Türkiye'de İç Borçlanma

KıRMıZı

TeK BaşıNa CUMHURİYET
V.I.P
Türkiye'de İç Borçlanma

Devlet toplumsal ihtiyaçları gidermek amacıyla giderlerini tespit etmek ve gelirleri ile giderlerini denkleştirmekle yükümlüdür. Bunun için devlet kaynaklarını ve harcamalarını gösterecek bir bütçe oluşturur. Devlet bütçesi devletin bir yıllık dönem içindeki gelir tahminleri ile giderlerini gösteren ve bunların uygulanma ve yürütülmesine izin veren bir kanundur. Diğer bir ifade ile kamu gelirleri kamu harcamalarını karşılamak amacıyla toplanmakta ve bu iki kalem bütçede ayrı ayrı belirtilmektedir. Kamu kesimi harcamalarının olağan gelirlerle karşılanamaması sonucunda bütçe açık vermekte bu açığn finanse edilebilmesi için yeni kaynaklara gereksinim duyulmaktadır. Kamu kesiminin finansman açığı arzu edilmeyen bir durum olarak kabul edilmektedir. Ülkemizde ve gelişmekte olan ekonomilerde bu açığın etkilerinin meydana getirdiği sorunlar son yıllarda yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Kamu kesimi açığının, harcamaların kısılması ya da vergi gelirlerinin artırılması yoluyla finansmanı kısa vadede mümkün olamadığından diğer finansman araçlarına yönelinmektedir.
Kamu kesimi açıkları ilave vergiler dışında üç temel kaynak kullanılarak kapatılmaya çalışılmaktadır:

  • Merkez Bankası Kaynakları (Monetizasyon)
  • Dış Borçlanma
  • İç Borçlanma

Devletin Merkez Bankası kaynaklarından faydalanması borçlanma (avans) şeklinde olmaktadır. Kamu açığının para basımı ile finansmanı emisyon haminin artırılması ile enflasyon arasındaki doğrudan ilişki sebebiyle ekonomik istikrar açısından tercih edilmemektedir.
Dış borçlanma gerekli kaynakların dış piyasalardan faiz karşılığı elde edilmesidir.
İç borçlanma ise devletin iç piyasadan borçlanmasıdır. Ülkemizde ve gelişmekte olan ülkelerde iç borçlanmaya fazlasıyla başvurulmaktadır. Türkiye’de iç borçlanma özellikle 1980’li yıllarda önemli bir finansman kaynağı haline getirilmiştir. Kamu finansman açığının giderilmesinde söz konusu kaynaklardan dış borçlanma dış borç teminin güçlüğü ve maliyeti, Merkez Bankası kaynakları ise yukarda anılan olumsuz etkileri nedeniyle tercih edilmediğinden iç borçlanma en uygun kaynak haline gelmektedir. Bu nedenle Türkiye’de iç borç yönetimi ve iç borçlanmanın dikkatle izlenmesi önem arz etmektedir.




Kaynak: Gençbilim
 

KıRMıZı

TeK BaşıNa CUMHURİYET
V.I.P
İç Borç Nedir? Türkiye’de İç Borçlanmanın Gelişimi

İç borçlanma devletin yurtiçindeki kişi, özel kurum ya da kamu kuruluşlarından zorunlu ya da gönüllü olarak belirli vade ve faiz karşılığında ödünç para almasıdır. Bu suretle tasarrufu olan kişi ya da kuruluşlardan devlet borçlanarak ekonomi içinde atıl olan tasarrufların yatırımlara kanalize olmasını sağlar. Genellikle kamu bütçesindeki hizmetlerin finansmanı için, hükümetlerin, ülke sınırları içinde kişi ve kurumlara ulusal para cinsinden borçlanmasıdır. İç borçlanmanın iktisadi niteliği, satın alma gücünün özel ve kamusal kesimler arasında el değiştirmesidir. 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun"da, "Devlet İç Borcu; Hazine Müsteşarlığı tarafından yurt içinde ihraç olunan Devlet iç borçlanma senetleri, Hazinenin geçici nakit ihtiyacını karşılamak için yurt içi piyasalardan yaptığı borçlanmalar ve senede bağlı olup olmadığına bakılmaksızın Müsteşarlık tarafından üstlenilen her türlü mali yükümlülükler" olarak tanımlanmıştır. Türkiye’de iç borçlanmaya ilişkin esas mesele, seksenli yılların sonlarına doğru hızla artmaya başlayan, doksanlı yıllara gelindiğinde ise iyice kontrolden çıkan kamu açıklarıdır. Borçlanmada esas mesele kamu açıkları olmakla ile bu açıkların kapatılması amacıyla alınan borçlar zamanla daha büyük mesele olmaya başlamıştır. Nitekim 1995 yılına gelindiğinde destekli bütçe toplam finansman ihtiyacının %18'inin bütçe nakit açığından %82’sinin ise borç anapara ödemelerinden kaynaklandığını görmekteyiz. Bunun yanında, iç ve dış borç faiz ödemelerinin bütçeye getirdiği yük de devamlı artmaktadır. Kısır bir döngüye girilmiş; bütçe açıkları faiz ödemelerini, faiz ödemeleri ise bütçe açıklarını besler hale gelmiştir. 1994 ve 1995 yılları bütçeleri faiz ödemeleri hariç çok vermektedir. Bu yıllarda vergi gelirlerinin %50 sinden fazlası borç faiz ödemelerine ayrılırken, toplam faiz ödemeleri bütçe açıklarının iki katına yaklaşmıştır. Şayet faiz ödemeleri bu biçimde sürek ederse, devlet bütçesi gelecekte bugünkünden epey daha büyük bir faiz yükü birlikte karşı karşıya gelerek, bir nevi aktarma bütçesi haline dönüşecektir. Kamu açıklarının finansmanında 1985 yılından sonraları iç borçlanma giderek ağırlık kazanmıştır. 1995 yılı Aralık ayı geçici verilerine göre iç borç stoku 1,3 katrilyonu geçmektedir. Bu stok içinde vadesi bir yıldan dar olan Hazine bonolarının payı %40’a yakındır. Ekonomide fiyat istikrarının sağlanamaması nedeni birlikte Hazine yalnız epey dar vadeli borçlanabilmektedir. 1992 yılından itibaren ortalama vade önce yaklaşık bir yıla 1994 ve 1995 yıllarında ise 9 aya kadar gerilemiştir. Bu nedenle, kamu iç borçlanma kâğıtlarını sermaye piyasası aracı bir şekilde kabul etmek yerinde olacaktır. Devlet iç borçlanmasının maliyeti, 1991 yılından itibaren reel faiz oranlarının da hızla artmasıyla hayli yüksek düzeylere ulaşmıştır ve bu durum bugün içinde geçerliliğini korumaktadır. Gelişmiş ekonomilerde, devlet içi borçlanma kâğıtlarının faiz oranları; risk, likidite ve vergi muafiyetleri için diğer yatırım araçlarına göre daha düşük iken, maalesef ülkemizde bütün bu ilave avantajlarına rağmen kamu kesimi hala yüksek faizle borçlanabilmektedir. Bu durum doğal bir şekilde hususi yatırım araçlarının da faiz oranlarının yükselmesine ve fonların reel yatırım alanlarından spekülatif alanlara kaymasına, dolayısıyla da ulusal gelirin düşmesine niçin olmaktadır. Günümüz çağdaş borç yönetimi anlayışında, borçlanma politikası makro ekonomik amaçlara ulaşmada bir vasıta bi şekilde kabul edilmektedir. Bu anlamda, ekonomik konjonktür çerçevesinde borcun vade ve faiz yapısı birlikte borçlanılacak kesimlerin tespiti ehemmiyet arz etmektedir. Yalnız ülkemizde konjonktürel bir borçlanma politikası izlenmemektedir. Hazine kamu finansman açıklarını karşılamak üzere Merkez Bankası kaynaklarına başvurmak yerine epey dar vadeli ve yüksek faizli borçlanmayı tercih ederek parasal genişlemeyi (dolayısıyla enflasyonu) dar süreli bir şekilde denetim altında tutmaya çalışmaktadır. yalnız, devlet iç borçlanma senetleri vadelerinin dar olmasından dolayı piyasada likit kıymet bir şekilde kullanılmaları ve buna bağlantılı bir şekilde da bireylerin ve iş çevrelerinin likidite tercihini de düşürmeleri nedeniyle genişletici tesirler göstermektedirler. Böylelikle hem borçlanma aşamasında, hem de yüksek oranlı faizler birlikte borç anaparalarının ödenmesi aşamasında devlet iç borçlanma senetleri enflasyonist tesirler oluşturmaktadır. Özellikle enflasyon dönemlerinde toplam talebin denetim altına alınması bakımından tasarruf sahiplerinden borçlanma müspet bir şekilde değerlendirilirken, Türkiye’de bu kesimlere yalnız son yıllarda doğrudan bono ve tahvil satılmaya başlanılmış, bu da ekonomide büyük ölçüde tesir oluşturacak düzeylere ulaşamamıştır. Diğer taraftan ise, ülkemizde fiyat istikrarsızlığı, gelir dağılımında bozukluk, düşük oranlı büyüme hızı gibi yapısal ekonomik meseleler yaşanırken kaydi para oluşturma imkânına sahip ve kar oranları yüksek, bankacılık kesiminin iç borçlanma senetleri alıcıları içinde %80in üzerinde bir hisse birlikte birinci sırada mekân almasının ekonomik izahını yapmak epey güçtür. Devamlı yükselen kamu açıklarını kapatmak ve vadesi gelen borç anapara ve faiz ödemelerini yapmak amacıyla, günü kurtarma anlayışı içerisinde ülkenin ekonomik gerçeklerinin epey uzağında, yüksek faizle bankalardan borçlanılması sonucu piyasa faiz oranları da yükselmiş, hususi kesim sebebiyle yatırım karlı olmaktan çıkmış, ellerinde bol miktarda atıl fon bulunduran bankalar sebebiyle yüksek faizli, vergiden muaf ve riski düşük, kamu kâğıtları hayli cazip hale gelmiştir. 1989 yılından itibaren Hazinece, bütçe kanunlarının verdiği yetkiye dayanılarak, KİT’lerin birtakım kamu kurum ve kuruluşlarına olan borçlarının devralınması nedeniyle ve KİT’lere, Sosyal Sigortalar Kurumu birlikte fonlara ikrazen verilmek üzere, borçlanma limiti dışında ihraç edilen hususi tertip devlet tahvilleri gerek bütçe gerekse borçlanma politikasında disiplinin azalmasına yol açmıştır. Nakit dışı tahviller bir şekilde da adlandırılan bu çeşit tahviller zamanla artarak iç borç servisinin hızla yükselmesine yol açmış, faiz oranlarını yükseltmiş ve borçlanma vadelerini kısaltmıştır. İlave kamu harcamalarının finansmanı sebebiyle doğrudan Merkez Bankası kaynaklarının kullanılması ya da ihale yöntemiyle Devlet iç borçlanma senetlerinin satılmasının ekonomik etkilerini dar zamanda görmek mümkündür. Merkez Bankası kaynağının kullanılması konusunda kanuni limitler bulunmakta, buna ilave olarak bu metot ekonomideki parasal genişleme ve enflasyonist bekleyişler üzerinde dar zamanda etkisini göstererek, politik otoritenin ek harcama kararı almasını güçleştirmektedir. Eşdeğer biçimde, ek kamu harcamalarının, ihale yöntemiyle Devlet iç borçlanma senetlerinin satılması suretiyle finanse edilmesi de, faiz oranları ve enflasyonist bekleyişler üzerinde doğrudan dar sürede etkisini gösterebilmektedir. Yalnız, ihale dışında hususi tertip Devlet tahvili verilerek ek kamu harcamalarının finanse edilmesi, kamuoyu denetimi söz konusu olmadığı sebebiyle, dar sürede doğrudan faiz oranları ve parasal genişleme üzerinde olumsuz tesir oluşturmadığından, vakit içinde gittikçe artan ölçüde kullanılmaya başlanılmıştır. Bugün kamu kuruluşlarına ek bir şekilde Devletten alacaklı olan yüklenici, ihracatçı, yatırımcı da Devlet kâğıdı birlikte alacağını tahsil etmek istemekte, bu durum ise harcamaların kontrolünü güçleştirmektedir. Buna ilave olarak, bu kâğıtların ikinci el piyasasında nakde çevrilmesi dolaylı bir şekilde faiz oranları ve parasal büyüklükler üzerinde etken olurken, gelecek dönemde bütçenin iç borç servislerini arttırarak devletin mali piyasalar üzerindeki baskısının sürmesine de yol açmaktadır. Ekonominin Genel Dengesi yönünden bakılacak olursa, iç borçlanma yurtiçi kaynaklardan sağlanır ve GSMH’nın bir bölümünden alınır, ödenmesi ise GSMH’da bir azalma veya artış meydana getirmez, sadece transfer anlamını taşır. İç borçlanmada sağlanan kaynakta olduğu gibi, geri ödemelerdeki faiz ve anapara ödemeleri de para cinsinden gerçekleşir. Devlet, iç borçlanmayı değişik kaynaklardan yapabilir. İç borçlanma için seçilecek kaynağın yaratacağı ekonomik ve mali etkiler birbirinden çok ayrıdır. Bu nedenle devletin iç borçlanma yapacağı kaynak ve kaynaklar bileşimini çok iyi seçmesi gerekir. Tercih edilene kaynaklar ekonomik ve mali açıdan ulaşılmak istenilen amaca uygun değilse, ileride çok büyük bunalımlara yol açabilir.
 

