Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye.

Suskun

V.I.P
V.I.P
F, G

Fener Rum Patrikhanesi
Ortodoks kilisesinin başpiskoposluğu. İstanbul’da Fener semtindeki Aya Yorgi kilisesinde bulunduğu için Türkiye’de Fener Rum Patrikhanesi adıyla anılmaktadır.

Birinci Constantinus’un (306-337) Roma İmparatorluğunun başkentini Roma’dan Bizans’a taşıması ve şehre Konstantinopolis (İstanbul) adını vermesiyle buradaki kilise başpiskoposluk mevkiine yükseldi. Böylece Bizans’ın daha önce bağlı bulunduğu Herakleia Perinthos Metropolitliği de Konstantinopolis’in yetki alanına girdi. Altıncı asırda piskoposun resmî ünvanı “Yeni Roma (Konstantinopolis) Başpiskoposu” ve “Ekumenik Patrik” idi. Hıristiyanlık Doğu Avrupa’nın büyük bölümüne (Bulgaristan, Sırbistan, Romanya, Rusya) Konstantinopolis’ten yayıldı. Bilhassa Osmanlıların akınlarına hedef olmaya başladıktan sonra zaman zaman bâzı Bizans imparatorlarının Doğu ve Batı kiliselerini birleştirme teşebbüslerine patriklik şiddetle karşı çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul’un fethini gerçekleştirdiği sırada, son Patrik İkinci Athanasios, iki kilisenin birleşmesine karşı çıktığı için görevi bırakmış ve yerine tâyin yapılmamıştı.

Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u aldıktan ve Ayasofya’yı da câmiye çevirdikten sonra Ortodokslara dînî hayatta serbest olduklarını, bir patrik seçerek patrikhânenin faaliyete geçirilmesini bir fermanla bildirdi. Fermanda patrikhâneye çok geniş haklar tanınıyordu. Fâtih’in hiçbir mecburiyeti yokken onlara bir takım dînî imtiyazlar tanımaktaki gâyesinin; doğu ve batı kiliselerini birbirinden ayırmak olduğu belirtilmektedir. Esâsen, ikiye bölünmüş bir Hıristiyanlığı bu siyâsetiyle devam ettirmek istedi tezi akla ve mantığa uygun geldiği için kabul edilmektedir. Halbuki İslamiyetin müdafii olarak hareket eden ve hazreti Peygamberin müjdesine mazhar olan Fâtih Sultan Mehmed’in burada insana insan olma bakımından verdiği değer ortaya çıkmaktadır. O târihe gelinceye kadar hiçbir hükümdara nasip olmayan ve bugün için dahi uygulanması mümkün görülmeyen bu büyük toleransı ile Fâtih, insanlığın en yüksek mertebesine erişmiş hârikulâde bir şahsiyettir.

Patrik makamı, 1453-56 yılları arasında bugünkü Fâtih Câmiinin bulunduğu yerdeki Havâriyyûn Kilisesinde, 1456-1587’de ise Manastır kilisesinde kaldı. Buranın Fethiye adıyla câmiye çevrilmesinden sonra Fener’de Panakgia kilisesine (1587), buradan Balat’taki Hagios Dimitrios kilisesine (1597) ve son olarak da günümüzdeki patrikhânenin bulunduğu Aya Yorgi kilisesine taşındı (1601).

On yedinci yüzyıldan itibaren bâzı patriklerin siyâsetle uğraştıkları ve merkezî otoriteyi sarsıcı hareketlerde bulunmaları üzerine patrikhânenin haklarına kısıtlama getirildi. Devlete karşı tutum ve davranışları sebebiyle Patrik Porthenios IIIve Patrik Gregorios II asıldılar. 1821’de ise, Yunanistan’ın bağımsızlığı için ayaklanan Rum çetelerine para ve silâh yardımında bulunan ve Mora Ayaklanmasını açıktan açığa kışkırtan Patrik Gregorios, İkinci Mahmud Hanın emriyle patrikhânenin orta kapısında îdâm edildiler. Patriğin göğsüne asılan yaftada kendilerine bahşedilen imtiyazlar belirtildikten sonra; “Allah tarafından müeyyed ve bekâsı, Âyât-ı semaviyye ile sâbit bulunan din ve devlet” aleyhinde işlediği hıyânetler sayıldıktan sonra, başkalarına da ibret olsun diye idam edildiği ifade ediliyordu. Bu târihten îtibâren patrikhânenin ana giriş kapısı devamlı kapalı tutuldu. Rumlar hâlâ bu kapıyı intikam hissi ile kapalı tutmakta ve burada bir Türk büyüğü asılmadıkça açmayacaklarını ifade etmektedirler.

1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra patrikhane her geçen gün Yunan hükümeti ile işbirliğini arttırdı. Osmanlı topraklarında yaşayan Rumları pâdişâha ve idareye karşı devamlı kışkırtmaya çalıştı. Pâdişah aleyhinde çalışan gizli cemiyetleri destekledi. Birinci Dünyâ Savaşından sonra (1918) Türk topraklarının bir bölümünü Yunanistan’a bağlamak ve Bizans’ı yeniden diriltmek gâyesiyle harekete geçti. Bu amaçla Rum Matbuat Cemiyeti, Rum İttihadı Millî Cemiyeti, Etniki Eterya, Rum İzcilik Teşkilâtı, Rum Küçük Asya Cemiyeti ve Rum Trakya Cemiyeti gibi kuruluşları maddî bakımdan destekledi. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgâli üzerine, patrikhâneye Bizans’ın çift başlı kartal armasını taşıyan bayrağı çekildi. Ayrıca Ayasofya’yı da ele geçirip kubbesine çan ve kapısına Bizans bayrağı asmak isteyen patrikhâne, Sultan Vahideddîn Hanın özel muhafız birliğini buraya yerleştirmesi üzerine bu arzusuna kavuşamadı.

Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra Patrik Doroteos ile patrikhânenin önde gelen din adamları Yunanistan’a kaçtılar. Türk milleti zor gününde kendisini arkadan hançerleyen patrikhânenin artık ülke sınırları dışına çıkarılmasını istiyordu. Nitekim Lozan görüşmeleri sırasında Türk murahhas heyeti, patrikhânenin artık İstanbul’da kalamayacağını kesin bir dille ifade etmişti. Buna rağmen İngiliz diplomatı Lord Gürzon’un İnönü ve Rızâ Nur’la görüşmesinden sonra patrikhânenin Türk topraklarında kalmasına müsâade edildi. Bu muahedeye göre patrikler TC uyruklu olarak ve Sen Sinot Meclisince seçileceklerdi.

1987’de patrikhâneye bağlı dört metropolitlik (Kadıköy, Adalar, Terkos, Bozcaada ve Gökçeada), 61 Rum Ortodoks kilisesi, 11 Rum manastırı faaliyet hâlindeydi.



Garb Ocakları
Osmanlı Devletinin Kuzey Afrika’daki üç eyâleti; Tunus, Cezâyir ve Trablusgarb’a verilen ortak ad. Bunların muhtar bir idâreleri vardı.

On altıncı yüzyılda Kuzey Afrika kıyılarında, batıdan Portekizlilerle İspanyolların, doğuda da Osmanlıların katıldıkları büyük bir nüfuz mücâdelesi vardı. Türkler ilk defâ olarak 1516’da Oruç Reis komutasında, İspanyollara karşı üstünlük kurarak Cezâyir’e ayak bastılar. Cezâyir bir aralık Tunus beyinin eline geçmiş ise de, 1525’te Hızır (Barbaros) tarafından geri alınmıştı. Akdeniz’i İspanyol gemilerine dar eden Hızır Reis, 1533’te Kânûnî Sultan Süleymân Hanın dâveti üzerine İstanbul’a gelerek Osmanlı Devletinin hizmetine girdi. Büyük Türk denizcisi, Cezâyir beylerbeyi hil’atini giyerek kaptan-ı deryâ unvânını aldı. Aynı yıl İstanbul tersânelerinde Barbaros Hayreddin Paşaya verilmek üzere 61 parça gemi inşâ edildi. Böylece daha da güçlenen Barbaros, 1551’de Trablusgarb’ı, 1574’te de Tunus’u ele geçirerek Osmanlı hâkimiyeti altına aldı.

Osmanlı Devletine katılan diğer yerlerde olduğu gibi, bu üç Afrika ülkesinde de başlangıçta klâsik eyâlet teşkilâtı kurularak, sâlyâneli birer beylerbeylik hâlinde doğrudan doğruya merkeze bağlanmışlardı. Sâlyâne yâni yıllıkla idâre olunan eyâlet ve sancakların bütün vâridâtı kendi hazîne yetkilileri tarafından tahsîl olunup, beylerbeyi ile sancakbeylerine ve kul (maaşlı asker) sınıfına hâsıl olan vâridâttan maaş verilir ve fazlası hazîneye gönderilirdi.

Cezayir Ocağı

Barbaros Hayreddîn Paşanın Osmanlı Devleti hizmetine girmesiyle idâresinde bulunan Cezayir, beylerbeylik olarak kendisine verilmişti. Şehrin muhâfazası için de İstanbul’dan 2000 kadar yeniçeri gönderilerek Cezayir Ocağının temeli atıldı (1533). Bu miktar daha sonra 20.000’e kadar yükseltildi.

Bu kuvvetler Cezayir’de Kasriyye denilen yedi kışlada bulunurlardı. Teşkilâtları yeniçerilerin bölük teşkilâtının aynı olup, bütün zâbitlerinin üstünde en büyük zâbit olarak yeniçeri ağası vardı. Cezayir Ocağında yeniçerilerden başka Türklerden müteşekkil süvâri bölükleri ile yerlilerden kurulu Mahazin adında başka bir atlı kuvveti de bulunuyordu. Cezâyir’de biri beylerbeyine ve diğeri yeniçeri ağasına âit olmak üzere Paşa ve Ağa dîvânları vardı. Kerrase denilen Paşa Dîvânı; hazînedâr (defterdâr), vekilharc (gümrük emîni), emîr-i âhûr, beytülmâlci, azab ağası, kâdı ve yeniçeri ağasından müteşekkildi. Paşa Dîvânı eyâlet işlerine ve Ağa Dîvânı da yeniçeri ocağı işlerine bakarlardı. Ancak Ağa Dîvânı 1618’den îtibâren hükûmet yâni beylerbeyine âit işlere karışmaya başlayınca, vâlilerin nüfûzu kırıldı. Çok kısa süren bu durumdan sonra reislerin 1671’deki tekrar iktidârı almaları ile “dayılık devri” başladı.

İlk dayılar denizciler tarafından seçildiği hâlde, bir süre sonra yeniden kuvvet kazanan ocaklılar, seçimi kendileri yapmaya başladılar. Cezayir’de 18. yüzyılda vâlilerin hiçbir hüküm ve nüfûzları kalmadı. Dayının bir meclis tarafından seçilmesi usûlden ise de çok defâ buna uyulmazdı. Dayının, vâli ve kendisini seçen meclisle iş görmesi îcâb ederken, dayılar mevkilerini sağlamlaştırdıktan sonra kâideye riâyet etmez oldular. Bu bölünme ve merkeze riâyetsizlik 17. yüzyılda Cezayir Ocağının donanmasının güçten düşmesine sebebiyet verdi.

Nitekim 18. asrın ilk yarısında Cezâyir donanması yirmi kadar gemiye sâhipti ve bu devirde evvelce yirmi bin olan Cezayir yeniçerileri de beş bin hattâ iki bine kadar düştü. Bu durum, Cezayir’in 1830 yılında Fransızlar tarafından işgâl edilmesine kadar sürdü. Son dönemde artık beylerbeylik makâmı tamâmen kalkmış, ülke üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti yeni seçilen dayıya hil’at ve fermân göndererek onun memuriyetini tasdik etmekten ibâret kalmıştı. Böylece hukûken Osmanlı topraklarından sayılan ve Osmanlı Devletinin Akdeniz’de giriştiği deniz savaşlarına katılan Cezayir’in dayıları, zaman zaman bağımsız bir devlet başkanı gibi hareket etmek, hattâ dış devletlerle ayrı ayrı antlaşmalar imzâlamak imkânı bulmuşlardı.

Tunus Ocağı

Tunus 1534’te Barbaros Hayreddîn Paşa tarafından Benî Hafs Hânedânının elinden alınarak Osmanlı ülkesine katıldı. Başlangıçta Cezâyir beylerbeyliğine bağlı olarak idâre edilen Tunus, 1573 yılında doğrudan doğruya beylerbeylik yapıldı ve idâresi Haydar Paşaya verildi.

İnebahtı bozgununu müteâkib Tunus, Haçlı donanması komutanı Prens Donjuvan tarafından 1573’te işgâl edildi. Ancak Yemen fâtihi meşhur Sinân Paşa ertesi sene donanma ile gelerek Tunus’u geri aldı ve şehrin muhâfazası için de dört bin yeniçeri bıraktı. Tunus’un tekrar zaptından sonra daha güneyde ve sâhile yakın olan Kayrevan Hâkimi Şeyh Abdüssamed, 1586’da Osmanlı Devletine itâat ederek, kaleyi ve elindeki bütün toprakları Tunus beylerbeyine teslim etti.

Tunus’ta beylerbeylik dönemi 1594’te yeniçerilerin ayaklanarak kendi bölükbaşılarından birini üç yıl için dayı seçmeleri sonucu son buldu. Başlangıçta seçimle işbaşına gelen dayılar, bir müddet sonra Osmanlı hükûmetinin denizcilerden birini verâset yoluyla dayı atamaya başlamasıyla babadan oğula geçer bir duruma geldi.

On yedinci asırda Tunus’un idâresi görünüşte beylerbeyi emrinde ise de, Emîr-ül-Evtan denilen Vatan Sancakbeyinin, yâni üç kişinin elindeydi. Bu üçlü kuvvetin nüfûz mücâdelesi Tunus’un idârî ve iktisâdî gücüne önemli ölçüde darbe vurdu. Osmanlı pâdişâhları bunlara devamlı nasîhat yollu fermanlar göndermiş ise de bunlara uyan çıkmamıştı. 1705 yılında Hüseyin bin Ali dayılık yönetimine son vererek idâreyi tek elde topladı. Bu yeni durum Hüseynî Sülâlesinin idâre dönemi olarak Tunus’un 1881 yılında Fransız istilâsına kadar sürdü.

Trablusgarb Ocağı

Rodos 1522’de Osmanlılar tarafından fethedilince, kalede bulunan Sen Jan şövalyeleri buradan çıkarak Trablusgarb’a yerleşmişler ve burasını kendilerine üs yapmışlardı. 1551 yılında kaptan-ı deryâ Sinan Paşa ile Turgut Reis’in Trablusgarb’ı fethetmesine kadar sürdü.

Trablusgarb fethedildikten sonra, eyâlet olarak, Turgut Reis (Paşa) idâresine verildi. Turgut Paşa Malta muhâsarasında şehid düşünce, bir aralık Cezayir’e bağlanan Trablusgarb, sonra tekrar ayrıldı. Ancak 1609’da dayılık usûlünün, diğer ocaklarda olduğu gibi, Trablusgarb’da da kabûlü, beylerbeylik sisteminin eski otoritesinin kaybına sebeb oldu. 1711 yılında Karamanlı Ahmed Bey, hem dayı hem de paşa olarak, Trablusgarb’ın idâresini eline geçirince, bölgede Karamanlı Sülâlesinin hâkimiyet devri başladı ve 1835’e kadar devâm etti. Bu esnâda bir beyin ölümünden sonra yenisi, ulemânın ve halkının tasvibi de alınmak sûretiyle, askerler tarafından seçiliyor ve seçimin Osmanlı pâdişâhı tarafından tasdik edilmesi gerekiyordu. On dokuzuncu yüzyıl başlarında âile arasında beylik çatışmaları kanlı bir safhaya girdiğinden, Osmanlı hükûmeti 1835 yılında müdâhalede bulunarak, Trablusgarb’ı tekrar, bir eyâlet olarak merkeze bağladı. Böylece kuvvetli bir idâreye kavuşan Trablusgarb’ın elden çıkması, Cezayir ve Tunus kadar kolay olmadı. Ancak Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın 1908’de tahttan indirilmesinden sonra, Osmanlı Devletinin içine düştüğü bunalımlı devreden istifâde ile İtalyanlar kaleyi işgâl ettiler (1912).

Garb Ocaklarının, 1580 yılına kadar bir mal defterdârı bulunuyordu. Cezayir’in uzaklığı sebebiyle bu târihten sonra oraya ayrı bir defterdâr tâyin olunmuştu. Garb Ocakları yıllıklı (sâlyâneli) eyâletlerden oldukları için her beylerbeylik masrafları çıktıktan sonra devlet hazînesine yirmi beş bin altın gönderiyordu.

Garb Ocaklarının her birinin donanma kuvveti mevcuttu. Bu üç eyâletten, en kuvvetli donanmaya sâhib olan Cezayir eyâletiydi. Bunların geçimleri korsanlık ve muhârebeye dayandığından mükemmel donanmaları vardı. Cezayir donanmasının faâliyeti yalnız Akdeniz’e münhasır değildi. Bunlar, Cebelitârık (Sebte Boğazını) aşarak Kanarya Adaları, İngiltere, İrlanda, Flemenk, Danimarka ve hattâ İzlanda Adasına kadar donanma akınlarını uzatmışlardı. Büyük Britanya Adası civârındaki Lundy Adasını zaptederek bir müddet oturan Cezâyirliler, daha sonra adayı İngiliz korsanlarına yüklü bir para mukâbilinde satmışlardı.

Garb Ocakları donanmaları Osmanlıların bütün Akdeniz muhârebelerinde Osmanlı donanmasıyla birlikte bulunmuşlardır. Lüzûmu hâlinde bu üç ocağa ilkbaharda donanmaya katılmaları için pâdişâh tarafından ferman gönderilir, onlar da gemi reisi olan ve dayı denilen başbuğları ve çeşitli kadırga ve kalyonlarıyla sefere katılırlardı.

Garb Ocakları iki-üç senede bir pâdişâha hediyeler takdim ederler, buna mukâbil tersâneden gemi levâzımı, top, barut ve hattâ gemi tedârik ederlerdi. Bunların İstanbul’daki bütün işleri kaptanpaşa vâsıtasıyla görülürdü.

On yedinci yüzyıldan îtibâren yöneticilerinin çoğu ecnebî devletlerle antlaşmalar yapar ve mektuplaşırlardı.

Gelibolu Acemi Ocağı
Gelibolu’da kurulan ilk acemi ocağına verilen ad. Gelibolu Acemi Ocağı, Birinci Murâd Han zamânında kuruldu.

İlk acemiler, harpte esir edilen kuvvetli ve dinç gençlerden teşekkül ederdi. Bunlar, Gelibolu ve Çardak arasında sefer yapan gemilerde hizmet görürler ve günde bir akçe alırlardı. On sene kadar bir hizmetten sonra Türkçeyi ve Türk âdetlerini de öğrenip, iki akçe gündelikle yeniçeri ocağına kaydedilirdi. Acemi oğlanlara ilk önceleri sarı renkte sivri uçlu serpuş giydirilirdi. Önceleri ocağın başında “Acemi Ocağı Ağası” isminde birisi vardı.

İstanbul’un fethinden sonra geniş şekilde bir Acemi Ocağının buraya da kurulması üzerine Gelibolu’daki acemilerin başına “Gelibolu Ağası” denilen bir baş ağa tâyin edildi ve emrine sekiz adet acemi bölüklerine kumandan olmak üzere, çorbacı, yâni bölük kumandanı verildi. Gelibolu Acemi Ocağı Ağası bir yolsuzluğu görülmedikçe ölünceye kadar vazîfesine devâm ederdi. Vefâtı ile yerine birinci çorbacı geçerdi. Fakat İstanbul devlet merkezi olduktan sonra, yeniçeri ocağının ihtiyâr bir yayabaşısının Gelibolu ağalığına tâyini kânun oldu. Ağalık bunlardan başkasına verilmezdi.

Gelibolu Ağasının yevmiyesi sonraları arttırılarak yirmi beş akçeye yükseldi. Gelibolu zâbit ve acemilerinin maaşları her ulûfe dağıtımında İstanbul’dan verilmek âdetti. Bunun için nöbetçi bir yayabaşı İstanbul’a gelir, bütün ocağın maaşını alıp, Gelibolu’ya götürürdü.

Yeniçeri ocağına girmek veya bir hizmete verilmek zamânı gelen Gelibolu acemilerinin, ağalarının teklif ve arz etmesiyle kayıt muâmelesi yapılırdı. Bunun için yeniçeri ağasına hükümdâr tarafından hüküm yazılır, o da bu hükme göre Gelibolu acemilerini deftere kaydettirirdi. Yine yeniçeri ağasına yazılan başka bir hükümle de Gelibolu Acemi Ocağındaki münhallere (boş yerlere) Türk çiftçilerinin hizmetlerinden gelmiş olan acemilerden verilirdi. İlk zamanlarda Gelibolu Acemi Ocağının mevcudu dört yüz kadar olup, sonraları bu mikdâr ihtiyâca göre arttırıldı.

Gelibolu Acemi Ocağı acemileri devamlı olarak Rumeli ile Anadolu arasında işleyip, hükûmete âit her türlü nakliyat yapan gemilerde hizmet ederlerdi.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
H

Hamidiye Alayları
Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Doğu Anadolu ile Filistin ve diğer bölgelerin sosyal, siyâsî ve iktisâdî hayâtını düzenlemek için kurulan teşkilât.

Pâdişâh İkinci Abdülhamîd Han; Şark meselesi adı altında, Avrupalı devletler tarafından istenilen reformların, Hıristiyan tebea için önce muhtâriyet sonra istiklâl; Osmanlı Devleti için de zayıflama ve parçalanma anlamına geldiğini, yaşanan târihî tecrübeler vâsıtasıyla gâyet iyi biliyordu. Bu yüzdendir ki, bütün gücü ve mahâretiyle Doğu Anadolu’yu kurtarmaya, orada bir Ermenistan devletinin kuruluşunu engellemeye, Rum ve İngiliz emperyalizminin hareket kâbiliyetini azaltmaya çalıştı. Bunun için tâkib ettiği politikanın esâsı şunlardır:

1. Devletin askerî ve mülkî otoritesini maddeten ve mânen Doğu Anadolu’da tesis etmek.

2. Bütün Anadolu halkının menfaatini koruyan reformlar yapmak, sâdece Ermeniler lehine yapılacak olanları reddetmek.

3. Resmî kuvvet ve otoritenin yetersiz kaldığı yerlerde, mahallî kuvvet ve otoritelerden faydalanmak.

4. Doğu Anadolu’ya batı tarâftarı ve hayrânı memurları yollamamak.

5. Büyük devletlerin reform isteklerini geciktirmek ve uygulamamak.

6. Ermenilerin olup bittileri karşısında kalmamak için Müslüman halkı, özellikle aşîretleri silâhlandırmak ve onları müteyakkız hâle getirip uyandırmak.

7. Avrupalı misyonerlerin faâliyetlerini engellemek veya kontrol altında bulundurmak.

8. Ermenilerin çıkaracağı her türlü hâdiseye zamânında müdâhale etmek veya ettirmek.

9. Aşîretlerden askerî birlikler teşkil etmek.

Sultan Abdülhamîd, bilhassa bu son madde ile doğuda kurulacak askerî alayların çeşitli faydaları olacağını ümid etmekteydi. Doğu Anadolu’da âsâyişin bozulmasına sebeb olan aşîretler bu olaylar sâyesinde hem inzibât altına alınmış, hem de Ermeniler karşısında teşkîlâtlandırılmış olacaktı. Ayrıca Rus ordularına karşı kullanılabilecekti. En mühimi ise, yabancı devletlerin aşîretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı.

Bu sırada Doğu Anadolu aşîretleri 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının ortaya çıkardığı otorite boşluğu sebebiyle birbirleriyle mücâdeleye girişmişlerdi. Ayrıca merkezî otoritenin temsilcileri olan mahallî otoriteyi de dinlemez bir hâle gelmişlerdi. Bölgede tampon bir Ermeni devletinin kurulmasını isteyen İngiltere de aşîretlerin bu tutumunu teşvik ederek onları tahrike başladı ve her türlü desteği vâdetti. Bu tahrik ve destekler netîcesinde bâzı aşîret reîsleri Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlere başladılar.

Tehlikeyi sezen İkinci Abdülhamîd Han, hiçbir devlet nizâmı tanımayan aşîretleri medenîleştirmek, disiplin altına alarak eğitmek ve aralarındaki kavgalara son vererek bu yöndeki aksiyonu devlet menfaatine kullanmak üzere Hamîdiye alaylarının kurulmasını emretti (1890).

Dördüncü ordu kumandanı Müşir Zeki Paşanın da desteklediği bu projeye, paşaların büyük bir kısmı karşı çıktı. Buna rağmen Abdülhamîd Han, Zeki Paşayı bu işle görevlendirdi. Kendisine Erzincan’ı merkez seçen Müşir Zeki Paşa 1891 ilkbaharında faaliyete geçti. İlk iş olarak Mirlivâ Mahmûd Paşayı Van, Malazgirt, Hınıs taraflarına gönderip aşîretlerden Hamîdiye Alaylarının teşkilini başlattı. Bu faaliyet beş yıl sürdü. 1896’da Erzincan, Dersim, Erzurum, Diyarbakır, Van, Malazgirt, Urfa ve doğuda daha birçok yerde Hamîdiye Süvâri Alayı meydana getirildi. Bu dönemde sâdece Erzurum vilâyeti dâhilinde 8 alay kuruldu.

1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç maddelik nizamnâmede Hamîdiye Süvârî Alaylarının nasıl kurulacağı ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır. Buna göre; bu alayların isimleri Hamîdiye Süvârî Alayları’dır. Bu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan, her takım da 32 neferden noksan, kırk sekiz neferden fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacak. Büyük aşîretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşîretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecek. Ancak alay kurulması ve eğitim maksadıyla aşîretlerin birleştirilmesi önlenecek, merkezî otoritenin veya ordu kumandanlarının emri ile sâdece savaş zamânında birleştirilecekti. Her alaydan iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine gönderilip mekteb alayında eğitime tâbi tutulacaktı. Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî mektebinde tahsil gördükten sonra mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine ve alayına dönecekti.

Belirtilen esaslarda kurulan Hamîdiye Alaylarına katılmak için her aşîret severek mürâcât ettiğinden, hepsini alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye Alaylarının sayısı ilk zamanlar 50 civârında iken, zamanla 100’e yaklaştı. Alaylara katılmak için güneydeki Arap kabîleleri de mürâcaat ediyorlardı. Hattâ 17 ve 18. asırlarda devlete karşı isyân eden ve zarar veren, Haleb civârındaki Şummar Arap Kabîlesi de Hamîdiye Alayları teşkil etmişti. Hamîdiye Alaylarına katıldıktan sonra zararlı durumdan çıkmış, Birinci Dünyâ Savaşında güneydeki cephede büyük faydalar sağlamışlardı. Libya’da kurulan Hamîdiye Alayları da 1930’lara kadar İtalyanlara karşı mücâdele ettiler.

Söz konusu nizâmnâmenin hazırlanıp kabul edilmesiyle, Müşir Zeki Paşanın nezâretinde Hamîdiye Alayları kuruldu. 1891’de pekçok aşîret reisi İstanbul’a gelerek Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı ziyâret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han da onların her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşîretler arasında önceden olmayan diyalog kurulmuş oldu. Fakat her şeye rağmen Hamîdiye Alaylarıyla dirlik düzenlik sağlamak kolay olmuyordu. Aşîret hayâtına alışmış insanlardan muntazam askerî birlikler meydana getirmek zordu. Bu durumları bilen Sultan İkinci Abdülhamîd Han, aşîretlere karşı devamlı hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini tavsiye etti. Hattâ irâdelerinin birinde; “Normal askerî birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sâyede disiplin altına alınmış ve netîcede günün îcâblarına göre, az da olsa, eğitilmiş olurlar.” dedi.

Askerî yönden stratejik önemi hâiz yerlerde teşkil edilen Hamîdiye Alaylarının her birine, bir tarafında Kur’ân-ı kerîmden bir âyet, diğer tarafında ise pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan sancaklarla, beyaz ipek kumaşa yaldızla yazılmış fermanlar verildi. Zaman zaman Erzincan’a gelerek Müşir Zeki Paşaya bağlılıklarını bildiren aşîret reisleri, 1893’te kalabalık bir grup hâlinde İstanbul’a giderek Pâdişâh tarafından kabul edildiler.

