F, G
Fener Rum Patrikhanesi
Ortodoks kilisesinin başpiskoposluğu. İstanbul’da Fener semtindeki Aya Yorgi kilisesinde bulunduğu için Türkiye’de Fener Rum Patrikhanesi adıyla anılmaktadır.
Birinci Constantinus’un (306-337) Roma İmparatorluğunun başkentini Roma’dan Bizans’a taşıması ve şehre Konstantinopolis (İstanbul) adını vermesiyle buradaki kilise başpiskoposluk mevkiine yükseldi. Böylece Bizans’ın daha önce bağlı bulunduğu Herakleia Perinthos Metropolitliği de Konstantinopolis’in yetki alanına girdi. Altıncı asırda piskoposun resmî ünvanı “Yeni Roma (Konstantinopolis) Başpiskoposu” ve “Ekumenik Patrik” idi. Hıristiyanlık Doğu Avrupa’nın büyük bölümüne (Bulgaristan, Sırbistan, Romanya, Rusya) Konstantinopolis’ten yayıldı. Bilhassa Osmanlıların akınlarına hedef olmaya başladıktan sonra zaman zaman bâzı Bizans imparatorlarının Doğu ve Batı kiliselerini birleştirme teşebbüslerine patriklik şiddetle karşı çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul’un fethini gerçekleştirdiği sırada, son Patrik İkinci Athanasios, iki kilisenin birleşmesine karşı çıktığı için görevi bırakmış ve yerine tâyin yapılmamıştı.
Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u aldıktan ve Ayasofya’yı da câmiye çevirdikten sonra Ortodokslara dînî hayatta serbest olduklarını, bir patrik seçerek patrikhânenin faaliyete geçirilmesini bir fermanla bildirdi. Fermanda patrikhâneye çok geniş haklar tanınıyordu. Fâtih’in hiçbir mecburiyeti yokken onlara bir takım dînî imtiyazlar tanımaktaki gâyesinin; doğu ve batı kiliselerini birbirinden ayırmak olduğu belirtilmektedir. Esâsen, ikiye bölünmüş bir Hıristiyanlığı bu siyâsetiyle devam ettirmek istedi tezi akla ve mantığa uygun geldiği için kabul edilmektedir. Halbuki İslamiyetin müdafii olarak hareket eden ve hazreti Peygamberin müjdesine mazhar olan Fâtih Sultan Mehmed’in burada insana insan olma bakımından verdiği değer ortaya çıkmaktadır. O târihe gelinceye kadar hiçbir hükümdara nasip olmayan ve bugün için dahi uygulanması mümkün görülmeyen bu büyük toleransı ile Fâtih, insanlığın en yüksek mertebesine erişmiş hârikulâde bir şahsiyettir.
Patrik makamı, 1453-56 yılları arasında bugünkü Fâtih Câmiinin bulunduğu yerdeki Havâriyyûn Kilisesinde, 1456-1587’de ise Manastır kilisesinde kaldı. Buranın Fethiye adıyla câmiye çevrilmesinden sonra Fener’de Panakgia kilisesine (1587), buradan Balat’taki Hagios Dimitrios kilisesine (1597) ve son olarak da günümüzdeki patrikhânenin bulunduğu Aya Yorgi kilisesine taşındı (1601).
On yedinci yüzyıldan itibaren bâzı patriklerin siyâsetle uğraştıkları ve merkezî otoriteyi sarsıcı hareketlerde bulunmaları üzerine patrikhânenin haklarına kısıtlama getirildi. Devlete karşı tutum ve davranışları sebebiyle Patrik Porthenios IIIve Patrik Gregorios II asıldılar. 1821’de ise, Yunanistan’ın bağımsızlığı için ayaklanan Rum çetelerine para ve silâh yardımında bulunan ve Mora Ayaklanmasını açıktan açığa kışkırtan Patrik Gregorios, İkinci Mahmud Hanın emriyle patrikhânenin orta kapısında îdâm edildiler. Patriğin göğsüne asılan yaftada kendilerine bahşedilen imtiyazlar belirtildikten sonra; “Allah tarafından müeyyed ve bekâsı, Âyât-ı semaviyye ile sâbit bulunan din ve devlet” aleyhinde işlediği hıyânetler sayıldıktan sonra, başkalarına da ibret olsun diye idam edildiği ifade ediliyordu. Bu târihten îtibâren patrikhânenin ana giriş kapısı devamlı kapalı tutuldu. Rumlar hâlâ bu kapıyı intikam hissi ile kapalı tutmakta ve burada bir Türk büyüğü asılmadıkça açmayacaklarını ifade etmektedirler.