KıRMıZı

TeK BaşıNa CUMHURİYET
V.I.P
Türkiye’de İç Borcun Tarihi Gelişimi

Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk borçlanmaya dış borç olarak 1854 yılında Kırım Savaşı sırasında başvurulmuştur. İmparatorluğun son dönemlerinde ve Birinci Dünya Savaşının sonlarında 1918 yılında "1334 Birinci Osmanlı İstikrazı Dâhilîsi" adında yüzde 5 faizli 20 yıl vadeli iç borçlanma senedi çıkarılmıştır. Ancak, fazla rağbet göremediğinden ilk ve son uygulama olarak tarihteki yerini almıştır. Cumhuriyet döneminde ise ilk iç borçlanma 1933 yılında "Ergani istikrazı" adı altında Fevzipaşa-Diyarbakır Demiryolunun yapımını finanse etmek amacıyla, 20 yıl vadeli 3 tertip halinde çıkarılan tahvil ile yapılmıştır. Bu tarihten sonra, "1934 Sivas Erzurum İstikrazı", "1941 Diyarbakır - İran Demiryolu İstikrazı", "1942 Milli Savunma İstikrazı" ve "1946'da Kalkınma İstikrazı" adları altında İç borçlanma yapılmıştır. Ayrıca, 1938 yılında 1918 Osmanlı İmparatorluğu Tahvillerinin konversiyonu için İkramiyeli 1938 İstikrazı" adlı tahvil çıkarılarak eski Osmanlı Tahvilleri ile değiştirilmiştir. 1947 yılında ise bir kısım kısa vadeli borçların konsolidasyonunun gerçekleşmesini sağlamak amacıyla, uzun vadeli 1947 Hazine Tahvilleri çıkarılmıştır. Aynı yıl kamulaştırılan arazi bedelleri karşılığında 1947 Toprak Tahvilleri ihraç edilerek ilgililere verilmiştir. Ülkemizdeki ilk borçlanmalar ekonomik kalkınmanın finansmanına yönelik olmasına karşın 1948 yılından sonrakilerin bütçe açıklarının karşılanması ve yatırımların finansmanı amacıyla yapıldığı gözlenmektedir. 1980'li yıllara kadar ülkemizde özel borçlanma kanunları çerçevesinde iç borçlanmaya fazla başvurulmamıştır. Bu dönemde borçlanma daha çok Merkez Bankası, bankalar ve Sosyal Güvenlik Kuruluşlarının kaynaklarından sağlanmıştır. 1985 yılına kadar olan dönemde dış borçlanma ve TCMB kısa vadeli avans kullanımı önemli bir finansman kaynağı olarak göze çarpmaktadır. 1986 yılından itibaren ise Merkez Bankası kaynaklarına daha az başvurulurken 1991 yılından itibaren bu kaynağın kullanımında yeniden artış eğilimi görülmektedir. Bütçedeki faiz yükünün hafifletilmesi amacıyla da 1993 yılı sonlarından itibaren Hazine ihalelerinde faizlerin düşürülmesi veya kısmen iptali sonucunda gerekli nakit finansmanı Merkez Bankası kısa vadeli avans kullanımı şeklinde olmuştur. Bunun olumsuz etkilerinin giderilmesi, parasal genişlemenin disiplin altına alınabilmesini teminen 25 Nisan 1994 tarihinde Merkez Bankası Kanunu’nda yapılan önemli bir değişiklikle Hazineye ve diğer kamu kuruluşlarına verilen kredilere sınırlama getirilmiştir. Öte yandan, para politikalarının belirlenmesinde ve kamu finansman araçlarının kullanılmasında ortak hareket edilebilmesi amacıyla, 30 Temmuz 1997 tarihinde Hazine Müsteşarlığı ile Merkez Bankası arasında bir protokol imzalanmıştır. Hazine, bu tarihe kadar kullanılan kısa vadeli avanslarını geri ödeyerek, bu tarihten sonra nakit finansmanında kısa vadeli avans kullanımına zorunlu haller haricinde başvurmamakla birlikte aynı ay içinde kullanılan avanslarını ay sonları itibariyle geri ödemektedir. Ayrıca bu dönemde Hazine borçlanma programını aylık periyotlarda açıklamıştır. 1998 yılı başından itibaren ise aylık ihale iç borçlanma ile üç aylık nakit programı açıklayarak piyasalardaki belirsizlik ortamını engelleyici önlemleri almıştır. Borçların gerek anapara gerekse faiz ödemeleri vergi gelirleri ile sağlandığından Gayri Safı Milli Hâsıla (GSMH)'nın ne kadarının borç anapara ve faiz ödemelerinde kullanıldığını belirleyen İç Borç Stoklarının GSMH'ya oranı önem kazanmaktadır. Bu doğrultuda tablodaki verilere baktığımızda; 1980 yılında 721 milyar TL. olan iç borç stoku 1998 sonu itibariyle 11.6 katrilyon TL.'na ulaşmıştır. Diğer bir ifadeyle 9 milyar dolardan 44,7 milyar dolara yükselmiştir. 1980 yılında iç borç stoklarının GSMH içindeki payı yüzde 13,6 iken, sürekli artma eğilimi göstererek 1998 yılında yüzde 21,9 oranına yükselmiştir. Finansmanın yapısı itibariyle 1980'lerde iç borçlanmada TCMB avans ve konsolide borç kaynakları kullanılmıştır. 1985 yılından itibaren Hazine'nin piyasalardan borçlanması sonucunda 1980 yılında tahvil ve bono stokunun GSMH'ya oranı yüzde 3,6 dan, 1998 yılında yüzde 21,9 oranına yükselmesi, diğer finansman kaynaklarının kullanılmadığını tüm iç borçların tahvil ve bonodan temini yoluna gidildiğini göstermektedir. Diğer yandan, iç borç faiz ödemelerinin GSMH içerisindeki payı 1980 yılında yüzde 0,6 dan 1998 yılında yüzde 1,7'e yükseldiğinden borç faiz ödemelerinin bütçe üzerindeki yükünün arttığı görülmektedir.
 

KıRMıZı

TeK BaşıNa CUMHURİYET
V.I.P
Türkiye’de İç Borç Yönetimi

İç borçlanma; Devlet garantili, vade sonunda ödenmek üzere, yurt içi kaynaklardan faiz karşılığında ödünç alınan paralar şeklinde tanımlanabilir. Borç yönetimi, borçlanmayı, borcun anapara ve faizinin geri ödenmesini, borç ertelemelerini kapsamaktadır. Borç yönetiminin temel amacı, devletin finansman ihtiyacını karşılamak olmakla birlikte bu amacı tamamlayan, başka amaçlar da vardır: borçlanma maliyetinin asgari düzeye indirilmesi, borç operasyonlarının piyasalar üzerindeki etkilerinin en aza indirilmesi, borçlanma araçlarının çeşitlendirilmesi, likit ve derinliği olan bir ikincil piyasa oluşmasının sağlanması, devletin mali piyasalardan kesintisiz borçlanabilmesini devamlı kılmak amacıyla gereken önlemlerin alınması ve para politikasıyla uyumlu borçlanma yapılması. Borç yönetiminde kullanılacak finansman araçlarının satış yöntemleri, borcun miktarı, vadesi gibi hususlar belirlenirken borçlanmanın ekonomik istikrara katkıda bulunması ve maliyetinin en düşük düzeyde tutulması temel amaç olmalıdır. Ödenekler toplamı ile tahmin edilen gelir arasındaki farkın iç borçlanma ile karşılanacağı gereği bütçe yasasında belirtilmektedir. Türkiye'de iç borç yönetimi Hazine Müsteşarlığınca yürütülmektedir. İç borçlanmanın sınırı cari yıl Bütçe Kanunlarınca belirlenmektedir. Bu borçlanmayı Müsteşarlığın bağlı olduğu Bakan yürütmeye yetkilidir. Hazine Müsteşarlığı, devletin finansman ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılan borçlanmaların geri ödenmesine kadar geçen sürede gerekli kararları ve önlemleri almakla yükümlüdür. Bu doğrultuda Hazine, borçlanma senetlerinin ihraç miktarları, vadeleri, türleri ve satış tekniklerini belirleyerek, satışına karar vermektedir. Türkiye'de 1986 yılına kadar borçlanma anapara girişi ve ödemeleri bütçede gelir ve gider olarak gösterilirken, 1986 yılı Bütçe Kanunu ile yeni bir düzenlemeye gidilerek, borçlanma anapara girişi ve ödemeleri bütçe dışında ayrı bir borç yönetimi hesabı ile Hazine Müsteşarlığınca izlenmeye başlanılmıştır. Sadece borç faiz ödemeleri bütçe içerisinde yer almıştır. Böylece bütçe giderlerinin bütçe gelirleri ile ne ölçüde karşılanabildiği açıkça gösterilmiştir. Bu uygulamalarda, Hazine'nin mali ajanı olarak Merkez Bankası, ihale, kupon ödemeleri, basım, borçlanma, senetlerin geri ödemeleri ve provizyon hesaplarının tutulması gibi görevleri üstlenmiş bulunmaktadır.

İç Borçlanma Araçları

1. Borçlanma Senetleri

1.1. Hazine Bonoları

Bütçe kanunundaki hükümlere uygun olarak ihraç edilen, üzerinde faiz kuponu bulunan ve vadesi bir yıldan az olup, 3, 6, 9 aylık ve zaman zaman kırık vadeli olarak çıkarılan iç borçlanma senetleridir. Faiz oranları ise iskonto esasına göre ihale anında belirlenmektedir. Hazine bonoları, faiz oranlarının diğer mali araçlara göre yüksek oluşu, riskin olmaması, vergi avantajı, devlet ihalelerinde teminat olarak kullanılması, ikincil piyasasının likit olması nedenleriyle tercih edilmektedir.

1.2. Devlet Tahvili

Uzun vadeli bir borçlanma aracıdır. 3 veya 6 ayda bir ödemeli faiz kuponu olan, ilk ihracında asgari vadesi bir yıl veya daha uzun olan iç borçlanma senedidir. Ülkemizde dövize endeksli tahviller ile TÜFE'ye ve TEFE'ye endeksli tahviller piyasalarda işlem görmektedir. Bütçe kanunu uyarınca KİT'lerin, Sosyal Güvenlik Kuruluşlarının ve Fon İdarelerinin finansman ihtiyacını karşılamak üzere özel tertip devlet tahvilleri de yoğun bir biçimde çıkarılmaktadır. Ayrıca, bankaların ayırmak zorunda oldukları, kanuni yedek akçeler karşılığı olarak hesaben tutulan Kanuni Yedek Akçeler Karşılığı Devlet Tahvili hesabı da kullanılmaktadır.

2. Kısa Vadeli Avans (Merkez Bankasından Borçlanma)

Hazine, mali yıl içinde devlet gelirleri ile giderleri arasındaki zaman farklılığından oluşan geçici finansman sıkıntısını gidermek amacıyla Merkez Bankası’ndan kısa vadeli borçlanma yapmaktadır. Merkez Bankası Kanununun 50. maddesine göre, Banka, her yıl, cari yıl genel bütçe ödenekleri toplamının bir önceki mali yıl genel bütçe ödenekleri toplamını aşan tutarının, belirli bir oranını aşmamak üzere Hazineye kısa vadeli avans hesabı açabilmektedir. 1994 yılında bu Kanunda yapılan değişiklikle avans oranı 1995 yılından başlayarak her yıl azalmış ve 1998 yılında yüzde 3'e indirilmiştir.

3. Konsolide Borçlar

u borçlar, kamu sektörü kuruluşları arasındaki finansman ilişkilerinden ve kur farklarının hesaben iç borçlara dâhil edilmesinden ileri gelen kamudan kamuya düşük faizli bir borçtur. Tahkim Kanunu ile kamu kurum ve kuruluşlarının kaynak yetersizliği nedeniyle ödeyemedikleri borçlar Hazinece üstlenilmektedir. Ülkemizde özellikle 1960, 1984 ve 1992 tarihlerinde önemli tutarlardaki bu borçlar konsolide edilmiştir.
 