Hamîdiye Alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin dört yıllık uygulamasından sonra elde edilen tecrübeler ışığında, 1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme hazırlanarak yürürlüğe girdi. Birinciye göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede yeni hükümler yer aldı. Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle ilgili yeni hükümler ve uygulamalar getirildi. Bütün askerî okulların kapısı aşîret çocuklarına açıldı. Aşîretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için aşîret mektebi açıldı ve pekçok aşîret çocuğu yetiştirildi.

Hamîdiye Alaylarının kurulmasıyla Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın aşîret reisleri ve din adamlarıyla olan sıkı münâsebetleri netîcesinde, merkezî otorite kuvvetlenerek çarlık Rusyasının Türkiye üzerindeki emelleri, İngilizler ve Fransızların, Ermenileri kışkırtma yoluyla çıkarmak istedikleri olayların yanında, kan dâvâsı ve aşîret kavgalarının önüne geçildi. İmâr faâliyetleri hızlanarak yeni tesisler kurulup sosyal ve iktisâdî gelişmelere sebeb olundu. İstanbul ile Diyarbekir arasında ve bölgede telgraf hatlarıyla diğer muhâbere vâsıtaları Hamîdiye Alayları sâyesinde gelişti.

O günkü şartlarda Doğu Anadolu’nun ve diğer bölgelerin sosyal ve iktisâdî meselelerinin hâllinde çok büyük rolü olan Hamîdiye Alayları, siyâsî bakımdan emperyalist devletlerin ve azınlıkların hedefi hâline geldi. Çünkü bu güçler ve azınlıklar gâyelerine ulaşabilmek yolunda Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı ve Hamîdiye Alaylarını en büyük mâni görüyorlardı. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesinden sonra, iktidâra yerleşen İttihad ve Terakkî, Hamîdiye Alaylarının teşkilâtını lağvetti. Aşîret hafif süvâri alayları adıyla yeniden düzenlendi ve sayıları da azaltılarak 24’e indirildi. Doğuda meydana gelen Ermeni isyânlarında önemli faydası görülen bu alaylar, Balkan Savaşında yerinden oynatılmadı.

1913 yılında, alaylar yeni bir teşkilâtlanma içerisine sokularak ihtiyat süvârî alayları adı altında, iki fırka hâlinde, merkezi Erzurum olan dokuzuncu kolorduya bağlandılar. Birinci Dünyâ Harbinde doğuda dinç ve zinde olarak Ruslara karşı kahramanca çarpışan bu alaylar, pek çok kahramanlık gösterdiler ve Rus birliklerini ric’ate zorladılar. İran, Rus, İngiliz, Fransız ve Ermeni saldırılarına karşı devletin yanında mücâdele veren bu alayların pekçok neferi, çarpışmalar esnâsında şehid düştü.


Harem
Osmanlı sarayında, pâdişâhın annesinin nezâretinde, sarayın hanım, çocuk ve hizmetçilerinin kaldığı bölüm.

Bütün Müslüman devlet başkanlarının evlerinde bulunan harem, Resûlullah efendimiz ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinden sonra Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ile diğer İslâm devletleri ve nihâyet Osmanlı saraylarında daha teferruâtlı ve teşkîlatlı bir hâle geldi. Osmanlılarda pâdişâh haremine “Harem-i Hümâyûn” adı verilmişti. Osmanlı Devletinin gelişmesine paralel olarak, pâdişâhların oturduğu saraylar da büyümüştü. Bursa’daki mütevâzî Osmanlı sarayına karşılık, Edirne’de daha teşkilâtlı saraylar yapılmıştı. Fâtih’in İstanbul’u fethinden sonra ise bugünkü Bâyezîd’de üniversitenin bulunduğu sâhada bir saray yaptırıldı. Daha sonra bu sarayın yerine Sarayburnu’nda bugünkü Topkapı Sarayı îmâr edildi. Fetihten sonra harem, Üçüncü Murâd’a kadar eski sarayda, Dolmabahçe Sarayı yapılıncaya kadar da Topkapı Sarayında idi.

Saraylarda pâdişâhın yakınlarının bulunduğu ve günlük hayatlarını geçirdiği kısım olan harem, gâyet îtinâlı bir şekilde inşâ, tezyin ve tefriş edilirdi.İki bölümden meydana gelen haremin birinci kısmına bâzı görevliler, şehzâdelere ders veren hocalar girip çıkabiliyordu. İkinci kısmı sâdece kadınlara mahsustu. Buraya pâdişâha haram olan kadınlar giremediği gibi, yabancı hiçbir erkek de giremezdi. O yüzden Osmanlı haremini kimse girip görememiş, sonradan, yazıp söylenenler ise hayâl mahsulü uydurmalardan ibâret kalmıştır.

Topkapı Sarayında Harem-i Hümâyûnun girişkapısı, etrâfı dolaplarla çevrili olan dolaplı kubbeye açılır, buradan fıskiyeli avlu veya fıskiyeli şadırvan denen dikdörtgen avluya çıkılırdı. Avlunun sağında kulekapısı, solunda ise perde kapısı vardı. Perde kapısından sonra dar sokağa benzeyen bir geçit başlar. İki kısımdan meydana gelen haremin birinci bölümü ve haremağalarına mahsus hamam ile kızlarağası köşkü burada idi. Daha ileride harem ağalarına mahsus dâireler, şehzâdeler mektebi, baş muhâsip ağa ve baş hazînedâr ağa dâireleri yer alırdı. Haremağaları dâiresi bir çok oda ve koğuştan meydana gelirdi.

Şehzâdeler mektebinde pâdişâhın çocukları, yeğenleri ve amca oğulları eğitim görürlerdi. Burada ders görenler küçük yaştakiler olup, yetişkinlere hocaları dâirelerine giderek özel ders verirlerdi.

Şehzâdeler mektebi geçildikten sonra ileride sağda bulunan kuşhâne kapısından girilince, harem ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi. Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip çıkarlardı. Buranın sağ tarafında uzun bir koridor olup, buraya altınyol denilirdi. Burası Hırka-i Saâdet dâiresine kadar uzardı. Ortadaki kapı, Vâlide Sultan taşlığına açılırdı. Solda câriyeler dâiresine âid olan üçüncü bir kapı daha vardı. Bu alana harem ağalarının nöbet yeri denilirdi. Burada harem ağaları sıra ile nöbet tutarlardı. Harem-i hümâyûn ağalarının en büyüğü “kızlar ağası” da denilen “dârüssaâde ağası” idi (Bkz. Dârüssaâde Ağası). Haremin dış ile ilgisini bunlar sağlardı. Bu bölümden sonra haremin ikinci bölümü başlardı. Harem-i hümâyûnun bu iç kesiminde sırasıyla, çeşmeli sofa denilen yer, hünkâr sofası, hünkâr hamamı, vâlide sultan dâiresi, asmabahçe ve daha birkaç tâne pâdişâh odası yer alırdı. Harem-i hümâyûnda ayrıca birkaç tâne de mescid vardı.

Harem-i hümâyûnda pâdişâh, pâdişâh zevceleri, çocukları, hânedân üyelerinden bâzı akrabâları yanında yüzlerce görevli yaşamaktaydı.

Osmanlı hareminin en yüksek makâmı vâlide sultanlıktı. Dolayısıyla haremin fahrî başı pâdişâhın annesiydi. Haremde hünkâr sofasından sonra en geniş dâire de vâlide sultanınkiydi. Vâlide sultanın geniş bir câriye (hizmetçi) kadrosu vardı. Haremi, hazînedâr usta vâsıtasıyla idâre ederdi. Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinirler ve sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı.

Haremde vâlide sultandan sonra söz sâhibi kadın efendiydi. Osmanlı pâdişâhlarının hanımlarına kadın, kadın efendi denilirdi. Pâdişâhın ilk hanımına başkadın denirdi. Başkadın diğerlerine göre üstündü. Dâiresinde hizmet eden câriyeler ve kalfaları diğerlerinden fazla olurdu. Pâdişâhın hanımlarına 16. yüzyıldan îtibâren haseki de denilmeye başlanmıştır.

Başlangıcından îtibâren pâdişâhların evlilikleri husûsiyet arz eder. İlk Osmanlı pâdişâhları, 16. asır başlarına kadar, etrâfındaki Anadolu beylerinin, Bizans İmparatorunun, Sırp ve Bulgar krallarının kızlariyle evlendiler. Bunlarla evlenmeleri hissî olmayıp, akrabâlık yoluyla kuvvetlenmek veya mîras yoluyla toprak elde etmek gibi siyâsî maksatlıydı. Nitekim Germiyanoğullarından Yıldırım Bâyezîd Hana gelin gelen Devlet Hâtun’la bu beylik topraklarından bir kısmı da çeyiz olarak verilmişti. Yıldırım’ın ve İkinci Murâd’ın Sırp prensesi olan zevceleri meşhurdur. Bunların Sırbistan’daki Osmanlı siyâsetinin desteklenmesi husûsunda büyük rolleri olmuştur. Hattâ, Fâtih Sultan Mehmed Han, vâlidem diye hitâb ettiği Sırplı üvey annesinden Balkanlardaki siyâsî meselelerde çok faydalanmıştır.

Bununla berâber 16. yüzyıl ortalarına kadar pâdişâhların bu hanımları yanında câriyelerden de zevceleri vardı. Ancak Kânûnî’den îtibâren etrafta pâdişâhların evleneceği hükümdâr ve krallık âileleri kalmadığı veya lüzum görülmediğinden, bâzı istisnâları dışında artık dâimî olarak câriyelerle evlenme usûlü devâm etti. İslâm hukûkuna göre hür kadınlarla olan evlilikteki tahdid, câriyelerle evlilikte konulmamıştır. Buna rağmen pâdişâhların câriyelerle evliliği de hep belli sayıdadır. Söylendiği gibi pâdişâhların yüzlerce câriye ile evlilik yaptığı doğru değildir. Hattâ 16. yüzyıl sonuna kadar ömürleri seferlerde geçen pâdişâhların, normal hayatlarını yaşayabildikleri bile söylenemez.

Bunlardan başka pâdişâhlar, tanınmış ve asîl bir âilenin kızıyla evlenme imkânları olduğu hâlde, bâzı mahzurlarından dolayı bu evliliği tercih etmemişlerdir. Pâdişâhın annesi veya zevcesi tarafından İstanbul’da veya taşrada akrabâsının bulunması mahzurluydu. Zamanla ana tarafından akrabâlar saraya dolacak, şahsî ve siyâsî birtakım isteklerde bulunacaklar, arzûları yerine getirilmeyenler, pâdişâh ile akrabâlığına güvenerek birtakım entrikalara teşebbüs edecekler, netîcede, o devir Avrupa devletlerinde olduğu gibi, kanlı hâdiseler yüzünden devlet güvenliği sarsılabilecekti.

Pâdişâhların haremdeki diğer âile ferdleri şunlardır:

Sultanlar: Osmanlıların ilk devirlerinde, pâdişâh kızlarına Selçuklularda olduğu gibi, “hâtun” deniliyordu. Fâtih devrinden sonra sultan denildi. Osmanlı pâdişâhları kızlarına daha çok Ayşe, Hadîce, Fatma, Esmâ, Emine gibi isimler veriyorlardı. Erkek evlâda sultan tâbiri isimden önce söylendiği hâlde, kızlarda, isimden sonra söyleniyordu. Ayşe Sultan, Fatma Sultan gibi. Sultan tâbiri yalnız olarak söylendiğinde de kız evlâd anlaşılmaktaydı.

Sultanlar doğar doğmaz kendisine bir dâire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve câriyeler verilirdi. Çocuğun eğitimiyle kendi anneleri, dadı ve kalfaları uğraşırdı. Sultanlar okuma çağına gelince, derse merâsimle başlarlardı. Ekseriyetle merâsimlere pâdişâh da katılır ve “Besmele”yi bizzât kendisi çektirirdi. Bundan sonra husûsî hocalar tarafından okutulurlardı. Sultanların Kur’ân-ı kerîmi doğru okumaları husûsunda titizlikle durulurdu. Sultanlara Kur’ân-ı kerîmden sonra lüzumlu din ve dünyâ bilgileri de öğretilirdi.

Şehzâdeler: Osmanlı hânedânının erkek çocuklarına şehzâde denirdi. 5-6 yaşına geldiklerinde kendilerine hoca tâyin edilerek törenle derse başlarlardı. İlk dersi şeyhülislâm verirdi. Sonra husûsî hocalar okuturdu.



 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Hasoda
Osmanlı Devleti saray teşkilâtında, Enderûndaki altı koğuşun en îtibârlı ve en ehemmiyetli kısmı.

Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) tarafından kurulan Hasoda, Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520) veSultan Dördüncü Murâd (1625-1640) devirlerinde bir takım değişikliklere uğramıştır.

Hasodanın kuruluşunda hizmetli mevcudu otuz iki kişi idi. Yavuz Sultan Selim Han devrinde Hırka-i Şerîf Dâiresinin inşâatından sonra, mevcûdu kırk kişiye çıkarıldı. Hasodanın 16 ve 17. asır sonuna kadar en büyük zâbitleri sırasıyla hasodabaşı, silahdâr, çuhadâr, rikabdâr, tülbend gulamı ve miftah gulamı idi. İlk dört ağa pâdişâha bir konuda arz sunma yetkisine sâhip “arz ağaları” idi. Hasodabaşı, 18. asır başına kadar, diğer ağalar hâriç, bütün oda mensuplarını cezâlandırma ve pâdişâha haklarında arz verme yetkisine de sâhipti.

Hasodanın asıl vazîfeleri, Hırka-i Şerîf Dâiresinin temizliğini yapmak, oradaki Kur’ân-ı kerîm ve diğer kitapların tozlarını almak, muayyen ve mübârek gecelerde öd ağacı yakmak, gülsuyu serpmek, buradaki mâdenî eşyâları parlatmak gibi işlerdi. Hasodada bulunan mukaddes emânetlerin bulunduğu bölümün muhâfazası için nöbet tutulması işini de birinci koğuş ağaları yerine getirirdi. Nöbet yirmi dört saatte değişirdi. Bu ağaların odaları Hırka-i Şerîf Dâiresinin çevresinde bulunurdu.

Yukarıda yazılan ağalardan başka, hasodada peşkir gulâmı, ibrik gulâmı gibi ağalar ve odanın inzibâtını temin eden köşebaşılar vardı. Hünkâr müezzini, sır kâtibi, baş çuhadar, sarıkcıbaşı, kahvecibaşı, tüfenkçibaşı, berberbaşı gibi bizzat pâdişâhın hizmetini gören görevliler de mevcuttu.

Hasodalılara, her sene biri rebîülevvel ayında, diğeri bayramda olmak üzere iki defâ bahşiş verilirdi. Bunların aldıkları bahşişlerin miktârı 17. asır başlarında şöyleydi: Hasodabaşı dört yüz, silahdâr yüz yetmiş, çuhadar yüz yetmiş, rîkâbdâr yüz elli, doğancıbaşı yüz yirmi, tülbent gulâmı yüz yirmi, miftah gulâmı yüz on, peşkir gulâmı, ibrik gulâmı, mastçı (yoğurtçu) ve mastçı şâkirdi yüz altın alırdı. Bunların altında bulunan hasodalılara seksen altın verilirdi.

Hasoda içoğlanlarının yevmiyeleri de yirmi akçe idi. Ayrıca altı ayda bir serâserden dolama ve yılda bir defâ çatma kadife üst elbisesi ve birer tülbent verilmekte idi.

Hasodalılardan çıkma yapıldığında eskiler müteferrikalıkla, acemiler de çâşnigîrlikle tâyinleri yapılırdı. Ancak hasodalılardan sancakbeyliği ile çıkanların olduğu da görülmüştür.

Hasoda ve diğer enderûn odalarının nizamnâmeleri vardı ve bu harfiyen tatbik edilirdi. Yatma ve kalkma saatleri, istirâhat saatleri, muayyendi. Bunlar yatsı namazından sonra yatarlardı. Odalarda ders okutmak üzere birer hoca ve her odanın bir imâmı ile müezzini bulunurdu. Her perşembe günü akşamı yatsı namazından sonra pâdişâhın sıhhati, devletin selâmeti din ve devlet düşmanlarının kahrolması için duâ edilirdi. Oda zâbitleri, burada yaşayan içoğlanlarının tahsil ve terbiyelerine çok büyük bir îtinâ gösterirlerdi. Zâbitleri kontrol için silahdâr ağa arada bir kıyafet değiştirerek bunları teftiş ederdi.

Hasoda ve diğer enderûn odalarında mükemmel bir tahsil ve terbiye verilirdi. Buradan yetişen devlet adamları arasında mükemmel eserler vücuda getirenlerin sayısı az değildir. Hattâ bâzıları sanatlarındaki şöhretleri dolayısıyla o sanatlarla anılmışlardır. Nakkaş Hasan Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Hattat Hasan Paşa, Kavukçu Mustafa Paşa gibi.

Hasoda, hazîne, kiler ve seferli odalarının hizmetleri 1833 yılında lağv edildikten sonra yeni bir enderûn teşkilâtına yer verildi.



Hazîne-i Evrak (Osmanlı Arşivi)

Osmanlı devlet arşivi. Önceleri sarayda iki evrâk mahzeni vardı. Bunlardan biri PaşakapısıâÂ?Â?nda, diğeri de eski Dîvânhâne yeri yakınındaydı. Bütün kânunlar, nizamlar ve mühim emirler âit oldukları kalem defterlerine kayıt olunurlar ve bu defterler dolduktan sonra saraydaki evrâk mahzenine gönderilirdi. Yeni kayıtlar ise PaşakapısıâÂ?Â?ndaki (BâbıâlîâÂ?Â?deki) mahzende saklanırdı. 1846 yılından sonra sadrâzamlık (Paşakapısı) arşivi, Hazîne-i evrâk adıyla anılmaya başladı.

Başta pâdişâh olmak üzere, Enderün-ı Hümâyünda tam bir disiplin ve âhenkli bir terbiye sistemiyle yetiştirilen üst kademe Osmanlı devlet adamları, tam bir tertip ve düzenle yazdıkları evrâkları usülüne uygun bir şekilde saklamaya îtinâ gösterirlerdi.

Bugünün Bakanlar Kurulu demek olan Dîvân-ı Hümâyünda alınan kararların yazıldığı mühimme defterleri, gizli yazılan hüküm ve fermânların yazıldığı mektüm mühimme defterleri, ordu mühimmesi ve rikâb mühimmesi, ahkâm defterleri, kayüd-i ahkâm-ı mîrî defterleri, tahvîl ve rüüs defterleri, düvel-i ecnebiye defterleri, icmâl ve mufassal tahrîr defterleri ile rüznâmçe gibi defterlerde, her türlü kaydı tutup, devletin ve halkın hak ve hukükunun zâyi olmaması için de bu defter ve evrâkları sıkı bir muhâfaza ve disiplinli bir kullanma nizâmı ile arşiv ve mahzenlerde sakladılar. Devlet arşivi durumunda olan bu mahzenler, pâdişâhın vezîr-i âzamda bulunan mührüyle mühürlenen üç devlet hazînesinden biriydi. Hükümetin her toplantısından sonra bu mühürle mühürlenirdi. Zîrâ milletin bütün huküku bu kayıtlara bağlıydı. Devleti ayakta tutan dirlik (tımar) sisteminin dolayısıyla ordunun, verginin, sanâyî, ticâret ve tarımın esasları mahzenlerdeki defterlerdeydi.

Dîvân-ı Hümâyünda ve BâbıâlîâÂ?Â?deki evrak ve vesîkaların çoğu parça kâğıtlar, bir kısmı da cildli defterler hâlindeydi. Bu defter ve evraklar, senelerine göre tasnifleri yapılarak mahzenlerde saklanırdı. Mühim olanları, kese ve torbalara konulurdu. Her dâirede işleme tâbi tutulan bir günlük evrâk tomar yapılır, her ayın tomarı bir torbaya ve her yılın torbaları da bir sandık veya sandıklara konularak muhâfaza edilirdi. Mâliye Hazînedârbaşısı tarafından hazırlanan evrak keseleri, lüzümunda sadrâzamın buyruldusu ile îcâb eden yerlere verilirdi. Yeni kayıtlar, PaşakapısıâÂ?Â?ndaki (sonraları Bâbıâlî) mahzende saklanır, bakmak îcâb ettiği zaman veya tashih lüzümunda izinle saray mahzenindeki eski kayıtlara bakılırdı. Kalemlere gelen evraklar, işi bitsin bitmesin, akşam mahzene kaldırılır, sabah tekrar getirilirdi.

Pâdişâhların hatt-ı hümâyünları görüldükten sonra reîs-ül-küttâba teslim edilir, o da her ay bunları birer torbaya koyup mühürledikten sonra husüsî bir sandıkta muhâfaza ederdi. Bu süretle pâdişâhların sadrâzamlara gönderdiği her türlü hatt-ı hümâyünlar, ayrı ayrı torbalarda saklanırdı. Pâdişâh okumak arzu ettiği zaman emânet olarak kendisine gönderilir, sonra geri alınarak tekrar yerine konurdu.

Evrâkların muhâfazasından Dîvân-ı Hümâyün üyesi olan Nişancı sorumlu idi. Reîs-ül-küttâb ve defter emîni onun emrinde idi (Bkz. Nişancı). Fakat 16. asır ortalarından sonra reîs-ül-küttâb ile defter emîni nişancının önüne geçtiler. Defter ve kayıtlarda yapılan her türlü düzeltme, nişancının kalemi ve mârifetiyle yapılırdı. Nişancının bu vazîfesi ile ilgili pâdişâhtan başkasının sözlü emri geçersizdi. Hattâ sadrâzam bile pâdişâh tuğrası ve muvaşşah ferman ile evrâk isteyebilir ve bizzat nişancı tarafından verilip alınırdı. Diğer nâzırlar nişancının makâmında teslim alırlardı. Tapu tahrir defterinde yapılacak bir kayıt tashihi için nişancıya yazılacak fermâna bizzat sadrâzam pâdişâhın tuğrasını çeker, nişancı da kendisine gelen fermanın köşesine; âÂ?Â?Defteri geleâÂ?Â� diye yazarak defter emînine gönderirdi. Güzel bir şekilde tasnif edilen milyonlarca vesika ve defter arasından istenilen defteri süratli bir şekilde bulup çıkaran defter emîni de, defterhâne kesedârı vâsıtasıyla defteri nişancıya yollar. Nişancı, defter üzerinde gerekli tashihi yaptıktan sonra oraya fermânı da ekler, defterhâneye gönderirdi. Tâlî derecedeki defterlerin başka yerlere gönderilmesi îcâb ettiği durumlarda, sadrâzamın defter emînine yazdığı buyruldu ile defterhâneden çıkarılarak istenilen yere gönderilir ve defter emîni tarafından tâkib edilirdi. Defter iâde edilince ne kadarı dışarıda kaldığı deftere kaydedilirdi. Son devirlerde nişancının derecesi düşmesine rağmen kayıtlarda yapılacak tashihler, yine onun kalemiyle yapılırdı. Fakat tımar ve zeâmet işlerine, dîvân-ı hümâyün reîsi olan reîs-ül-küttâblar bakardı.

Sefer durumunda lüzumlu defterler de birlikte götürülür, nişancı ve defter emîni merkezde birer vekil bırakarak sefere iştirak ederlerdi. Defter emîni defterleri muhâfaza eder, nişancı da gerekli kayıt ve tashihleri yapardı. Devletin her türlü hukükî bilgilerine sâhib olan nişancı hâricinde, hiç kimse pâdişâh dâhi olsa eski evrâka tashih için dahi hiçbir şekilde bir çizik çizemez veya silemezdi. Nişancı da sadrâzamdan pâdişâh tuğrası çekilmiş fermân almadan kendisi hiçbir işâret koyamazdı. Değişikliğe fermânı da eklerdi. Vesîkaların çalınmasında veya tahrif edilmesinde rolü olanlar cezâlandırılırdı.

Osmanlı Devletinde millî arşivcilik konusunda ileri derecede teşebbüs, devrin mâliye nâzırı olan Safveti Paşanın 1845âÂ?Â?te EnderünâÂ?Â?daki târihî vesîka ve defterleri bir tertibe koyması ile başlamıştır. Günümüz anlayışına uygun arşivcilik 1846âÂ?Â?da Hazîne-i Evrâk dâiresinin kurulmasıyla başlar ve bu da bugünkü Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün çekirdeğini teşkil eder. Hazîne-i Evrâk nezâretinin başına getirilen Hasan Muhsin Efendinin kıymetli çalışmalarıyla arşive dâhil vesîkaların tertibi ve arşivin çalışma tarzını belirten 1849 Hazîne-i Evrâk nizamnâmesi ile Türk arşivciliği belirli bir düzene girmiştir.



Hazîne-i Hâssa

Osmanlı pâdişâhlarının şahsî gelir ve giderlerine âit işlere bakan teşkilât. Osmanlı Devleti mâliyesinde iki büyük hazîne vardı. Birincisi bütün devlet gelirlerini toplayıp muayyen kânunlarla mahallerine veren ve sarf eden Dîvân-ı Hümâyûn hazînesi yâni dış hazîne; diğeri ise, muayyen kânunlarla toplanarak lüzûm ve ihtiyâç hâlinde Dîvân-ı Hümâyûn hazînesine yardım eden iç ihtiyât hazînesi olan hazîne-i hâssa veya diğer ismiyle hazîne-i enderûn. Hazîne-i hâssanın idâresi sarayda bulunduğu için, hazînedâr başının emrinde, Dîvân-ı Hümâyûn hazînesinin idâre ve mesûliyeti ise vazîriâzamın elinde bulunuyordu. Netîcede ise, her iki hazîne de pâdişâha bağlıydı.

Pâdişâhın özel gelirlerinin toplandığı ve Enderûn Mektebi odalarından hazîne koğuşu efrâdınca muhâfaza edilen hazîne-i hâssa, Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) zamânında kuruldu.

Hazîne koğuşunun en büyük âmiri, ak hadım ağalarından iç hazînedârbaşı olup, buna ser hâzin-i enderûn veya baş hazînedâr da denilirdi. Bir de hazînenin muâmelâtı ile meşgul olup kayıtlarını tutan ve pâdişâha arz eden hazîne kethüdâsı vardı.

Bu hazîne odası kubbeli, dört geniş salondan meydana gelmiş olup, muhtelif cins nakit ile süslü altın ve gümüş kaplar, cevâhir, elmas vesâir eşyâ ile kürkler, çeşit çeşit şallar, halılar, en kıymetli elbiselik kumaşlar, cevâhirli eğer takımları, kıymetli taştan yüzükler, elmaslı, altın düğmeli serasere kaplı kapaniçeler yanında başka eşyâları da bulunduruyordu. Buradaki eşyâyı tesbit eden iki büyük defter vardı. Silâhdâr ile hazîne kethüdâsının muhâfazası altındaki bu defterlerde defterdârın imzâsı da bulunuyordu.

Hazîne kethüdâsı saraydan terfî ederek çıkacak olursa, bütün hazîneyi en küçük teferruâtına kadar yerine gelecek olana devretmek mecbûriyetindeydi. Hazîne kethüdâsının elinde enderûn hazînesinin dış kapısına basacağı bir mühür vardı. Bu mühür, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferinden dönüşte kullanmış olduğu mühürdü. Kırmızı akikten olan bu mühürle Yavuz, hazîne kapısının mühürlenmesini vasiyet etmiş olduğundan, bu mühür dâimî sûrette hazîne kethüdâsı olanlarda dururdu. Yavuz Sultan Selim Han; “Benim altunla doldurduğum hazîneyi (iç hazîne) bundan sonra gelenlerden her kim mangırla doldurursa hazîne ânın mührüyle mühürlensin ve illâ benim mührümle mühürlenmekte devâm olunsun.” demiş olduğundan, son zamâna kadar onun vasiyyetine riâyet olunmuştur. Bu mührün ortasına; “Sultan Selim Şah” ibâresi ve etrâfında da Sultan İkinci Bâyezîd’in mühründe görüldüğü gibi “Tevekkülî alel-Hâlik” sözü yazdırılmıştır.

Hazîne-i hâssanın, raht-ı hümâyûn hazînesi, bodrum hazînesi ve ceb-i hümâyûn hazînesi gibi kısımları da vardı.

Raht-ı hümâyûn hazînesine has ahûr hazînesi de denilirdi. Bu hazînede en kıymetli mücevherlerle müzeyyen murassâ rahtlar (eğer takımları) bulunmaktaydı. Raht hazînesindeki mücevherât ve her nevî eşyânın defterini bir raht kâtibi tutardı. On yedinci yüzyıl Avrupalı seyyahlar raht hazînesinden bilhassa ve hayretle söz etmektedirler.