1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra patrikhane her geçen gün Yunan hükümeti ile işbirliğini arttırdı. Osmanlı topraklarında yaşayan Rumları pâdişâha ve idareye karşı devamlı kışkırtmaya çalıştı. Pâdişah aleyhinde çalışan gizli cemiyetleri destekledi. Birinci Dünyâ Savaşından sonra (1918) Türk topraklarının bir bölümünü Yunanistan’a bağlamak ve Bizans’ı yeniden diriltmek gâyesiyle harekete geçti. Bu amaçla Rum Matbuat Cemiyeti, Rum İttihadı Millî Cemiyeti, Etniki Eterya, Rum İzcilik Teşkilâtı, Rum Küçük Asya Cemiyeti ve Rum Trakya Cemiyeti gibi kuruluşları maddî bakımdan destekledi. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgâli üzerine, patrikhâneye Bizans’ın çift başlı kartal armasını taşıyan bayrağı çekildi. Ayrıca Ayasofya’yı da ele geçirip kubbesine çan ve kapısına Bizans bayrağı asmak isteyen patrikhâne, Sultan Vahideddîn Hanın özel muhafız birliğini buraya yerleştirmesi üzerine bu arzusuna kavuşamadı.
Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra Patrik Doroteos ile patrikhânenin önde gelen din adamları Yunanistan’a kaçtılar. Türk milleti zor gününde kendisini arkadan hançerleyen patrikhânenin artık ülke sınırları dışına çıkarılmasını istiyordu. Nitekim Lozan görüşmeleri sırasında Türk murahhas heyeti, patrikhânenin artık İstanbul’da kalamayacağını kesin bir dille ifade etmişti. Buna rağmen İngiliz diplomatı Lord Gürzon’un İnönü ve Rızâ Nur’la görüşmesinden sonra patrikhânenin Türk topraklarında kalmasına müsâade edildi. Bu muahedeye göre patrikler TC uyruklu olarak ve Sen Sinot Meclisince seçileceklerdi.
1987’de patrikhâneye bağlı dört metropolitlik (Kadıköy, Adalar, Terkos, Bozcaada ve Gökçeada), 61 Rum Ortodoks kilisesi, 11 Rum manastırı faaliyet hâlindeydi.
Garb Ocakları
Osmanlı Devletinin Kuzey Afrika’daki üç eyâleti; Tunus, Cezâyir ve Trablusgarb’a verilen ortak ad. Bunların muhtar bir idâreleri vardı.
On altıncı yüzyılda Kuzey Afrika kıyılarında, batıdan Portekizlilerle İspanyolların, doğuda da Osmanlıların katıldıkları büyük bir nüfuz mücâdelesi vardı. Türkler ilk defâ olarak 1516’da Oruç Reis komutasında, İspanyollara karşı üstünlük kurarak Cezâyir’e ayak bastılar. Cezâyir bir aralık Tunus beyinin eline geçmiş ise de, 1525’te Hızır (Barbaros) tarafından geri alınmıştı. Akdeniz’i İspanyol gemilerine dar eden Hızır Reis, 1533’te Kânûnî Sultan Süleymân Hanın dâveti üzerine İstanbul’a gelerek Osmanlı Devletinin hizmetine girdi. Büyük Türk denizcisi, Cezâyir beylerbeyi hil’atini giyerek kaptan-ı deryâ unvânını aldı. Aynı yıl İstanbul tersânelerinde Barbaros Hayreddin Paşaya verilmek üzere 61 parça gemi inşâ edildi. Böylece daha da güçlenen Barbaros, 1551’de Trablusgarb’ı, 1574’te de Tunus’u ele geçirerek Osmanlı hâkimiyeti altına aldı.
Osmanlı Devletine katılan diğer yerlerde olduğu gibi, bu üç Afrika ülkesinde de başlangıçta klâsik eyâlet teşkilâtı kurularak, sâlyâneli birer beylerbeylik hâlinde doğrudan doğruya merkeze bağlanmışlardı. Sâlyâne yâni yıllıkla idâre olunan eyâlet ve sancakların bütün vâridâtı kendi hazîne yetkilileri tarafından tahsîl olunup, beylerbeyi ile sancakbeylerine ve kul (maaşlı asker) sınıfına hâsıl olan vâridâttan maaş verilir ve fazlası hazîneye gönderilirdi.
