluk vazifesini yerine getirmek gayesiyle (taabbudî olarak) îfa edilir ve onlarda rıza-yı İlâhî esastır.

Gökalp; dini, ferdin psikolojik huzuru, dolayısıyla huzurlu fertlerden oluşmuş cemiyetin rahatı için kabul eder ve Batı felsefesinin tesiriyle İslâm'ı, yenilenmeye tâbi tutulacak bir unsur gibi düşünür. Oysa ki din maddî/mânevî, fiilî/kavlî bir bütün olup, dünyevî ve uhrevî bütün hayatımızı kapsayan bir sistemdir. Dini, felsefenin rehberliğinde yorumlamanın yanlış bir yol olduğu ve asla İslâmiyet'i kuşatamayacağı, başta Bediüzzaman (ra) olmak üzere birçok İslâm mütefekkiri tarafından dile getirilmiştir: "Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaîyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete sûretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar, o sûretle İslâmiyet'in hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyet'i aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyet'in kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyet'in esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır... Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zâhirî telâkki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Hâlbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin!"6

Ziya Gökalp, İslâm'ın başta uhrevî boyutu olmak üzere iman ve inanç esaslarını hiç dikkate almamış, dinin, hayatın bütün boyutlarına nüfuz eden inanç esaslarından ziyade, fertlerin mânevî huzurunu temine yarayan mistik tarafıyla ilgilenmiştir. "Ziya Gökalp, dini ibadetleri taharet, namaz, oruç gibi pratik faydalarından ziyade –ki, bunlara dini maddîleştirmek diyor- mânevî menfaatlere uygun yapmak gerektiğini ifade ediyor. Çünkü içtimaî hâdiseler esasen mânevî, yani ahlâkî, mefkûrevî hâdiselerden ibarettir."7 Bu fikrini ibadetlerin dilini belirtirken ifade eder. İbadetin vecd, huzur boyutuyla ilgilenir, onun icrasını bir kenara bırakır. "İbadette alınacak vecd, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır. Halkımızın dinî hayatını tetkik edersek, görürüz ki âyinler arasında en ziyade vecd duyulanlar, namazlardan sonra ana diliyle yapılan derûnî ve samimi münacatlardır."8 Buradan da anlaşılacağı üzere, Gökalp, ibadet dilinin Türkçe olmasını savunan, bu meselede birinci derecede teorisyen olan ve fikirleriyle de dönemindeki bazı idarecileri tesiri altına alan bir isimdir. Çünkü o, ibadette sadece vecdi, yani Bergsoncu mânâda psikolojik tatmini arar. Sadaka, hicret, rıza, kulluk, ihlâs gibi hususları, ulvî gayeleri yokmuş gibi kendine göre dar bir bakışla vecde hapseder. Oysa İslâm'ın amelî yönü, kalbî ve rûhî yönünün ayrılmaz bir parçasıdır. Biri yoksa, diğeri de yoktur. Birini maddîleştirmek diye adlandırıp hafif görmek kabullenilemez.

Dini, Gökalp'ın düşündüğü gibi sadece dünyada kullanılacak ve insanı huzura götürecek bir sistem olarak görmek pozitivizm menşeli, tutarsız ve eksik bir yaklaşımdır. Çünkü temelde dinsiz bir cemiyetin sosyal bir yapı olarak devamının olamayacağı tarihen sabittir. Burada Gökalp'in temel açmazı, dini, Batı tesirindeki kendi anlayışına göre tarif etmesi, topluma hangi temel prensiplerinin hangi ölçülerle, ne kadar verileceğini müdahaleci bir mantıkla tespit etmesidir.

Diğer taraftan insanlık tarihi boyunca kurulmuş olan birçok medeniyetin mayalanmasında peygamberlerin ve dinin, birinci derecede oldukça mühim roller üstlendiği bilinen bir gerçektir. Oysa Gökalp, medeniyet kavramını dinin tesis etmediğini savunur. Medeniyetin kaynaklarını farklı yerlerde aramak gerektiğini düşünür. Medeniyete din eksenli bir yapı olarak bakmaz. "Hiçbir medeniyet hiçbir dine bağlanmaz. Bir Hıristiyan medeniyeti olmadığı gibi bir İslâmiyet medeniyeti de yoktur. Doğu medeniyetinin kaynaklarını İslâm ve Hıristiyan dinlerinde değil, başka yerlerde aramak daha doğru olur."9 Bu yaklaşımın doğru olmadığı çok açıktır. İslâm ve onun muazzez Peygamberi Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminden bu zamana kadar Müslümanların insanlığa kazandırdığı çok yönlü ve çok köklü medeniyetlerin mirası ortadadır. Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hicret ettiği Yesrib'in adını medenî yer (şehir) mânâsında Medine diye değiştirmesi bile başlı başına önemli bir ölçüdür.

Dipnotlar
1. Abdullah Alperen, "Sosyolojik Açıdan Türkiye'de İslam ve Modernleşme", Kahraman Yay. Adana 2003, s. 278.
2. Durkheim'in Ahlak Görüşü, MEB Yay. 1986, s. XIII.
3. Mehmet Akgül, "Türk Modernleşmesi ve Din", Çizgi Kitabevi, Konya 1999, s. 289.
4. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İst. 1990, s. 40.
5. Ziya Gökalp ve Din, (Haz: Orhan Metehan), Kamer Yay. 2. Baskı, İst. İst., 1994, s.72.
6. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, "29. Mektup", Şahdamar Yay.
7. Akgül, a.g.e. s. 325.
8. Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 113–114
9. Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 57
 
Top