Ceb-i hümâyûn hazînesi denilen harem-i hümâyûn hazînesinde pâdişâhın şahsî paraları bulunmaktaydı. Osmanlı pâdişâhlarının haslar hâricinde ikinci bir gelir kaynağı cep harçlığı olarak Mısır eyâletinden gelen vâridât idi. Bu meblağ 1587 yılına kadar beş yüz bin, 17. asır başlarında ise, altı yüz bin altın idi. Bundan başka ceb-i hümâyûn hazînesinin kaynaklarını; harp ganîmetlerinden alınan hisseler, müsâderelerden hâsıl olan para, darphâne hakkı ücreti ve kârı teşkil etmekteydi. Harem-i hümâyûn hazînesinin nâzırı sırkâtibi idi. İç hazînenin en önemli kısmı olan ceb-i hümâyûn hazînesinin giderleri; harem aylıkları, çeşitli ihsânlar, bahşişler, sadakalar, fıtra, surre, hediye vs. idi.

İşe yaramayan eski ve hurda eşyânın saklandığı kısma ise bodrum hazînesi adı verilirdi. Bilhassa seferler sırasında para sıkıntısı çekildiğinde bodrum hazînesinde bulunan ve kullanılmaz durumda bulunan gümüş mallardan para kesilirdi.

Dış, yâni mâliye hazînesinde darlık olunca bu iç hazîneden ödünç para verilir ve dış hazînede gelirler toplanınca bu para yine iâde olunurdu. Yine savaş zamânı sefere gidecek timarlı sipâhîler, mevsim îcâbı henüz mahsûl ve gelirlerini toplayamadılarsa, kendilerine iç hazîneden borç verilirdi. Bu bakımdan iç hazîne, dış hazînenin en sonra başvurulan bir finansman ve kredi kaynağı durumundaydı. Ödünç verme işlemi, vezîriâzam, o yoksa vekîli ve baş defterdâr kefâleti ile olur, durum düzelince borcun ödenmesine çalışılırdı.

On yedinci yüzyıldan sonra başlayan bunalımlı dönemlerde, özellikle sefer yıllarında iç hazîneden dış hazîneye verilen borç meblağında yükselmeler görüldü. Çünkü gelişen olaylar dış hazînenin tâkatini aşıyor, tebeası üzerine titreyen pâdişâh ise bu durumda bütün giderleri kendi hazînesinden karşılama yoluna gidiyordu. Pâdişâhın verdiği paralarla askerin maaşı ödeniyor, ordu ve donanma mühimmâtı alınıyor, tâyinât, kale tâmirleri vs. yapılıyordu.

Sultanların özel hazînesi durumunda olan İç hazîne, bütün bu olumsuz şartlara rağmen, ihtişâmını 19. yüzyılın sonlarına kadar sürdürdü. 1876’da, Sultan Abdülazîz Hanı tahttan indiren Hüseyin Avni Paşa ve avânesi tarafından Çırağan’da yağmalanarak ilk darbeyi yiyen bu hazîne, 1909’da İkinci Abdülhamîd Hanı hâl’ eden (bir kısmını âsî Bulgar, Sırp, Arnavud çetelerinin meydana getirdiği) Hareket Ordusu tarafından Yıldız Sarayında korkunç şekilde talan edildi. Bugün bu hazîneden kalan çok az bir parça Topkapı Sarayı Müzesinde sergilenmektedir.

Hekimbaşı
Osmanlı sarayının ve memleketin sağlık işleriyle uğraşan teşkilât. Bu teşkilâtın başındaki vazîfeliye “hekimbaşı” denilirdi.

Bâzı kaynaklara göre Fâtih Sultan Mehmed Handan önce Sultan İkinci Murâd Han döneminde yerleşmeye başlayan bu kuruluş, sonraları daha da gelişti. Sultan İkinci Murâd Han döneminde Hekim Şeyhî’nin, hekimbaşı olarak tayin edildiği bilinmektedir. Hekimbaşı, pâdişâhın çevresinde çalışan kişilerin en büyüklerinden sayılırdı. Bu sebeple hekimbaşılığa tâyin edilenlere 18. yüzyıla kadar sadrâzamlar, sonraları da dârüssaâde ağaları, pâdişâh tarafından hediye edilen bir kürk giydirirlerdi.

Hekimbaşı, dârüssaâde ağasına bağlı olmakla berâber her türlü yazışmaları sadrâzamla yapardı. Bütün sağlık personelinin tâyin ve göreve alınmalarında onun tavsiyeleri alınırdı. Hekimbaşılarına geçimleri için arpalık yâni herhangi bir yerin vergisi verilirdi. Diğer İslâm memleketlerinde olduğu gibi Osmanlı Türklerinde de, Kur’ân-ı kerîm’in getirdiği sağlık prensipleri ve Peygamberimizin sağlıkla ilgili hadîs-i şerîfleri uyulacak sağlık kuralları olmuştur. Hekimlik hizmetlerinde, koruyucu hekimliğin, tedâvî hekimliğinden daha kıymetli olduğunun farkında olan Müslümanlar, İslâmiyetin koyduğu kurallarla şimdiki modern hijyen ilminden daha öndeydiler. Bu kâidelere riâyet edenlerin hastalanmayacaklarını Peygamber efendimiz bildirmiştir.

Hekimbaşının selâhiyetleri bugünkü sağlık bakanının selâhiyetlerine eşitti. Ancak bu selâhiyetler askerî alana da yansırdı. Savaş zamânında hekimbaşı, aynı zamanda “ordu hekimbaşısı” idi. Müneccimbaşılık vazîfesini de gören hekimbaşılar, her yıl hicrî yılbaşında bir zâyice (hâdiseleri düzenleyen yıllık cetvel) yapıp pâdişâha takdim ederlerdi. Ayrıca adlî tabiplik görevini de yürütürlerdi. Bir âdet olarak pâdişâhların ölümünde hekimbaşılar görevden alınırlardı. Ancak pâdişâhın tahttan çekilme durumunda görevlerinde kalırlardı.

Hekimbaşının emrinde 19. yüzyıla kadar cerrahbaşı, kehhalbaşı (göz mütehassısı) ve eczâcı kalfaları vardı. Bu târihe kadar hekim ve eczâcı aynı kişi olduğundan ayrıca bir eczâcıbaşılık yoktu.

Hekimbaşılığın yetkileri 19. asrın ortalarında sınırlandırıldı. Çünkü bu zamanda tıp alanında modernleşmeye gidilmesi, bâzı kânun, tüzük ve yönetmeliklerin çıkarılmasına sebeb oldu. Ayrıca hekimbaşının vazîfesi sarayın sağlığı ile ilgilenmekten ibâret olduğundan, “hekimbaşılık” yerine “sertabiplik” deyimi kullanıldı. 1837’de Harbiye Nezâretinde kurulan Sıhhiye Dâiresi, askerî alandaki sağlık konularını, 1850’de kurulan Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne ve Umûr-ı Tıbbıye-i Mülkiye Nezâreti ise sivil alandaki sağlık konularını ele aldı. 1869 târihli İdâre-i Tıbbiye-i Askeriye Nizamnâmesi gereğince kurulan Umûr-ı Sıhhiye-i Askeriyye Meclisi, askerî sağlık işlerini devraldığı gibi, gene o yıl kurulan Meclis-i Umûr-ı Tıbbıye-i Mülkiye de sivil sağlık işlerini üzerine almıştır. Bu son kuruluş 1906’da Meclis-i Maârif-i Tıb ve 1908’den sonra da Meclis-i Umûr-ı Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umûmiye adlarını almıştır. 1912’de bu meclis tamâmen kaldırılarak İçişleri Bakanlığına bağlı Sıhhiye Müdüriyet-i Umûmiyesi kurulmuştur. Daha sonra 1914’te Dâhiliye ve Sıhhiye Nezâreti adını alan bu kuruluş, 1920’de Sıhhat ve İçtimâî Muâvenet Vekâleti, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı adını alarak son şekline geçmiştir. Böylece eskiden hekimbaşıların üzerinde olan her türlü sivil sağlık işlerinden bugün bu bakanlık sorumludur.

On beşinci yüzyıldan îtibâren hekimbaşılık yapmış olan zâtlar şunlardır: Kaysunizâde Mehmed Efendi, Emir Çelebi, Sakızlı Îsâ Çelebi, Halepli Sâlih bin Nasrullah, Hayâtîzâde Büyük Mustafa Feyzî Efendi, Giritli Nuh Efendi, Hasan Efendi, Suphizâde Abdülazîz Efendi, Gevrekzâde Hâfız Hasan Efendi, Mustafa Behçet Efendi, Abdülhak Molla, Cerrah İsmâil Paşa.

Bunlardan Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın Bebek’teki eczânesinin kapısına astığı “Ne ararsan bulunur, derde devâdan gayri” sözü pek meşhurdur.

Hilâl-i Ahmer
Cemiyet hâlinde yaşayan insanlar arasında fakir, zengin, muhtaç ve sakatların bulunması gâyet normaldir. İlâhî dinler, insanlar arasında yardımlaşmayı, muhtaçların elinden tutulmasını emrettiğinden, inananlar arasında bu hususlar tam yerine getirilmiştir. İnsanlar bunlara uymakta güçlük çıkarınca, idâreciler kânûnî müeyyideler ile bâzı hususlarda mecbûriyetler getirmişlerdir. Avrupalılar, insanlar arasındaki mânevî bağların azaldığı 19. asırda yardımlaşmayı sağlamak, harp zamânındaki yaralılara bakmak için cemiyetler kurdular. Kurdukları bu cemiyete Sâlib-i Ahmer adını verdiler. Daha sonra bu cemiyet Kızılhaç adını aldı.

İslâmiyetin ilk yıllarında ve daha sonraki harplerde ihtiyaç duyulduğu zaman kadınlar savaşa katılır, yaralıları tedâvi ederlerdi. Nitekim Uhud savaşında hazret-i Fâtıma savaşta yaralanan Peygamber efendimizin yaralarını bizzat sarıp tedavi etmişti. Sonraları kurulan İslâm devletlerinde yardımlaşma ve harp yaralılarını tedâvi, çeşitli şekillerde yapıldı.

Selâhaddîn-i Eyyûbî 1192 yıllarında Üçüncü Haçlı Seferinde, Saint Jean Şövalyelerinin Müslüman Türk karargâhına gelerek Hıristiyan yaralıları ile meşgul olmalarına, tedâvi etmelerine izin vermişdi.

Birinci Napolyon, 1798 târihinde Akka Kalesini muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ çıkıp yayılmış ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zamanki bir Fransız eserinde şöyle yazılmaktadır: “Türkler ricâmızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, ak yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ etdiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıtarak yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yanaşmamasını tenbih ettiler. Hastaların elbiselerini yakıp yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak tekrar duâ ettiler. Bizden hiçbir ücret veyâ hediye kabul etmeden yanımızdan ayrıldılar.”

Osmanlı ordusunun özel hekimbaşısı vardı. Harpte hekimbaşı maiyeti ile berâber ordunun gittiği yere gitmek mecbûriyetindeydi.

İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ yardım, merhamet etmez.

Allah'ın sevdiği ev, yetim bulundurulan ve ona iyilik yapılan evdir.

İnsanların en iyisi insanlara hizmet edendir.

Kalbinde merhameti olmayanın îmânı yoktur.

Hadîs-i şerîfleri Müslümanların merhametli, hayırsever olmalarını emretmektedir. Dînimizde zekat vermek farzdır. Sadaka ise durumu müsâid olanların ihtiyaç sâhiplerine yaptıkları yardımlardır. Osmanlı Devletinde vakıflar, aşhâneler insanlara hizmetin en güzel misâlleridir.

Müslümanlar arasında İslâmiyetle başlayan, felâketzedelere, muhtaçlara ve yaralılara yardım, Avrupa'da 19. yüzyılda ve kısmen ortaya çıkmıştır. İnsanların isteyerek bu işe koşmamaları Avrupa'da yardım yapılabilecek idârî teşkilâtlar kurmayı mecbur etmiştir. Zîrâ muhtaçlara, kazâzedelere yardım elini uzatmak, bir inanç gereğidir. İnançlar zayıflayıp bu iş yapılmadığı zaman bir kuruluşa ihtiyaç duyulur.

Osmanlılarda, kurulduğu yıllardan beri belli bir sistem ve kural içinde muhtaçlara, kazâzedelere, yaralılara yapılan yardım, 1877 yılında teşkilâtlandırılıp bir cemiyet şekline geldi.

1877'de beyaz üzerine kırmızı hilâl bayrak sembol kabûl edilerek Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti kuruldu. 1923'te Türkiye Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, 1935'te Türkiye Kızılay Derneği adlarını aldı.

Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, 1877'deki Osmanlı-Rus Savaşında, cephe gerisinde 9 seyyâr hastahâne, İstanbul'da 4 hastahâne açarak buralarda 25 bin yaralı ve hasta askere baktı. 1897'deki Türk-Yunan Harbinde cemiyet 2 hastahâne vapuru kirâlayarak yaralı ve hasta askerleri İstanbul'a taşıyıp tedâvi etti.

İstanbul'da baş gösteren kolera salgını ve 1911'deki büyük Aksaray yangını Hilâl-i Ahmer'in barış yıllarında kayda değer ilk ve geniş faaliyetleri oldu. Bundan sonra arka arkaya gelen Trablusgarb, Birinci ve İkinci Balkan harpleriyle, Birinci Dünyâ Harbi, Hilâl-i Ahmerin üç kıta üzerindeki aralıksız, çok geniş ve sıkışık, fedâkarlıklarla dolu uzun bir devresini teşkil eder.

Humbaracı Ocağı
Osmanlı askerî teşkilâtında humbara yapan ve bunu kullanan sınıfın bağlı olduğu ocak. Humbara, demir veya tunçtan dökülmüş el bombası olup, tüfekle atılanları da vardı. Bu silâhı kullanana “humbaracı”, âmirlerine ise, “humbaracıbaşı” deniliyordu.

Humbaracılar Osmanlılarda eskiden beri mevcud olup, bir kısmı Cebeci bir kısmı Topçu Ocağına bağlıydılar. Humbaracıların asıl kısmı, kapıkulu sınıfları gibi maaşlı olmayıp, timar sâhibiydiler. Bunlar devlet merkezinde bulunmayıp, kalelerde hizmet ederlerdi. Bunların timarları, kaleleri civârında bulunurdu. Timarlı humbaracılar 17. asır başlarından îtibâren ihmâl edildiğinden ehemmiyetleri kalmadı.

Humbaracı Ocağı, aslen Fransız olup 1729’da Türkiye’ye ilticâ eden ve Müslüman olduktan sonra Ahmed ismi verilen Kont Bonneval tarafından ıslâh ve tanzim edildi. Bunlar için Üsküdâr’da Ayazma Sarayında yeniden bir îmâlâthâne ile kışla yaptırıldı. Bu sûretle yeniden teşkilâtlanan humbaracıların miktârı üç yüzü timarlı ve üç yüzü ulûfeli olarak 601 kişi oldu. Ocak, oda denilen ve her biri yüz kişiden meydana gelen altı bölüğe ayrıldı. Bunların üçü ulûfeli, üçü de timarlıydı. Her ulûfeli odaya iki yüz akça ile bir odabaşı ve doksanar akça ile iki tâne ellibaşı ve elli akça yevmiyeyle üç tâne otuzbaşı, otuzar akça yevmiye ile on tâne onbaşı, vekilharç, çavuş, imâm, cerrah, yazıcı, davulcu tâyin edildi. Neferlerin yevmiyesi on sekiz, “alaybaşı” denilen humbaracıbaşının yevmiyesi ise üç yüz altmış akçaydı.

Üçüncü Selim Handan îtibâren görülen ıslâhat devresinde, 1792’den îtibâren Humbaracı Ocağında timarlı ve ulûfeli şeklindeki ayırıma son verilerek, hepsinin devlet merkezinde bulunmaları kabul edildi. 1795’te ise Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûnun açılması üzerine Humbarahâne kapatılıp talebeleri bu okula nakledildi. Humbaracılar, Sultan İkinci Mahmûd döneminde Vak’a-i Hayriye adı verilen yeniçerilerin kaldırılması sırasında devletin tarafını tutarak büyük bir hizmet yaptılar.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
İ

İdadî
Osmanlı Devleti eğitim sisteminde orta tahsili veren mektep. Sultanîlere ve meslek yüksek okullarına öğrenci yetiştirmek gâyesiyle kuruldu.

İlk olarak 1838’de açılmaya başlanan rüştiyelere öğrenci yetiştirecek sıbyan okullarına hazırlık sınıfı mânâsına idâdî denildi. Daha sonra Mekteb-i Tıbbiye ve Mekteb-i Harbiye gibi yüksek askerî okulların hazırlık sınıflarına da askerî idâdî adı verildi. 1869’da çıkarılan Maârif Nizâmnâmesinde de bu ad altında okullar açılması isteniyordu. Buna göre idâdîlerin öğretim süresi, rüştiye sınıfları ile birlikte yedi yıldı. İdâdîler yaygınlaştırılarak her vilâyete birer tâne açıldı. Sancaklarda ise idâdîlerin öğretim süresi beş yıldı. Vilâyet merkezlerindeki idâdîler, İkinci meşrûtiyet döneminde sultânîye dönüştürüldü. 1923’ten sonra ise ortaokul ve lise adı altında faaliyetlerini sürdürdüler.

İhtisab
Osmanlı devlet teşkilâtında köklü değişikliklerin yapıldığı Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında, 1826 yılında, yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra şehir idâresinde bir boşluk doğdu. Bunu gidermek için de daha geniş selâhiyetlerle kontrolü sağlayacak yeni bir idârî sistemin kurulması gerektiğinden, ihtisâb nâzırlığı kurularak, başlangıçta muhtesib, ihtisâb ağası veya ihtisâb emîni ünvânı ile ihtisâb işine bakan kimse de ihtisâb nâzırı ünvânını aldı. Her türlü inzibâtî görevi üstlenen bu teşkilâta, bostancıbaşı, mîmârbaşı, hamam ve hamallar yazıcısı gibi vazîfelilerle, mahallelerin nüfûs kayıt ve yoklamasını yapan mahalle mukayyidleri, bâzan da mahalle imâmları yardımcı görevli kabûl edildi.

1845’te şurta (polis) ve 1846’da zaptiye müşirliği kurulduğundan, ihtisâb nezâretinin bir kısım vazîfe ve selâhiyetleri yeni kurulan bu müesseselere devredildi. Nezâret ise, sâdece narh ve esnaf işine bakar oldu. Nezâretin yetkilerinin sınırlanarak başka müesseselere devredilmesi ve memleketin içinde bulunduğu durum, birçok aksaklıkların meydana gelmesine sebeb olunca, bâzı tedbirler alındı. 1854’te yapılan bir resmî tebliğ ile İstanbul Şehremâneti (Belediye) idâresi kuruldu ve ihtisâb nezâreti lağvedildi.

Muhtesib, devleti temsîlen bu vazîfeye getirildiği için geniş bir tâzir (cezâlandırma) selâhiyetine de sâhipti. Okulları teftiş eder, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklardı. Çarşıların nizâm ve intizâmını sağlamaya, ölçü ve tartıları kontrol etmeye, dinle alay edenleri tâkibe, komşu hakkına tecâvüzü önlemeye, zımmîlere âit binâların Müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye kadar varan yetkilere sâhipti.

Muhtesip, herhangi bir şikâyet beklemeden kendi yetkisini kullanarak bizzat halk içinde dolaşıp gördüğü uygunsuz hâllere ânında müdâhale ederdi. Bir muhtesibin uygunsuz hareket eden bir kimse hakkında işlem yapabilmesi için her şeyden önce, yapılan kötü işten haberdâr olması gerekirdi. “Falanca bu suçu işlemiş olabilir” gibi bir düşünce veya rastgele kimselerin lafları ile bir kimse hakkında işlem yapamazdı. Kendisi veya kendisine yardımcı memurların şâhid olmalarıyla münkerin işlendiğine bizzat kanâat getirmesi veya iki âdil Müslümanın şehâdet etmesi lâzımdı. Bundan sonra muhtesib yapılan işin kötülüğüne göre suçluyu dil veya el ile cezalandırırdı.

İmaret
Osmanlılar, fethettikleri yerlerde, câmi, hastahâne, medrese, kervansaray, köprü, han, hamam ve çeşme gibi sosyal müesseseler yaparak, şehirleri kendilerine mâl ettiler. Ayrıca hayvanlar ile kuşların kışın karda yiyeceklerini ve yazın sıcakta içeceklerini temin ettiler. Medreselerde okuyan talebeler, yolcular, muhtâc ve kimsesizler için de imâretler yaptılar. Osmanlılardan günümüze ulaşan arşiv belgeleri ve harap da olsa bugün ayakta duran mîmârî eserleri, Osmanlı Devleti dâhilinde binlerce imâretin faaliyet hâlinde bulunduğunu göstermektedir. Bu sosyal müesseselerin muhâfaza ve devâmını sağlamak için de çevrelerinde han, hamam ve dükkan gibi yerler yaptırılarak, gelirleri bunlardan temin edildi. Diğer bütün sosyal müesseselerde olduğu gibi, imâretlere verilen vakıf gelirleri de evkaf defterlerinde kaydedildi. Meselâ İstanbul’da Bâyezîd İmâretinin yıllık geliri 9 milyon akçeydi. Yine Fâtih Câmii ve İmâretini yaşatmak için Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un çeşitli semtlerinde; 1130 ev, 2466 dükkân, 3 han, 54 değirmen, 14 hamam, 9 bahçe vakfetmişti.

Osmanlılarda ilk imâreti, 1336’da kuran Orhan Gâzi, müessesesinin açılışını yaparak fakirlere kendi eliyle yemek dağıttı. Osmanlıların son zamanlarına kadar devâm eden bu müesseselerin yerine sonradan aşevleri kuruldu.

İznik ve Bursa’da pâdişahlar ile hayırsever zengin kimselerin kurduğu imâretler yirmi dörde ulaşmıştı. İstanbul, Ankara, Edirne, Manisa, Amasya, Kayseri, Erzurum, Filibe, Selânik, Bolayır, Gelibolu ve daha bunun gibi İmparatorluğun hemen her köşesinde imâretler vardı. Bunlar misâfirlere, medreselerde okuyan talebelere ve fakir halka en büyük destekdi. İmâretlerde verilen yemeklerin derecesi, onu besleyen vakfın veya şahsın zenginliğine göre değişirdi. Günde iki öğün yemek verileceği, mübârek gecelerde helva yapılıp dağıtılacağı ve vakıf sâhibinin rûhuna Kur’ân-ı kerîm okunacağı vakfiyelere şart olarak konurdu. Mütevellî heyeti bu hükümlere uymaya mecbûrdu. İmâretler ayrıca kimsesiz çocukların yetiştirilmesi işini de üzerlerine alıp bunlara hayatlarını kazanacak bir çağa gelinceye kadar bakarlar ve yetimlere maaş bağlarlardı. Nitekim Ayasofya vakfından 200, Edirne’deki Sultan İkinci Murâd vakfından 40 ve Fâtih İmâreti vakfından 250 yetime maaş bağlanmıştı. Maaş bağlanacak yetimlerin seçilmesi işi ile İstanbul kâdısı meşgûl olmakta ve her türlü işler kâdı siciline geçirilmekteydi.

İmâretlerin vakfiyelerinde vakfın idâresinin kimler elinde ve nasıl olacağı da belirtiliyordu. Buna göre vakıfla alâkalı bütün vazîfeliler sene sonunda bir umûmî heyet hâlinde toplanarak vakfiyeyi birlikte okuyup vakfiye şartlarının sene içinde yerine getirilip getirilmediğini müzâkere ederlerdi.

İmâretler bir tek yapı olabildiği gibi, külliye hâlinde teşkil edilenleri de vardı. On altıncı asra kadar tek yapı hâlinde olanlar meşhûrdu. Bu asırdan sonra daha çok külliye hâlinde olanlara rastlanıyordu. İmârethâne binâları, Türk mîmârî geleneklerine uygun planlara sâhib olarak yapılır, iki yanında bitişik birer misâfirhâne ile ortada namaz kılacak bir yer bulunurdu. Misâfirhâne odalarının içinde birer ocak ile dışarıya açılan kapıları vardı. Ortada bulunan namaz kılma yerinin genellikle yüksek bir kulesi bulunur, kule üzerindeki aydınlatma feneri ile şadırvan ve iç bölmeler aydınlatılırdı.

Fâtih Sultan Mehmed Hanın câmi, medrese ve dârüşşifâ ile berâber yaptırdığı imârette günde iki defâ yemek pişer ve medrese talebeleriyle hastahâne ve kütüphâne memurları ile külliyenin bütün hizmetlileri, misâfirler ve fakirler olmak üzere, her öğünde bin kişi yemek yerdi. Bütün İstanbul’daki imâretlerde bu sırada otuz binin üzerinde kişiye yemek verilirdi. Ayrıca mevki ve makam sâhiplerinin sarayında da fakirler için yemek çıkarılırdı.




Islahhâne
Osmanlı Devletinde kurulan sanat okullarına verilen ad. İlk olarak Tuna vilâyetinde açılan okula kimsesiz ve yardıma muhtaç çocukların alınması ve bunların hâl ve geleceklerinin düzeltilmesi düşünüldüğünden ıslahevi mânâsına gelen bu tâbirin kullanıldığı zannedilmektedir. Bir de Türkçenin Rumeli şîvesinde ıslâh “iyi, güzel mânâsına geldiğinden, memlekette ilk defâ açılan güzel ve iyi müessesenin halkın hoşuna giden bir isimle adlandırılması uygun görülmüş olduğu düşünülmektedir.

Tuna vilâyetinden sonra Rusçuk, Halep, Selânik ve İstanbul’da da açılan bu okullara, daha sonraları Sanâyi Mektebi adı verildi. 1868’den sonra Bursa, İzmir, Bosna, Trabzon, İşkodra, Kastamonu, Erzurum ve Diyarbekir’de açılan okullarla bu faaliyet genişletildi.

Islahhânelerde öğrencilere ilköğretim seviyesinde dersler okutulduğu gibi, bulunduğu bölgenin ihtiyâçlarına göre terzilik, kunduracılık, mürettiplik, demircilik ve marangozluk gibi sanat eğitimi de veriliyordu. Okulların giderleri halkın yardımları ve ıslahhânelerde yapılan eşyânın satışlarından elde edilen kârla karşılanırdı. Islahhânelerin yerini sonraları sanat mektepleri almıştır.



Islahiye Teşkilatı
Abdülazîz Han devrinde güney ve güneydoğudaki âsileri yola getirmek için kurulan özel askerî birlik. İskenderun’dan Maraş ve Elbistan’a, Kilis’ten Niğde ve Kayseri’ye, Adana sâhillerinden Sivas’a kadar olan bölgedeki âsileri ıslâh etmek için kuruldu. Kumandanı Müşir Derviş Paşa, komiseri de Ahmed Cevdet Paşa olup, on beş piyâde taburu ve iki süvâri alayından meydana geliyordu.

Kırım Harbi (1853-1856) devâm ederken, Osmanlı ordusunun cephede olmasından istifâde eden fırsatçı eşkıyâlar ile Ermeni âsileri Halep, Kozan ve Adana bölgelerinde isyâna, ahâliyi katletmeye başladılar. Bu katliamlar üzerine 1866’da bölgede harekâta başlayan Fırka-i Islâhiye, Halep, Kozan, Adana ve çevresinde faaliyette bulunan eşkiyâyı kısa sürede ortadan kaldırdı. Hac yolunu kesen Küçük Alioğullarının tehditlerine son verdi. Fırka-i Islâhiye, Cevdet Paşanın başkanlığında bölge aşîretlerinin ileri gelenleriyle, toplantılar ve görüşmeler yaparak göçebe halkı büyük ölçüde yerleşik düzene geçirmeyi başardı. Heyeti bir beyannâme yayınlayarak pâdişâha bağlılıkla kusur gösterilmesine izin verilmeyeceğini buna karşılık şahsî hukûkun korunacağını ve o güne kadar işlenen suçların affedileceğini duyurdu. Aşîret önde gelenlerine çeşitli devlet kademelerinde ve ordu içinde görevler verildi. Bunlar İstanbul, Kütahya ve Rumelide iskân edildi.

Bölgede asâyişin sağlanması ve Fırka-i Islâhiyenin İstanbul’a dönmesi ile teşkilâtın görevi sona ermiş oldu (1867).


 

Suskun

V.I.P
V.I.P
İttihat ve Terakkî
Türkiye’de kurulan ilk siyâsî parti.

21 Mayıs 1889’da İttihâd-ı Osmânî adıyla ve Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek gâyesiyle gizli bir cemiyet olarak kuruldu. Daha sonra İttihat ve Terakki adını aldı. Yapılan ilk toplantıda Cemiyetin başkanlığına Ali Rüşdî, kâtipliğine Şerefeddîn Mağmûmî, muhâsib üyeliğe de Âsaf Derviş seçildiler.