Cezayir Ocağı
Barbaros Hayreddîn Paşanın Osmanlı Devleti hizmetine girmesiyle idâresinde bulunan Cezayir, beylerbeylik olarak kendisine verilmişti. Şehrin muhâfazası için de İstanbul’dan 2000 kadar yeniçeri gönderilerek Cezayir Ocağının temeli atıldı (1533). Bu miktar daha sonra 20.000’e kadar yükseltildi.
Bu kuvvetler Cezayir’de Kasriyye denilen yedi kışlada bulunurlardı. Teşkilâtları yeniçerilerin bölük teşkilâtının aynı olup, bütün zâbitlerinin üstünde en büyük zâbit olarak yeniçeri ağası vardı. Cezayir Ocağında yeniçerilerden başka Türklerden müteşekkil süvâri bölükleri ile yerlilerden kurulu Mahazin adında başka bir atlı kuvveti de bulunuyordu. Cezâyir’de biri beylerbeyine ve diğeri yeniçeri ağasına âit olmak üzere Paşa ve Ağa dîvânları vardı. Kerrase denilen Paşa Dîvânı; hazînedâr (defterdâr), vekilharc (gümrük emîni), emîr-i âhûr, beytülmâlci, azab ağası, kâdı ve yeniçeri ağasından müteşekkildi. Paşa Dîvânı eyâlet işlerine ve Ağa Dîvânı da yeniçeri ocağı işlerine bakarlardı. Ancak Ağa Dîvânı 1618’den îtibâren hükûmet yâni beylerbeyine âit işlere karışmaya başlayınca, vâlilerin nüfûzu kırıldı. Çok kısa süren bu durumdan sonra reislerin 1671’deki tekrar iktidârı almaları ile “dayılık devri” başladı.
İlk dayılar denizciler tarafından seçildiği hâlde, bir süre sonra yeniden kuvvet kazanan ocaklılar, seçimi kendileri yapmaya başladılar. Cezayir’de 18. yüzyılda vâlilerin hiçbir hüküm ve nüfûzları kalmadı. Dayının bir meclis tarafından seçilmesi usûlden ise de çok defâ buna uyulmazdı. Dayının, vâli ve kendisini seçen meclisle iş görmesi îcâb ederken, dayılar mevkilerini sağlamlaştırdıktan sonra kâideye riâyet etmez oldular. Bu bölünme ve merkeze riâyetsizlik 17. yüzyılda Cezayir Ocağının donanmasının güçten düşmesine sebebiyet verdi.
Nitekim 18. asrın ilk yarısında Cezâyir donanması yirmi kadar gemiye sâhipti ve bu devirde evvelce yirmi bin olan Cezayir yeniçerileri de beş bin hattâ iki bine kadar düştü. Bu durum, Cezayir’in 1830 yılında Fransızlar tarafından işgâl edilmesine kadar sürdü. Son dönemde artık beylerbeylik makâmı tamâmen kalkmış, ülke üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti yeni seçilen dayıya hil’at ve fermân göndererek onun memuriyetini tasdik etmekten ibâret kalmıştı. Böylece hukûken Osmanlı topraklarından sayılan ve Osmanlı Devletinin Akdeniz’de giriştiği deniz savaşlarına katılan Cezayir’in dayıları, zaman zaman bağımsız bir devlet başkanı gibi hareket etmek, hattâ dış devletlerle ayrı ayrı antlaşmalar imzâlamak imkânı bulmuşlardı.
Tunus Ocağı
Tunus 1534’te Barbaros Hayreddîn Paşa tarafından Benî Hafs Hânedânının elinden alınarak Osmanlı ülkesine katıldı. Başlangıçta Cezâyir beylerbeyliğine bağlı olarak idâre edilen Tunus, 1573 yılında doğrudan doğruya beylerbeylik yapıldı ve idâresi Haydar Paşaya verildi.
İnebahtı bozgununu müteâkib Tunus, Haçlı donanması komutanı Prens Donjuvan tarafından 1573’te işgâl edildi. Ancak Yemen fâtihi meşhur Sinân Paşa ertesi sene donanma ile gelerek Tunus’u geri aldı ve şehrin muhâfazası için de dört bin yeniçeri bıraktı. Tunus’un tekrar zaptından sonra daha güneyde ve sâhile yakın olan Kayrevan Hâkimi Şeyh Abdüssamed, 1586’da Osmanlı Devletine itâat ederek, kaleyi ve elindeki bütün toprakları Tunus beylerbeyine teslim etti.