KıRMıZı

TeK BaşıNa CUMHURİYET
V.I.P
Devlet İç Borçlanma Senetlerinin Satış Yöntemleri

1980 yılından itibaren para ve sermaye piyasalarını geliştirmek ve sağlıklı bir yapı oluşturmak amacıyla önemli yasal düzenlemeler yapılmıştır. Özellikle 1985-1989 döneminde mali sistem yeniden yapılandırılarak, piyasalar oluşturulmuş ve bunun sonucunda çeşitli mali enstrümanlar ortaya çıkmıştır. Hazine'ce doğrudan veya Merkez Bankası aracılığı ile satılan Devlet İç Borçlanma Senetleri 30 Mayıs 1985 tarihinden itibaren Hazine'nin ihaleli tahvil ve bono satışı sistemine geçmesi sonucunda nakit ihtiyacı bu piyasalardan sağlanmaya başlanılmıştır. Hazine'nin ihale sistemi ile borçlanmaya başlaması piyasalaşmanın ilk adımı olmuş daha sonrada Merkez Bankası bünyesinde piyasalar oluşturulmuştur. 1985 yılına kadar bütçe kanunlarında yer alan maddelerde belirtilen sınır ve esaslar çerçevesinde mevsimlik ihtiyaçlara göre borçlanılacak tutar üzerinden yapılan iç borçlanma bu tarihten itibaren düzenli bir sistemle piyasalardan yapılmaya başlanmıştır. 1986 yılında piyasalarda görülen en önemli kurumsal gelişme Merkez Bankası nezdinde kurulan Bankalararası Para Piyasasının (Interbank) 2 Nisan 1986 tarihinde çalışmaya başlamasıdır. Bankalararası piyasa rezerv fazlası ve ihtiyacı olan bankaları karşı karşıya getirerek bankaların rezerv yönetimlerini kolaylaştırmış, bankaların nakit yönetimine verdikleri önemi artırmış ve atıl fonların bu piyasada değerlendirilmesine olanak sağlamıştır. Daha sonra ise, Merkez Bankası açık piyasa işlemlerini 4 Şubat 1987 tarihinden itibaren uygulamaya başlamıştır. Bunun sonucunda; Devlet İç Borçlanma Senetleri portföyü oluşturulmuştur. Açık piyasa işlemlerinde (APİ) ekonominin genel likidite durumu dikkate alınarak Devlet İç Borçlanma Senetlerinin doğrudan alımı ve geri satım vaadi ile alımı (Repo) yapılarak, likidite düzeyinin artırılması ya da bu senetlerin doğrudan satışı ve geri alım vaadi ile satışı (Reverse Repo) yapılarak likidite düzeyinin azaltılması sağlanmaktadır. Açık piyasa işlemleri para politikası aracı olmasının yanı sıra Devlet iç Borçlanma Senetlerinin alım satımı için ikincil bir pazar oluşturulmasına ve iç borçlanma politikasının ekonomik koşullara uygun şekilde yürütülmesine katkı sağlamıştır. Devlet İç Borçlanma Senetlerinin ihale ile satışı ile kamu finansman açıklarının önemli bir bölümü para ve sermaye piyasalarından karşılanmaya başlanmıştır. Bu şekilde Merkez Bankası kaynaklarına olan başvurular azaltılmıştır. Diğer taraftan, 1987 yılında Mevduat Munzam Karşılıkları ve Umumi Disponibilite uygulamalarında önemli değişiklikler yapılarak bankaların yasal nedenlerle devlet iç borçlanma senetleri tutma zorunluluğu artırılmıştır. Böylece bankaların portföylerinde bulundurmak zorunda oldukları Devlet İç Borçlanma Senetlerinin miktarları artırılarak ek bir talep sağlanmıştır. Bütçe kanunu çerçevesinde; Hazine'nin Merkez Bankası aracılığı ile yürütülen Devlet İç Borçlanma Senetleri satışının yapıldığı piyasa bono ve tahvillerin birincil piyasası olmuştur. Birincil piyasada ihraç edilen menkul kıymetlerin istenildiği anda nakde çevrilmesine olanak sağlamak, alıcı ve satıcıları rekabetçi bir ortamda karşılaştırmak amacıyla, 17 Haziran 1991 tarihinde İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) bünyesinde, "Tahvil ve Bono Piyasası" kurulmuştur. Bu piyasada Devlet Tahvilleri, Hazine Bonoları, Gelir Ortaklığı Senetleri ve Özel Sektör Tahvilleri alınıp satılmaktadır. Böylece, oluşan ikincil piyasada yapılan bu işlemler daha hızlı ve düşük maliyetle gerçekleştirilerek borçlanma senetlerinin likit kaynak olması sağlanmaktadır. Ayrıca, 1993 yılı başlarında İMKB bünyesinde Repo Piyasası da oluşturulmuştur. Böylece, özellikle, paralarını kısa vadelerde değerlendirmek ihtiyacını duyan kişi ve kurumlara repo veya ters repo mekanizmaları içinde yatırım olanağı sağlanmıştır. Repo işlemleri yatırım araçlarının çeşitliliğini artırmış, menkul kıymet piyasasının para piyasası ile olan ilişkisini daha da güçlendirmiştir. Bankalar, kaynaklarının önemli bir bölümünü Hazine Bonolarına yatırmakta, bu yolla sağladıkları Hazine Bonolarını repo işlemlerinde kullanmaktadır. Repo İşlemleri de bu şekilde önemli bir talep yaratmaktadır. Bütçe Kanunu doğrultusunda Hazine Müsteşarlığı tarafından Merkez Bankası aracılığı ile yürütülen Devlet İç Borçlanma Senetleri satışında ihale, satışa arz, halka arz ve özel amaçlı satışlar olmak üzere dört ana yöntem uygulanmaktadır. İhale yönteminde, borç verenler borç tutan ile istenilen faizi belirten yazılı tekliflerini ihale günü saat 12.00'ye kadar Merkez Bankası (TCMB)'na iletirler. Hazine alınan teklifleri inceleyerek ihaleyi sonuçlandırmaktadır. Satışa arz (TAP) yönteminde Hazinece uzun vadeli değişken faizli tahviller çıkarılıp, TCMB'ca satışı gerçekleştirilmektedir. Halka arz yönteminde satış koşulları Hazinece önceden belirlenerek bankalar ve TCMB Şubeleri aracılığı ile doğrudan halka satılmaktadır. Ayrıca, kamu kurum ve kuruluşlarının görev zararlarına karşılık Özel Tertip Devlet Tahvili de çıkarılmaktadır.
 

KıRMıZı

TeK BaşıNa CUMHURİYET
V.I.P
Türkiye'de Kamu Kesimi İç Borçlanması ve Dışlama Etkisi

Türkiye'de kamu harcamalarının iç borçlanmayla finanse edilmesi durumu çok eskilere dayanmaz. 1923 yılında Cumhuriyetin kuruluşundan sonra iş başına gelen hükümetler, Osmanlı döneminde borçlanmanın olumsuz etkilerinin tazeliği nedeniyle devletin iç borçlanması kadar bütçe açıklarına da "klasik maliye" anlayışı doğrultusunda bakmışlardır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, Osmanlı borçlarının bir bölümünü ödemeyi kabul ederek ağır bir borç yükü altına giren genç Türkiye Cumhuriyeti, ilk borç tahvilini 1933 yılında çıkarmıştır. 1933'lü yıllara kadar öncelikli hedef halkın güvenini kazanmak ve özellikle de bankalar ve diğer sermaye kaynaklarının geliştirilmesi iken, 1933'den sonra ise kalkınmanın finansmanı amacına yönelik olarak iç borçlanmaya büyük önem verilmiştir. İç ve dış borçlar, özellikle alt yapı harcamalarının finansmanında kullanılmıştır Türkiye, 1980 yılı başında istikrar ve yapısal uyum programı uygulamaya başlamış ve 1980'li yılların ortalarına doğru kamu borçlanma gereksinimi önemli miktarda azalmıştır. Bu yıllarda, bütçe açıklarının finansmanında hazine bonosu ve devlet tahvili hükümetlerin tercih ettiği bir finansman aracı olmamış, söz konusu açıklar Merkez Bankası kaynaklarına başvurularak finanse edilmiştir. 1985 yılında iç borçlanma yapmak amacıyla hazine bonosu ve devlet tahvili satışında ihale yöntemine geçilmesiyle Merkez Bankası kaynaklı finansman azaltılmaya çalışılmıştır. 1980'li yılların sonlarına doğru kamu finansman açığındaki artışlar, 1990'lı yıllara gelindiğinde kamu kesimi borçlanma gereğini ve buna bağlı olarak iç borç stokunu artırmıştır. Özellikle 1990 yılından itibaren her yıl iç borç stoku bir önceki döneme göre yıllık ortalama %70-90 oranında artmıştır. Bu durum devletin her geçen yılda kaynak ihtiyacının arttığını ve olağan kamu gelirleri ile karşılanmayan giderlerin borçlanma yoluyla karşılanmaya çalışıldığını göstermektedir. Toplam iç borçlanmalar 1980-1990 döneminde GSMH'ın yıllık ortalama %2,3’üne eşit iken, 1991-1998 döneminde ise bu oran %9'a yükselmiştir. Bu da bütçe açığının finansmanı için, bu dönemde Merkez Bankası kaynaklarından büyük ölçüde yararlanıldığını göstermektedir. 1980-2003 yılları arasında tahvil ve bono ihraç gelirleri toplam borç servisinin ortalama %90'ını oluşturmuştur. Bu durum, yatırımlara tahsis edilebilecek fazla bir bakiye kalmadığını göstermektedir. Burada hatırlatılması gereken bir konu, borçlanmaların servis gerekleri, öbür yılın borçlanmalarının gerekçesini oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, Hazinenin, borçlarını ödeyebilmek için borçlanmak durumunda kalması, bütçe açıklarının sürekliliğinin bir göstergesi olmuştur. Diğer taraftan, 1990'lı yıllarda kamu açığı ve buna bağlı olarak borç stokundaki hızlı artış aynı zamanda faiz oranları üzerinde baskı yaratarak faizlerin yükselmesine neden olmuş, faizlerdeki yükseliş ise devletin borçlanma gereğini olumsuz yönde etkileyerek, iç borç-faiz kısır döngüsüne girilmiştir. Ayrıca, iç borç faiz oranlarındaki yükselişin, özel sektörün yatırımlarını olumsuz etkilediği ve bir dışlama etkisi yarattığı da söz konusudur. Türkiye'de kamu iç borçlanmasının özel yatırım harcamalarını dışlayıp dışlamadığını görebilmek için, rezerv para veya Merkez Bankası parası içinde kamu payının artıp artmadığına bakmak yeterli olacaktır. Eğer kamunun payı artmışsa, Hazine özel kesim fonlarını azaltmıştır diyebiliriz. Türkiye'de Merkez bankasınca verilen özel ve kamu kesimleri arasında rezerv para bileşimi incelendiğinde, kamu kesiminin payının 1980-1983 döneminde azaldığı, ancak bu dönemden sonra sürekli arttığı ve 1992'de üç haneli rakamlara ulaştığı görülmektedir. Bu durum, Hazine'nin rezerv paranın tamamını kullandığı ve hatta ötesine geçtiğini göstermektedir. Finansal anlamda dışlama etkisinin olup olmadığının test edilmesinin bir başka yolu ticari bankaların özel kesime açtığı krediler ile tahvil ve bono stokunun toplam aktifler içindeki payına bakmaktır. 1980-1990 dönemine egemen olan eğilim, banka kaynaklarının giderek azalan oranda özel kesime açılan kredilere yönlendirilmiş olmasıdır. Ancak 1990 yılına gelindiğinde bu oranda bir artış kaydedilerek %52,2 düzeyine ulaşılmıştır. Bundan sonraki dönemde ise bu oran 1997 yılı hariç (%56,2) devamlı düşme eğilimi içine girmiş ve 2002 yılında %20'lere kadar gerilemiştir. Buna karşılık, banka aktifleri içinde devlet tahvili ve hazine bonolarının payının 1980-2002 döneminde düzenli olarak arttığı, %52'den %127'ye yükseldiği görülmektedir. Bu durum, banka kaynaklarından kamu kesimine aktarılan fonlarda nispi bir artış olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca, ticari banka aktiflerinde yer alan tahvil ve bono stokunun özel kesime açılan kredilere oranı dikkatle bakıldığında, bu oranın 1980-1998 döneminde ortalama 0,3 olduğu, ancak 1999 yılından sonra hızla arttığı ve 2001 yılında 1,8 ve 2002 yılında da 2,5’e yükseldiği görülmektedir. Diğer yandan, kamunun en büyük fonlayıcısı olan bankaların aktif büyüklükleri, yıllar itibariyle artış gösterir iken bu durum reel sektöre yansımamış ve verilen ticari kredilerin GSMH'ye oranı yıllar itibariyle sabit bir seyir izlemiştir. Kredi-Mevduat oranlarına bakıldığında da kredilerdeki daralmanın boyutları daha iyi bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 1986'da 100 birim mevduatın 70 birimi kredi olarak reel sektöre aktarılır iken, 2001 yılında ancak 31 birimi reel sektöre aktarılmıştır. Bu durum kamu iç borçlanmasının yarattığı dışlama etkisinin boyutunu açık bir şekilde göstermektedir Özet olarak, Türkiye'de Kamu, yüksek faizli, vergiden muaf ve risksiz borçlanma senetleriyle ekonomideki tasarrufların büyük bir kısmının kamu kesimine akmasını sağlamıştır. Buna paralel olarak, devletin rekabet gücüne zayıf kalan özel sektörün, talep ettiği fonların maliyeti yükseldiği gibi miktarı da azalmıştır. Çünkü Türk mali sisteminde hâkim güç olan bankacılık sektörü mevduat kaynaklarını yüksek getiri sağlayan ve de özel sektöre açacağı kredilere göre avantajlı olan borçlanma senetlerine plase etmeyi tercih etmiş ve özel sektörün dışlanmasına neden olmuştur. Kamu, banka kesimi aracılığıyla özel tasarrufları kamu finansmanı için kanalize ettiği gibi, 1992 uygulanmaya başlanan, halka doğrudan iç borçlanma senetleri satışıyla, özel kesim birimlerinin de tasarruflarına yönelmiştir. Bu şartlar altında özel kesimin dışlama etkisiyle mali piyasalardan dışlanmasının boyutu da büyümüştür.
 