Cemiyet, İstanbul’daki sivil ve askerî okul talebeleri arasında taraftar kazanarak süratle büyüdü. İtalyan Karbonari mason teşkîlâtını örnek alarak kurulan bu gizli cemiyet, hücreler hâlinde teşkilâtlandı. Hücre içindeki her üyeye bir sıra numarası verildi. Birinci hücrenin birinci üyesi İbrâhim Temo idi.

Cemiyet üyeleri, Galata Fransız Postahânesi aracılığıyla merkezi Pâris’te kurulan Jön Türklerle irtibat kurdular. Cemiyetin üyelerinden olan Bursa maârif müdürü Ahmed Rızâ Bey, Pâris’teki bir sergiyi gezmek bahânesiyle Fransa’ya gidip, Jön Türkler grubuna katıldı ve geri dönmedi. İttihâd-ı Osmânî cemiyetinin fikirlerini yaymaya başladı. Çok geçmeden onlar arasında hâkim bir sîmâ oldu. Cemiyet, Sultan Abdülhamîd Hana karşı kişi ve çevrelerle kurduğu münâsebetler netîcesinde tanınmaya başladı; yurt içinde ve dışında şûbeler kurarak teşkilâtlandı. Ahmed Rızâ, Avrupa’daki teşkilâtın adını, Auguste Comte’un pozitivist felsefesinin parolası olan Nizam ve Terakkî koymak istedi. Jön Türkler bu ismi kabul etmeyip, İstanbul’daki İttihâd-ı Osmânî Cemiyetinin ittihâdının da bu cemiyetin isminde yer almasını istediler. Böylece İstanbul’dakilerin İttihâc’ı ile Ahmed Rızâ’nın Terakki’si bir araya getirilerek, cemiyetin adı İttihat ve Terakki oldu. Cemiyetin yayın organı olarak Meşveret Gazetesi ve Fransızca ilâvesi, Paris’te yayınlanmaya başladı. Daha sonra Cenevre ve Brüksel’de yayın hayâtına devâm eden Meşveret Gazetesi yurda gizlice sokuldu. Cemiyetin para ihtiyâcını Pâris mason locası karşıladı.

Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye gibi yüksek okullarda gizli kollar ve komiteler teşkil eden cemiyetin yurt içindeki varlığı, 1895 yılındaki Ermeni olayları sebebiyle duyuldu. Cemiyetin; Dr. İshak Sükûtî, Dr. İbrahim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Âkil Muhtâr, TunalıHilmi gibi faâl üyeleri, yapılan soruşturmalar netîcesinde suçlu bulunarak dağıtıldılar. Bâzıları çeşitli yerlere sürülen cemiyet üyelerinin bir kısmı yurt dışına kaçtı. Yurt dışı faaliyetleri Bükreş, Paris, Cenevre veKâhire’den idâre edilmeye başlandı. 1897 yılında cemiyetin Cenevre ve Kâhire şûbeleri faaliyete geçti. Cenevre şûbesinin çıkardığı Mîzan ve Osmanlı gazeteleriyle Kâhire şûbesinin çıkardığı Kânûn-i Esâsî ve Hak gazeteleri cemiyetin fikirlerinin destekçiliğini yaptılar. Bükreş şûbesini İbrâhim Temo; Pâris şûbesini ise Ahmed Rızâ idâre etti.

Kalabalık bir kitle teşkil etmeyen ülke dışındaki cemiyet mensupları, sürekli anlaşmazlıklar içindeydi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, yurt dışındaki bu muhâlifleri iknâ veya pasifize etmek için gerekli tedbirleri aldı. Zâten fikrî ve siyâsî sebeplerden dolayı ikiye bölünmüş olan İttihatçıların Cenevre grubunun lideri Mîzâncı Murâd Beyle anlaşması için serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşayı vazîfelendirerek Avrupa’ya gönderdi.

Ahmed Celâleddîn Paşa’nın gizli çalışmaları netîcesinde, muhâliflerden büyük bir kısmı İstanbul’a döndüler ve Pâdişâh’ın hizmetine girdiler. Ancak Ahmed Rızâ’nın çevresinde kalan bir grup, Osmanlı Devletine karşı şiddetli muhâlefete ve basın yoluyla propagandaya devâm ettiler. Bu sırada Sultan İkinci Abdülhamîd Handan istediği ilgiyi göremeyen eniştesi Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa da, ülke dışına kaçarak, iki oğlu Prens Sebahaddîn ve Lütfullah beylerle Pâris’e gitti. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın ve Osmanlı Devletinin aleyhinde faaliyete başladı. Böylece Avrupa’daki Jön Türk hareketi biraz canlandı. Ancak anlaşmazlık ve şahsî rekâbetler de gittikçe arttı.

4 Şubat 1902 târihinde Pâris’te, bütün Jön Türkleri içine alan bir kongre toplandı. Bu kongreye; Prens Sebahaddîn, Ahmed Rızâ, İsmâil Kemâl, İsmâil Hakkı(Paşa), Hoca Kadri, Halil Ganem, Mâhir Saîd, Yûsuf Akçura, Ferid Bey, Ali Haydar, Hüseyin Sîret, İbrâhim Temo, Dr. Nâzım, Dr. Refik Nevzat ile Ermeniler ve Rumlar adına da bâzı şahıslar katıldı. Kongrede tâkib edilecek usûl ile ilgili görüş ayrılıkları belirdi. Ahmed Rızâ ve arkadaşları cemiyetin adını Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti olarak değiştirip, Pâris’’te Meşveret’i çıkarmaya devâm ettiler. Mısır’da da Şûrâyı Ümmet Gazetesi’ni kurdular. Prens Sebahaddîn ve taraftarları da Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetini kurup Terakkî Gazetesi’ni çıkardılar. İki cemiyet yayın organlarıyla birbirlerini ithâm etmeye devâm etti. Bir taraftan da taraftar kazanmak için program ve fikirlerini açıklayıp yaymaya koyuldular.

Cemiyet, Rumeli’de de hızla teşkilâtlandı. Yalnız Tiran’da olmak üzere, Köstence, Dobruca, Şumnu, Plevne, Sofya, Kızanlık, Vidin ve İşkodra’da bir çok şûbeler açıldı. Terakki ve İttihat Cemiyeti batı dünyâsında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıtıldı.

1906 Eylülünde ekseriyeti üçüncü ordu subaylarından olan; Bursalı Tâhir, Nâki, Edib Servet, Kâzım Nâmi, Ömer Nâci, İsmâil Canbolat, Hakkı Bahâ beyler ile posta ve telgraf idâresi başkâtibi Mehmed Talat, Rahmi ve Midhat Şükrü beyler tarafından Selânik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kuruldu. Sultan Abdülhamîd Hanı tahttan indirme gâyesini güden, ihtilâlci bir hüviyete sâhib olan ve kurucularının ekseriyetinin mason olması ile dikkat çeken bu cemiyet, ülke içinde veya dışında aynı gâye ile kurulan cemiyetleri kendine çekerek kaynaştırmayı başardı. Cemiyet, silâhlı kuvvetler çevresinde hızla yayıldı. Asker ve sivil üyeleri fazlalaşarak ihtilâlci bir güç meydana geldi. Bu cemiyet, bir yıl sonra Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetinin Pâris şûbesiyle birleşme karârı aldı. Hem yurt içinde hem de yurt dışında faaliyet gösteren Terakki ve İttihat Cemiyetinin biri Selânik’te, diğeri Pâris’te olmak üzere iki merkez-i umûmîsi ortaya çıktı.

Bu birleşmeden sonra Rumeli’de hızlı bir şekilde teşkilâtlanan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti komita faaliyetlerine girişti. Enver Bey, Tikveş yöresinde; Niyâzi ve Eyyûb Sabri beyler Resne ve Ohri’de; Selâhaddîn ve Hasan Tosun beyler Arnavutluk’ta hürriyet taburları kurarak tedhiş hareketlerini yaygınlaştırdılar. Bulundukları bölgelerdeki gayri müslim ve Türk olmayan unsurlarla da işbirliği yaparak, Müslüman ahâliyi Sultan Abdülhamîd Hana karşı ayaklanmaya çağırdılar. Durumun tehlike arz ettiğini gören Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu komita faaliyetlerini bastırmak üzere Makedonya’ya asker sevk etti. Gönderilen askerî birliklerden de İttihatçı komitacılara katılanlar olması, cemiyetin Manastır ve Selânik’te hürriyet îlân edeceğine dâir aldığı karârı pâdişâha bildirmesi, durumu iyice tehlikeli bir hâle soktu. Bu defâ Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Şemsi Paşayı ayaklanmayı bastırmakla vazîfelendirdi. Hazırlıklarını tamamlayan Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Pâdişâha son raporunu vermek üzere girdiği Manastır Postahânesinden çıkarken İttihat ve Terakki komitacılarından Bigalı Teğmen Âtıf tarafından öldürüldü. Dağa çıkan komitacıların sayısı gittikçe arttı. Komitacılar, 20 Temmuz 1908’de Firzovik’te halkı meydana toplayarak hürriyet ve meşrûtiyet isteğiyle gösteri yaptı. Bu vak’alardan sonra Tatar Osman Paşa, İzmir ve civârı redif kuvvetleri de kendisine verilerek, Manastır ve havâlisi fevkalâde kumandanı olarak bu bölgeye gönderildi. Ohri Taburu kumandanı Eyyûb Sabri ve Resne kuvvetleri kumandanı Niyâzi beyler, Manastır’da Osman Paşanın oturduğu konağı muhâsara ederek kendisini Resne’ye götürdüler.

Durumun nâzikliği üzerine Kânûn-i Esâsiyi yürürlüğe koyan Sultan İkinci Abdülhamîd Han, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyeti îlân etti. Meşrûtiyetin îlânını tâkib eden günlerde birleştirici olduğunu îlân eden İttihatçılar, cemiyetlerinin ismini Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirip, Prens Sebahaddîn grubunun mensub olduğu Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetiyle birleştiğini duyurdular. Partinin Selânik’teki merkez-i umûmî üyelerinden Ahmed Rızâ, Talât, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat, Şükrü, Habib, Enver, İsmâil Hakkı, Dr. Bahaeddîn Şâkir ve Nâzım beyler hükûmetin faaliyetlerini gözetlemek üzere İstanbul’a geldiler. Kendileri kabîneye giremedilerse de hükûmet üzerinde hâkimiyet kurdular. Tecrübesizliklerinden dolayı kabîneleri doğrudan doğruya kurmak yerine kontrol altında bulundurmayı tercih ettiler. 4 Ağustos 1908’de kurulan meşrûtiyetin ilk kabînesi olan Saîd Paşa hükûmeti, İttihat ve Terakkînin baskısına dayanamayarak 13 Ağustosta çekilmek zorunda kaldı. İkinci defâ kurulan Saîd Paşa hükûmeti ise beş gün dayanabildi. İttihat ve Terakki iktidar olmamıştı ama hükûmeti ve hükûmetin icrâatını kendileri tâyin ediyordu. 21 Ağustosta İttihat ve Terakkinin baskısıyla Kâmil Paşa hükûmeti kuruldu. Hükûmetlerdeki istikrarsızlık, İttihat ve Terakkinin devlet otoritesini ve bütünlüğünü bozmaya yönelik faaliyetlerini fırsat bilen Bulgarlar, 5 Ekimde bağımsızlık îlân ettiler. Ertesi gün Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhâk etti. 6 Ekim’de Girid, Yunanistan’a bağlandı.

Meşrûtiyetin îlânından sonra ülkeye dönen Prens Sebahaddîn Bey grubu, İttihat ve Terakki ile birlikte hareket etmeyi reddederek kendi görüşleri doğrultusunda faaliyet göstermeye başladılar. Adem-i Merkeziyetçi görüşleri sebebiyle İttihat ve Terakkiden bekledikleri iltifâtı göremediler. İttihat ve Terakki ile tamâmen irtibâtı kesen Prens Sebahaddîn Bey, 14 Eylül’de Ahrâr Fırkasının kurulmasını destekledi. Kısa zamanda muhâlefetin sesi hâline gelen Ahrâr Fırkası, İttihat ve Terakkinin gizli kapaklı yönetim modeliyle iktidar tekelciliğinin ve gizliliğinin sonunda bir istibdat meydana gelebileceği konusunu işledi. İdârî ve siyâsî mesûliyetten uzak olan İttihat ve Terakkinin devlet işlerine karışmasını, hükûmeti ve milleti tahakkümü altına almasını, orduyu siyâsete karıştırmasını tenkid etti.

İttihat ve Terakkinin, Kâmil Paşa hükûmeti üzerinde şiddetli baskı kurmak istemesi yüzünden, Kâmil Paşa ile İttihat ve Terakkinin arası açıldı. 18 Ekim-8 Kasım 1908 târihleri arasında İttihat ve Terakkinin kongresi gizli olarak toplandı ve cemiyet için yeni bir siyâsî program hazırlandı. Kongre sonunda yayınlanan 13 maddelik bildiride, cemiyetin siyâsî fırka (parti) hâline geldiği îlân edildi. Gayri müslim ve Türk olmayan unsurların da desteğiyle, 1908 yılı sonlarına doğru yapılan seçimi İttihat ve Terakki kazandı. 17 Aralık 1908’de Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın konuşmasıyla yeni seçilen meclis-i meb’ûsan açıldı. Sadrâzam Kâmil Paşanın hükûmette bâzı değişiklikler yapması İttihat veTerakkinin Bâbıâlî’ye karşı sert tepkiler göstermesi sebebiyle, İttihat ve Terakki ile Sadrâzam’ın arası iyice açıldı. 14 Şubat 1909’da meclis-i mebûsânda yapılan güven oylamasıyla, Ahmed Rızâ, Talat, Câvit ve Enver Bey gibi ittihatçıların faaliyetleri sonucu Kâmil Paşa hükûmeti düşürüldü. Sadrâzamlığa Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. İttihat ve Terakkiye karşı gerek meclis içi, gerekse meclis dışı muhâlefet şiddetlendi. Meclis içinde, çok az üyesi bulunan Ahrâr Fırkası, Meclis dışında Serbestî Gazetesi ile muhâlefet çalışmalarını sürdürdü. Bu gazete, eski memurlardan şantaj yoluyla para alındığını gösteren belgeler ve makâleler yayınladı. Siyâsî rakiplerine karşı tedhiş yoluna baş vuran İttihatçılar, Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’yi Sirkeci Postahânesi yanında esrarlı bir şekilde öldürttüler. Hasan Fehmi’nin cenâze töreni İttihatçıların aleyhinde bir gösteri mâhiyetinde cereyân etti. Derviş Vahdetî ve arkadaşları tarafından kurulan İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti ve yayın organı olan Volkan Gazetesi de, İttihat ve Terakki aleyhinde faaliyet gösterdiler. İttihat ve Terakkinin ordu içinde kendisine karşı olan, milletini, dînini ve vatanını seven subayları, orduda gençleştirme bahânesiyle tasfiye etmesi, orduda huzursuzluklara yol açtı. İttihat ve Terakkinin Pâdişâha ve hilâfet makâmına karşı olan sevimsiz hareketleri de, sağduyu sâhibi Müslüman ahâlide nefret uyandırdı.

İttihat ve Terakki, Pâdişâha sâdık Birinci Orduya güvenmeyerek Selânik’teki Üçüncü Ordudan avcı taburları getirtti. İttihatçılar tarafından tertib edilen ve Selânik’ten getirilip Derviş Vahdetî isminde bir kimse tarafından “Din elden gidiyor!” “Şerîat isteriz!” gibi sloganlarla kışkırtılan avcı taburları tarafından çıkartıldığı tesbit edilen 31 Mart Vak’ası üzerine İttihat ve Terakki tarafından, Selânik’ten Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavud yağmacılarının da bulunduğu Hareket Ordusu İstanbul’a getirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Selânik’ten gelen Hareket Ordusuna karşı koymak isteyen kendisine sâdık kumandanlara, çarpışılmaması, Müslüman kanı dökülmemesi için sıkı emir verdi. İsteseydi yalnız Taksim ve Taş kışladaki tâlimli asker ve sâdık subaylar, gelen hareket ordusunu darmadağınık edebilirdi. Fakat sultan, kardeş kanının dökülmesini istemedi. İttihat ve Terakkinin önderliğinde İstanbul’a giren Hareket Ordusu kumandanları, doğru Yıldız Sarayı’na geldiler. Hazîneyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yâdigârları ve dünyânın en zengin kütüphânelerinden olan saray kitaplığını yağma ettiler. Pâdişâhın arabası bile parçalanıp paylaşıldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, İttihat ve Terakki ileri gelenlerince tahttan indirildi, yerine kendinden iki yaş küçük olan kardeşi Muhammed Reşâd getirildi.

İttihat ve Terakki ileri gelenleri, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı lekeleyecek bir suç bulamadılar. Milletin, hükümdârı saydığını görerek öldürmeye de cesâret edemediler. Hemen o gece kurmay binbaşı Fethi Okyar’ın emrinde olarak trenle Selânik’e götürdüler. Oradaki Alâtini köşküne hapsettiler. Bu olaylar sırasında Hüseyin Hilmi Paşa istifâ edip Tevfik Paşa sadrâzam oldu. 31 Mart Vak’asından bir gün sonra Adana’da Ermeni ihtilâli oldu. Müslümanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldıran Ermeniler; İttihat ve Terakkinin seyirci kaldığı hâdiselerde 1850 Müslüman-Türkü öldürdüler.

Halkın bir araya gelmesiyle Ermeni isyânı bastırıldı. Adana’ya vâli tâyin edilen İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Cemâl Paşa da, Avrupalılara şirin görünmek için Ermenilerle birlikte hareket ederek yüzlerce Müslümanı asıp kesti.

31 Mart Ayaklanmasının bastırılmasından ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesinden sonra duruma hâkim olan İttihat ve Terakki, bütün fırkaları lağv ederek muhâlif olanları tevkif ettirdi. Bu arada hiçbir kabahatleri olmadığı hâlde, sâdece cemiyete karşı oldukları zannedilen birçok zâbit de tutuklanarak Bekirağa Bölüğüne hapsedildi. İstanbul’da örfî idâre (sıkıyönetim) îlân edilerek Dîvân-ı harb-i örfîlerle (sıkıyönetim mahkemesi) birlikte darağaçları kuruldu. Kendilerine göre suçlu görülenlerin yanında suçsuzlar da îdâm edildi. Eski devre âit devlet adamlarından pekçok kimse çeşitli yerlere sürüldü. İttihat ve Terakki erkânının devlet işlerini doğrudan doğruya ellerine almak istemeleri üzerine, 14 Nisan 1909’da Tevfik Paşa sadrâzamlıktan istifâ etti. Yerine Hüseyin Hilmi Paşa tekrar sadrâzam oldu. İttihat ve Terakkinin ileri gelenlerinden genç, tecrübesiz ve mâcerâcı Talat Bey de, bu kabînede dâhiliye nâzırlığına getirildi. İttihat ve Terakkinin keyfî baskılarına dayanamayan Hüseyin Hilmi Paşa, 7 ay 24 günlük bir iktidârdan sonra tekrar istifâ etti. Sadâret makâmına getirilen Roma sefiri Hakkı Paşa kabînesinde, hareket ordusunun diktatör kumandanı Mahmûd Şevket Paşa, harbiye nâzırı olarak vazîfe aldı.

Muhaliflerine karşı sert tedbirler alan ve tedhiş yollarına başvuran İttihat ve Terakki, Sadâ-yı Millet Gazetesi başyazarı Ahmed Samim’i de sokak ortasında öldürttü. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın Balkan siyâsetinin esâsı olan Bulgar ve Rum kiliseleri arasındaki rekâbete son veren İttihat ve Terakki, güyâ Makedonya’daki unsurlar arasındaki ihtilâfı gidermek bahânesiyle kiliseler kânûnunu çıkardı. Netîcede Bulgar, Yunan ve Sırp unsurları arasında hiçbir ihtilâf bırakmayarak, bunların Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifâkı kurmalarına yol açtı. 1 Nisan 1910’da Arnavutluk ayaklanması çıktı; 9 Mayıs 1910’da da Girid meclisi, Yunan kralına bağlılık yemîni etti.

Bu sırada, harbiye nâzırı olan Mahmûd Şevket Paşa, Trablus’taki askeri Yemen’e sevk etmek, bir çok ihtarlara rağmen mühimmâtı da İstanbul’a getirmek sûretiyle bu bölgeyi müdâfâdan mahrum bıraktı. İtalyanların teşebbüsleri üzerine Trablusgarb vâli ve kumandanı Müşir İbrâhim Paşa da, vazîfeden azledilerek bu vilâyet kumandansız ve vâlisiz bırakıldı. Roma hükûmeti de bu vaziyetten istifâdeyle İttihat ve Terakkinin Trablusgarb ve Bingâzi’deki halkı İtalyan aleyhinde tahrik etmesini ve Osmanlı vapurlarıyla oralara asker ve mühimmât sevk olunduğunu iddiâ ile 23 Eylül 1911’de verdiği bir ültimatomla Trablus ve Bingâzi’nin boşaltılmasını ve teslim edilmesini istedi. Daha sonra da harb îlân etti. Ciddî bir tedbîr alınmadığı için Trablusgarb’ın elden çıkmasına sebeb olundu. Harb îlânını bildiren ültimatom geldiğinde, İttihatçıların hâriciye nâzırı, İtalyan sefîri ile satranç oynamaktaydı.

Sadrâzamlığı sırasında; Çırağan Sarayı yangını, Bâbıâlî yangını, Arnavutluk İsyânı, Girid’in Yunanistan’a iltihâkı, Tarblusgarb’ın İtalyanlarca işgâl edilmesi gibi felâketlerin vukû bulduğu Hakkı Paşa, 29 Eylül 1911’de istifâ etmek zorunda kaldı. Yerine Âyan Reisi Küçük Saîd Paşa sadrâzam oldu.

İttihat ve Terakkinin içeride uyguladığı partizan ve baskıcı, dışarıda uyguladığı tâvizci politika sebebiyle muhâlefet gittikçe fazlalaştı. 1911 yılı başlarında kendi içinde meydana gelen Hizb-i cedîd hareketi de muhâlefete katıldı. 21 Kasım 1911’de bütün muhâlefet gruplarının ve fırkalarının bir araya gelmesiyle Hürriyet ve Îtilâf fırkası kuruldu. Kurulmasından yirmi gün sonra girdiği İstanbul’daki mebus seçiminde başarı göstermesi, İttihat ve Terakkiye karşı muhâlefetin güçlendiğini ortaya koydu. Meclis-i meb’ûsân’daki hâkimiyetin elinden çıkmakta olduğunu gören İttihat ve Terakki, kânûn-i esâsîde değişiklikler yaparak hükûmetin yetkilerini artırmak çabasına girdi. Hükûmetle meclis-i meb’ûsânın arası açılınca, meclisde güven oyu alamayan hükûmetler ard arda istifâ etmek zorunda kaldı. Bu bunalım sebebiyle meclis-i meb’ûsân feshedilerek tekrar seçime gitme karârı alındı. “Sopalı seçimler” diye bilinen ve İttihat ve Terakkinin çeşitli tedhiş hareket ve hîleleriyle yapılan 1912 seçimlerinde, çoğunluğu yine İttihat ve Terakki elde etti. Mecliste ekseriyeti elde eden İttihat ve Terakki, hükûmete kendi adamlarını getirmek sûretiyle baskıyı iyice arttırdı.

Muhâlefetin desteğiyle, ordu içinde İttihat ve Terakkiye karşı olan subaylar tarafından Halâskârân-ı Zâbitân Grubu kuruldu. Bu grub, hükûmete gizli tehdid ve baskılar yapınca, 16 Temmuz 1912’de Saîd Paşa sadrâzamlıktan istifâ etti. Bu sırada meydana gelen bâzı iç ve dış hâdiseler yüzünden yıpranan ve güçten düşen İttihat ve Terakki iktidâra tâlib olmayınca, 21 Temmuzda partilerüstü görünümde olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükûmeti kuruldu.

Aslında İttihat ve Terakkiye karşı bir tepki hükûmeti olan Gâzî Ahmed Muhtar Paşa hükûmeti, bu fırkaya karşı gittikçe sertleşti. Bir bahâneyle meclis-i meb’ûsânı feshettirdi. Bu sırada meclis dışında kalan İttihat ve Terakkinin tahrik ve teşvikleriyle yapılan gösterilerden sonra Balkan Harbi başladı. Ordunun siyâsete sokulması ve subayların İttihatçı-îtilâfçı olarak ikiye bölünmesi yüzünden Osmanlı ordusu Balkan Harbinde bütün cephelerde kısa zamanda yenilgiye uğradı. Osmanlı orduları ancak Çatalca hattında tutunabildiler. Kısa bir müddet sonra Gâzi Ahmed Muhtar Paşanın sadrâzamlıktan istifâ etmesi üzerine Kâmil Paşa hükûmeti kuruldu. Yeni hükûmet döneminde Balkan Harbinin felâketi netîceleri devâm etti. Kâmil Paşa hükûmetinin de aleyhinde propaganda yapan İttihat ve Terakki, normal yollardan iktidâra gelemeyeceğini anlayınca hükûmete karşı darbe plânladı. 23 Ocak 1913’de Bâbıâlî baskını diye bilinen kanlı bir baskın düzenleyerek iktidâra el koydu. Sadrâzam Kâmil Paşanın zorla istifâ ettirilmesi üzerine, İttihatçı olan Mahmûd Şevket Paşa sadârete getirildi. Her işte kendi bildiğine göre hareket eden Mahmûd Şevket Paşa da, 11 Haziran 1913’te İttihatçılar tarafından meçhul bir şekilde öldürtüldü. Mahmûd Şevket Paşanın ölümünden sonra Saîd Halîm Paşanın sadrâzam olmasıyla İttihat ve Terakki tam iktidar oldu. İttihat ve Terakkiye faal olarak bizzât hizmet eden Saîd Halim Paşa hükûmetinin bütün üyeleri İttihatçı idi. Saîd Halîm Paşanın 3 sene 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat Paşanın bir buçuk senelik sadâret zamanlarında memleket karmakarışık oldu. Herkes ölüm ve hapis korkusu içinde yaşadı. Can, mal ve nâmus emniyeti kalmadı. İslâm düşmanlığı moda olmaya başladı. Her vilâyette zâlimler, ırz düşmanları türedi.

1914 yılında yapılan seçimleri de kazanan İttihat ve Terakki, bir oldu bittiye getirilerek Osmanlı Devletini Harb-i Umûmî diye bilinen Birinci Dünyâ Harbine soktu. Hiçbir mecbûriyet yokken Talât, Enver ve Cemâl gibi İttihat ve Terakki paşalarının çeşitli hülyâlarıyla girilen savaş; Sina, Irak, Kafkasya ve Çanakkale cephelerinde devâm etti. 1914-1918 yılları arasında devâm eden Birinci Dünyâ Harbinde pekçok vatan toprağı elden gitti; yüz binlerce Müslüman-Türk evlâdı şehid düştü. Savaşın mağlûbiyetle sona ermesi üzerine, 8 Ekim 1918’de sadrâzam Talat Paşa istifâ etti. Yerine de Ahmed İzzet Paşa sadrâzamlığa getirildi. Böylece on seneden az bir zaman zarfında Sultan Abdülhamîd’den devr alınan üç kıtaya yayılmış altı yüz senelik koca bir imparatorluğu, korkunç bir ihtirâs ve cehâlet ile târihin sînesine gömen ve birinci derecede mesul olan İttihat ve Terakki, iktidardan uzaklaştı. Şahsî ihtirâs ve ikbâl için bir milleti harbe sokarak Müslüman-Türk evlatlarından en az iki milyon kişiyi cephelerde kar ve tipi altında veya kavurucu çöller ortasında çıplak, aç, susuz bırakarak şehid olmalarına sebeb olan İttihat ve Terakkinin ileri gelenleri, birkaç milyon kilometre kare olarak devraldıkları bir memleketi birkaç yüz bin kilometre kareye kadar küçülttüler. Bu küçük toprak parçasını da düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver, Talat ve Cemâl paşalar ile doktor Bahaaddîn Şâkir, doktor Nâzım, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesini imzâ ettikten bir gün sonra gece yarısı koca Osmanlı Devletini yıktıktan sonra, ihânetlerine bir yenisini ekliyerek kaçtılar.