Tunus’ta beylerbeylik dönemi 1594’te yeniçerilerin ayaklanarak kendi bölükbaşılarından birini üç yıl için dayı seçmeleri sonucu son buldu. Başlangıçta seçimle işbaşına gelen dayılar, bir müddet sonra Osmanlı hükûmetinin denizcilerden birini verâset yoluyla dayı atamaya başlamasıyla babadan oğula geçer bir duruma geldi.
On yedinci asırda Tunus’un idâresi görünüşte beylerbeyi emrinde ise de, Emîr-ül-Evtan denilen Vatan Sancakbeyinin, yâni üç kişinin elindeydi. Bu üçlü kuvvetin nüfûz mücâdelesi Tunus’un idârî ve iktisâdî gücüne önemli ölçüde darbe vurdu. Osmanlı pâdişâhları bunlara devamlı nasîhat yollu fermanlar göndermiş ise de bunlara uyan çıkmamıştı. 1705 yılında Hüseyin bin Ali dayılık yönetimine son vererek idâreyi tek elde topladı. Bu yeni durum Hüseynî Sülâlesinin idâre dönemi olarak Tunus’un 1881 yılında Fransız istilâsına kadar sürdü.
Trablusgarb Ocağı
Rodos 1522’de Osmanlılar tarafından fethedilince, kalede bulunan Sen Jan şövalyeleri buradan çıkarak Trablusgarb’a yerleşmişler ve burasını kendilerine üs yapmışlardı. 1551 yılında kaptan-ı deryâ Sinan Paşa ile Turgut Reis’in Trablusgarb’ı fethetmesine kadar sürdü.
Trablusgarb fethedildikten sonra, eyâlet olarak, Turgut Reis (Paşa) idâresine verildi. Turgut Paşa Malta muhâsarasında şehid düşünce, bir aralık Cezayir’e bağlanan Trablusgarb, sonra tekrar ayrıldı. Ancak 1609’da dayılık usûlünün, diğer ocaklarda olduğu gibi, Trablusgarb’da da kabûlü, beylerbeylik sisteminin eski otoritesinin kaybına sebeb oldu. 1711 yılında Karamanlı Ahmed Bey, hem dayı hem de paşa olarak, Trablusgarb’ın idâresini eline geçirince, bölgede Karamanlı Sülâlesinin hâkimiyet devri başladı ve 1835’e kadar devâm etti. Bu esnâda bir beyin ölümünden sonra yenisi, ulemânın ve halkının tasvibi de alınmak sûretiyle, askerler tarafından seçiliyor ve seçimin Osmanlı pâdişâhı tarafından tasdik edilmesi gerekiyordu. On dokuzuncu yüzyıl başlarında âile arasında beylik çatışmaları kanlı bir safhaya girdiğinden, Osmanlı hükûmeti 1835 yılında müdâhalede bulunarak, Trablusgarb’ı tekrar, bir eyâlet olarak merkeze bağladı. Böylece kuvvetli bir idâreye kavuşan Trablusgarb’ın elden çıkması, Cezayir ve Tunus kadar kolay olmadı. Ancak Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın 1908’de tahttan indirilmesinden sonra, Osmanlı Devletinin içine düştüğü bunalımlı devreden istifâde ile İtalyanlar kaleyi işgâl ettiler (1912).
Garb Ocaklarının, 1580 yılına kadar bir mal defterdârı bulunuyordu. Cezayir’in uzaklığı sebebiyle bu târihten sonra oraya ayrı bir defterdâr tâyin olunmuştu. Garb Ocakları yıllıklı (sâlyâneli) eyâletlerden oldukları için her beylerbeylik masrafları çıktıktan sonra devlet hazînesine yirmi beş bin altın gönderiyordu.