KıRMıZı

TeK BaşıNa CUMHURİYET
V.I.P
SONUÇ

Borçlanma, devletin kamu hizmetlerini finanse etmek için kullandığı önemli kamu finansman araçlardan biridir. Bir kamu finansman aracı olarak, zamanla vergi gibi olağan bir gelir kaynağı haline gelmiştir. Kamu finansman araçlarının dengeli bir şekilde kullanılması, gelişmekte olan ülkelerde, gelişmiş ülkelerden daha hızlı iktisadî büyümeyi sağlamak için, daha fazla önem verilmesi gereken bir konudur. Devlet borçlanmasıyla sunulan mal ve hizmetlerin, bedelinin o ekonomide üretilmesi gerekir. Borçlanmanın kamu finansmanında olağan bir yol olarak kullanılması, aşırı boyutlara varıyorsa, özel ve kamusal ekonomi, borçlanma sonucu yararlandığı mal ve hizmetlerin karşılığını üretmede zorlanabilir. O zaman ekonomik istikrarsızlık etkileri güç kazanır. Devlet, topluma gerçek fayda sağlamak amacıyla borçlanabilir. Her ülkede, zamana ve şartlara göre, devletin borçlanma nedenlerinin bu amaca uygunluğunu değerlendirebiliriz. Devlet borçlarını sınıflandırabilir ve her bir borçlanma türünün, topluma fayda sağlama amacına ne derece hizmet ettiğini inceleyebiliriz. Kamu borcunun iktisadî etkileri hakkında, yine bu yaklaşımla genel olarak karar verebiliriz. Fakat kamu borcu konusunda, her ülke için geçerli, kesin bir yargıya varılması mümkün değildir. Klasik, neoklasik ve yeni klasik iktisadın borçlanmaya pek sıcak bakmadığı ifade edilmiştir. Bu yaklaşımlara göre kamu borcu, sermayenin gelişmesini yavaşlatması riski yüzünden zararlıdır. Özel kesimden çekilen kaynakların verimli yatırımlarda kullanılması ihtimali çok zayıftır. Borçlanma sadece para miktarını değiştirdiği için istikrarsızlık etkileri ortaya çıkmaz, aynı zamanda borçlanma sonrasında halkın likidite tercihleri değişirse de istikrarsızlık görülebilir. Borçlanma ile ortaya çıkacak vergi yükü, gelecek nesillere aktarılır ve tasarruf oranındaki düşüş, kısa dönemde tüketim düzeyinde bir artışa, uzun dönemde ise nüfus başına nispî tüketim azalmasına neden olabilir. Günümüzde yeni klasik iktisat okulu, daha fazla istihdam ve büyüme hayaliyle, Keynesyen iktisadın enflasyon riski taşıyan büyük bütçe açıkları ve yüksek oranlı parasal genişlemede ısrar etmesini yanlış bulur. Bütçe politikasının ekonomik faaliyetleri dengeleyici bir şekilde kullanılmasını, bu denge çarkı kuramının vergiler yönünde değil, sadece bütçenin harcamalar yönünde işletilmesini eleştirir. Keynesyen iktisadın, kamu harcamalarının çoğaltan ve çarpan etkileri üzerine yaptığı analizlerin yanlışlığını vurgular. “Ricardo-Barro Denklik Hipotezi”, borç yükünün gelecek nesillere yansıyıp yansımadığını ve bu anlamda zararlı olup olmadığını değerlendirmek amacıyla iktisat teorisinde birçok kez incelenmiştir. Borçlanma ile verginin ekonomik etkileri açısından aynı olduğu durumu ifade eden malî etkinsizliğin, bir ekonomide hangi şartlar altında geçerli olabileceğini ülke örnekleriyle test eden çalışmalar yayınlanmıştır. İktisat teorisinde varılan sonuç, malî etkinsizlik için borcun reel değişkenleri etkilememesi, yani, borcun parasallaştırılmamasının gerekli olduğudur. Ama buna rağmen, -borç parasallaştırılsa bile- ekonomide monetarist modellere uygun bir yapı varsa ve geçici açıklar söz konusuysa, borç etkisizliği yine kuvvetli bir ihtimaldir. Sürekli borçlanma eninde sonunda, borcun parasallaştırılmasıyla sonuçlanacaktır. Monetarist modellere uygun mekanizmalar, -belki dönemsel olarak- tekrar işlemeye başlayacak, borç reel değerleri etkilemeyecek düzeye çekildiğinde, zayıf sürdürülebilirlik koşuluyla istikrarsızlık etkilerinin devamı mümkün olabilecektir. Malî etkinsizlikten sapma anlamına gelebilecek durumların daha yakından incelenmesi sayesinde, borçlanmanın ne zaman ve nasıl, hangi şartlarda bir iktisat politikası aracı olarak kullanılabileceği sorusu, iktisat teorisyenleri tarafından her geçen gün daha net cevaplanmaya çalışılmaktadır. Enflasyon ile bütçe açıkları ilişkisini test eden iktisat literatürü hâlâ çok karışıktır. Fakat genel kabul gören görüş, bu iki değişken arasında mutlaka birebir ilişki olamayacağı, (ilişki olsa bile birebir değil son derece karmaşık bir ilişkinin olabileceği) görüşüdür. Enflasyon gibi çok karmaşık bir olgunun nedeni, sadece bütçe açıklarına indirgenememektedir. Eğer açıklar, faiz oranlarını arttırıcı etkiye sahipse ve bu etkiyi hafifletmek için parasal tabanın artmasına göz yumuluyorsa borçlanma, enflasyonist baskıya neden olabilir. Ayrıca ulusal paraların aşırı değerlendiği ve ödemeler dengesinin açık verdiği durumlarda da uzun süreli bütçe açıkları, genellikle enflasyonist etkiler doğurur. Çünkü bu son durumda, yine faiz oranları çok yüksektir. Her iki durumda da iç borcun parasallaştırılması gerekmektedir. Büyüme oranı ile DİBS’lerin ortalama reel faiz oranı arasındaki ilişkiye dikkat çekilir. Reel faiz oranı büyüme oranının üzerindeyse, borç stoku her geçen yıl büyüyecektir. O nedenle bütçe açıkları, para basılarak finanse edilmelidir. Tersi söz konusuysa, Borç/GSMH oranı artırılmadan, sürekli borçlanmaya devam edebilmek mümkündür. Bütçe açıkları enflasyonist olabilir, fakat öbür taraftan enflasyonla borç stokunun reel değeri azaltılabiliyorsa, bütçe açıklarının enflasyonist etkileri, bu yolla hafifletilebiliyor demektir. Senyoraj teorisinde, enflasyonun bu amaçla kullanılabilmesi için, ya “beklenmeyen enflasyon” ya da “hiperenflasyon olması” gereklidir. Son dönemde, hızla globalleşen dünyada, iletişim ve haberleşme araçlarının böylesine yaygınlaştığı bir ortamda, “beklenmeyen enflasyonu” devam ettirebilmek artık iyice zorlaşmıştır. Beklenmeyen enflasyon politikaları başlangıçta başarılı gözükse bile, sonradan enflasyon beklentilerinde çok yüksek sıçramalara yol açacağından, yüksek enflasyonun iyice kronikleşmesine neden olacaktır. Borçlanma maliyetleri, yükselen risk primi yüzünden çok fazla artacaktır. Bugünkü iktisadî yaklaşımlar, enflasyon sorunu için alınacak hukuksal yapısal önlemlerin önünü tıkamamaktadır. Vergi reformu, özelleştirme, Merkez Bankası bağımsızlığı gibi alanlarda, hukuksal yapısal önlemler, malî disiplin için özellikle tavsiye edilir. İç borcun bir sınırının olması gerektiği söylenir. 1980’lerden başlayarak, yeni liberal akımların güç kazanmasıyla ve malî disiplin kavramının ön plana çıkmasıyla, pek çok ülkede borç yönetimleri, yeniden hukuksal ve yapısal düzenlemelere tâbi tutulmuşlardır. Borç yönetiminden sorumlu kurumların yetkilerinin sınırlandırılması, inisiyatif alanlarının daha iyi tanımlanması, bu düzenlemelerin en önemli özelliğidir. Günümüzde borç yönetimi kavramı, teknik, hukukî ve politika yönleri olan çok boyutlu bir kavramdır. Bu tezde iç borç yönetimi, malî disiplin kavramının kazandığı önem doğrultusunda incelenmiştir. İç borç yönetiminin, teknik, hukukî ve politika yönü itibariyle geçirdiği değişim, dikkate alınmıştır. İyi bir borç yönetiminin nasıl olması gerektiği sorusu, bu şekilde cevaplanmaya çalışılmıştır. Devlet borçlanmasında hukukî altyapının, zaman içinde iç borçlanmayı kolaylaştıracak şekilde değiştiği ve bu durumun, iç borç sorununun doğmasında önemli bir neden olduğu ifade edilmiştir. Hükümetlerin iç borçlanma konusundaki takdir yetkilerinin genişliği, borçlanma sınırının kesin olmayışı ve bütçe tartışmaları içinde borçlanmaya ilişkin tartışmaların kaybolup gitmesi yüzünden borçlanma denetiminin yetersiz kalması, önemli sorunlara yol açabilmektedir. Son dönemdeki reformların, iç borcun sınırlandırılmasına ve malî disipline yönelik olmasının nedenini, burada aramanın doğru olabileceği sonucuna ulaşılmıştır. İyi bir borç yönetiminin, borç alanla borç veren arasındaki hukuksal ilişkileri, alacaklıların menfaatlerini, malî disiplini sağlayacak şekilde düzenlemesi beklenir. Borç yönetimleri özellikle teknik borç yönetimi açısından nispeten daha güçlüdürler. Bağımsız hareket edebilirler. Fakat hükümetlere tanınan sınırları belli olamayan geniş borçlanma yetkileri, borç yönetimlerinin malî disiplin çabalarını aksatabilmektedir. Dünyada iç borç yönetimlerinde meydana gelen değişikliklerin, borç yönetimlerini bu yolda daha fazla güçlendirme ve malî disiplin için doğrudan hükümetleri harekete geçirme hedeflerine yöneldiği vurgulanmıştır. Sınırları iyi çizilmemiş borçlanma yetkisine sahip hükümetlerden gelen siyasî baskıların, borç yönetimlerinin iyi niyetli çabalarını boşa çıkartabileceğini görmek önemlidir. Bunu farkeden İngiltere, Belçika Yeni Zelanda, Şili gibi ülkelerde, malî reformların başarılı olduğu söylenmiştir. O yüzden iç borç sorununun önlenmesinde malî disiplinin doğru anlaşılmasının çok büyük bir önemi vardır. İkinci bölümün ikinci kısmı, malî disiplin, malî sorumluluk ve malî şeffaflık ilkelerinin nasıl anlaşılması gerektiği sorusuna ayrılmıştır. Bütün bu ilkeler malî istikrar için vardır. Toplumda bir sosyal ahlak sisteminin inşaası ile ilgilidirler. Bütçe birliği ve denkliği, malî kuralların önemi, parasal istikrar, kaynakların doğru tahsisi, üretim ve istihdamın arttırılması, hizmet sunumunda etkinliğin sağlanması sayesinde bir anlam taşıyabilirler. Bütün bu ilke ve kavramların önemine ve birbirleriyle ilişkilerine işaret edilmiştir. Borç sorunu uluslararası bir sorun haline geldiği için, malî disiplini amaçlayan uluslararası standartlar da vardır. Bu standartlara uymanın öneminden söz edilmiştir. Gelişmiş ülkelerde bu önem kolayca anlaşıldığı halde, gelişmekte olan ülkelerde, sorun yine sosyal yapı ile ilgili olduğundan, genellikle bir uluslar arası zorlama gerekebilmektedir. Ama bu zorlama, söz konusu ülkedeki borç sorunu, uluslararası düzeye taştığı zaman olmaktadır. Oysa önceden önlem alınmasının, Türkiye açısından da çok önemli olduğu vurgulanmıştır. Türkiye’de asıl iç borç sorunu, 1980 sonrasında olduğu için, inceleme dönemi olarak 1980 sonrası alınmıştır. İnceleme döneminin bu şekilde tespit edilmesinde, sayısal veri elde etmede ortaya çıkan kısıtlar da etkili olmuştur. Kamu açıklarının ülkelerarası karşılaştırması yapılmış ve veri bulunabilen 50 ülke arasında, 2000 yılı verileriyle, Türkiye’nin liderliğine dikkat çekilmiştir. Sonra Avrupa Birliğine üye ülkeler, gelişmekte olan ülkeler ile Türkiye arasında karşılaştırma yapılarak, Türkiye’de kamu açıklarının çok yüksek olduğuna hükmedilmiştir. Türkiye’de kamu açıkları, Avrupa Birliğine aday ülkeler arasında da en yüksek durumdadır. Kamu borcunun ülkelerarası karşılaştırmasını gösteren grafiklerden hemen hemen aynı sonuçlara ulaşılmıştır. Orta Avrupa ülkeleri, çok borçlu ülkeler arasında gösterilir. Türkiye, iç borçlanma ve toplam borç stoku açısından bu ülkeleri bile geçmektedir. Karşılaştırma yapılan ülkeler arasında enflasyon oranı en yüksek ülkedir. Önce KKBG’nin artışına dikkat çekilmiştir. KKBG’nin hangi bütçelerin açık vermesinden kaynaklandığı ve kamu açıklarını kapatmak için yıllar itibariyle iç-dış borç ve avans yollarının nasıl kullanıldığı incelenmiştir. 