Sultan Abdülhamîd Hanı tahttan indiren, Trablusgarb’ı İtalyanlara bırakan, çıkardığı kiliseler kânunuyla Balkanlardaki Hıristiyanların birlik kurmalarını sağlayan ve Balkanların Osmanlı Devletinden kopmasına sebeb olan, Bâbıâlî Baskınını düzenleyen ve milleti zulüm ve tedhiş ile idâre eden, Sarıkamış fâciâsında on binlerce Müslüman-Türkün canına kıyan, mecnûnâne bir hareketle Kanal Seferini açarak Filistin ve Sûriye’de Osmanlı ordusunun ve bu toprakların elden çıkmasına sebeb olan, dört senelik Birinci Dünyâ Harbi müddetince Anadolu’da halkı açlık, sussuzluk, yokluk içinde inleten İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Enver Paşa Türkistan’da, Talat Paşa Berlin’de, Cemâl Paşa da Tiflis’te, Ermeniler tarafından öldürüldüler.

İlk önce gizli bir cemiyet şeklinde kurulup, yurt içinde ve yurt dışında teşkilâtlanan, Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek için Osmanlı ve İslâm düşmanlarıyla işbirliği yaparak komitacılık faaliyetlerinde bulunan İttihat ve Terakki, 1908 ile 1918 arasında yapılan seçimlerden 1908, 1912 ve 1914 senelerinde yapılan üç genel seçimi kazandı. İlk zamanlar Osmanlıcı ve İttihâd-ı Anâsırcı bir çizgi izlediği ve daha sonraki dönemlerde, bünyesinde Türk olmayanlara yer verdiği hâlde, Türkçü ve milliyetçi bir çizgi tâkib eder göründü. Doğrudan cemiyete âid ve bağlı gazeteler olarak Selânik’de çıkan İttihat ve Terakki, Hürriyet, Rumeli, İstanbul’da yayınlanan Tanin ileŞûrâ-yı Ümmet gazetelerinin yanında bağımsız fakat İttihat ve Terakkinin destekçisi hüviyetindeki Tasvîr-i Efkâr, Tercümân-ı Hakîkat gazeteleri ile fırkaya eğilimli İstiklâl, Hak, Hâdisât, Vakit gazeteleri yanında Kalem, Karagöz ve haftalık Şûrâ-yı Ümmet gibi mîzâh gazeteleri; Türkçülere âit yayın organlarından; Türk Yurdu, İslâm Mecmûası, Yeni Mecmûa İttihat ve Terakkinin fikirlerini desteklediler.

Talat, Saîd Halîm, Enver, Cemâl, Halil ve Nûri paşalar, Babanzâde İsmâil Hakkı, Seyid, Hacı Âdil, İsmâil Hakkı, Hüseyin Câhid (Yalçın), Ahmed Rızâ, Halil (Menteşe), Ziyâ (Gökalp), Midhat Şükrü (Bleda), Ömer Nâci, Ahmed Şükrü, Dr. Nâzım, Câvid, Bahaaddîn Şâkir, (Kara) Kemâl, (Küçük) Talat beyler ve Hâfız İbrâhim, Emrullah, Hayri, şeyhülislâm Mûsâ Kâzım efendilerle Emanoel Karaso ve Hallaçyan gibileri İttihat ve Terakkinin ileri gelen elemanlarındandı.

Cemiyet; kuruluş, teşkilâtlanma ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Cemiyetin yöneticilerinin çoğu masondu. Cemiyeti yöneten merkez-i umûmî (genel merkez) üyesi yedi kişinin kimlikleri, meşrûtiyet îlân edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, masonların merâsimlerine benzer usûllerle cemiyete alınırdı. Rehber üyelerce tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, tahlif heyeti (yemîn kurulu) önünde yemin ederlerdi. Heyet başkanı, önce cemiyetin gâyesini, cemiyet üyeliğinin taşıdığı sorumluluğu aday üyeye anlatır, sonra merkez-i umûmînin hazırladığı yemîni okurdu. Aday üye, inandığı dînin kutsal kitabına, hançer ve tabanca üzerine el basarak yemini tekrarlardı. Cemiyete giren üye, teşkilâtın gâyesi uğruna gerektiğinde canını fedâya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Ayrıca cemiyetin vereceği özel görevleri yerine getirmek için fedâî şûbeleri kurulmuştu. Fedâîler görev sırasında öldükleri takdirde, cemiyet, âilelerine bakmayı taahhüt ediyordu. Cemiyetin amaçlarına aykırı hareket eden üyeler için merkez heyetleri, mahkeme gibi yargılama yaparlar ve suçluyu cezâlandırırlardı. Cinâyetten hüküm giyenler ölüm cezâsına çarptırılırdı.

On seneye yakın bir müddet iktidârda kalan, koskoca Osmanlı Devletinin yağma edilmesine sebeb olan İttihat ve Terakkinin son kongresi, birinci Dünyâ Harbinin mağlubiyetle bitmesinden sonra 14 Kasım 1918’de toplandı. Bu kongrede parti kendini feshederek, târihe karıştığını îlân etti. Bâzı İttihatçılar birleşerek Teceddüt Fırkasını kurdular. Resmî ve kânûnî olarak târihe karışan İttihat ve Terakkinin mensupları kendilerine yeni yollar aramaya devâm ettiler. Daha sonra İttihatçılara karşı sert tedbirler alındı. Kurulan Dîvân-ı Harb-i Örfî tarafından yargılandılar. Tevfik Paşa hükûmetince, İttihat ve Terakkinin mallarına el kondu. Bir kısım malları ise teceddüt fırkasına devredildi. Yurt dışına kaçanların gıyâben cezâlandırılmaları sırasında bir kısmı da mahkûm edilerek Bekirağa Bölüğüne hapsedildiler. Daha sonra da Malta’ya sürüldüler. İttihatçıların cemiyetleri yok oldu ise de, geride zihniyetleri kaldı. Halk düşmanlığı, bölücülük, jurnalcılık hastalıkları, İttihatçıların cemiyetimize adapte ettiği kötü örneklerden sâdece birkaçıdır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
K, L
Kadı
Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gâzi, Selçuklu kânunlarına göre kazânın ve kazâ ile ilgili siyâseti yürütme işlerini müstakil kâdılara bırakmıştı. Osmanlı Devletinde kuruluşundan şer’î mahkemelerin kaldırılmasına kadar bu esasa uyuldu. Pâdişâhlardan Sultan Birinci Bayezid Han, Osmanlılarda kâdılık teşkilâtının nizâmını kurmuştur. Bu nizâma göre kâdıların nerede, nasıl vazîfe yapacakları, tâyin ve terfî işleri düzenlendi.

Tanzimat'tan az önce; hukuk, cezâ, ticâret ve diğer bütün dâvâlara kâdı huzûrunda bakılır, Osmanlı tebaasından bir kimse ile herhangi bir yabancı arasındaki dâvâlar da, tercüman vâsıtasıyla yine kâdı huzûrunda ve şer’iye mahkemelerinde görülürdü. Sonradan nizâmiye mahkemelerinin kurulması ile 1887 (H.1385) târihli kararla, şer’î mahkemelerin ve kâdıların fiilî selâhiyetleri daraltıldı. Çoğu dâvâlar şer’î mahkemeler yerine nizâmiye mahkemelerinde görülmeye başlandı. Osmanlı Devletinin son zamanlarında şeyhülislâm olan Hayri Ürgüplü de, kâdılara âit kânunlarda kendi anlayışına göre değişiklikler yaptı. Bundan kısa bir zaman sonra da, 8 Nisan 1921 (H.1340) târihli şer’î mahkemelerin kaldırılmasına dâir kânun ile şer’î mahkemelerin bütün vazîfeleri, asliye mahkemelerine devredilerek bu târihten îtibâren Türkiye’de kâdılık unvânına da son verildi.

Ülke nüfûsunun az olduğu devirlerde kâdılar, vatandaşlar arasındaki dâvâlara câmilerde bakarlardı. İlk mahkemeler câmilerdi. Sonraları insanlar çoğalınca, buna paralel olarak dâvâlar da arttı. Bu sebeple işin nezâketi icâbı dâvâların daha kolay ve daha çabuk çözülmesi için husûsî binâlar kirâlandı ve bu binâlarda kazâ işlerine bakıldı.

Kâdılarda aranan ehliyet şartları: Kâdılık mesleği, devletin amme nizâmını (kânun düzenini) koruyan temel unsur olduğundan, her önüne gelen kâdı olamazdı. Kâdılar, yüksek medrese ilimlerini okuduktan sonra, kendilerine icâzet (diploma) verilirdi. Bu diplomayı alanlar arasından uygun görülünler kazasker tarafından seçilerek sadrâzama arz edilir ve sadrâzamın tasdiki ile tâyinleri yapılırdı. Kâdı olacak kimsede aranan şartlar fıkıh kitaplarında bildirilmiş olup, Mecelle’nin 1792-1793 ve 1794. maddelerinde açıklanmıştır. Buna göre kâdı; hür, Müslüman, akıllı ve bâliğ olmalı, dînî meselelere ve muhâkeme usûllerine vâkıf olarak yeterli bilgiye sâhip, anlayışı kuvvetli, doğruluktan ayrılmayan güvenilir, vakarlı ve temkinli, sağlam, dayanıklı olmalıdır. Ayrıca hâkim (kâdı), iyiyi kötüden ayırabilecek temyiz kudretine sâhib olmalı, küçük, deli ve bunak, kör ve sağır olmamalıdır. Kazâ yâni hâdise ilmine hakkıyla vâkıf olmalıdır.

Kâdının bakamayacağı dâvâlar: İslâm hukûkuna göre, kâdılar kendileri için sû-i zanna, yâni hakkında kötü düşünmeye sebeb olmayan herkes hakkında hüküm vermek selâhiyetine sâhiptirler. Ancak kendilerinin yakın akrabâları meselâ babası, annesi ve çocukları vs. hakında hüküm veremezler. Kâdılar mahkemede taraflara eşit muâmele ile söz haklarını muhâfaza ve ispat külfetinin taraflardan hangisine düştüğünü tâyin etmekle mükelleftirler. Kâdıların, anlayış kudretini azaltan korku, hiddet, açlık ve susuzluk hâllerinde, hatâya düşmemek için, hüküm vermekten sakınmaları gerekliydi.

Kâdıya yasak olan şeyler: İslâm hukûkunda, kâdılık yüksek bir mevki ve mertebe kabul edildiği için kâdılardan zengin olanlarının, beytülmâldan (devlet hazînesinden) ücret alamayacakları bildirilmiştir. Yine zengin veya fakir hiçbir kâdının, dâvâya taraf olanlardan (dâvâcı ve dâvâlıdan) hediye kabul edemeyecekleri, bunların verdiği ziyâfetlere gidemeyecekleri beyân edilmiştir.

Hattâ kâdıların âriyet sûretiyle (bedelsiz kullanma) veya vâdeli, vâdesiz veresiye mal alamayacakları, ikrâz (borç verme) ve istikrâz (borç isteme) ve bunlara benzer tasarruflarda bulunamayacakları ve ticâret yapamayacakları belirtilmiştir.

Bir kazâya tâyin edilen kâdıya şer’î (dînî) hükümleri icrâya (uygulamaya) mezun olduğuna dâir pâdişâhın tuğrasını taşıyan bir “berât” verilir ve aynı zamanda bağlı olduğu kâdıaskerlerden de (kazaskerden) bir mühürlü mektup alarak vazîfesine giderdi.

Kâdıların vazîfeleri: Kâdıların bulundukları kazâ ve şehirlerde şer’î mahkemeler vardı. Kâdılar şer’i ve hükmî muâmelâtta kendilerine verilen beratlarda gösterilen vazîfeleri yaparlardı. Evleneceklere nikâh kıyma, mîras taksimi, yetim ve kaybolup bulunmuş malların muhâfazası, vâsî tâyin ve vasîliği sona erdirme, vasiyetlerin ve vakıfların şartlarına uyulmasının gözetilmesi, suç, cinâyet, cezâ, hukuk, ticâret vesâir bütün dâvâlar, kâdılar tarafından görülürdü. Ayrıca köylü ile askerî sınıf arasındaki arâzi ile ilgili ihtilâflar hükûmetin emriyle kâdılar tarafından görülür ve verilen hüküm hükûmete bildirilerek karârın infazı sağlanırdı.

Kâdıların şer’î olan hukûkî vazîfelerinden başka, idârî yönden pek mühim vazîfeleri vardı. Bu hususta hükûmetçe kendilerine fermân gönderilir, onlar da îcab eden cevâbı re’sen hükûmete arz ederlerdi. Kâdıların bulundukları şehir ve kasabaların inzibat görevi, mahallî ve askerî sınıfa bırakılmıştı. Zâhire ve amele tedâriki, hayvan sevki, menzil emirleri, asker toplanması, iktisâdî işler, mahallî râyice göre satılan eşyâlara narh konması, belediye işleri, yâni askerî inzibattan başka bütün devlet işlerinin temini kâdılara âitti. Bundan dolayı kâdılar selâhiyet bakımından devlet merkezine bağlı vazîfe sâhibiydiler.

Kâdılar bu geniş vazîfeleri dolayısıyla kendilerine gelen hüküm ve fermanları ve bunlara verilen cevapları ve gördükleri çeşitli dâvâlara dâir verdikleri hükümleri kayıt için “sicil”adı verilen kayıt defterleri tutarlardı. Bugün sâdece Türkiye’de müze ve kütüphânelerde bu sicil defterlerinden çeşitli sebeplerle zâyi olan ve yananlardan geriye kalıp muhâfaza olunanlar yüzbinleri geçer. Şimdi bu sicil defterlerinin tozlu yaprakları arasında yüzyılların birikintisi koskocaman bir adâlet târihi yatmaktadır.

Kâdı nâibleri ve kassâmlar: Kâdıların vazîfeleri çok geniş olduğundan işlerin görülmesinde kâdılara yardım eden kimseler vardı. Bunlara “nâib” ve “kassâm” denirdi. Nâib, vekil demekti. Mahkeme-i şer’îlerde kâdılar nâmına muhtelif hizmetlerde vazîfe gören nâibler vardı. Nâibin bir veya birkaç olması kâdının tâyin edildiği kazânın büyük ve küçük olmasına, yapacağı işin geniş olup olmamasına bağlıydı. Bundan dolayı kazâ, sancak ve eyâlet kâdılarının nâibleri ona göreydi. Nâibler vazîfelerinin mâhiyetine göre kazâ nâibleri, kâdı nâibleri, mevâli nâibleri (büyük şehir kâdılarının nâibleri), kapı ve ayak nâibleri (bunlar çarşı pazar ve seyyar esnâfı kontrol ederlerdi) ile arpalık nâibleri idi. “Arpalık” vezir, beylerbeyi ve sancak beyleri gibi askerî sınıf ile ilmiye sınıfından şeyhülislâm, kazasker ve büyük kâdılara geçinmeleri için tahsis olunan geçici-tekâütlük-emeklilik maaşına denirdi.

Kassâmlar, vefât etmiş olan bir kimsenin terekesini (mîrâsını) vârisleri arasında taksim eden şer’î memurlardı. Bunlar iki kısımdı: Birincisi kazasker kassâmları olup bunlar askerî sınıfa mensup kimselerin verâset işlerine bakarlardı. İkincisi mahallin kâdılığında yâni şer’î mahkemelerde bulunan kassâmlardı. Bunlar da halk arasındaki verâset işlerine ve tereke taksîmine bakarlardı.

Ayrıca her eyâlet ve sancakta, kazâ kâdılarından başka toprak kâdıları da vardı. Toprak kâdıları, seyyâr kâdılıktı. Gerek devlet merkezinde ve gerek eyâletlerden tahkîkâtı îcâb eden bir iş, toprak kâdıları vâsıtasıyla tahkik ve teftiş olunurdu. Köylüler sancakbeyi, alaybeyi, subaşı, zeâmet, timar sâhipleri tarafından herhangi bir haksızlığa uğrayınca, şikâyetlerini, eyâlet ve sancak kâdıları ile Dîvân-ı Hümâyûna yaparlardı. Bunların tahkikâtlarını yapıp, îcâb ederse kendilerine verilen emirlerle bu dâvâlara da toprak kâdıları bakardı.

Köylülerin şikâyetleri yine köylü ile olduğu gibi, timarlı sipâhîlerin de köylülere yaptıkları haksız muâmeleler, kânuna aykırı hareketler olabilirdi. Bu durumda sipâhînin imtiyazına bakılmayarak, îcâbında onların da tevkif ve hapislerine dâir vâlilere ferman gönderilirdi.

Diğer bâzı gizli teşekküllerin tahkiki de toprak kâdılarına havâle olunurdu. Toprak kâdıları ayrıca muhârebe zamanlarında ve fevkalâde hâllerde memleket inzibatı (âsâyişi) ile alâkadâr olanlarla berâber hizmet görürlerdi.

Bu kâdılardan başka bir de “ordu kâdılığı” vardı. Pâdişâhlar, sefere gittikleri zamanlarda askerî sınıfların kâdıları olan Rumeli ve Anadolu kazaskerleri de ordu ile berâber giderek kendilerine âit şer’î işleri görürlerdi. Pâdişâhlar, sefere çıkmadıklarında vezîriâzamlar, sefere serdâr-ı ekrem (başkumandan) olarak giderler, kazaskerler ise pâdişâhla berâber kalır ve bunlara vekâleten ordu kâdısı ismiyle “mevâli” denilen büyük kâdıların emeklilerinden mâlumât îtibâriyle değerlisi tâyin olunurdu. Buna şeyhülislâm konağında, kazaskerlere yapıldığı gibi, merâsimle tâyin beratı verilerek elbise giydirilir ve tâyini kendisine fermanla bildirilirdi.

Ordu kâdılığı, hem vazîfesi ve hem de meşakkat ve mahrûmiyeti bakımından ağır bir iş olduğundan bu hizmette bulunanlar değiştirildikleri zaman derecelerinden daha yükseğine tâyin edilirler ve Harameyn, yâni Mekke-Medîne kâdısı olurlardı. Kara ordusu kâdısından başka, donanmaya (deniz kuvvetlerine) tâyin edilen kâdıya da “ordu kâdısı” denilirdi. Bu tâyini Rumeli kazaskeri yapardı.

Derece îtibâriyle en önemli kâdılıklar, öncelik sırasıyla, İstanbul, Mekke-Medîne, Edirne, Bursa, Eyüp kâdılıklarıydı. Geri kalan kâdılıklar da yine sıraya tâbiydi.

İstanbul, dört kâdılık bölgesine ayrılmıştı. Sur içi, İstanbul kâdılığının bölgesiydi. Eyüp kâdılığı, Çekmeceler, Çatalca ve Silivri kazâsını ve çevrelerini içine alıyordu. Üsküdar kâdılığı, İstanbul’un Anadolu yakasıydı. Galata kâdılığı da, Beyoğlu yakasını içine alıyordu.

İstanbul kâdısının çok önemli vazîfeleri vardı. Bunlardan başlıcaları şunlardı: Kalpazanların kontrolleri, paranın alım gücünün korunması, su işleri, hamalların nizâmı, fuhuş yasaklarına uyulup uyulmadığının kontrolü, içki-kumar yasaklarına uymanın sağlanması, yangınlar için tedbir alınması, kaldırımların tâmiri, vâsıtaların kontrolü, İstanbul’un sağlık işleriyle ilâç, doktor ve cerrahların teftişleri, amele ücretlerinin kontrolü, narhtan fazlaya satılan eşyâdan dolayı yapılan şikâyetlerin tetkiki, İstanbul’a yiyecek, içecek ve giyeceklerin ne sûretle dağıtılacağı, et narhına dikkat edilmesi, esnafın kontrolü, odun ve kömürün narha göre satılması, ayakkabıların nizâma göre yapılması, dilenciliğin men’i, hırsızlara karşı tedbir alınması, mahallelerde kefilsiz olarak hiç kimsenin oturmaması, ev inşâsında dikkat edilecek şeyler, mîrî (Devlet) îmâlâthânesinden başka yerde silâh yapılmaması, İstanbul tarafına gelen gemi ve kayıkların muayyen yerlerinden başka yerlere yanaştırılmaması, bir muhârebe esnâsında kapıkulu ocaklarıyla birlikte sefere gidecek orducu esnâfının tesbiti ve zamânı gelince sevkleri, yasak eşyânın memleket dışına çıkarılmaması, şâyet özel olarak yabancı memleketlere eşyâ çıkarılacak olursa, bunun memleket ihtiyâcına zarar vermiyecekse ihrâcına müsâade edilmesi, halkın sıkıntı çekmemesi için İstanbul’un gıdâ maddelerinin stoku için önceden tedbir alınması idi.

Kâdı bunların bir kısmını doğrudan doğruya kendisi görür ve nâiblerine (yardımcılarına) gördürürdü. Bir kısmını da diğer alâkâdar olanlarla işbirliği yaparak hallederdi. Meselâ İstanbul’daki binâ işleri mîmarbaşının; sağlık işleri, doktorların ve hastânelerin kontrolleri hekimbaşının vazîfeleri cümlesindendi.

İslâmiyetin kâdılığa verdiği önemi ve kâdıların nasıl hareket etmesi gerektiğini belirtmesi bakımından hazret-i Ömer’in Basra kâdısı bulunan Ebû Mûsâ el-Eş’arî hazretlerine yazdığı mektup, meşhurdur. Bu mektuba, taşıdığı yüksek hükümler bakımından Kitâbüs-Siyâse ünvânı verilmiştir. Mektubun tercümesi şöyledir:

“Kazâ, dâvâları hâllederek sonuçlandırmaktır. Değiştirilerek bozulması câiz olmayan bir farzdır ve uyulması îcâb eden bir sünnettir.

Bir hâdise hakkında sana başvurulunca, iki tarafın sözlerini güzelce dinle, anla, bir hak ikrâr ve îtirâf edilince, hükme bağla ve infâz et. Çünkü infâz edilmeyecek olan bir hak sözün sâdece söylenmesi fayda vermez.

Meclisinde ve adâlet huzûrunda insanları eşit tut. Tâ ki mevki sâhipleri senden taraf tutuculuk ümidine düşmesinler, zayıflar da adâletinden üzüntülü, kalpleri kırık olmasınlar.

Beyyine (her türlü delil ve ispat vâsıtaları) ve şâhit dinletme dâvâcıya, yemin etmek de dâvâyı inkâr edene (dâvâlıya) âittir. Yâni dâvâcı şâhit bulamazsa, isteği üzerine dâvâlıya yemin teklif edilir.

Müslümanların arasında sulh yapılması câizdir. Ancak haramı helâl, helâlı haram kılacak bir sulh câiz değildir.

Dünkü gün vermiş olduğun bir hüküm, nefsine mürâcaatla, haklılığa, doğruluğa yol bulduğun takdirde, seni hakka dönmekten men etmesin. Yâni ictihâdın değişerek evvelce verdiğin bir hükümde isâbetsizliğine kanaat getirirsen, o hüküm, benzeri bir hâdise hakkında yeni ictihâdına göre hüküm vermekliğine mâni olmasın. Çünkü hak kadîmdir. Hakka dönmek, bâtılda ısrar etmekten hayırlıdır.

Kalbini çalıştırıp, hükümlerini Kur’ân-ı kerîm’de, sünnette bulamadığın meseleler hakkında güzelce düşün; sonra bu gibi şeylerin benzerini bul, bunları birbiriyle kıyas et. Bunlardan Hak teâlâya daha sevimli, daha yakın ve hakka, doğruya benzer olanı seç al.

Dâvâcıya, her türlü delil ve ispat vâsıtalarını, şâhitlerini bulacak kadar bir müddet ver. Bu müddet içinde her türlü delil ve ispat vâsıtalarını hazırlarsa ve ispatını yaparsa, hakkını alır; ispat edemezse aleyhine hüküm verilmesi îcâb eder. Böyle bir müddet verilmesi, mâzeret husûsunda kâdı için bir özürdür. Bu tarz hareket etme şüpheyi de yok eder.

Bütün Müslümanlar, birbiri hakkında âdildirler. Kazf’tan (zinâ isnadı) dolayı had cezâsı tatbik edilmiş olan, yâhut yakınlık ve akrabâlık sebebiyle kendisinden menfaat umulan, mâzeretleri yok etmesi şüphe edilen veyâhut yalan yere şâhitlikte bulundukları tecrübe ile anlaşılan kişiler müstesnâ, bunlardan başkasının şâhitlikleri kabul olunur. Çünkü Hak teâlâ sizi gizli işlerinizden men etmiş, her türlü delil ve ispat vâsıtaları sebebiyle sizden mesûliyeti kaldırmıştır. Yâni insanların gizli şeylerini araştırıp ona göre hüküm vermekle mükellef değilsiniz. Sizin yapacağınız şey, ispat ve delil vâsıtalarına göre hüküm vermektir. Dünyevî hükümler, zâhire, görünene göredir. Bunlarda gizliler, açık olanlara tâbidir. Uhrevî hükümlerde ise, gizliler asıldır. Görünenler gizli olanlara tâbidir.

Muhâkeme esnâsında, Allahü teâlânın kendisiyle sevap vereceği ve ebedî mükâfât ihsân buyuracağı hak mevkilerinde kızmaktan, sabırsızlıktan, kalp ızdırabından ve eziklik, bıkkınlık duymaktan kaçın! Yâni mahkemeyi sabrederek ağırbaşlılıkla yürüt.

Her kim niyetini kendisiyle Allahü teâlâ arasında hâlis kılarsa, hak uğruna kendi aleyhine de olsa, Hak teâlâ onun, zâtıyla insanlar arasındaki işlerine kifâyet eder, yâni onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlikeye mâruz kalmaz.

Herhangi bir kimse, meselâ hâkim, hilâfını (gerçeğe aykırılığını) Allahü teâlânın bildiği bir sıfatla; yâni kendisinde gerçekten bulunmayan bir fazîletle, bir hâlis niyet ve samîmiyetle insanlara karşı sûret-i haktan görünerek, iyi niyeti bozacak olursa, Allahü teâlâ onu, insanlar arasında rezil eder. Diğerlerini etmez.

Hak teâlânın dünyâda rızkından ve rahmetinin hazînelerinden ihsân buyuracağı mükâfat hakkında ne düşünüyorsun? Yâni bunun derecesi sonsuzdur. Ona göre hareket et. Hükmünde Hak’tan ayrılma. Mükâfatını cenâb-ı Hak’tan bekle.”

Adâletle hüküm verme hakkında Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle buyrulmuştur.

Ey Resûlüm! Sana da bu hak kitâbı (Kur’ân-ı kerîmi), kendinden önceki kitapları hem tasdik edici, hem onlar üzerine bir şâhid olarak indirdik. O hâlde sen, Ehl-i kitab arasında Allah’ın sana gönderdiği hükümlerle hüküm ver. Sana gelen bu haktan ayrılıp da onların arzûları arkasından gitme. (Mâide sûresi: 48)

Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve O’nun resûlüne ve sizden olan idârecilere itâat ediniz. Sonra bir şey hakkında anlaşamazsanız, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bu işin hükmünü Allah’tan ve Resûlullah’tan anlayınız. Bu, hem hayırlı, hem de netîce bakımından daha güzeldir. (Nisâ sûresi: 59)

Adâletle hüküm verme ve kâdılığın önemi hakkında, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinden bâzıları da şunlardır:

Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennette, ikisi Cehennemdedir. Hakkı bilenve ona göre hüküm veren kâdı Cennettedir. Hakkı bilen fakat ona göre hüküm vermeyen kâdı Cehennemdedir. Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da Cehennemdedir.

Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona yol gösterirler. Onu muvaffak kılmaya çalışırlar. Eğer zulmederse, oradan ayrılıp onu kendi hâline bırakırlar.

Dâvâcı ve dâvâlı karşısında oturunca, her ikisini de dinlemeden karar verme. Sence hakîkatın meydana çıkması için bu daha uygundur.

Siz dâvâcı-dâvâlı olarak bana geliyorsunuz. Ben de insanım. Biriniz delîlini diğerinden daha güzel ifâde edebilir. Ben aranızda sizden duyduğuma göre hüküm veriyorum. Her kim için, kardeşinin hakkı olan bir şeye hükmedersem onu almasın. Çünkü bu, ateşten bir parçadır. Kıyâmet günü, boynunda o ateşle gelir.




Kapıkulu Ocakları
Eski Türk devletlerinde hâkana bağlı askerî teşkilât. Orta Asya Türk devletlerinde doğrudan hâkana bağlı merkezî ordu olup, Büyük Selçuklu Devletinde “gulâmân-ı saray” denirdi. Memlûk Devletinde de mevcud olan teşkilât, Osmanlı Devletine Türkiye Selçuklularından geçmiştir. Osmanlı sultânının şahsına bağlı kapıkulu ocakları, 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar bütün müesseseleri ile teşkilâtlanarak muazzam bir askerî güç meydana getirmiştir. Bu sınıfın muhârebelerde ve barış zamânında, emniyet tesisinde önemli hizmetleri olmuştur.