Garb Ocaklarının her birinin donanma kuvveti mevcuttu. Bu üç eyâletten, en kuvvetli donanmaya sâhib olan Cezayir eyâletiydi. Bunların geçimleri korsanlık ve muhârebeye dayandığından mükemmel donanmaları vardı. Cezayir donanmasının faâliyeti yalnız Akdeniz’e münhasır değildi. Bunlar, Cebelitârık (Sebte Boğazını) aşarak Kanarya Adaları, İngiltere, İrlanda, Flemenk, Danimarka ve hattâ İzlanda Adasına kadar donanma akınlarını uzatmışlardı. Büyük Britanya Adası civârındaki Lundy Adasını zaptederek bir müddet oturan Cezâyirliler, daha sonra adayı İngiliz korsanlarına yüklü bir para mukâbilinde satmışlardı.
Garb Ocakları donanmaları Osmanlıların bütün Akdeniz muhârebelerinde Osmanlı donanmasıyla birlikte bulunmuşlardır. Lüzûmu hâlinde bu üç ocağa ilkbaharda donanmaya katılmaları için pâdişâh tarafından ferman gönderilir, onlar da gemi reisi olan ve dayı denilen başbuğları ve çeşitli kadırga ve kalyonlarıyla sefere katılırlardı.
Garb Ocakları iki-üç senede bir pâdişâha hediyeler takdim ederler, buna mukâbil tersâneden gemi levâzımı, top, barut ve hattâ gemi tedârik ederlerdi. Bunların İstanbul’daki bütün işleri kaptanpaşa vâsıtasıyla görülürdü.
On yedinci yüzyıldan îtibâren yöneticilerinin çoğu ecnebî devletlerle antlaşmalar yapar ve mektuplaşırlardı.
Gelibolu Acemi Ocağı
Gelibolu’da kurulan ilk acemi ocağına verilen ad. Gelibolu Acemi Ocağı, Birinci Murâd Han zamânında kuruldu.
İlk acemiler, harpte esir edilen kuvvetli ve dinç gençlerden teşekkül ederdi. Bunlar, Gelibolu ve Çardak arasında sefer yapan gemilerde hizmet görürler ve günde bir akçe alırlardı. On sene kadar bir hizmetten sonra Türkçeyi ve Türk âdetlerini de öğrenip, iki akçe gündelikle yeniçeri ocağına kaydedilirdi. Acemi oğlanlara ilk önceleri sarı renkte sivri uçlu serpuş giydirilirdi. Önceleri ocağın başında “Acemi Ocağı Ağası” isminde birisi vardı.
İstanbul’un fethinden sonra geniş şekilde bir Acemi Ocağının buraya da kurulması üzerine Gelibolu’daki acemilerin başına “Gelibolu Ağası” denilen bir baş ağa tâyin edildi ve emrine sekiz adet acemi bölüklerine kumandan olmak üzere, çorbacı, yâni bölük kumandanı verildi. Gelibolu Acemi Ocağı Ağası bir yolsuzluğu görülmedikçe ölünceye kadar vazîfesine devâm ederdi. Vefâtı ile yerine birinci çorbacı geçerdi. Fakat İstanbul devlet merkezi olduktan sonra, yeniçeri ocağının ihtiyâr bir yayabaşısının Gelibolu ağalığına tâyini kânun oldu. Ağalık bunlardan başkasına verilmezdi.
Gelibolu Ağasının yevmiyesi sonraları arttırılarak yirmi beş akçeye yükseldi. Gelibolu zâbit ve acemilerinin maaşları her ulûfe dağıtımında İstanbul’dan verilmek âdetti. Bunun için nöbetçi bir yayabaşı İstanbul’a gelir, bütün ocağın maaşını alıp, Gelibolu’ya götürürdü.
Yeniçeri ocağına girmek veya bir hizmete verilmek zamânı gelen Gelibolu acemilerinin, ağalarının teklif ve arz etmesiyle kayıt muâmelesi yapılırdı. Bunun için yeniçeri ağasına hükümdâr tarafından hüküm yazılır, o da bu hükme göre Gelibolu acemilerini deftere kaydettirirdi. Yine yeniçeri ağasına yazılan başka bir hükümle de Gelibolu Acemi Ocağındaki münhallere (boş yerlere) Türk çiftçilerinin hizmetlerinden gelmiş olan acemilerden verilirdi. İlk zamanlarda Gelibolu Acemi Ocağının mevcudu dört yüz kadar olup, sonraları bu mikdâr ihtiyâca göre arttırıldı.
Gelibolu Acemi Ocağı acemileri devamlı olarak Rumeli ile Anadolu arasında işleyip, hükûmete âit her türlü nakliyat yapan gemilerde hizmet ederlerdi.