1980 sonrasında Türkiye’de kamu açıklarının büyük ölçüde konsolide bütçeden kaynaklandığı ve iç borçlanmayla karşılandığı sonucuna ulaşılmıştır. Konsolide bütçe faiz ödemeleriyle faiz dışı konsolide bütçenin etkileri, ayrı ayrı incelendiğinden, faiz harcamalarının ne kadar önemli olduğu da görülmüştür. Türkiye’de iç borç yükü, stok ve servis cinsinden sürekli artmaktadır. Servisteki artış, çok hızlıdır. İç borç yükündeki artışta, net iç borçlanmadaki artışın önemi üzerinde durulmuştur. İç borç stoğunun türleri itibariyle dağılımı incelenmiş, iç borç yükünü nelerin oluşturduğu ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. 1992’ye kadar konsolide borçların (yani genellikle KİT açıklarının), bu tarihten sonra ise tahvil ve bonoların, iç borç yükündeki artışta önemli oldukları bulunmuştur. Merkez Bankasından doğrudan avansların borç yüküne etkisi, diğerlerine göre çok büyük değildir. Türkiye’de DİBS’ler için ortalama yıllık vade 1999 ve 2000 hariç, bir yıldan kısadır. Borçlanma vadesi, yıl içindeki net borçlanma açısından incelenmiştir. Bir yıldan kısa vadeli borçlanmada, iç borç, devamlı konsolide edilmediği sürece, vade sonunda piyasaya -borç verenlere- ödeme yapılması gerekeceğinden, Türkiye’de iç borç servisinin, likidite üzerinde çok fazla etkili olabileceği düşüncesine ulaşılmıştır. Merkez Bankasından avanslar sınırlansa bile, kısa vadeli yüksek faizli bir iç borçlanmanın iktisadî etkileri, avans kullanımı gibidir. Özel tertip devlet tahvili satışlarını izlemek amacıyla, nakit ve nakit dışı senetlerin net borçlanmadaki payları incelenmiştir. ÖTDT’lerin son dönemde bankacılık sisteminin açıklarını kapamak amacıyla, kamu bankalarına tahvil verilmesi suretiyle arttırıldığı görülmüştür. Türkiye’de net iç borçlanmanın %86’sı tüm bankacılık sisteminden %10’u kamu bankaları dışındaki resmî kurumlardan yapılmaktadır. Banka dışı özel sektörün DİBS talebi sınırlıdır. DİBS’lerde ortalama yıllık faiz, %100’ün üzerindedir. Bu rakam, sadece 2000 yılında %38’e düşmüş olsa da 2001 yılında yine artmıştır. DİBS faizleri, mevduat ve kredi faizlerini etkileyebilmektedir. Bankalar, özel sektöre kredi verme yerine, risksiz ve daha yüksek faizle getiri sağlayan kamu iç borç senetlerine yatırım yapmayı uygun bulmaktadırlar. İç borç faizlerinin yüksek olması, finansal sektörün kredi faizlerini yükseltebilmekte, kredi arzını kısıtlayabilmekte ve kredi mekanizmasının işleyişini bozabilmektedir. Faizlerdeki artışın, üretimi engelleyip engellemediğinin daha dikkatli incelenmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Ardından DİBS reel faizleri ve iktisadî büyüme rakamları karşılaştırılmış, devletin DİBS’lere çok yüksek reel faiz ödediği ortaya çıkmıştır. Reel faizler iktisadî büyümeden daha fazla olduğu için, faiz harcamalarının artışıyla birlikte borç stokunun da arttığı görülmüştür. Reel faizler, faiz harcamaları ile borçlanma arasındaki farkın açılmasına neden olabilir. Bu fark, bir süre sonra, daha fazla net borçlanma ile karşılanamayacak boyutlara ulaşabilir. O zaman, para basılmak zorunda kalınabileceğine işaret edilmiştir. Bu dönem geldiğinde, devletin önündeki birkaç alternatif yola dikkat çekilmiştir. Anapara ödemelerini erteleyebileceği, zorunlu konsolidasyon ve konversiyona başvurabileceği söylenmiştir. Devlet, emisyona önem verebilir. İç borcu tekrar sürdürülebilir duruma getirmek için, dış borç alabilir. Ayrıca devletin bilinçli ya da bilinçsiz, sürekli olarak reel faizleri yüksek tutması halinde ne yapılabileceği sorusu sorulmuş, bu soruyla, faizleri düşürmek için mutlaka alınması gereken yapısal önlemlere işaret edilmiştir. Borçlanma, hem kamu sektörüne hem de özel sektöre çeşitli maliyetler getirir. Kamu sektörüne faiz maliyeti yükler, özel sektörün kredi maliyetlerini arttırır. Türkiye’deki iç borçlanmanın bu maliyetleri azaltıcı nitelikte olmadığına dikkat çekilmiştir. Bu iki maliyet unsurunun dışında, alternatif maliyetler ve dolaylı maliyetlerin de Türkiye’de önemli olduğu söylenmiştir. Devletin eğitim ve diğer sosyal harcamalara yeterince kaynak ayıramaması, özel sektörün yatırımlardan dışlanması, iç borçlanmanın topluma getirdiği diğer maliyetlere örnek gösterilmiştir. İç borç ve faiz oranları ilişkisi, çok çeşitli açılardan incelenmiştir. İç borcun, mevduat ve kredi faizleriyle ve DİBS faizleriyle ilişkisi, başlangıçta ayırt edilmiştir. İç borçlanmanın her geçen yıl artmasının, DİBS faizlerini arttırabileceği tespiti yapılmıştır. Mevduat ve kredi faiz oranlarını etkileyebilecek faktörlere, etkileme mekanizmalarında iç borçlanmanın rolüne dikkat çekilmiştir. İç borcun parasallaştırılması, kaydî para ve para arzının artması, likiditedeki genişlemeler, enflasyon, enflasyon beklentileri ya da riski, kredi piyasasının işleyişinde asimetrik enformasyon ve moral çöküntü durumunun var olması, yüksek faiz düşük kur politikası, ulusal geliri etkileyen dışsal ve içsel şoklar, faiz oranlarını arttırabilir. Para talebindeki artışlar, para talebi fonksiyonundaki kaymalar, paranın dolanım hızındaki artışlar, yeni likit varlıkların ekonomi içindeki paylarının artışı, kredi kartı kullanımının yaygınlaşması, iç borcun ikincil piyasasının geliştirilmesi ve derinliğinin artırılmasına yönelik önlemler, faiz oranlarını düşürebilir. O halde iç borcun bu değişkenlere etkisi ya da bu değişkenlerin iç borcu etkilemesi sonucunda, iç borçla faiz oranları arasındaki ilişkiler şekillenecektir. İç borcun genel olarak mevduat, kredi ve DİBS faiz oranlarını arttırdığı, faiz oranlarındaki artışın da iç borç yükünü ağırlaştırdığı ifade edilmiştir. Hem iç borcun hem de faiz oranlarının, dışsal değişkenler olmadığı vurgulanmıştır. İç borç para arzı ilişkisinde, iki konuya çok fazla önem verilmesi gerektiği söylenmiştir. Yüksek faiz-düşük kur politikası çok abartılmamalı ve paranın politizasyonuna engel olunmalıdır. Para arzı değişkeninin kısmî dışsallığına gölge düşüren durumlar, iç borçla para arzı arasındaki ilişkileri karmaşıklaştırmaktadır. Bu durumların ayırdedilmesine çalışılmıştır. Türkiye’de Merkez Bankası, Hazineye dolaylı olarak kredi kullandırmakta, bu kredilerin geri ödemesi ile gelen kamu kâğıtlarını, bu kez özel sektöre (bankalara) APİ yoluyla kredi vermede kullanmaktadır. Bankalara DİBS verilmekte, karşılığında döviz alınmaktadır. Türkiye’de bu mekanizmanın, para arzının içsel olmasının ve kontrol edilememesinin en önemli nedenlerinden biri olduğu söylenmiştir. İç borcun toplam tasarrufların normal artışını engelleyip engellemediği sorusu, karşı tezlerle birlikte incelenmiştir. Birinci karşı tez, “iç borçlanmanın tasarrufları olumlu etkilediği" tezidir. İkinci olarak “iç borçlanma sonrasında tasarrufların artışının yavaşlamadığı” tezinin, Türkiye şartlarında geçerli olup olamayacağı tartışılmıştır. Türkiye’nin iç borçlanma şeklinin ve diğer makroekonomik göstergelerinin, bu iki karşı tezi, çok güçlü yapmadığı ifade edilmiştir. Sonunda, iç borçla toplam tasarruflar arasında güçlü bir ilişki bulunmayabileceği ya da iç borçların toplam tasarrufların normal artışını engelliyor olabileceği sonucuna varılmıştır. İç borç ve tüketim ilişkilerini değerlendirmede, bu kez, iktisat teorisinden kurgusal olarak biraz daha fazla yararlanılmıştır. Malî etkinsizlik hipotezini Türkiye için test eden çalışmalardan örnekler gösterilmiştir. Bu çalışmaların, “iç borçların tüketimi arttırmadığı tezinin dolaylı olarak doğrulanamadığı sonucunu verdiği” ifade edilmiştir. Bu sonuç, iki türlü yorumlanabilir. Birincisi Türkiye’de iç borç, tüketimi arttırabilmektedir. İkincisi, iç borç, tüketimi etkilemiyor olabilir. Ekonomide istikrarsızlığa karşı, tepki mekanizmaları tam olarak işletilebiliyorsa, bu ikinci yorum, tam doğruluk kazanır. Aksi takdirde, kısmen birinci yorumdan yana olmak gerekebilir. İç borcun yatırımlarla ilişkisi, tasarruf ve tüketimle ilişkilerine bağlı olarak şekillenecektir. Bu konuda, iç borcun özel sektörün üretim maliyetlerini artırıcı etkisi ve dışlama etkisi ön plana çıkarılmıştır. Tasarruf ve tüketimle ilişkilerden elde edilen sonuçlara da işaret edilerek, iç borcun yatırımlarla ilişkisinin Türkiye’de çok iyi olmadığı anlatılmaya çalışılmıştır. Türkiye’de sermaye oluşum sürecinin özellikleri, yabancı sermayenin bu sürece olumlu ve olumsuz katkıları, iç borcun bozucu vergilemeyi teşvik edip etmediği, miktarı, vadesi, faizi, hangi kaynaklardan sağlandığı, nerede kullanıldığı vb. kriterler, yatırımları etkileyebilir. Türkiye’nin bu konulardaki eksiklikleri dile getirilmiştir. Türkiye’de iç borcun, bir yandan enflasyon ve stagflasyonu arttırabileceği ve öte yandan bu iki makroekonomik değişkenden etkilenebileceği gösterilmeye çalışılmıştır. İlişkilerin bire bir olmadığına özellikle dikkat çekilmiştir. Bu amaçla örneğin, enflasyonla seçim arasında kuvvetli bir bağ olabileceği vurgulanmıştır. Türkiye’de enflasyonu ve iç borçlanmayı açıklayan faktörler arasında, politik kurum ve süreçlerin rolünün, aslında hiç küçümsenmeyecek kadar fazla olduğu görüşünün önemine işaret edilmiştir. Çok yoğun bir iç borçlanmanın, vergi sistemini bozabileceği ve kayıt dışı ekonomiyi arttırabileceği iddia edilmiştir. En azından, Türkiye’deki iç borçlanma, kayıt dışı ekonomiyle mücadele edilmesine destek olabilecek ya da bu mücadeleye engel olmayacak boyutlarda değildir.
 