Osmanlı Devletinin ordusu, Osman Gâzi (1281-1326) devrinde Türk atlı aşîret kuvvetlerine dayanıyordu. Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde, düzenli bir muvazzaf yaya ve süvârî kuvveti kurularak fetihler yaygınlaştırıldı. Abdalân-ı rûm, âhiyân-ı rum, bacıyân-ı rum gönüllüleri gazâlara katıldıkları gibi, azap, canbaz, cerahor, garip adlarıyla anılan dâimî ve seferî kuvvetler de muhârebeye iştirâk ederlerdi. Fetihlerin Rumeli ve Anadolu’da yaygınlaşmasıyla yaya (piyâde) ve müsellem (süvârî) teşkilâtına ilâveten Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr (1359-1389) devrinde, Selçuklular ve Memlûklerde olduğu gibi, dâimî ve maaşlı bir yaya ve süvâri ordusu kurulmak sûretiyle yeniçeri, cebeci ve sipâhî denilen kapıkulu ocakları meydana getirildi. Ayrıca, yeniçeri, cebeci, topçu ocakları ve diğer hizmetler için esir ve devşirme Hıristiyan çocuklarının yetiştirildiği acemi ocağı da kuruldu (Bkz. Acemi Ocağı). Dâimî ve maaşlı kapıkulu ocaklarının kuruluşuyla ilk muvazzaf kuvvetleri teşkil eden yaya müsellemler, merkezî ordunun geri hizmetlerine verildiler.

Kapıkulu ocakları, piyâde ve süvârî olmak üzere iki gruba ayrılırdı. Piyâde kısmının en önemlisi “yeniçeri ocağı”dır (Bkz.Yeniçeri Ocağı). Yüz doksan altı orta ve bölük olan yeniçeri ocağı, ağa bölükleri, cemâat ve sekban diye üç kısımdan meydana geliyordu. Altmış beşinci cemâat ortası olan sekbanlar otuz dört orta olup, Sultân Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu (Bkz. Sekban). Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) devrinde yeniçeriler içine alınan sekbanlar; piyâde ve süvâri olmak üzere iki kısımdı. Sekban bölüklerinin en îtibârlısı otuz üçüncüsü olup buna, “avcı bölüğü” denirdi. Ağa bölükleri, Sultan İkinci Bâyezîd (1481-1512) devrinde, yeniçerilerin itâatsizlikleri üzerine, içlerindeki devşirmelerden seçilerek kuruldu. Bunlar altmış bir bölükten meydana geliyordu.

Kapıkullarından cebeci ocağının vazîfesi, harp silâh ve levâzımatını temin edip muhâfazasını sağlamak ve cepheye taşımaktı(Bkz. Cebeci Ocağı). Topçu Ocağı, kapıkulunun yaya kısmına dâhil olup, top dökmek ve muhârebede top kullanmak üzere iki kısımdı. On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda devrin en iyi ateşli silâhlarına sâhip Osmanlı Türklerinde zaferlerin kazanılmasında topçu ocağının büyük payı olmuştur. Büyük topları seferlerde taşımaları için top arabacıları ocağı kuruldu. Ateşli silâhlardan olan humbarayı yapmak ve muhârebelerde kullanmak humbaracı ocağının vazîfesiydi. Bu ocak, cebeci, tımarlı ve topçu olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Muhârebe zamânında kuşatılan kaleleri yıkmak için lağım yapmak ve atmak lağımcı ocağının vazîfesiydi. (Bkz. Lağımcı Ocağı)

Kapıkulu ocaklarının subayları rütbe sırasıyla; yeniçeri ağası, yeniçeri kâtibi, ocak kethüdâsı, turnacıbaşı, başyayabaşı, muhzır ağa ve başçavuş idi. Daha sonra sekban ortalarının katılmasıyla sekbanbaşı, yeniçeri ağasından sonra kapıkulu ocağının ikinci kumandanı oldu. On beşinci yüzyıldan sonra kul kethüdâsı ile başyayabaşı arasında rütbe olarak turnacıbaşı, saksoncubaşı, zağarcıbaşı, dört ocak hasekisi, on altıncı yüzyılda ise devecibaşı girdi. Ocağın diğer yüksek rütbeli subayları da; başbölükbaşı, kethüdâbey ve cemâat bölükbaşılarından ibâretti.

Kapıkulu piyâdeleri sulh zamânında, belli günlerde yeniçeri ağasıyla berâber şehrin inzibâtını temin için dolaşırlardı. Bundan başka dört yayabaşı (çorbacı), dört bölükbaşı cumâ gecesi hâriç her gün İstanbul’da kol gezerler ve suçluları cezâlandırmak üzere Ağakapısı’na götürürlerdi. Çorbacıların hergün kola çıkmalarına “sıra kolu” denilirdi. İstanbul’un kale kapılarını açıp, kapamak vazifesi kapıkulu piyâdelerine aitti.

Kapıkulu süvârileri, İstanbul’da devlet hazînesinden maaş alan dâimî süvârî kuvvetleridir. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu. Önceleri sipâh ve silâhdâr bölüklerinden meydana gelen kapıkulu süvârîlerine sonra ulûfeciyân-ı yemîn (sağ) ve yesâr (sol); gurabâ-i yemîn (sağ) ve yesâr (sol) ilâve edilerek altı bölük olarak teşkilâtlandırıldı. Her bölüğün ayrı bölükağası, kethüdâ, kethüdâyeri, kâtip, kalfa, başçavuş rütbelerinde subayları vardı(Bkz. Kapıkulu Süvarileri).

Hizmetleri dolayısıyla on yedinci yüzyılın sonlarına kadar hayli îtibârlı olan süvârî bölükleri, Sultan Dördüncü Murâd Han (1623-1640) ve Vezîriâzam Köprülü Mehmed Paşanın devrinde çıkan sipâhî isyânları sebebiyle eski îtibârlarını kaybettiler. İkinci Mahmûd Han (1807-1839) devrinde, 1826 târihinde yeniçeri ocağı lağv edilince, kapıkulu süvârîleri de kaldırıldı ve diğer ocaklar gibi yeni tarzda süvâri bölükleri kuruldu.

Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı Devletinin fetihlerle genişlemesinde büyük hizmeti olan kapıkulu ocağı, devrinde teşkilâtlı en muazzam ordu idi. Zamânın ihtiyâcına göre takviye ve islâh edildi. On dördüncü yüzyılda ok, yay, kılıç, mızrak, topuz, balta, pala, mancınık, zemberek gibi silahları kullanan kapıkulu ocağına, daha sonraki yüzyıllarda tüfek ve top da verildi. İki buçuk yüzyıla yakın bir zaman boyunca devamlı yenilenerek ilerleyip, kuvvetlenen teşkilât sâyesinde Osmanlı Devleti, her giriştiği işte muvaffak oldu. Sultânın hassa kuvvetlerini teşkil ettikleri ve dâimî sûrette hâkanın yanında bulundukları için îtibârları fazlaydı. Kapıkulu ocaklarının maaşları, levâzım eşyâları devlet tarafından karşılanıp, terfî ve mükâfâtlandırmanın yanında, disiplinsizlikleri hâlinde de çeşitli cezâ usûlleri tatbik edilirdi.

Sefere giden pâdişâhı kapıkulları ortalarına alıp muhâfaza ederler, ona karşı bağlılıklarını gösterirler ve ordunun muvaffakiyetinde büyük hizmetleri geçerdi. Osmanlı sultanları baş kumandan sıfatıyla orduda bulundukça, kapıkulu ocakları, bâzı tahrikler dışında, tam bir intizâm içinde hareket etmişlerdir. Ancak sultânı başlarında göremeyince, başta yeniçeriler olmak üzere, sürtüşmeleri başladı. On yedinci yüzyılda başlayan disiplinsizlikleri, teşkilâta tâlimsiz yabancıların alınması, aslî vazîfelerini ihmâlleri, ve bâzı tahrikler netîcesinde intizamsızlık ve kânunsuzlukları arttı. Ufak-tefek ıslâh çalışmalarının işe yaramayacağı anlaşılınca, “Vak’a-i Hayriye” ile 1826 yılında, kapıkulu ocakları bütünüyle lağvedildi. Osmanlı ordusu yeni ve modern bir teşkilâtla yeniden kuruldu.



 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Kapıkulu Süvarileri
Osmanlı Devletinde dâimî orduyu teşkil eden kapıkullarının süvâri kısmı.

Kapıkulu süvârileri; yeniçeriler ve bostancılar arasında hizmet görmüş olanlarla Enderûn ve Enderûn’a eleman yetiştiren Edirne, Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa sarayları gibi yerlerden içoğlanları ve büyük fedâkarlığı görülen garib yiğitlerden alınan fertlerle vücûda getirilmiş bir sınıftı. Bunlar yeniçeriler ve diğer piyâde sınıfları gibi maaşlıydı. Timarlı sipâhîlerden ayırmak için kendilerine bölük halkı da denirdi. Sonraları yalnız sipâhî demekle kapıkulu süvârisi kastedildi.

Kapıkulu süvârî ocağına nefer alınmasına “bölüğe çıkmak” denirdi. Altı bölük olan kapıkulu süvârî ocağına, gerek saraylardan, gerek yeniçeri ocağından geçenlere bir hayvan veya hayvan parasıyla berâber yay ve ok akçesi adıyla bir mikdâr para verilirdi.

Murâd-ı Hüdâvendigâr zamânında kurulan kapıkulu süvârîleri; başlangıçta sipâhî ve silahdâr olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu iki kısım süvârîden sonra derece derece aşağıya doğru ulûfeciyân-ı yemîn (sağ ulûfeciler) ve ulûfeciyân-ı yesâr (sol ulûfeciler) ve gurebâ-i yemîn (sağ garibler) ve gurebâ-i yesâr (sol garibler) isimleriyle 15. asır ortalarına doğru dört kısım kapıkulu süvârîsi daha kuruldu ve süvârîlerin hepsi altı bölüğe tamamlandı. Kapıkulu süvârisînden her bölüğün ayrı ayrı vazifesi vardı.

Sipah bölüğü: Süvârî ocağının kırmızı bayrak da denilen en mümtâz ve îtibârlı bölüğü. İlk devirlerde devlet ve millet yarârına faydalı hizmette bulunmuş olan nüfûz sâhibi kimselerin çocukları bu bölüğe alınırdı. Bunlar sulh zamanlarında cizye, resm-i gazem, mukâtaa gibi mîrî malların tahsîlinde görevlendirilirler ve ekseriyâ üzerlerine hünkâr içoğlanlarından biri ağa tâyin olunarak tahsilâta giderlerdi. On yedinci asırda kendilerine tevliyet (mütevellîklik), voyvodalık ve daha başka hizmetler verildi.

Sipah bölüğü, pâdişâhların câmiye çıkışlarında ve sefere hareketlerinde, ikişer ikişer sağ tarafında yürürlerdi. Harp sâhasında ise ordu merkezinin sağ tarafındaki saltanat bayrakları altında ve bâzan da hükümdârın arka tarafında dururlardı. Sefere giderken ordunun geçeceği yerlere sancak tepesi denilen tepeler kurup güzergâhı tesbit etmekle vazifeliydiler. Muhârebe meydanında çadırlarını hükümdâr otağının sağında kurarlar gece otağ-ı hümâyûnun korunmasını silahdâr bölüğüyle münâvebeli olarak yaparlardı.

Sipâhiler üç yüz bölükten meydana geliyordu. On yedinci asrın ilk yarısında her bölükte yirmi-otuz kişi ile bir de bölükbaşı bulunurdu. Efrâd, on altıncı asır sonlarında on beşden otuz akçeye kadar değişen yevmiye alırlardı. Bölükbaşılarının yevmiyesi ise kırk akçe idi.

Silahdâr bölüğü: Sarı bayrak da denilen bu bölük, Osmanlı Devletinde kapıkulu süvârîlerinin ilk teşkil edilen bölüğüdür. Bu bölüğe başlangıçta harem-i hümâyûndan çıkan içoğlanlarından, sonradan da Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlardan ve “veledeş” denilen süvârî çocuklarından efrâd alındı. Sipah bölüğünün kurulmasından sonra, silahdâr bölüğünün ehemmiyeti ikinci dereceye düşmüştür.

Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar beş bölük olan silahdârlar, alaylarda pâdişâhın arkasında yürürler, aşağı bölükler de bunların etrâfında giderlerdi. Sefere gidilirken askerin geçeceği yolların açılıp temizlenmesi silâhdârlara âitti. Bunun için bir mikdâr neferle kethüdâları veya çavuşları bu işe memur edilirdi. Silâhdârlar yolları açarlar, köprüleri tâmir ettirirler, geçilmesi zor bataklıkları temizlettirirler, bunun için de yerli halkı ücret karşılığı bu hizmetlerde çalıştırırlardı. Pâdişâh sefere çıktığında birkaç milde bir, yolun her iki; vezîriâzam serdâr olduğu zaman ise sâdece sol tarafa sancak tepeleri ihdâs etmek bunların görevleri arasındaydı. Yol açma hizmetlerinden başka tuğculuk, yedekçilik (pâdişâhın yedek atlarının götürülmesi), buçukçuluk (pâdişâhın câmiye çıkışında fakirlere sadaka dağıtılması) gibi vazifeler de bu bölüğe verilmişti.

İki yüz altmış ortaya ayrılan silâhdâr bölüğü, seferdeki gibi, câmiye çıkışlarda da pâdişâhın sol tarafında yürürler, harp sahasında ise saltanat sancaklarının sol yanında ve bâzan pâdişâhın arkasında bulunurlardı.

Gerek sipâh, gerekse silâhdarların başlarında büyük zâbit olarak silâhdâr ağasından başka; kethüdâ, kethüdâ yeri, başçavuş ve kâtipleri vardı.

Ulûfeciyân-ı yemîn ve yesâr bölükleri: Bâzan orta bölükler de denilen iki bölükten birincisine yeşil bayrak ismi verilirdi. Sağ ulûfeciler yüz yirmi bölüğe ayrılmışlardı. Sarılı beyaz bayrak taşıyan sol ulûfeciler ise yüz bölüktü. Sağ ulûfeciler seferde pâdişahın sağında yürüyen sipah bölüğünün sağında; sol ulûfeciler de solunda yürüyen silahdârların solunda yürürlerdi. Harp meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının biri sağında, diğeri solunda dururlardı. Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı. Bu iki bölükten dördü sağ, üçü de sol ulûfecilerden olmak üzere yedi kişi, subaşı ismiyle bölük subaşılığına tâyin edilirlerdi.

Ulûfeci bölüklerine alınan efrâdın hepsi Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkmış olmayıp, bunlara ek olarak orduda, devlet adamları hizmetinde ve kumandanlar maiyetinde bulunarak, muhârebelerde yararlıkları görülen efrâd, ekseriyeti teşkil ederdi. “Veledeş” denilen süvârî evlâdının ulûfecilere de verildiği olurdu. Tehlikeli zamanlarda kendilerine hizmet teklif edilenlerin, hayatlarını tehlikeye koyup o hizmeti îfâ şartıyla bölüğe kaydedilmeleri de kânûn emriydi.

Ulûfeciler arasından üç ihtiyâr süvârî “otağçı” ismiyle, eski ve satılması îcâb eden otağları satmak vazîfesiyle mükelleftiler. Hükümdâra ve hazîneye âit otağları bunlardan başkası satamazdı. Bu üç süvârinin biri emin, biri kâtip, biri de nâzır olurdu.

Gurebâ-i yemîn ve yesâr bölükleri: Sağ garibler ve sol garibler denilen bu bölüklere, “aşağı bölükler” de denirdi. Bir kısmı diğer bölükler gibi saraylardan alınırken, ekserîsi Türk, Acem ve sâir memleketlerden gelen veya Müslüman ve muhârebe meydanlarında çok tehlikeli işlerde muvaffak olmuşlardan teşkil edilirdi.

Sefer esnâsında merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları muhâfaza ederlerdi. Harp esnâsında en mühim vazîfeleri, sancak-ı şerîfin muhâfazası idi. Bunun için sancak-ı şerîfin konulduğu çadırın etrâfını karargâh yaparlardı. Sancak-ı şerîfin ordu ile bulunmadığı devirlerde, yâni Yavuz Sultan Selîm Handan önce, pâdişâhın sancaklarını bunlar korurlardı. Ordugâha odun naklini temin etmek de görevleri arasındaydı.

Sağ ve sol garibler ayrı ayrı yüzer bölüğe ayrılmışlardı. Sağ gariblerin bayrakları sarı ile beyaz, sol gariblerinki ise yeşil ve beyaz renklerden meydana geliyordu.

Gurebâ bölükler efrâdı sonuna kadar bölüklerinde kalmayıp, ocakta ağa değiştiği, bir aşağı bölük ağası bir derece terfi ile yukarı bölüğe ağa olduğu zaman, bu bölüklerden muayyen mikdar efrâd da bir yukarı bölüğe terfî ettirilirdi.

Kapıkulu süvârîlerinin silâhları, bir pala ve bir mızrakla, “gaddâre” denilen ve eyerin kaşına asılı olan bir kılıçtan ibâretti. Bunlar meşakkate dayanıklı ve atik olan Anadolu atlarına binerlerdi. Harpte iki derin hat üzerine nizâm alır, değişmeli olarak düşmana hücûm ederlerdi. Her süvârî sefere bir de yedek at götürmek mecbûriyetindeydi.

Sipâhî ocaklarına kaydolunacaklar hakkında “hat” denilen pâdişâhın tahrîrî irâdesi çıkardı. Bu ocağa gireceklerin ismi evvelâ “mukâbeleci” denilen mâliye memuru defterine kaydedilir. Mukâbeleci, ocaktaki mahlûlleri her ulûfe zamânında bir deftere yazarak vezîriâzama bildirir, o da hükümdâra arz ederdi.

Vezîriâzamın huzûrunda ulûfelerini alacak süvârîler, maaşlarını alırken, “iptida” denilen askerî hüviyetlerini gösterirlerdi. Bu hüviyetlerde, her neferin künyesi, eşkâli ve ulûfe mikdârı yazılı olurdu.

Süvârî ağalarından sipah ağası sancağa çıkacak olursa üç yüz bin; silâhdar ve sağ ulûfeci ağaları da, iki yüz bin akçelik haslarla sancakbeyi olurlardı. Sol ulûfeci ve gurebâ ağaları ise, hârice çıktıkları vakit defter kethüdâsı olurlar, zeâmet ile çıkarlardı.

Kapıkulu süvârîlerinin hükûmet merkezinde yeniçeriler gibi müstakil kışlaları yoktu. Bunlar büyük mikdârda at beslemeye mecbûr olduklarından, çoğu hükûmet merkezine yakın yerlerde bulunurlardı.


Kaptan-ı Derya
Osmanlı bahriyesinde en büyük âmir ve donanma baş komutanına verilen ad. Kaptanpaşa.

Kaptanlık, eskiden Gelibolu Sancakbeyi olana verilen bir rütbeydi. Fakat Barbaros Hayreddin Paşadan îtibâren kaptanpaşalık, beylerbeyi rütbesindeki şahıslara verilmiştir. On altıncı yüzyılın son yarısıyla 17. yüzyıldan sonra da vezirlere verilmeye başlandı ve bu şekilde devâm etti. Eğer kaptanpaşa vezir değilse, sıfatı “Cezayir Beylerbeyi” olurdu. Umumiyetle kaptanpaşaların denizcilikten gelmeleri şart değildi. Eyâlet vâlileri veya kubbe vezirlerinden biri de kaptanpaşa olabilirdi.

Kaptan-ı derya tâbiri, 1867 târihine kadar kullanılmış, bu târihten sonra bahriyenin bütün işleri “Bahriye Nezâreti” adlı bir teşkilâta verilmiştir. Kaptan-ı deryâlık 1876 Haziran ayında Kayserili Ahmed Paşanın ikinci Bahriye Nâzırlığında yeniden ihdas edilmişse de, aynı yıl Bahriye Nezâretine dönüşmüştür.


Kaptanpaşa Eyaleti
Osmanlı Devletinde kaptanpaşanın idâresine verilen eyâlet.

Barbaros Hayreddîn Paşanın Osmanlı Devleti hizmetine girmesinden sonra, kaptanpaşa idâresindeki Gelibolu sancağına yeni sancakların ilâvesiyle Cezâyir-i Bahr-i Şefîd (Kaptanpaşa) eyâleti kuruldu. Merkezi Gelibolu (Paşasancağı) olan bu eyâlete, Gelibolu, Kocaeli, Suğla, Biga, Eğriboz, İnebahtı, Mizistre, Karlıeli ve Midilli sancakları bağlandı. Cezâyir-i Garb de, Barbaros Hayreddîn Paşadan îtibâren kaptanpaşaya bağlandı. Sonraları; Mehdiye, Nakşe, Sakız, Girne, Lefkoşe, Andre sancakları da kaptanpaşa eyâletine dâhil edildi. Bu sancakların beylerine “deryâ beyi” denirdi. Zamanla eyâletin toprakları azaldı. On dokuzuncu yüzyılda Kala-i Sultânî (Çanakkale) merkez olmak üzere yeniden düzenlendi ise de, 1867’de lağv edildi.

Kara Kuvvetleri
Târihin bilinen ilk devirlerinden îtibâren Türkler, bilhassa orduya ve eğitime önem vermişler, bu ordular sâyesinde târihte devletler, imparatorluklar ve hattâ cihan imparatorlukları kurmuşlar, hak ve adâletin savunucusu olmuşlardır. Bu orduların en önemlisi Kara Kuvvetleri dediğimiz kara ordusudur.

Kara Kuvvetlerinin vazifesi, düşmanı saldırıdan caydırmak, saldırıları tesirsiz hâle getirmek, mümkünse yok etmek ve millî menfaatin gözetilip sağlanmasında gereken harekâtı yapmaktır. Türk Kara Kuvvetlerinin teşkilâtlı bir şekilde kuruluşu, Büyük Hun İmparatorluğunda, Mete zamanında M.Ö.209 senesinde olmuştur. Bu târih, Türk Kara Kuvvetlerinin ilk kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir. Türkler kendi yaptıkları sapan, ok, yay, kargı ve topuzu savaşlarda kullanırlardı. Genel olarak Türk kuvvetlerinde itâat, disiplin, savaşma azmi çok yüksek olup çocuklar küçük yaştan îtibâren asker olarak yetiştirilirlerdi. Ata binmek, ok atmak herkesin en tabiî haklarındandı. En önemli sporları ise avcılıktı, bilhassa sürek avları hakîkî bir savaş manevrası özelliğini taşırdı.

Hükümdâr aynı zamanda ordunun başkomutanıydı. Bu durum, Osmanlılar dâhil bütün Türk devletlerinde hiç değişmemiştir. Eski Türk devletlerinde en büyük rütbe Kaanlık olup, sonra Yabguluk rütbesi gelirdi. Komutanlara tuğ verilir, savaştaki başarısına göre rütbesi ve tuğu arttırılırdı. Türk ordusu onluk sisteme göre teşkil edilirdi. Birlikler on, yüz, bin ve tumane (toman, tümen) denilen onbinlik de binliklere bölünürdü. Bunların komutanlarına Onbaşı, Yüzbaşı, Binbaşı, Tumanbaşı, Tomanbey veya Tümenbeyi denilmektedir.

İslamiyetten sonra Ortaasya Türk devletleri ve Anadolu Selçuklu Devleti ile Beyliklerin askerî teşkilâtı Mete devrinden beri süregelen askerî teşkilâtın aynıdır.

Selçuklular bu askerî teşkilâtı aynen kendi bünyelerinde tatbik edip geliştirmişler ve 800 yıla yakın bir zaman İslâm dünyâsında askerî ve mülkî idârelerin tanziminde örnek olmuşlardır.

Selçuklu orduları, özel bir eğitime tâbi tutulup doğrudan doğruya sultana bağlı “Gulamân-ı Saray” ile her an savaşa hazır “Hassa ordusu”, meliklerin, şahnelerin askerleri ve nihâyet tâbi hükûmetlerin kuvvetlerinden oluşmaktaydı. Ayrıca gerektiğinde halktan ücretli asker toplanırdı.

Karahanlı, Türkmen beylikleri ve başlangıçta Anadolu Selçuklu orduları Türklerden kuruluydu. Gazneli ordusunda ise yerli unsur büyük çoğunluk teşkil ediyordu. Selçuklular savaşta ordunun moralini yükseltmek için nevbet ve cenk takımları kurmuşlar, bilâhare bu takım Osmanlılarda mehter takımlarına dönüştürülmüştür.

Selçuklularda bir tuğ Onbaşı(Ortakbaşı-Vişak başı); iki tuğ Çavuş (Serheng-Ellibaşı); üç tuğ Yüzbaşı (Haylı); dört tuğ Binbaşı (Hacip veya Hadim); beş tuğ Emir (General); altı tuğ Sipehsâlâr veya Beylerbeyi; yedi tuğ Hükümdâr (Başkomutan) rütbe işâretleridir. Bütün askerî işler merkezdeki Dîvân-ı Arz denilen dîvânda görüşülürdü.

Osmanlı Devlet teşkilâtında ordu; Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde aşîret kuvvetlerinden dâimî orduya geçildi. Ordu; Kapıkulu Ocakları, Eyâlet askerleri ve geri hizmet kıt’alarını meydana getiren Yayalar-Yörükler, Müsellemler, Conbarlardan meydana gelirdi (Bkz. Kapıkulu Ocakları). Eyâlet Askerleri, Timarlı Süvâri, Azaplar ve Akıncılardan teşkil edilirdi. Birinci Sultan Murâd Han 1363’te Yeniçeri Ocağını kurdu.

Osmanlı ordusunda Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde askerî ıslâhâtlar yapıldı. Yeniçeriler yeni silâh kullanmayıp, değişik elbiseleri kabul etmediğinden devrin usûlünde Nizâm-ı Cedîd ordusu kuruldu. Fakat yeniçeriler isyân edince kaldırıldı. Yeniçerilerin, 18 ve 19. yüzyıllarda disiplinsizlikleri iyice artınca Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839), 17 Haziran 1826’da bu ocağı kaldırıp, 20 Haziran 1826’da Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunu kurdu. Yeni ordunun mevcudu Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde 188.000’e çıkarıldı. Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde 1843’te altı ordu kurulup, askerlik müddeti beş yıla yükseltildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Hân (1876-1909) devrinde Kara Kuvvetlerinin ihtiyâcı olan subayları yetiştirmek üzere askerî ortaokul ve liselerin yanında İstanbul’dakine ilâveten Harp Okulu sayısı yediye çıkarıldı. 1887’de Topçu teşkilâtı genişletildi. 1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlânıyla Kara Kuvvetlerinde değişiklikler yapılmak istenmişse de Trablusgarp ve Balkan Harpleri netîcesinde muvaffak olunamadı. Birinci Dünyâ Harbinde yedi cephede kahramanca mücâdele eden Kara Kuvvetlerinin mevcudu Mondros Mütârekesi sonunda 1919’da 50.000’e indirildi. Türk İstiklâl Harbinde Kara Kuvvetleri sekiz kolordu, yirmi piyâde tümeni hâline getirildi.

Osmanlı ordusunda kullanılan rütbeler ve kabûl târihleri:

Erbaş ve erler: Er, Onbaşı, Çavuş.

Küçük zâbitler (Astsb): Bölük Emini (1828), Çavuş, Başçavuş (1828).

Subaylar: Mülâzim-i Sânî (Tğm., 1793), Mülâzim-i Evvel (Ütğm., 1828). Yüzbaşı, Tabur Kâtibi, Sol Kol Ağası (Kd.Yzb., 1828), Sağ Kol Ağası (Ön.Yzb., 1828) Alay Emîri (Yzb. rütbesinde).

Üst subaylar: Bnb., Baş Bnb. (1793), Kaymakam (Yb., 1831), Miralay (Alb., 1828)

Paşalar (Generaller): Mirliva (Tuğg. 1831), Ferik (Tümg. 1831), 2’nci Ferik (Korg, 1908), 1’inci Ferik (Org. 1904) Müşir (Mareşal, 1832).

Kazasker
Osmanlı Devletinde askerî sınıfa âit şer’î ve hukukî dâvâlara bakan hâkim. Kazaskerlik, ilmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri olup, teşkilât târihi bakımından ordu kâdısı demektir.