KıRMıZı

TeK BaşıNa CUMHURİYET
V.I.P
İç borç ve döviz kuru, ödemeler dengesi ilişkileri anlatılırken, para ikamesi olgusuna (dolarizasyona) dikkat çekilmiştir. Dövize yönelik yüksek talep, döviz kurunun artışını getirebilir. Dövize endeksli senetler üzerinden iç borcu arttırabilir. İç borç servisi sonucunda piyasaya verilen fonlar sayesinde, dolarizasyon kolaylaşabilir. Gelişmekte olan ülkelerde para ikamesine yol açacak pek çok faktörden ve bunlardan kaçınmanın zorluğundan söz edilmiştir. Türkiye’de para ikamesinin ve döviz kurundaki artışların, senyoraj gelirini azaltabileceği ve bu şekilde dolaylı olarak iç borç gereksinimini yükselteceği dile getirilmiştir. Finansal baskının, bir neden değil aşırı iç borçlanmanın bir sonucu ve bazı durumlarda para ikamesini önlemeyi amaçlayan bir araç, haline dönüştüğüne değinilmiştir. Finansal baskının bir çözüm olmadığı vurgulanmıştır. Ödemeler dengesinin açık vermesi ve kamu finansman dengesinin aksaması halinde, “bilinçli yüksek faiz-düşük kur” stratejisinin, uzun süre devam ettirilmesi sonucunda ortaya çıkabilecek büyük riskler vurgulanmıştır. Sonuçta, iç borç ve döviz kuru, ödemeler dengesi ilişkilerinin daha sağlıklı olması için asıl güvenilir çözümün, finansal yapıları sağlamlaştırmaktan geçtiği söylenmiş; malî reformlarda devletin finansal sektör üzerinde finansal kontrol ve denetleme özelliğini aşan ve finansal baskı niteliğini taşıyan müdahalelerinin yanlış sonuçlar üretebileceğine işaret edilmiştir. Gelir dağılımını, hangi tür özellikleri olan bir iç borçlanmanın bozabileceği de incelenmiştir. Türkiye’deki iç borçlanmanın gelir dağılımını bozabileceği söylenmiştir. Kaynakların giderek artan bir bölümüne devletin iç borçlanma yoluyla el koymasının ve sonra bunu baskı gruplarının etkisi altında yeniden dağıtmasının, gelir dağılımını ne şekilde etkileyebileceği sorusuna dikkat çekilmiştir. “1980 sonrasında gelir dağılımında yaşanan bozulma, acaba piyasa ekonomisine geçildiği için mi, yoksa geçilemediği için mi meydana gelmiştir?” sorusu sorulmuştur. Gelir dağılımı ile borcun sosyal gruplara dağılımı arasındaki ilişkilerin, daha dikkatli incelenmesi tavsiye edilmiştir. Gelir dağılımını iyileştirmeyi amaçlayan bir politika, kamu borcunun sosyal gruplar arasındaki dağılımına dikkat edecek şekilde oluşturulabilir. Aksi takdirde, kamu borcunun azaltılmasından menfaati zedelenecek sosyal grupların tepkisi, bu politikayı uygulanamaz hâle dönüştürebilir. Bu tepkiyi önceden hesap etmek ve kontrol etmek önemlidir. İç borcun vergi gelirleri üzerindeki etkisi, öncelikle iki açıdan incelenmiştir. İç borcun enflasyon artırıcı etkisinin olması halinde, vergi ödeme sürelerindeki gecikmelere bağlı olarak, vergi gelirlerinin reel değerinde azalma yaşanabilir. Buna Tanzi etkisi denir. Tanzi etkisinin yanında, "gelir dilimi sürüklenmesi” olayıyla da karşılaşılabilir. Borçlanma, bozucu vergileme koşullarının devamına katkı yapıyorsa, vergi gelirlerini etkileyebilir. Tasarrufun vergilendirilmesi ve vergi oranlarının arttırılmasının, Türkiye şartlarında vergi gelirlerini ve iç borcu ne şekilde etkileyebileceği de tartışılmış; bu iki yolun pek güvenilir yollar olmayabileceği ifade edilmiştir. Türkiye’de iç borçların iktisadî etkilerini, ekonometrik olarak tespit etmeye çalışan VAR analizi sonrasında ulaşılan sonuçlar, önceki sonuçları desteklemiştir. Bu sonuçlara göre, F testlerinden, iç borçlarla döviz kuru, enflasyon, faiz ve bir önceki dönem iç borç stoku arasında nedensellik ilişkisi bulunmuştur. Döviz kuru ile iç borç stoku arasındaki ilişki tek taraflıdır. Döviz kurundan iç borçlar yönünedir ve bu modeldeki sistem içinde en güçlü ilişkidir. Enflasyon ve iç borç stoku arasında da enflasyondan iç borca, tek taraflı çok güçlü bir ilişki vardır. Döviz kuru ve enflasyon, iktisadî sistemde, bütünüyle yapısal değişkenler olarak görülmektedir. İç borcu, bir önceki dönem iç borçlanması da etkilemektedir. Bu görünümüyle iç borç değişkeni, son derece içsel, yapısal bir değişken izlenimi verir. İç borç, vergi gelirlerini, toplam konsolide bütçe harcamalarını, resmî hesaplarda kullanılan para arzı değişkeni olarak Merkez Bankası parasını ve reel sektör değişkeni olarak sanayi üretim endeksini etkilemektedir. İç borç stoku, vergi gelirleri üzerinde iki şekilde, hem doğrudan, hem de Merkez Bankası parası yoluyla etkili olmaktadır. VAR analizinde, F testlerinden elde edilen bu genel sonuçlar yanında, varyans ayrıştırması ve etki tepki fonksiyonları analizlerinden elde edilen sonuçlar da dikkate alınmıştır. Bu üç tür sonucun birlikte yorumlanmasıyla, tezin önceki kısmındaki bulguları genel olarak destekleyen aşağıdaki bulgulara ulaşılmıştır. VAR analizinden, Türkiye’de iç borç stokuyla mevduat reel faizleri arasında iki taraflı nedensellik ilişkisi bulunmaktadır. Ancak bu nedenselliğin reel faizlerden iç borçlara doğru daha güçlü olduğu söylenebilir. Türkiye’de iç borcun, mevduat faiz oranlarını para arzı üzerinden etkileyebileceği tezi, VAR analiziyle doğrulanamamıştır. Daha önce de işaret edildiği gibi, para talebi fonksiyonunun önemli olduğu anlaşılmıştır. Varyans ayrıştırması ve etki tepki fonksiyonları devreye girince, enflasyon ve iç borç arasındaki ilişkilerin karşılıklı ve çok daha karmaşık olduğu farkedilmiştir. Türkiye’de iç borcun çok yüksek oranda olmamakla birlikte yine de parasallaştırıldığı ortaya çıkmıştır. İç borçlardan sanayi üretim endeksiyle ölçülmüş reel kesime doğru, anlamlı negatif bir nedensellik ilişkisi bulunmuştur. Sanayi üretim endeksini daha pek çok faktörün etkilediğinden hareketle, doğrudan iç borçlardan gelen, güçlü bir reel dışlama etkisinden söz etmemek, daha doğru olur. Bu anlamda, iç borçlarla toplam tasarruflar ve yatırımlar ilişkisinin çok net olmadığı, bu VAR analizinden bir kez daha anlaşılmıştır. İç borçlardan kaynaklanması kuvvetle muhtemel olan finansal dışlama etkisi, iktisadî etkilerin analizi kısmında tartışılan birtakım mekanizmaların tesiriyle, güçlü bir reel dışlanma etkisine dönüşmüyor olabilir. VAR analizine göre iç borç, bütçe harcamalarını artırmaktadır. Varyans ayrıştırması ve etki tepki fonksiyonları da dikkate alınınca, döviz kuru ile iç borç arasında karşılıklı ilişkiler bulunmuştur. Bu sonuç yine, iktisadî etkilerin analizi kısmındakilerle benzerlik arzeder. Yabancı para cinsinden borçlanma, dövize endeksli borçlanma ve kur artışlarının toplam borç stoku üzerinde önemli olduğu anlaşılmıştır. Enflasyonun vergi gelirleri üzerinde güçlü aşındırıcı etkisi (Tanzi etkisi) VAR analiziyle de ortaya çıkmıştır. Türkiye’de iç borçlar, enflasyon ve vergi gelirleri ilişkilerini, bozucu vergileme koşulları çerçevesinde düşünebileceğimiz doğrulanmıştır. Türkiye’de iç borçların sürdürülebilirliği, malî tutarlılık yaklaşımıyla ampirik olarak ölçülmüştür. Türkiye’nin sadece iç borçlar için zayıf sürdürülebilirlik koşulunu sağladığı, fakat güçlü sürdürülebilirlik koşulundan çok uzak olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Türkiye’de iç borçların sürdürülebilirliği, dış borçlanmayla, Merkez Bankası kaynaklarına doğrudan veya dolaylı müracaat etmekle, borcun parasallaştırılmasıyla, emisyonla ve ulusal paranın değerinin aşındırılmasıyla mümkün olabilmektedir. Bu anlamda Türkiye’de iç borçların gerçekten sürdürülebilir olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Malî tutarlılık yaklaşımı, kamu finansmanının bu çok çeşitli yönlerini bir bütün olarak ortaya koyabildiğinden, gelecekte yapılacak çalışmalarda, ödemeler dengesi yaklaşımıyla birlikte kullanılırsa, kamu borcunun sürdürülebilirliği sorununa daha net çözümler bulunabilir. İç borçlar sınırlandırılırken ekonomide kontrolün yitirilmemesi ya da bu sonucu verecek durumlara dikkat edilmesi gerektiği söylenmiştir. İç borcu sınırladığını göstermek için dış borç almak doğru bir yöntem değildir. İktisadi alanda kontrolün tamamen yitirilmesine yol açabilir. Sadece faiz dışı açığın kontrolü de yeterli değildir. Operasyonel açığın izlenmesinin daha doğru olabileceği iddia edilmiştir. Operasyonel açığın kontrol edilmesi sonrasında gelişebilecek tepki mekanizmalarına dikkat çekilmiştir. Bütçenin bir miktar fazla vermesi gerektiği, fakat bunun "güçlü maliye politikası uygulandığı" iddiasıyla fazla abartılmasının, devlet eliyle toplam efektif talebi sınırlama amacına yönelmesinin, kontrolü zedeleyebileceği için yanlış olduğu vurgulanmıştır. Nominal borçlanma stratejisi izlenmesi tavsiye edilirken, uzun dönemde devlete güvenin tesis edilmediği bir ortamda nominal borçlanmada diretilmesinin, ekonomide devletin kontrol görevine aykırı olduğu söylenmiş; bunun gelecekte daha yüksek reel faizlere yol açabileceğine işaret edilmiştir. İç borçların sınırlandırılması için, devletin para basma tekelinin aşırı ve kontrolsüz kullanımına dikkat çekilmiştir. Türkiye'de devletin para basma tekeli sınırlanırsa, paranın politizasyonuna engel olunursa, hem Türk Lirası'nın değer yitirmesi, hem de ulusal rekabet gücünün azalması önlenebilir. Bu amaçla çeşitli yöntemler tartışılmıştır. Tam konvertibl bir para politikasının ya da tam bir para kurulunun uygulanması, Türkiye şartlarında bazı sakıncalar doğurabilir. Bunlar için önce, etkin bir politik süreç ve piyasa denetim sistemi gereklidir. Yarı para kurulu sistemi de ele alınmıştır. Sistemin sakıncaları, uygulanabilirliğin ön koşulları değerlendirildikten sonra, her şeye rağmen bunların tartışılmasının önemine işaret edilmiştir. Farklı zamanlarda hükümet kuran bütün iktidarlar açısından bağlayıcı olan belirli politika kuralları geliştirilmesinin, farklı iktidarlar arasında dinamik bir politika koordinasyonunun oluşturulmasını sağlayabileceği sonucuna varılmıştır. Bunu sağlayabilecek her türlü uygulamanın tartışılması gerekmektedir. Gerek para kuralı uygulaması, gerekse iktisat politikalarının depolitizasyonu amacını taşıyan diğer uygulamalar, hükümetlerin para basma tekelinin zararlı olabilen taraflarını önlemede kullanılmalıdır. Bize göre Türkiye’deki iç borçlanma, pek çok sorunun kaynağı olsa da, aslında devletin borçlanma yetkisinin sınırlandırılamamasının bir sonucudur. O halde Türkiye’de iç borçlanma, ancak devletin borçlanma yetkisinin kontrol altına alınmasıyla sınırlandırılabilir. Türkiye’de borçlanma yetkisinin 1980 sonrasında nasıl bir gelişim gösterdiği, hukuksal ve tarihsel bakış açısıyla, yukarıdaki varsayımımızı desteklemek amacıyla ayrıntılı bir şekilde tartışılmıştır. 1980 sonrası borçlanma politikalarının, büyük ölçüde devletin borçlanma yetkisinin genişletilmesine göre şekillendiği, Türkiye'de iç borç sorununun, borçlanma yetkisinin genişlemesine ve borçlanma politikalarının bu yönde gelişmesine paralel olarak ağırlaştığı gösterilmeye çalışılmıştır. Kamu borcunu sınırlandırmada literatürde tartışılan üç tür yaklaşımın da doğrudan doğruya devlet yetkilerinin kontrol edilmesiyle ilgili olduğuna işaret edilmiştir. Bu yüzden, borçlanma yetkisini sınırlayacak hukuksal ve kurumsal altyapının çok iyi düşünülerek kurulması gerekir. Hukuksal altyapının kurulmasında, hükümetleri gerçekten bağlayıcı türden kuralların kullanılmasının önemine dikkat çekilmiştir. İç borçların sınırlandırılmasına yönelik hukuksal düzenlemeler, yukarıdaki kritere göre yasayla, anayasayla ya da organik yasayla yapılabilir. Türk hukuk sistemine, yasayla anayasa arasında yer alan ve nitelikli çoğunluğu gerektiren, organik yasa düzenlemesinin dâhil edilebileceği önerisinde bulunulmuştur. Bizim önerimiz, TBMM’nin toplantı ve karar yeter sayısının daha da yukarıya çekilmesidir. Organik yasa düzenlemesi sayesinde, TBMM’de nitelikli çoğunlukla karar alınması eğilimi arttırılabilir. Türkiye’de iç borçların sınırlandırılması için kısa dönemde hemen yapılabilecekler de vardır. Türkiye'de devlete borçlanma yetkisi veren kanunların, zaman kaybetmeden bir araya getirilmesi tavsiye edilmiştir. Bütçe kanunuyla borçlanma yetkisi devralınması yönteminin, sürekli borçlanma için uygun bir yöntem olup olmadığı tartışılmıştır. Kısa vadeli, sürekli ve olağan gelir kaynağı haline gelen iç borçlanma, aslında bir tür vergi gibi değerlendirilebilir. Yeni vergi konulması Anayasaya göre yasayla oluyorsa, yukarıda tanımlanan şekilde borçlanma yapılması da, yine ayrı bir yasayla mümkün olabilmelidir. Bütçe Kanunu ile alınan yetki, sadece Hazine işlemlerini kapsamalı, hükümetlerin kısa vadeli borçlanmalarına yönelik olmalı ve amacını aşan bir şekilde kullanılmaması için, Borçlanma Kanununda ve özellikle Anayasada hükümler bulunmalıdır. İç borçlanma yetkisinin gerçek anlamda sınırlandırılması için, Merkez Bankası'ndan dolaylı borçlanmaya ve hükümetlerin dış borçlanmalarına da sınır getirilmesi gerektiği söylenmiştir. O halde Türkiye'de Merkez Bankası'ndan doğrudan ve dolaylı borç almaya, Borçlanma Kanunuyla, sonra Anayasayla, kamu giderlerine ya da kamu gelirlerine bağlı bir üst sınır getirilebilir. Bu sınır, Merkez Bankası yükümlülüklerine bağlı bir üst sınır da olabilir. Bugün doğrudan avansta olduğu gibi, Merkez Bankasından dolaylı borçlanmaya, genel bütçe ödeneklerine bağlı bir üst sınır konabilir. Kısa vadeli finansman araçlarına (bir yıldan ya da dokuz aydan daha az vadeli DİBS’lere, Hazine bonolarına ve Merkez Bankasından kısa vadeli avansa) başvurulması, Anayasayla, “nakit yönetimi amacıyla ve geçici likidite ihtiyaçlarının finansmanı şartına” bağlanarak sınırlandırılabilir. İç borcun sınırlandırılması için prosedürel önlemlerin yanında, oransal sınırlamalar da önerilmiştir. İç borcun toplam miktarına oransal sınır, "bir yıl içinde alınacak iç borçlar, o yılın toplam kamu harcamalarının %20’sini geçemez" şekilde ifade edilebilir. Miktara hukuksal sınır, "iç borçlanma, sadece her malî yıl bütçe görüşmeleri sırasında, TBMM üye tam sayısının salt çoğunluğunun (veya 2/3 çoğunluğunun) kararıyla yapılır ve siyasî iktidarlar burada belirtilen sınırı aşamazlar" biçiminde olabilir. İç borç stoku sınırı ise, "iç borç stoku reel GSMH’nın %20’sini geçemez" şeklinde formüle edilebilir. Dış borç için hukukî sınır, “yıl içinde alınacak dış borcun, sadece yatırım harcamalarında kullanılabileceği” şeklinde yazılabilir. Dış borç stoku sınırı, "dış borç stokunun reel GSMH’nın %40’ını geçemeyeceği" biçiminde konabilir. Borçlanmaya genel sınır, borç stoku sınırı olarak, "toplam borç stokunun GSMH’nın %60’ını geçemeyeceği” hükmünün, Anayasa hükmü haline getirilmesiyle uygulanabilir. İç borcun sınırlandırılmasıyla, hükümetlerin yönetim yetkilerinin azaltılmaya çalışıldığı, devletin güçsüzleştirileceği eleştirilerine karşı, aşağıdaki cevaplara yer verilmiştir: Çoğu zaman, politik sistemin yapısal özelliklerinden doğan sorunlar, yanlış bir şekilde, politik yapıyı daha da karmaşıklaştırılarak ve aynı zamanda siyasî karar mercilerinin yetkileri artırılarak çözülmeye çalışılır. Hükümetler kaybettikleri kontrolü, daha fazla karar inisiyatifini ellerinde toplayarak tekrar geri alabileceklerini düşünürler. Oysa politik kurum ve yapılardaki bu karmaşıklık ve her şeyi kontrol etme isteği, asıl sorunun ve tepkilerin kaynağıdır. Bunu, iç borç özelinde ifade etmeye çalışırsak aslında sorun, hükümetlerin elindeki iç borçlanma yetkisinin çokluğu değil; bu yetkinin nasıl kullanıldığı ve hükmetme davranışının kullanılışında ortaya çıkan yanlışlıkların giderilip giderilemeyeceğidir. Bir taraftan, borçlanma yetkisinin sınırlarının iyi çizilmesi gerekirken, öbür taraftan yönetim yetkilerinin azaltılması değil tam tersine, bütçe karar alma mekanizmalarının merkezîleştirilmesi, bütçenin genellik ve birlik ilkelerinin uygulanması önerilmektedir. Hükümetleri yanlışa iterek güçsüzleştiren, politik yapı içindeki unsurların temizlenmesi amaçlanmaktadır. Bir taraftan kamu bankalarına siyasî müdahaleler, sektörün rekabet, verimlilik, etkinlik prensiplerine göre işlemesini engellerken, öbür taraftan borç yönetimlerinin sürekli olarak bankalardan fon talep etmesi, faizlerin düşürülme çabası içine girildiği dönemlerde, özel bankaların devlete tavır alarak, borç vermeme silahını kullanabilmelerine neden olmaktadır. Finansal sektörde bu silah, devlete karşı güçlü bir şekilde kullanılabildiği sürece, oligopolcü yapının kırılması iyice güçleşmektedir. Devletin, iç borçlanmada problemlere neden olan bir piyasadan borçlanmamak için, öncelikle malî disipline dikkat etmesi gerektiği vurgulanmıştır. İç borcun sınırlandırılmadığı durumda, bankacılık sektörünün uzun vadede başarılı bir performans sergileyebileceğinden, sektörde denetimlerin uzun vadede sıkı bir şekilde devam edebileceğinden kuşku duyulduğu ifade edilmiştir. Malî disipline aykırı olarak işleyen ihale yönteminin, aşamalı olarak kaldırılması tavsiye edilmiştir. Bu arada, finans sektöründe risk yönetimini geliştirici ve özel finans kurumlarının finans sektöründeki payını artırıcı yasal önlemler, teşvik edici kararlar alınması; bankaların sermaye yeterliliğinin arttırılması ve etkin denetime ilişkin Avrupa Birliğinin prensiplerine daha fazla uyumunun sağlanması gerekmektedir. Son dönemde kamu bankalarının görev zararları sorununun nasıl çözüldüğüne de dikkat çekilmiştir. Kamu bankalarının görev zararları, DİBS verilerek çözülmüştür. Devlet, bu senetleri gelecekte parasallaştırma hakkını saklı tutmak istemiştir. Hem iç borç stoku hem de borç faiz yükü çok fazla artmıştır. Finans sektöründe kamu bankaları sorununun hızla çözülmesi, bir taraftan iyi olurken, öbür taraftan izlenen yöntemin biraz tehlikeli olduğuna işaret edilmiştir. Bu yöntem yüzünden, devletin iç borç sorununu çözmek için öncelikle malî disipline dikkat etmesi gerektiği anlayışına aykırı sonuçlar, gelecekte doğabilir. Türkiye’de kamu borçlarının daha iyi izlenmesi için, daha farklı bir muhasebe sisteminin uygulanması gereklidir. Mevcut muhasebe sisteminin geliştirilmesi ve değiştirilmesi için önerilerde bulunulmuştur. Amaç öncelikle iç borç kayıt sisteminin modernizasyonu olabilir. Buna ait çalışmalar, daha fazla kurumlararası koordinasyon ve işbirliğiyle yapılmalıdır. Nakit bazlı muhasebe sistemi, tahakkuk bazlı muhasebe sistemine geçiş yönünde geliştirilirse, bilgisayar ortamında tutulan iç borç hesapları ve alt kalemleri artarsa, daha ayrıntılı tablolar oluşturulur ve malî şeffaflık ilkesi doğrultusunda yayınlanırsa, iç borçlar daha iyi izlenebilir. Tek hesap planı altında devlet hesaplarının bütçe kodlarıyla uyumlu şekilde düzenlenmesi, genel kabul görmüş muhasebe standartlarının devlet hesaplarına da hâkim olması, kamu muhasebesinde geleceğe yönelik önemli hedefler olabilir. Türkiye’de yeni bir muhasebe sistemi getirilse bile, iç borçların sınırlandırılması için malî disiplin çok önemlidir. Malî disiplin sağlanmadan, yeni muhasebe sisteminin tam anlamıyla işlemesinin mümkün olmadığına dikkat çekilmiştir. Kamu finansmanında denetimin arttırılmasına ilişkin önlemler, yeni borç yönetiminin getirilmesi iç borç yönetiminin etkinliğinin arttırılmasına yönelik çabalar ve kurumlararası koordinasyonun geliştirilmesine yönelik girişimler, malî disipline doğrudan doğruya katkı yapacak sonuçlar doğurabilir. Bu ana başlıklar altında önerilerde bulunulmuştur. Hazine Müsteşarlığında kamu borçlarının iç ve dış denetimi daha iyi olmalıdır. İç denetim şimdiye kadar hiç yapılmamıştır. Sayıştay tarafından yürütülen dış denetim ise etkisizdir. Sayıştay bir hesabı reddederse bunun yaptırımı yoktur. TBMM’de yapılan ön denetim ve sonradan denetim de etkinleştirilebilir. Milletvekilleri ya da hükümet, ilave harcama önerilerinde bulunurken, bunu finanse edebilecek gelir kaynağına da işaret ederlerse, bu tür bir hukuksal düzenleme, TBMM’deki ön denetimi büyük ölçüde etkinleştirebilir. Yine hukuksal bir düzenleme ile, Kesin Hesap Kanun Tasarısı reddedilen hükümetin, istifa etmesine yol açabilecek kapılar aralanabilir. İç borç yönetiminin etkinliğinin nasıl artırılabileceği ve yeni iç borç yönetiminin nasıl olması gerektiği tartışılmıştır. Bu başlık altında, borç yönetimlerini hem siyasî alana karşı, hem de iç borç piyasasına karşı güçlendirecek önerilerde bulunulmuştur. İhale yönteminden aşamalı olarak nasıl vazgeçilebileceği sorusu cevaplanmaya çalışılmıştır. Farklı borçlanma yöntemlerinin nasıl kullanılabileceği konusunda öneriler dile getirilmiştir. Bu amaçla değişken faizli ve endeksli tahviller çıkartılması, nominal faizle borçlanma, iskonto usulüyle borçlanma, Repo, ÖTDT uygulamaları değerlendirilmiştir. Bütün bunlardan sonra, DİBS satış yöntemlerinde dengeli bir bileşimin sürdürülmesi ve hiçbir satış yönteminin diğeri aleyhine, stok cinsinden aşırı ölçüde genişletilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Türkiye’de malî disiplin için kurumlararası işbirliğinin artırılması gereklidir. Bu başlık altında, aynı zamanda özel sektörün de desteğinin alınması gerektiği söylenmiştir. Aslında kamu açığının finansmanı amacına