İlk olarak Abbâsîlerde kâdılkudâtlık şeklinde görülen kazaskerlik; Harizmşahlarda, Anadolu Selçuklu Devletinde, Eyyûbîlerde, Memlûklerde hattâ Karamanoğullarında da vardı. Osmanlılarda kâdılık iki kısımdı. Biri kânun ile teşkil edilmiş askerî sınıfların, diğeri ise askerlerin dışındaki halkın dînî (şer’î) ve hukûkî işlerine bakarlardı. Kâzaskerler sefere katılırlardı. Sulhte sivil dâvâlara bakarlardı. İlk defâ Sultan Birinci Murâd Han zamânında askerî sınıfın dînî ve hukukî işlerine bakmak üzere kâdıaskerlik ihdâs edilmişti. Bu makâma Bursa Kâdısı Çandarlı Kara Halil Efendi tâyin olunmuştu (1363). Kazaskerlik 1480 yılına kadar tek iken, sınırların genişlemesi sebebiyle bu târihte Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri adıyla ikiye ayrıldı. Sultan Süleymân Han Kânunnâmesi’nde kimlerin asker ve asker hükmünde olduğu açıkça yazılıdır. Kazaskerlerin vazîfeleri kânun ile belirlenmiştir. Sulhte, Rumeli Kazaskeri İstanbul’daki Müslümanların dâvâ ve işlerine; Anadolu Kazaskeri de gayri müslimlerin dâvâlarına bakardı. Kazaskerlerin kıyâfeti ilmiye kıyâfeti olup, kânunnâmeler ile tesbit edilmişti. Kazaskerler dîvânın tabiî âzasıydı. Şeyhülislâmlar dîvânda bulununcaya kadar dîvândaki dînî meseleler, kazaskerler tarafından hallolunurdu. Kazaskerlerin dîvândaki mevkileri vezirlerden sonra gelirdi. Fâtih Kânunnâmesi’nde buna dâir kayıt vardır. Dîvâna geldikleri zaman vezirler gibi karşılanırlardı.

Kazaskerler, Dîvân-ı Hümâyûnda dâvâ dinlerler, ayrıca salı ve çarşamba günleri hâricinde hergün kendi konaklarında dîvân toplarlardı. Burada kendilerine havâle edilen veya kendilerine âit olan şer’î ve hukûkî işlere bakarlardı. Kazaskerlerin tezkireci, rûznâmeci, matlabcı, tatbikçi, mektubcu ve kethüdâ isimlerinde altı yardımcısı vardı.

Tezkireci, kazasker kaleminin âmiriydi. Rûznâmeci, tâyin işleriyle uğraşan kalemin müdürüydü. Matlabcı, kâdıların durumlarını bildiren defteri tutardı. Tatbikçi, büyük kâdıların gönderdikleri evrakların mühürlerini kendi yanında bulunan o şahsın mühürü ile kontrol eder, böylece sahtekârlığın, suistimallerin önüne geçilirdi. Mektupçu, kazaskerlere âit bütün yazışmaları idâre ederdi. Kethüdâ, para işleriyle meşgûl olurdu.

Kazaskerler 16. asrın ikinci yarısına kadar müderris ve kâdıların tâyininde vezîr-i âzamlara arz ve delâlette bulunurlarken, sonraları bu mühim görev şeyhülislâmlara verildi. Muayyen maaşlı müderris ile kazâ kâdılarının tâyinleri ise kazaskere bırakıldı. Yalnız bu tâyinler keyfî yapılmaz; kazasker, Dîvân-ı Hümâyûn günü pâdişâhın huzûruna çıkar, getirdiği defterlerdeki isimleri okuyarak selâhiyeti dâhilindeki müderris ve kâdıların tâyinlerine müsâade isterdi. Bütün müderris ve kâdıların tâyinlerinin kendilerine âit olduğu zamanda vezîr-i âzamın muvâfakatını alırlardı.

Kazaskerlerin tâyinleri, 17. asra kadar vezîr-i âzamların pâdişâhlara arzı ile yapılırdı. Şeyhülislâmlar bu târihten îtibâren vezîr-i âzamların muvâfakatini alarak kazaskerlerin tâyinlerini pâdişâha arz etmeye başladılar. Rumeli Kazaskerliği, Anadolu kâzaskerliğinden daha önemliydi. Kazaskerlerin görev süreleri 17. asra kadar iki yıl iken, daha sonra bir yıla indi. Kazasker olan bir zât birkaç defâ aynı makâma tâyin edilebilirdi. Kazaskerin verdiği kararların doğru olup olmadığı diğer bir hâkim tarafından tetkik edilir, aksaklık olursa, düzeltilmesine karar verilirdi.

Pâdişâhlar sefere çıkarlarken, kazaskerler de muhakkak sefere iştirak ederlerdi. Vezîr-i âzamların serdâr-ı ekrem olarak gittikleri seferlerde ise kazaskerler nâmına bir ordu kâdısı vazîfelendirilirdi.

Kazaskerlik Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etmiş ve Osmanlı Devletiyle birlikte bu makam da kalkmıştır.




Kervansaray
Kervanların ticâret yolları üzerindeki konak yerleri. Devlet veya hayırsever kişiler tarafından kurulan bu muhkem binâlarda kervan ihtiyaçları ücretsiz karşılanırdı. Bunlar, bir şehir içinde olurlarsa, “han” adını alırdı.

İslâmiyetin yayılış dönemlerinde askerî maksatla ve sınır emniyetini korumak için kurulan ribatlar, sonraki devirlerde ticârî maksatla kullanıldı ve bu binâlara, kervansaray adı verildi. Türklerin Müslüman olmasından sonra, genişleyen İslâm toprakları üzerinde ortaya çıkan kervansaraylar, Selçuklular zamânında en gelişmiş şeklini aldı. Anadolu’da bulunan çeşitli ticâret yolları üzerinde yüze yakın kervansaray yapıldı.

Uzaktan bakılınca bir kale gibi görünen; içlerine girildiği zaman kervan kâfilelerinin her türlü ihtiyâçlarını karşılayacak bir teşkilâta sâhib olan bu binâlar, Selçuklu sultanları ve yüksek devlet görevlileri tarafından büyük ticâret yolları üzerinde her menzil için, yâni 30-40 kilometrelik mesâfede bir yaptırılmışlardı. Müslüman doğu ve Hıristiyan batı ülkeleri arasında bir köprü vazîfesini gören Anadolu toprakları üzerine, İkinci Kılıç Arslan, Birinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, Birinci İzzeddîn Keykâvus ve Birinci Alâeddîn Keykubâd gibi iktisâdî ve ticârî hayâtın önemini bilen Selçuklu sultanları; Antalya ve Sinop gibi giriş ve çıkış limanlarıyla önemli ticâret merkezlerini birbirine bağlayan ticâret yolları üzerinde büyük kervansaraylar kurdular. Bu merkezlere yerleştirdikleri tüccârlara her türlü yardımda bulundular. Anadolu’ya gelen yabancı tüccârlara da büyük kolaylıklar gösterdiler. Yollarda herhangi bir şekilde zarar gören, soyguna uğrayan ve malları denizde batan tüccârların zararlarını devlet hazînesinden tazmin ederek, bir nevî devlet sigortası kurduları. Antalya ve Alâiyye (Alanya)den başlayıp Isparta, Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerden geçerek İran ve Türkistan’a ulaşan doğu-batı istikâmetindeki yol üzerinde; Konya-Akşehir istikâmetinden İstanbul’a ve Batı Anadolu vâdilerine ulaşan yol üzerinde; Konya, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Durağan, Sinop istikâmetindeki ve Sivas, Tokat, Amasya, Merzifon, Samsun hattıyla Sinop’a ulaşan güney-kuzey ve Elbistan, Malatya, Diyarbakır üzerinden Irak’a giden yollar üzerinde pekçok kervansaray yaptırdılar.

Selçuklular zamânında Anadolu’da kurulan yol güzergâhları, Osmanlılar zamânında değişti. Bunun sonucu olarak bâzı yerler ticârî merkez olma durumunu kaybettiler.

Zâten Ümit Burnu yolunun bulunması ile Hindistan’a ulaşan ticâret yolunun ağırlık merkezi de Atlas Okyanusuna kaymıştı. Anadolu’da ticâretin önemini kaybetmesi üzerine, Selçuklular zamânındaki kervan yolları da ıssızlaştı. Meselâ Osmanlı Devletine başşehir olan İstanbul’u, Sûriye ve Irak’a bağlayan yol, Konya-Adana istikâmetini tâkib ettiği için, Antalya’dan Sivas’a veya Elbistan’dan Kayseri ve Sivas’a giden yollar, bu şehirleri birbirine bağlayan tâli yol durumuna düştü. Bu yollar üzerinde bulunan kervansaraylar da ister istemez eski önemini kaybetti. Fakat yeni yol güzergâhlarının ortaya çıkması üzerine Osmanlılar da, kervansaray yapımına devâm ettiler. İstanbul’u, Sûriye üzerinden Mekke ve Medîne’ye bağlayan yol üzerinde hac farîzasını îfâ etmek için giden hacıların her türlü ihtiyâçlarını karşılamak üzere kervansaraylar kurdular.

Zengin ticârî malları taşıyan kervanlar için hudut civârında düşman çapulcularından, içeride göçebe ve eşkıyâ baskınlarından koruyacak emniyetli konak yerleri sağlamak ve yolcuların kondukları ve geceledikleri yerlerde her türlü ihtiyâçlarını temin etmek maksadıyla kurulan kervansaraylarda; yatakhâne ve aşhâneler, erzak ambarları, ticârî eşyâ depoları, yolcuların hayvanları için ahırlar, samanlıklar, yolcuların namaz kılmaları için mescidler, kütüphâneler, misâfirlerin yıkanması için hamamlar, abdest almaları için şadırvanlar, tedâvîleri için hastahâne ve eczâhâneler, ayakkabılarının tâmiri ve fakir yolculara yenisinin yapılması için ayakkabıcılar, hayvanları nallamak için nalbantlar, bu teşkilât ve tesisleri idâre edecek, gelir ve gider hesaplarını yapacak dîvân (büro) ve memurları vardı.

Umûmiyetle Selçuklu sultanları ve devlet adamları tarafından yaptırılan bu muazzam kervansarayların hepsi vakıftı. Maddî büyüklükleri ve teşkilâtları nisbetinde zengin gelir kaynaklarına da sâhiptiler.

Bu sûretle kervansaraylara inen ve konaklayan tüccar ve her türlü yolcu, zengin fakir; Müslüman gayri müslim kim olursa olsun, orada her türlü ihtiyâcını ücretsiz olarak görebilirdi.

Kervansaraylarda hasta yolcular, sıhhat buluncaya kadar tedâvi edilir, hayvanlarının tedâvisi de baytar (veteriner) tarafından yapılır ve tedâvi masrafları vakıf tarafından karşılanırdı. Fakir hastalar, öldüğü takdirde kefen masrafları da vakıf gelirlerinden ödenirdi.

Büyük ve muhkem binâlar olan kervansaraylarda akşam olunca kapılar sıkıca kapatılır, vazifeliler tarafından kandiller yakılırdı. Kapı kapandıktan sonra hiç kimse dışarıya çıkarılmaz, fakat dışarıdan gelenler içeriye alınırdı. Şafak atınca davullar çalınır, herkes uyandıktan sonra hancılar; “Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, elbiseleriniz ve atınız tamam mı!” diye sorarlar, herkes; “Tamamdır. Allahü teâlâ hayır sâhibine rahmet eylesin.” diyerek kervansarayı vakf edene duâ ederlerdi. Herkes gerekli yol hazırlıklarını yaptıktan sonra kapılar açılır, misâfirlere; “Gâfil gitmeyin, herkesi arkadaş etmeyin, yürüyün, Allah âsân (kolay) getire.” diye duâ ve nasîhatte bulunduktan sonra kervanlar uğurlanırdı.

Sulh zamânında ticârî maksatlar için kullanılan kervansaraylar, harb zamânında o belde ahâlisinin düşman hücûmundan korunmak için sığındığı veya sefer esnâsında ordunun konakladığı müstahkem yer olarak da kullanılırdı. Bilhassa hudut boylarına yakın kervansaraylar, hudut kalesi vazifesini görürdü. Aksaray yakınındaki Sultan Hanı, 20.000 askerle kuşatan bir Moğol komutanına iki ay dayanacak ve alınamayacak ölçüde muhkem idi.

İslâm dîninin misâfirperverliğe ve hayırseverliğe verdiği ehemmiyet sonucu, ortaya çıkan kervansarayların bir benzeri, ortaçağ Avrupasında olmadığı gibi, düşüncesi bile mevcut değildi. İslam tarihinin önceki devirlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da bu güzel ve faydalı eserler uzun bir zaman halkın hizmetinde kullanıldılar.


 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Kubbealtı
Topkapı Sarayında başta sadrâzam olmak üzere Osmanlı devlet adamlarının toplanıp, devlet işlerini görüşerek karara bağladıkları yer. Buraya Dîvân yeri de denilirdi.

Topkapı Sarayının her tarafından görülen dört köşeli büyük kulesinin üstünde olan kubbealtına orta kapıdan girilir. Bina, beyaz mermer ve yeşil parafinden gâyet güzel sütunlar üzerine saçak konularak inşâ edilmiştir. Saçak, önündeki taşlığın üzerini de örtmektedir. İlk kubbealtı, Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde yapılmıştı. Şimdiki kubbealtı binâsı Üçüncü Selim ile İkinci Mahmûd Han zamânında tâmir edildiklerine dâir iki kitâbe taşımaktadır.

Kubbealtındaki üç salonun soldakinde dîvân toplanırdı. Salonun etrâfındaki sedirlerde dîvân âzâları, ortadaki makamda ise sadrâzam otururdu. Pâdişâh bu salona açılan Kasr-ı Adil adı verilen kafesli pencereden dîvân müzâkerelerini tâkib ederdi. İkinci salon Dîvân-ı Hümâyun Kalemi olup, dîvân kânunları burada tasdik edilirdi. Kubbealtının arkasındaki dört köşeli yüksek kuleden etrafta olan hâdiseler seyredilirdi.

Üçüncü kubbenin altındaki salonda devletin asıl defter ve kayıtlarını kapsayan ruznâmeler, piyâde ve süvârî mukabeleleri, cizye mukataa, mevkufat gibi defterler sandıklar içerisinde saklanırdı. Burası her dîvân günü sadrâzamdaki mühr-i hümâyûn ile mühürlenirdi. İlk kubbe arasındaki yerde reisülküttap ile dîvân-ı hümâyun kâtipleri otururdu. Bu üç kubbenin dışında, sekiz kubbealtında dış hazîne saklanırdı.

Kubbealtında devleti idâreye memur olan heyet toplanırdı. Burada devlet işleri görüşüldüğü gibi halkın önemli dâvâlarına da bakılırdı. Dîvân toplantıları; Pazartesi, Salı, Cumartesi ve Pazar günleri olurdu. Görevliler sadrâzamdan önce gelir beklerlerdi. Sadrâzam gelince bütün görevliler karşılar, onun selâm verip odaya girmesinden sonra arkasından onlar da içeri girerlerdi. Vezirler, kâdıaskerler, defterdarlar ve nişancı yerlerini alırlar özel merâsimle toplantı açılırdı.

Toplantı bittikten sonra kubbealtında yemek yenirdi. Üç sofra kurulur, herkes kendi sofrasındaki yerine otururdu. Yemekten sonra yapılan işler hakkında sadrâzam pâdişâha arzda bulunur ve emirlerini alırdı. Belli günlerin hâricinde, ordunun harbe gidiş ve gelişlerinde, bayramlarda, saltanat değişikliklerinde, yabancı elçiliklerin kabûlünde kubbe altında toplantılar olurdu.

Devlet meseleleri Bâbıâli’de görüşülmeye başladıktan sonra, kubbealtı kısmen önemini kaybetti.



Lağımcı Ocağı
Osmanlı ordusunda lağımcı sınıfının bağlı olduğu ocak. Timarlı ve ulûfeli olan lağımcılar, yer altından yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yıkmak ve siper kazmak gibi vazîfelerde bulunurlardı.

Kapıkulu ocakları arasında yer alan lağımcı ocağının ne zaman kurulduğu bilinmemektedir. İkinci Murâd döneminde Rumeli kalelerinin fetihlerinde büyük yararlıklar gösterdikleri bilinmektedir. Lağımcıların ulûfeli olanları Fâtih Sultan Mehmed devrinde cebeci ocağına bağlandı. Ocağın âmiri cebecibaşıydı. Eyâlet askerleri arasında kurulan lağımcı birliğinin âmiri ise lağımcıbaşıydı. Bu ocağın kethüdâ, çavuş ve alemdâr denilen subayları da mevcud olup, bunlara geçim için dirlik olarak zeâmet; askerlere ise timar verilirdi. Zeâmetli ve timarlı lağımcılar seferlere atlı olarak iştirak ederlerdi.

Lağımcı neferlere (askerlere), başlarında bulunan subayları tarafından kuruluşundan îtibâren geometri ve diğer mîmârî sanatlara âit bilgiler ile lağım bağlama usulleri en iyi şekilde öğretilirdi. Lağımcı nizamnâmesine göre, iki yüze yakın tâlim bilgileri yanında bunlara yardımcı bilgileri öğrenmek şarttı. On yedinci asrın ortalarından îtibâren bozulmaya başlayan ve gitgide sanattan anlamayanlarla dolan bu sınıf, 1792 yılında yapılan nizamnâme ile düzeltilmeye çalışıldı. Ancak bir netice alınamaması üzerine, 1826 yılında yeniçerilikle birlikte ortadan kaldırıldı.




Lonca
Eskiden belirli bir şehirde oturan sanatkâr ve sanâyicilerin mensup oldukları meslekî teşkilat.

Loncaların kökeni, 7 ve 8. yüzyıldan îtibâren faaliyet gösteren fütüvvet ve ahîlik teşkilâtlarına dayanır. Ahîlik kuruluşuna âit töreler, kurallar birçok özellikler loncalarda devam eder.

Loncaların iki ana gâyesi vardır: 1) Lonca mensubu sanatkâr, esnaf arasında sosyal eşitliği ve dayanışmayı sağlamak. 2) Meslekî faaliyetin uygulanışını düzenlemek ve denetlemek. Loncalar, bugünün Esnaf ve Sanatkârlar Derneğine benzetilebilir. Loncaların ekonomik ve meslekî, kültürel ve sosyal faaliyet ve vazifeleri vardı.

Kendi içinde sıkı bir disiplinle teşkilatlanmış olan loncalar, bu özelliği ile devletin piyasa kontrolünü kolaylaştırıyorlardı. Aynı esnaf grubunun bağlı olduğu loncaların içinde rekabetin yasaklanmış olması, kaynakların ihtiyaçlar dâhilinde kullanılması, kaynak israfı, karaborsa ve fâhiş fiyat artışına mâni oluyordu. Devletle sıkı irtibâtı olan loncalar, hükümet tarafından teftiş edilebiliyordu. Muhtelif târihlerde esnafla alâkalı olarak çıkarılan yasaknâme ve fermânlar esnafın aksayan yönlerini düzeltme gâyesindeydiler.

Esnaflar, bağlı oldukları lonca heyetinin sıkı bir denetimi altındaydı. Ustaların hammaddelerini nereden, nasıl ve ne evsafta alacakları loncalar tarafından düzenlenmekteydi. Lonca üyeleri arasındaki eşitliği bozmamak temel gâyeydi. Tüketiciyi de korumak göz önünde tutulurdu. Ustaların kullandığı bütün âlet ve edevât devamlı denetlenirdi. Üretilen malların fiyatlarının nisbetini loncalar denetlerdi. Denetimden geçen mal damgalanır ve pazara sunulurdu. Bozuk mal çıkaran esnaf cezalandırılırdı. “Pabucu dama atıldı.” deyimi buradan kalmadır. Düşük kaliteli mallar da fakirlere dağıtılırdı. Çırakların mesleğe girmeleri, meslekte ilerlemeleri ve yükselmeleri, loncaların koyduğu kâidelere ve âdete bağlıydı. Lonca mensupları arasında rekabet yasaktı.

Kalfaya, usta olduktan sonra, pîri, bir törenle ustalık belgesi verirdi. Dükkân açacak olup da parası olmayana lonca para ve sermâye verip, dükkan bulurdu. Evlenmek isteyenleri evlendirir, masraflarını görürdü. Yoksul cenâze sâhiplerinin cenâzesini kaldırır, hastalara yardım ederdi.

Görünüşte iktisâdî müesseseler olan loncalar, iç yapı îtibâriyle cemiyette hâkim olan bâzı ahlâkî kâideleri, müeyyideleri ile, esnafın kendi kendine tatbik ettiği müesseselerdir. Loncalarda bulunan iş ahlâkının temelinde, otoriteye ve geleneklere bağlılık, el işçiliğine hürmet, kanâatkârlık, meslek sırrını saklamak gibi prensipler yatmaktaydı.

Osmanlı Devletinde loncaların ekonomik vasıfları yanında, onlara husûsiyet kazandıran, iç kuruluşları ve sosyal faaliyetleridir. Osmanlı Devletinin kuruluşunda önemli olan ahîlikle yakın bağları bulunan loncaların da, ahîliğin; yiğit, ahî ve şeyh olmak üzere üç derecesine karşılık çırak, kalfa, usta, nakib vekili, nakib, baş nakib, şeyh halifesi, şeyh ve şeyh-üş-şuyûh olarak dokuz kademesi vardı. Ahîliğin kavlî ve seyfi üyelik olmak üzere, üyelerinin iki grupta değerlenmesi yerine, loncalarda üyelik kavlî, şürbî ve seyfî olarak üç grupta meydana getirildi.

Lonca teşkilâtı, Osmanlı Devletinin en ücrâ köşelerine kadar yayılmıştı. Avârız sandıkları sistemiyle üyelerini, her türlü kazaya ve ölüme karşı aileleriyle berâber sigortalamıştı. Lonca teşkilâtı, Osmanlı Devletinin sosyal yapısında büyük güç, düzen, âsâyiş ve ahlâk unsuru olmuştur. Kendi bünyesi içerisinde denetlendiği gibi, devletin de kontrolü altında bulunuyordu. On yedinci yüzyılda İstanbul’da 1109 Loncaya bağlı, 126.000 üye tespit edilebilmişti.

Osmanlı Devletinin son zamanlarında, sanâyileşme hareketlerinin ve fabrikalaşmanın başlaması neticesinde el sanatları giderek önemini kaybetti. İttihat ve Terakki Fırkasınca 1913 târihinde loncalar kaldırıldı.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
M
Mabeyn
Osmanlı saray ve konaklarında haremlik ve selamlık bölümlerini ayıran dâire. Arapçada “iki şeyin arası” mânâsındadır. Sultan İkinciMahmûd Han devrinden îtibâren sarayların selamlık dâirelerine “Mâbeyn-i Hümâyûn” denilmiştir.

Yine Osmanlı Devletinin kuruluşunda işlerin azlığı sebebiyle pâdişâhlar herkesle teşrîfât ve merâsime hâcet kalmaksızın görüşürlerdi. Devletin büyümesi ve gelişmesi netîcesinde saray ve saray teşrîfâtı ortaya çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han, kânûnnâmeleri çıkartıp teşrîfât için maddeler koydurmuş ve; “Evvelâ bir arz odası yapılsın. Cenâb-ı şerîfim pes perdede oturup haftada dört gün vüzerâm ve kazaskerim ve defterdârlarım rikâb-ı hümâyûnuma arza girsünler.” demiştir. Bu duruma göre acele haller dışında vezirler bile haftada ancak dört gün pâdişâhla görüşebilecekti.

Pâdişâhla görüşebilmek için mürâcaatlar, kapıağasına yapılır, o da mâbeynci görevi yapan kapıcılar kethüdâsına duyururdu. Daha sonra sırayla vezir ve kazaskerlere haber verilirdi. Sultan İkinci Mustafa Handan îtibâren silâhdârlar aynı zamanda mâbeyncilik de yapmaya başladılar. Çuhâdâr ve rikâbdâr da her zaman pâdişâhın huzûruna girebilirdi.

Osmanlılarda ilk defâ mâbeynci ünvânıyla memur istihdâmı Sultan Üçüncü Selim Han zamânındadır. Ondan sonra bu ünvân ile memurlar tâyin edildi ve ehemmiyetleri de arttı.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde mâbeyn başlı başına bir dâire hâline geldi. Saraydaki mâbeyn dâiresinde başmâbeynci, ikinci mâbeynci ve öbür mâbeynciler kendilerine ayrılan odalarda oturur, sırayla nöbet tutarlardı. Abdülhamîd Han mâbeyncileri bizzat seçerdi. Sadrâzam ile vezirler saraya geldiklerinde kendilerine ayrılan odalarda, diğer ziyâretçiler mâbeyn dâiresindeki odalarda beklerdi.

Mâbeyn vâzifelileri şunlardı:

Mâbeyn başkâtibi: Sarayın yazı işlerini idâre eden teşekkülün (kurumun) reisidir. Diğer bir târifle Osmanlı sultânı ile hükûmet teşkilâtının başında bulunan sadrâzam arasındaki haberleşme ve yazı işlerine bakan memurun ünvânı olup, bu vazîfe sâhibinin asıl adı sır kâtibi idi. Emrindeki diğer memurlara mâbeyn kâtibi denirdi.

Mâbeyn başkâtibi olarak hizmet edenlerden vezîrler ile yüksek devlet memuriyetinde bulunanların yanında, Saîd Paşa gibi sadrâzam olanlar da vardır.

Mâbeynci: Pâdişâhın dışarı ile olan işlerine bakan ve dilekleri kendisine ulaştıran saray memurlarıdır. Bunun yerine, yakın mânâsında kurenâ tâbiri de kullanılmıştır. Enderûn ağalarından silâhdâr, çuhâdâr, rikâbdâr, tülbent ve peşkir gulâmı ile baş müezzin, sır kâtibi baş çuhâdâr, kahvecibaşı, sarıkçıbaşı ve tüfekçibaşı Mâbeyn dâiresinde hizmet ettikleri için, kendilerine Mâbeynci adı verilmiştir.

Mâbeynciler, nöbetleşe sarayda kalırlar ve nöbetçi oldukları günün gecesi odalarında yatarlardı.

Mâbeyn çavuşu: Buna hünkâr çavuşu da denilmiştir. Pâdişâhı korumak, atla habercilik yapmak ve dâvetlileri saraya çağırmakla görevli askerî saray memurudur.

Mâbeyn erkânı: Saray ileri gelenlerine verilen ad olup; başkâtip, başmâbeynci, mâbeyn müşiri, dârüsseâde ağası, baş imâm, hazîne-i hassa nâzırı, ıstabl-ı âmire müdiri ve emsâli bu kabildendir.

Mâbeyn ferîki: Pâdişâhı korumakla görevli askerlerin, tümgenerâl rütbesindeki kumandanıdır.

Mâbeyn müşîri: Sarayda pâdişâh maiyetindeki mareşal rütbeli askerî mümessildir. Plevne kahramanı Osman Paşa, mâbeyn müşirlerinin en meşhurudur.


Maliye Nezareti
1838’de kurulup cumhûriyete kadar devâm eden Osmanlı mâliye bakanlığı. Sultan İkinci Mahmûd devrine (1808-1839) kadar Osmanlı Devletinde mâlî işler, merkezî bir teşkilâtla yönetilmezdi. Merkez ve eyâletlerin değişik mâliye teşkilâtı vardı. Tımar sisteminin bozulması para değerinin düşmesi, bâzı toprakların kaybedilmesi, uzun süren savaşlar gibi sebepler, Osmanlı mâliyesini yeni tasarruf tedbirleri almaya ve yeni vergi kaynakları bulmaya zorladı. İşe yaramaz bir masraf kapısı hâline gelen yeniçeri ocağı kaldırıldı(1826). Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye kuruldu ve bunlara subay yetiştirmek için okullar açıldı. Bunların harcamalarını karşılamak için me’mure hazînesi kuruldu (1834).

Bundan başka, Sultan İkinci Mahmûd döneminde Hazîne-i Âmire, Darbhâne Hazînesi, Redif Hazînesi ve Tersâne Hazînesi olmak üzere dört ayrı hazîne daha vardı. 1835’te Hazîne-i Âmire ve Darbhâne Hazîneleri birleştirilerek Darbhâne-i Âmire Defterdarlığı kuruldu. 1838’de Hazîne-i Âmire ve Darbhâne Hazînesi birbirinden ayrıldı. Hazîne-i Âmire ve Mansûre Hazînesi birleştirilerek Mâliye Nezâreti kuruldu. Abdurrahmân Nâfiz Paşa, Umur-ı Mâliye Nâzırı Ünvan ve Paşa rütbesiyle bütün hazînelere bakmakla vazîfelendirildi.

Mâliye Nezâreti kısa bir müddet sonra kaldırılarak işler, Mukâtaat Hazînesi ve Hazîne-i âmire Defterdarlıklarına bağlandı. Aynı sene Mukataat Hazînesi Defterdarlığına Mâliye Nezâreti adı verildi (1839). Daha sona Hazîne-i Âmire Defterdarlığı da bu nezârete bağlandı (1841). Pâdişâh ve öteki hânedan üyelerinin özel gelir kaynakları hazîneye aktarılıp, kendilerine maaş bağlandı. Tersâne,Redif, Mansûre ve Âmire hazîneleri kaldırılarak Hazîne-i Celile-i Mâliye kuruldu. Bu hazînenin 1840’ta 400 milyon, 1848’de 775 milyon, 1857’de 1 milyar, 1862’de 1.6 milyar kuruş gelir-gider hacmi vardı.