yönelik finansal liberalizasyon önlemleri sonrasında, Türkiye’de finansal sektör, son yıllarda oldukça büyümüştür. Bu finansal sektörün elinde büyük bir DİBS stoku birikmiştir. “DİBS ikincil piyasasının geliştirilmesine yönelik önlemler” başlığı altında, özellikle bu senetler konu edilmiştir. DİBS ikincil piyasasının mevcut durumu tartışılmış, bu piyasanın geliştirilmesi için önerilerde bulunulmuştur. İlk olarak, DİBS’lere yönelik düzenli bir tezgah üstü piyasa kurulması tavsiye edilmiştir. Bu piyasa sayesinde, bankaların elindeki senetlerin hareketleri kontrol edilebilir. İkincil piyasaların derinliği, likiditesi ve aynı zamanda piyasada şeffaflık arttırılabilir. Piyasa talebinin spekülatif arz ve talep şartlarının etkisi altında gerçekleşmesi önlenebilir. Bir başka öneri, istikrar programının ilk aşamasında kamu kâğıtlarının bankalar aracılığıyla repo yapılmasının engellenmesi önerisidir. Repo piyasası ilk anda bütünüyle Merkez Bankasının kontrolüne verilebilir. Bu piyasaların düzgün işlemesine yönelik önlemler alındıktan, piyasaların şeffaflığını sağlayacak mekanizmalar hazır edildikten sonra, repo işlemleri tekrar tamamen serbest bırakılabilir. Bir üçüncü önlem olarak, DİBS’lere yönelik, yine İMKB bünyesinde bir vadeli işlemler piyasası da kurulmalıdır. Vadeli işlemler piyasaları gelecekte faiz oranlarına ilişkin belirsizlik ortamını büyük ölçüde azaltabilirler. Yatırımcının yüksek likidite talebini kısmen hafifletebilirler. Piyasalarda beklentilerin kötüleştiği durumlarda bir tür erken uyarı görevi görebilirler. Türkiye’de para arzı ve likiditenin kontrol altına alınması, iç borçların sınırlandırılması için alınması gereken önlemlerden bir diğeri olarak dile getirilmiştir. Bu amaçla, sıcak paranın kısmen kontrol edilmesi, malî yapıların sağlamlaştırılması, malî şeffaflığın arttırılması önerilmiştir. Paranın politizasyonuna ve iç borcun periyodik olarak parasallaştırılmasına karşı, yasal sınırlamalar gerektiği söylenmiştir. Para arzı artış hızının GSMH artış hızını aşmamasına yönelik Anayasada (yada organik yasada) bir hükmün yer almasının, aşırı para arzı artışlarını sınırlamada etkisinin olabileceği iddia edilmiştir. Merkez Bankası davranışının, likiditeyi ne şekilde etkilediğine de dikkat çekilmiştir. İç borçların sınırlandırılması için, kamu harcamalarında verimlilik ve denk bütçe önerilmiştir. Yeterli kamu hizmetleri ve sosyal güvenlik hizmetlerinin kesintisiz sürmesi için kamu harcamalarının arttırılmasının bir ön koşul olmadığı söylenmiş, daha önemlisi kamu harcama bileşiminin iyi olması gerektiği iddia edilmiştir. Bize göre gelecekte denk bütçeyle de, yeterli kamu hizmeti verilebilir. Denk bütçe önerisinin Türkiye için ne anlama gelebileceği tartışılmıştır. Denk bütçe önerisi, modern anlamda genellik ve birlik ilkelerinin uygulandığı bütçeler için geçerlidir. Bu yönüyle tüm kamu kesimi bilançosunun denkliğini ifade eder. Öneri, hem harcama hem de gelir yönünde pek çok düzenlemeyi ve hazırlığı gerektirir. Türkiye’nin bir anda denk bütçe uygulamasına geçmesi tavsiye edilmemiştir. Denk bütçenin harcama kanadı için şu şekilde bir öneri vardır: Ekonomik istikrarı gerçekten sağlama niyetindeki bir hükümet, “herhangi bir malî yıl boyunca, toplam harcamaların toplam gelirleri aşmayacağı” şeklindeki bir kuralı, istikrar programının temel kurallarından biri haline getirebilir. Türkiye’de bu kural, bir malî reform yasasında düzenlenebilir. Kamuoyu desteği ve baskısıyla bu kural, bir Anayasa kuralı haline getirilmelidir. Anayasa hükmü şu şekilde olabilir: “Kamu harcamalarındaki artış yüzdesi GSMH’daki artış yüzdesini geçemez. KİT’ler, Fonlar, Sosyal Güvenlik Kuruluşları ve Mahallî İdarelerin bütçeleri, bu bütçelere ilişkin gerçekçi sayısal verilerle birlikte, kamuoyuna açıklanır ve Anayasada sınırları çizilmiş “olağanüstü durumlar” hariç, herhangi bir malî yıl boyunca, toplam devlet harcamaları toplam devlet gelirlerini aşamaz”. Denk bütçe, bütçe açıkları sınırlanarak da sağlanabilir. Onun için şu şekilde bir öneride bulunulabilir: “Bütçe açıkları/GSMH oranı, yüzde 3’ü ve bütçe dışı kamu kesimi gelir ve harcamalarının da içerildiği kamu kesimi açıklarından doğan KKBG’nin GSMH’ya oranı, yüzde 4’ü aşamaz. Yıllık Bütçe Kanunu teklifleri, bu açık oranına bağlı olarak hazırlanır ve TBMM tarafından onaylanır. Bütçe uygulamaları ve bütçe dışı kamu kesiminin hesap durumları, Maliye Bakanlığı tarafından, üçer aylık dönemler itibariyle TBMM’ye izleyen ay sonu sunulur. Yıl içinde ara dönemlerde Anayasal sınırların aşılması halinde, hükümetin yılın geri kalan dönemleri için harcama yetkileri, açık sınırlarına geri dönülene kadar, TBMM tarafından kısıtlanır. Hükümet, mevcut vergi oranlarını arttırmadan, yeni reel gelir kaynakları oluşturarak, bütçe açıklarının limitler içine alınmasıyla yükümlüdür. Bu maddede öngörülen bütçe açığı oranı, savaş ve olağanüstü hal ilan edildiği dönemlerde TBMM kararıyla uygulanmayabilir.” Denk bütçe ile kamu harcamalarının verimliliği, birbirini tamamlayan iki olgudur. Bu iki olguyu bir arada değerlendiren önerilerde de bulunulmuştur. Denk bütçe ilkesini bozmadan, tüm kamu kesimi bilançosu içinde, kamu harcama bileşimini tekrar düzenlemek, yatırım harcamalarının verimli olup olmadığını sürekli sorgulayacak bağımsız mekanizmalar getirmek ve yerel yönetimlerin yatırımlarda kullanmak üzere harcayacakları fonları arttıran bir yerel yönetim reformu uygulamak, Türkiye’de kamu harcamalarında verimliliği arttırabilir. Yerel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, yerel yönetim bütçelerinin “denk bütçe” olması için bir başka yol olabilir. Muhasebe anlamında bütçenin birlik ilkesini bozmayan, ayrı bir yatırım bütçesi, Türkiye için iç borcun sınırlandırılmasının ilk aşamasında sonradan kaldırılmak üzere önerilebilir. Bütçede genellik ve birlik ilkelerini bozan uygulamalara son verilebilir. Örneğin bütçe dışı fonların kaldırılması yönündeki girişimler, bu açıdan olumludur. Sıfır tabanlı bütçeleme ve performans bütçe anlayışları çerçevesinde bütçeler hazırlanabilir. Bütçe uygulama süreci kesintiye uğramamalıdır. Önceki yıldan kendisine ayrılmış ödeneği bir kamu kurumu, sonraki yıl da kullanabilmelidir. Bu düzenleme, kamu harcamalarında israfları azaltabilir. Satın alma, ihale sistemi, teşvik sistemi, Devlet İhale Kanunu ve diğer malî kanunlar, şeffaflık, daha rekabetçi olma ve uluslararası standartlara uyum açısından gözden geçirilebilir, değiştirilebilir. İç borçların sınırlandırılması için, optimal vergileme yaklaşımı tartışılmıştır. Konu, öncelikle denk bütçe önerisinin gelir tarafını ilgilendirir. Optimal vergilemeye uygun bir vergi yapısı kurulmasının, kamu gelir elde etme sisteminin verimliliğini artırabileceğini ve dolayısıyla iç borçların sınırlandırılmasına katkı yapabileceğini düşünüyoruz. Aynı zamanda, borç yönetiminde alınacak önlemler, optimal vergilemeyi destekler nitelikte olursa, optimal vergileme ile borç yönetimi ilişkisi kurulursa, iç borçların sınırlandırılması daha kolay olabilir. Geleneksel optimal vergileme teorisinin, son yıllarda bu yönde genişlediği ifade edilmiştir. “Vergi miyopluğu” ve “bozucu vergileme” koşullarının Türkiye için geçerli olduğu söylenmiştir. Türkiye’de bozucu vergileme yüzünden devlet, vergi kaçıranların üzerine sert bir şekilde gidememektedir. Optimal vergileme, vergi gelirlerinin artırılmasına yönelik bir yaklaşımdır. Fakat vergi gelirlerinin artırılmasını, vergi yükünün adil dağıtılmasına önem vererek ve özellikle ücretli kesim üzerindeki vergi oranlarını artırmaktan kaçınarak yapmaya çalışır. Bozucu vergileme ise, vergi gelirlerini artırmak için vergi oranlarını artırmayı tercih edebilir. Bu ayrıma dikkat çekilmiş ve devletin verimsiz gelir elde etme sisteminin, gelecekte kamu açıklarını tekrar üretmeyecek şekilde verimli bir hale getirilmesine önem verilmesi gerektiği söylenmiştir. Türkiye’de, açık finansmanın sürdürülmesi yerine, bozucu vergileme koşullarının giderilmesi yöntemi izlenmelidir. Politik belirsizlik ve polarizasyon gibi, Türkiye’de optimal vergilemenin izlenmesini zorlaştıran faktörlerden söz edilmiş, fakat buna rağmen, optimal vergilemenin Türkiye için dikkate alınması gereken bir yaklaşım olduğu vurgulanmıştır. Politik belirsizlik ve polarizasyon, kamu borcunu artırır ve bozucu vergileme koşullarının sürmesinde dolaylı olarak etkili olur. Optimal vergileme konusunda son olarak aşağıdaki önerilerde de bulunulmuştur: Türkiye’de toplam kamu gelirlerinin GSMH’ya oranının %30’u aşmaması ve maksimum vergi oranlarının buna göre düzenlenmesi sağlanabilirse, bozucu vergilemenin önlenmesi belki mümkün olabilir. Optimal vergileme yaklaşımı, tasarruf oranının genel olarak düşük kaldığı gelişmekte olan bir ülkede, iki ya da üç dilimli, fakat marjinal vergi oranı sıfır olan bir vergi tarifesi (tax smooting) önerir. Kısmî düz oranlı vergi yapısının, Türkiye koşullarında, artan oranlı bir vergi yapısından “daha optimal” olup olmayacağı da tartışılabilir. Tartışmaya hukukî bir boyut katılarak, Anayasanın öncelikle 73. maddesinin, optimal vergileme önerileri doğrultusunda değiştirilebileceği önerisinde bulunulmuştur. Türkiye’de iç borçların sınırlandırılması için, aslında özel sektöre de çok büyük sorumluluk ve rol düşmektedir. Hükümetlerin, iç borçların sınırlandırılmasında sürekli kararlı ve etkili davranabilecekleri varsayımı, politik belirsizlik ve bölünmüşlüğün hâkim olduğu bir yapı içinde, pek fazla güvenilir bir varsayım olmaktan çıkmaktadır. Özel sektör, öncelikle siyasî karar alma mekanizmalarının daha iyi işlemesinde, işletilmesinde etkili olabilir. İdarî eylem ve işlemlerde daha fazla şeffaflığın sağlanması, hukuk devleti ilkesinin gereği gibi çalışması, özel sektörün katkısını gerektirir. Aynı zamanda iç borçların sınırlandırılmasıyla ilgili yasa ve Anayasa değişikliklerinde özel sektör, yönlendirici olabilir. Artan işsizlik oranına rağmen, devlet kadrolarında istihdamı arttırmak için baskı yapmayan, devleti bir kazanç kapısı olarak değil, hizmet aracı olarak gören bir anlayışla özel sektör, toplumda devletin bir hizmet aracı olduğu fikrinin yerleşmesine çalışmalıdır. Ulusal işgücünü, özel sektör şartlarına göre eğitirse ya da bu alana destek verirse, devletin her türlü yanlışına rağmen geleceğini, özel yatırımları arttırmada gören anlayış içinde olursa, özel sektör, gelecekte büyük bir avantaj elde edebilir.
 
Top