Kurulduğu günden îtibâren devamlı gelişme gösteren Mâliye Nezâretinde, tanzimâtın îlânı sırasında sekiz muhâsebe ve sekiz kalem vardı. Bu teşkilât 1878’e kadar küçük değişikliklerle korundu. 1879’da Heyet-i Merkeziye ve Heyet-i Mülhaka adıyla iki kısma ayrıldı. Heyet-i Merkeziyeye dâhil olan nezâret müsteşarının yetkileri arttırıldı. 1854’ten îtibâren alınan dış borçların ödenmesi için 1881’de kurulan Düyûn-ı Umûmiye idâresi, teknik açıdan bir model hâline geldi. Bu teşkilâtın Mâliye Nezâretinden daha geniş bir kadrosu vardı. 1889’da Mâliye Nezâretinde bâzı düzenlemeler yapıldı. Meşrûtiyetin ikinci defâ îlânından sonra bâzı kalem, meclis ve komisyonlar kaldırılıp, memur sayısının azaltılması yoluna gidildi. Saltanat kaldırılmadan önce nezâret; Kalem-i Mahsusa, Vâridât-ı Umumiyye muhâsebe-i Umûmiye, Teftiş Heyeti, Vezne, Emlâk-ı Emiriye, Me’murîn ve Levâzım ve Mahâssesât-ı Zâtiye Müdürlüklerinden meydana geliyordu. 1922’de saltanatın kaldırılmasıyle Mâliye Nezâretinin varlığı da sona erdi. 1920’de Ankara’da kurulan Mâliye Vekâleti daha sonra Mâliye Bakanlığı adını aldı.


Matbah-ı Âmire
(Osmanlı Saray Mutfağı)
Osmanlı Devletinde saray mutfağı. Matbah-ı Hümâyûn. Topkapı Sarayında, orta kapıdan içeriye girildiği zaman, Alay Meydanının sağ tarafında baştan aşağı Matbah-ı Âmire binâları mevcuttur. Matbahın Alay Meydanına açılan üç kapısı vardır. Kapılardan içeriye girilince ikişer ikişer yirmi bacalı büyük mutfaklarla karşılaşılır. Mutfak binâlarının önünde Matbah-ı Âmire görevlilerinin, aşçı ve tablakârlarının koğuşları ile mescidleri bulunur.

Matbah-ı Âmire büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdı. Büyük mutfakta saray halkı, dîvân günü sofraları ve törenler için yemek hazırlanırdı. Hergün yaklaşık dört-beş bin kişiyi doyuracak yemek çıkarılan bu mutfakta Vâlide Sultan, Kızlarağası, Kapıağası ve Kilercibaşı Matbahı gibi bölümler vardı. Küçük mutfak ise, pâdişâhın özel yemeklerinin pişirildiği yerdi ve “Matbah-ı Hümâyûn, Matbah-ı Has” ve “Kuşhâne” gibi isimlerle anılırdı. Matbah-ı Âmirede hergün mûtâd olarak verilen yemeklerden başka, ulûfe (maaş) dağıtıldığı günlerde 10-15 bin askere yemek verilirdi. Ramazan ayının on beşinci gecesi on bin Yeniçeriye baklava; dîvân günlerinde ise 600 sahan çorba, zerde, pilav hazırlanırdı. Matbah-ı Âmirenin bir kısmına “Helvahâne” denirdi. Her türlü tatlılar, reçeller, şuruplar ve mâcunlar ile kokulu sabunlar burada yapılırdı.

Matbah-ı Âmire aşçılarıyla pâdişâh, şehzâde, vâlide sultan ve sâirenin yemeklerini pişiren aşçıların pişirdikleri yemek îtibâriyle miktarları çeşitliydi. Bunlar arasında aşçıbaşı, ocakbaşı, kebâpçı, tatlıcı, hamurcu, pilavcı ve balıkçı başlıcalarıdır.

Kuşhâne matbahına zülüflü baltacılar arasından kâbiliyetli ve îtimâd edilir iki kişi seçilirdi. Birincisine Kuşçubaşı, diğerine İkinci denirdi. Her matbahta mesleğinin ehli aşçı, usta, kalfa ve şâkirtleri, bunların maiyetlerinde de yamaklar bulunurdu. Her matbahın bir aşçı başısı mevcut olup, âmirlerine “Baş aşçı” denilirdi.

Sarayda mutfak işlerine bakan memura “Matbah-ı Âmire Emini” adı verilirdi. Matbah-ı Âmire Emini, “Hâcegân” rütbesindeydi. Matbah-ı Âmire Emini mutfak ihtiyâçlarını karşılayan, masraf ve gider defterlerini tutan ve baş muhâsebeye karşı sorumlu bulunan levâzım müdürü hüviyetindeydi. Başlıca vazîfeleri; saray mutfağının bütün ihtiyâçlarını karşılamak, hesaplarını tutmak ve emri altında bulunan memurları idâre etmekti. Memurların tâyin ve azilleri Enderun Kilercibaşısı tarafından yapılırdı. Kiler emini, çâşnigir, matbah-ı âmire kâtibi ve kethüdâsı kendisine yardım ederdi. Bunların dışında Matbah-ı Âmirenin diğer hizmetlileri olarak yoğurtçular, sütçüler, sebzeciler, tavukçular, simitçiler, buzcular, karcılar, sakalar, mumcular, fırıncılar, buğday döğücüler, helvacılar, bozacılar, kasaplar çoğunlukla acemi ocağındaki asker adayları arasından seçilirdi.

Matbah-ı Âmirenin ihtiyâçları Mısır ile Eflâk voyvodalığından; Koçhisar, Atranos, Harmancık, Keşan, Eğriboz, İzmit, İstanköy ve Sakız mukâtaalarından para veya mal olarak karşılanırdı. Matbah-ı Âmirenin her yıl devir muhâsebesi yapılır, bu münâsebetle memurlara devriye adı ile ayrı bir ikrâmiye verilirdi. Matbah-ı Âmire emirleri de görevlerinden ayrıldıkları zaman yine devir işlemleri yaparak hesapları kapatırlardı.

Matbah-ı Âmire Eminliği, İkinci Mahmûd’un son yıllarında Gümrük Eminliğine katılarak “Matbah-ı Âmire İdâresi” adını aldı. 1838’de de Darphâne Nezâretine bağlanarak ortadan kaldırıldı. Matbah-ı Âmire, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında saltanatın sonuna kadar devâm etti.



Meclis-i Mebusan
İki meclisten meydana gelen Osmanlı parlamentosunun halk tarafından seçilen kanadı.

Meclis-i Umûmî adı verilen Osmanlı parlamentosunun birinci kısmını Meclis-i Âyân teşkil ederdi. İkinci kısmını teşkil eden ve Hey’et-i Meb’ûsân adı da verilen bu meclisin üyeleri, halk tarafından seçilirdi. Meb’ûsân meclisi, kânun tasarılarını görüşür, sonra Âyân Meclisinin ve pâdişâhın yetkisine sunardı. Hükûmete güven veya güvensizlik oyu vermesi de söz konusu değildi. Meb’ûsan meclisinin üye sayısı her 50.000 Osmanlı vatandaşına bir temsilci düşecek şekilde tesbit ediliyordu. Seçim gizli oyla yapılmaktaydı. Osmanlı vatandaşı olmayan, özel bir durum gereğince geçici olarak yabancıların hizmetinde bulunan, Türkçe bilmeyen, 30 yaşını tamamlamamış, iflâs ile mahkûm olup da îtibârı henüz iâde edilmemiş olan, kötü hâli ile şöhret bulan, daha önce hâcir altına alınmasına hükmedilmiş olup da hâlen hâcir altında bulunan, medenî haklardan mahrûm olan ve başka devletin vatandaşı olduğunu iddiâ eden kimseler, bu meclise üye seçilemezdi. Ayrıca yapılacak seçimlerde meb’ûs seçilebilmek için, Türkçe okumak ve mümkün olduğu ölçüde yazmak şartı aranıyordu.

Meb’ûs seçimi her dört senede bir yapılır, seçilen tekrar seçimlere katılabilirdi. Hey’et-i Meb’ûsân üyeleri sâdece kendini seçen bölgenin vekîli olmayıp, bütün Osmanlıların vekîli hükmündeydi. Hey’et-i Meb’ûsânın başkanlığına heyet tarafından çoğunlukla üç; ikinci ve üçüncü başkanlıklara üçer kişi olmak üzere dokuz kişi seçilerek pâdişâha sunulur, bunlardan biri başkanlığa ikisi de başkan vekilliklerine, pâdişâhın irâdesiyle tercih ve tâyin olunurlardı. Meb’ûslar Meclisinin görüşmeleri alenî olup, bâzı hâllerde görüşmelerin gizli yapılmasına karar verilebilirdi.

Meb’ûs genel seçimine Hey’et-i Meb’ûsânın toplantı târihinin başlangıcı olan kasım ayından asgarî dört ay önce başlanacaktı. Seçmenler, meb’ûsları mensûb oldukları vilâyet ahâlisi içinden seçmek zorundaydı. Üyeliklerde herhangi bir sebeple (ölüm, meclise devâmsızlık, istifâ ve mahkûmiyet veya bir memuriyete tâyin edilmek gibi) boşalma durumunda, gelecek toplantıya katılabilmesi için, boşalan üyeliğe bir başkası usûlüne uygun şekilde tâyin olunurdu. Boşalan üyeliğe seçilecek üyenin görev müddeti, bir sonraki genel seçime kadar sürerdi. Meb’ûslara toplantı için her yıl hazîneden 20.000 kuruş, aylık olarak da 5000 kuruş maaş ödenirdi. Ayrıca maaşa ek olarak seyâhatler için harcırâh da verilmekteydi. Bir kişi hem Âyân, hem de Meb’ûsân meclisine aynı anda üye olamazdı.

18 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk meclisin üyeleri, geçici bir tâlimâtla vilâyet, livâ ve kazâların idâre meclisi üyeleri arasından seçildiler. İstanbul için ayrı bir seçim yapıldı. Bu mecliste 69’u Müslüman, 46’sı gayri müslim olmak üzere 115 üye vardı. Bu meclis, 28 Haziran 1877’de çalışmasını tamamlayarak dağıldı. Aynı seçim usûlüyle teşkil edilen ikinci dönem meclis, 13 Aralık 1877’de toplandı. Bu meclis, kânun tasarılarından çok hükûmetin icrâatını ve 93 Harbinin (1877-1878) idâresini tartışmaya başladı. Meb’ûslardan Müslüman olanlar bile kendi bölgeleriyle ilgili bölücü fikirleri savundular. Memleketi düşünen üye sayısının azınlıkta kaldığı görüldü. Bu sebeple Meclis-i Meb’ûsân, 14 Şubat 1878’de tâtil edildi. Abdülhamîd Hanın îktidârının sonlarına doğru, içerden ve dışardan yapılan kışkırtmalarla, orduda ve halk arasında kıpırdanmalar başladı. Sultan Abdülhamîd Han, 30 sene 5 ay 9 gün aradan sonra 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyeti îlân etti. Aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında meb’ûs seçimi yapıldı. Ahrâr ile İttihât ve Terakkî fırkalarının katıldığı seçimlerde, İttihât ve Terakkî çoğunluğu sağladı. 4 Aralık 1908’de meclis açıldı. 31 Mart Vak’ası bahâne edilerek, Abdülhamîd Han tahttan indirildi. Meclis-i Meb’ûsân, Mayıs 1909’da Kânûn-i Esâsî üzerinde değişiklik yaptı. Bu değişiklikler, Âyân meclisi ve pâdişâh tarafından tasdîk edildi. Pâdişâh ve Âyân Meclisinin yetkisi daraltıldı. Meb’ûsân Meclisinin yetkisi çoğaltıldı. 1911’de ara seçim yapıldı. 18 Ocak 1912’de Pâdişâh, Meclis-i Meb’ûsânı fethetti. Yapılan seçimden sonra, 18 Nisan 1912’de meclis yeniden toplandı. Meclis, 5 Ağustos 1912’de Ahmed Muhtar Paşanın teklifi ile tekrar feshedildi. Balkan Savaşı sebebiyle seçime gidilemedi. Sıkıyönetim îlân edildi. İttihât ve Terakkî Fırkası, 23 Ocak 1913’te Bâbıâlî Baskını ile, iktidârı ele geçirdi. 1914’te tek başına seçime girip, Meclis-i Meb’ûsân üyeliklerinin tamâmını elde etti. Birinci Dünyâ Savaşı boyunca bu hâliyle faaliyetini devâm ettiren Meclis-i Meb’ûsân, Mondros mütârekesini müteâkib 21 Aralık 1918’de Sultan Vahideddîn tarafından seçim yapılmak üzere feshedildi. Yapılan seçim sonunda Meclis, ilk toplantısını 12 Ocak 1920’de yaptı. 16 Mart 1920’de İstanbul’un îtilâf devletlerince işgâl edilmesi üzerine, Meclis-i Meb’ûsân, yeniden seçilmek üzere pâdişâh irâdesiyle 11 Nisan 1920’de feshedildi. Bir daha da seçilmeyip, târihe karıştı.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Meclis-i Vükelâ
Osmanlı Devletinde Sadrâzamın başkanlığındaki Şeyhülislâmla diğer nâzırlardan meydana gelen meclisin adı; vekiller meclisi. Bu meclis, devletin iç ve dış siyâsetiyle ilgili mühim hususlarda kararlar alırdı. Buna “Meclis-i Has” “Meclis-i Hass-ı Vükelâ” da denirdi ki Kabîne, yâni Bakanlar kurulu demektir.

Meclis-i Vükelâyı meydana getiren heyette zaman zaman değişiklikler olmuştur. 1908’den önceki mecliste, Sadrâzam, Şeyhül İslâm, Adliye Nâzırı, Serasker, Şura-yı Devlet Reisi, Hâriciye, Dâhiliye, Bahriye, Mâliye, Maarif, Evkaf-ı Hümâyun, Ticâret ve Nâfia Nazırlıkları, Tophâne Müşiri, Müsteşar-ı Sadr-ı Âli bulunurdu. Bunlardan Seraskerle, Tophane Müşiri, müşir (mareşal); diğerleri vezirdi. 1908’den sonraki meclislerde bunlardan bâzıları bulunmazdı. Meclis-i Vükelâ, Osmanlı Devletinin yıkılmasına kadar devâm etti.

Mehter (Mehterân)
Osmanlılarda, askerî mûsikîyi icrâ eden topluluk. Farsçada mihter olarak geçen mehter kelimesi, ekber (en büyük), âzâm (pek ulu) mânâsında bir ism-i tafdildir. Kelime Türkçede mehter, çoğulu olarak da mehterân şeklinde kullanılmıştır.

Mehter, bölüklere ayrılır, aynı çalgı âletini çalanlar, alemdârlar birer bölük teşkil ederlerdi. Her bölüğün “ağa” tâbir edilen bir âmiri bulunurdu. Davulcubaşına ise “Baş Mehter Ağa” denirdi. Ayrıca bir de Mehterbaşı vardı. İkinci bir mehterbaşı daha vardır ki, bundan ayrı olup, “Mehterân-ı Hayme” denilen Saray Çadırcılarının başıdır. Mehter teşkilatı, “emir-i alem”e tâbiydi.

Türkiye Selçukluları sultanı İkinci Gıyaseddin Mesud 1284 yılında gönderdiği bir fermanla Osman Gâziye; Eskişehir’den Yenişehir’e kadar bütün Söğüt bölgesi ve havâlisini sancak olarak verdi. Fermanla birlikte Osman Gaziye emirlik alâmeti olan “tuğ”, “alem”, “tabl” ve “nakkâre” de gönderilmişti. Ferman, Osman Gâziye Eskişehir’de bir ikindi vakti takdim edildi. Osman Gâzi ayakta durarak nevbet vurdurdu (çaldırdı). Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar nevbet vurulurken pâdişahların ayakta dinlemesi âdetti.

Mehter teşkilâtına bağlı iki türlü mehterhâne vardı. Biri resmî teşkilata bağlı olan çalıcı mehterler, diğerleri esnaf mehterleriydi. Resmî mehter, padişah mehteriydi ki, buna “Mehterhâne-i Tabl-i Âlem-i Hassa” denirdi. Sonraları, mehter sâdece pâdişah ve orduya âit olmaktan çıktı. Her vezir dâiresinde bir mehterhâne bulundurulması âdet oldu.

Fâtih devrindeki mehterhânede dokuz zilzen (zil çalan), dokuz nakkârezen (kudum çalan), dokuz boruzen (boru çalan), dokuz tablzen (davul çalan), dokuz çavuş ve bir iç oğlan vardı. Altmış dört kişilik mehterhane takımına “dokuz kat mehter” adı verilirdi. Pâdişahın mehterleri on iki kat olurdu. On iki kat mehterhânede her çalgıdan on ikişer adet bulunurdu. Pâdişah sefere çıktığı zaman mehter takımı on iki misline çıkarılırdı. Sefer ve harp esnâsında pâdişah mehterhânesi, saltanat sancaklarının altında durup, nevbet vururdu. Bundan başka ikindi vakti, Otağ-ı Hümâyûn önünde nevbet vurmak âdetti.

Hükümdâr mehterleri beş vakit vururlardı. Bundan başka pâdişah cüluslarında, kılıç alaylarında, harplerde zafer haberi geldiği zaman ve arife dîvânlarında nevbet vurulurdu.

Mehterler, harp meydanlarında gece karanlığında bile ordugâh nöbetçilerinin uyumaması için devamlı çalar ve aynı zamanda da “yektir Allah!” diye bağırırlardı. Harp esnâsında ise, pâdişahın veya seraskerin yanında durup, harp boyunca askerin cesâretini arttırmak ve düşmana dehşet vermek için çalardı.

Vezir mehterleri, ikindi ve yatsı namazları kılındıktan sonra olmak üzere, günde iki defâ vururdu. Bunlardan birincisi akşam yemeğinin ikincisi de uykunun işâretini verirdi. Sivil mehterler, kendilerine mahsus nevbet yerlerinde yatsı namazından sonra ve sabahleyin nevbet vururlardı. Eski zamanlarda öğle yemeği, “kuşluk” nâmıyla öğle namazından evvel; akşam yemeği de ikindi namazından sonra yenilir ve yatsı namazından sonra uykuya yatılırdı.

Mehter duâsı:

Allah Allah Celilü’l-Cebbâr, Muînü’s-Settâr, Hâliku’l-leyli ve’n-Nehâr, Lâyezâl, Zü’l-Celâl, birdir Allah! Ânın birliğine, Resûl-ü Enbiyâ Peygamberimiz Cenâb-ı Ahmed-i Mahmûd-u Muhammed Mustafa (Bütün efrâd elleri göğsünde olmak üzere rükûa gelir gibi eğilirler, pâdişah geldiği zaman ise sâdece baş eğer, daha fazla eğilmezler.) Âl-i evlâd-ı Resûl-i Müctebâ imdâd-ı ruhâniyetine! Pîrân mürşidîn, âşıkîn, vâsilîn, hamele-i Kur’ân, güzeştegân, ehl-i îmân ervâhına, avn-ü inâyetine! Halifetü’l-İslâm es-Sultân İbni’s-Sultan bil-cümle İslâmın necât ve seâdet ve selâmetine, pîrler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler, demine devrânına “Hû” diyelim “Huuu” denildikten sonra bütün mehter takımı, davul ve zilleri şiddetli vurarak dokuz defâ “Hû” çekerlerdi. Sonunda da üç defâ kös vururlardı.

Mehterin kendine has bir yürüyüşü vardır. Üç adımda bir durur, yarım sağa ve yarım sola dönerdi. Yürüyüş esnasında mehter efrâdı, hep bir ağızdan, “Rahim Allah, Kerîm Allah” derlerdi.

Mehter takımının yürüyüş nizamında merasime iştirak şöyle idi: Önde çorbacıbaşı ünvânını taşıyan ve başında “üskûf” bulunan mehterân bölüğü komutanı, onun arkasında sol tarafta zırhlı muhafızı ile birlikte yeşil sancak, ortada istiklâl alâmeti olan ak sancak, sağ başta ise zırhlı muhafızı ile birlikte kırmızı sancak bulunurdu. Sancakların arkasında ise üçerli koldan üç sıra hâlinde dizilmiş dokuz tuğ gelirdi. Sağ tarafta kırmızı sancağın arkasında, Yeniçerilerin taşıdığı “hücum tuğu” yer alırdı. Tuğlardan sonra ortada mehterbaşı bulunurdu. Mehterbaşından sonra ise sıra ile; mehterin iki katı adedince çevgenler (okuyucular), zurnazenler, boruzenler, nakkârezenler, zilzenler ve davul çalanlar gelmekteydi. En arkada ise at sırtında taşınan kös bulunmaktaydı.

Mehter harp duâsı (Harp gülbankı):

Eûzubillâh, Eûzubillâh... Hüdâ’ya şükr-i bîhad, lâilâhe illallâh! El- melikü’l-Hakku’l-mübîn! Muhammedü’r-Resûlullah, Sâdıkü’l-va’dü’l Emîn! İnnâ Fetehnâ leke fethan mübinâ ve yensurekallâhu nasran azîzâ! Ey pâdişah-ı halifetullah, Es-Selâmu aleyke avnullah! Sensin hâris-i dîn-i mübîn, hâris-i Şerîatullah! Uğrun açık olsun ey Pâdişahım, Emr-i ikbâlin mecid! Hûdâ kılıcını keskin eylesin, nûr-ı şân satvetine gün gibi medîd! Rûh-ı pâk-ı Fahrî âlemi hoşnûd etsin; Hak, gazâ-yı ekberin etsin mübârek ve saîd...

Takımın içinden evvelce seçilmiş dik ve güzel sesli biri tiz perdeden:

“Nasrunminallahi ve fethün karîb. Ve beşşiri’l-mü’minîn” âyetini okur. Üç defâ “Allah” diyecek kadar dururdu. Sonra bütün âletlerle beraber davullar ve kösler hafif vurarak ve devamlı teramole yaptığı sırada hep bir ağızdan “Allah Allah” deyince susarlar, gülbank devam ederdi.

“Eli kan, kılıcı kan, sinesi üryân, ciğeri püryân, meydân-ı şehâdette Allah yoluna revân. Gazâ-yı şühedâya Cemâl-i Hak görünür ıyân. Kahrımız, gazabımız düşmana ziyân!

Yâ Rahmân! denilerek eyyâm-ı âdiye gülbankındaki “Resûl-i Enbiyâ” kısmına geçilir ve aynı şekilde “Hû diyelim Hû!” diyerek bitirilirdi.

Sonra, bâzan “Yektir Allah”, bâzan da “Ya Fettâh” diye haykırırlar ve baş eğerek geriye döner ve dağılırlardı.

Mehter marşları “Vakt-i sürûru sefâ”:

Mehterân dâire şeklinde nevbet nizâmını teşkil ederler, nakkârezenlerin oturup, diğerlerinin ayakta durmasıyla da hilâl görünümü verirlerdi. Kösler hilâlin orta ilerisine konurdu. İçoğlan Başçavuşu, mehter faslı başlamadan önce dâireden çıkarak ortaya gelir ve:

“Vakt-i sürûru sefâ, Mehterbaşı Ağa! Hey! Hey!” diye bağırırdı. Bu sırada hazır bulunanların dikkatlerini çekmek için nakkarelerle, sofyan usülünde üç tempo atılırdı. Nakkareler çalarken de, Mehterbaşı Ağa mehterin önüne gelir:

“Merhabâ ey mehterân!” der ve sağ elini göğsüne koyarak mehteri selâmlardı. Mehterân da hep beraber sağ ellerini göğüsleri üzerine koyarak koro hâlinde:

“Merhabâ, Mehterbaşı Ağa!” diyerek karşılık verirlerdi. Daha sonra Mehterbaşı Ağa:

“Hasduuur!” diyerek çalınacak makamı ve eserin adını söylerdi. (Meselâ: “Der fasl-ı Acem âşirân, cihâd-ı ekber marş!” derdi.) Hemen arkasından:

“Haydi ya Allah!” diyerek mehteri icrâya geçirirdi.

Nevbet bitince mehter gülbankı (duâsı) okunur ve fasl sona ererdi.

Mehterin Avrupa’ya tesiri:

Avrupalılarca, on sekizinci asırdan îtibâren “Yeniçeri müziği” diye adlandırılan müzik; evvela, benimsenmiş, bilâhare Polonya, sonra Avusturya ve daha sonraları bütün Avrupa’da onların tâbiriyle Yeniçeri bandoları kurulmuştur.

Bestekâr Mozart ve Hayd da, mehter mûsikîsinin tesirinde kalarak, meşhur bestelerini meydana getirmişlerdir. Alman besteci Beethoven, “Büyük Senfoni”sinin son bölümünü, mehterin kös, davul ve zurnasıyla seslendirmiştir. Beethoven, “Türk Marşı”nı mehterin bir cenk havasından adapte etti. Avusturyalı bestekâr Mozart’ın “Türk Marşı”, Türk askerlerinin “Allah Allah” nidâlarının, nakarat olarak tekrarından müteşekkildir. Viyana Kraliyet orkestra Şefi Gluck bu yıllarda, sarayda verdiği konserlerinde, repertuvarına mehter bestelerini almış ve orkestrasında çaldırmıştır. Alman bestekâr Wagner, bir mehter konserini dinlerken heyecanlanmış, kendini tutamayarak “İşte mûsikî buna derler!” demiştir.

Mehter mûsikîsi gibi, mehter teşkilâtı da Avrupa’ya tesir etti. On sekizinci yüzyıl içinde önce Avusturyalılar, sonra Prusyalılar, daha sonra da Ruslar, Almanlar ve Fransızlar mehter teşkilâtına benzer mızıka takımlarını kurdular.

Osmanlı Devletinin ömrü boyunca, gittikçe mükemmelleşen mehter, Yeniçeri ocağının lağvı ile beraber yerini “Mızıka-i Hümâyûna” bıraktı.

Günümüzde mehter:

Mehter, 1911’de Ahmed Muhtar Paşa tarafından “Mehterhâne-i Hâkânî” adıyle yeniden kuruldu. 1914’te kuruluş tamamlandı. Birinci Dünyâ Harbinde Başkumandan Vekili Enver Paşanın emriyle teşkilât orduya tamîm edildi. İstiklâl Harbinde de mehterhâne hizmet verdi. Cumhûriyetin îlânından sonra, Millî Savunma Bakanı, mehteri saltanat alâmeti sayarak lağvetti. 1950’den sonra, Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut’un direktif ve desteğiyle mehterin yeniden tesisi çalışmaları başladı. 1953’te yeniden tesis edildi. Daha sonraları çeşitli okul, dernek ve kuruluşlar da mehter takımları kurdular. 12 Eylül 1980 Harekâtından sonra, yalnız Genelkurmay Başkanlığı Harp Dâiresi Askerî Müze Müdürlüğü bünyesindeki mehteran bölüğü, faaliyetine devam etmektedir. İstanbul’daki Askerî Müze’de Pazartesi, Salı hariç, haftanın her günü, saat 15.00-16.00 arasında Mehterbaşının idaresinde bir saat çalmaktadır. Bilhassa turistler ve meraklılar büyük alâka göstermektedirler.

Mehter marşı

Yürekler kabarık gözlerde damla
Mehteri saygıyla dur da selamla
Bir huşû içinde dinle Gülbankı
Sesleniyor târih bu ses o yankı

Sen böyle yürürken tuğla, sancakla
Türkün zaferleri geliyor akla

Asırlar boyunca inledi Serhat
Doğudan batıya, Yemen, Belgrat
Duyarak bakışan gözler görüyor
Fâtih, Topkapı’dan şehre giriyor.

Sen böyle yürürken tuğla, sancakla
Türkün zaferleri geliyor akla.



Mekteb-i Osmânî
Askerî öğrenim gâyesiyle Avrupa’ya gönderilen talebeler için, Paris’te açılan Türk okulunun adı. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa devletlerinde ilim ve teknikte görülen ilerlemeyi alabilmek için kâbiliyetli talebelerin seçilip tahsile gönderilmesi önem kazanmıştı. Bunların sayısının çoğalması ile idâresi ve daha verimli tahsil yapabilme çârelerinin düşünülmesi neticesinde Paris’te, Krenal Mahallesinde 1856 yılında bu okul açıldı. İdârecilerinin Türk olduğu bu okulun önemli bir görevi de talebelerin örf-âdetlerine, dinlerine bağlılıklarını muhâfaza ettirerek, terbiyelerini korumaktı. Öğretmenleri Fransız, mevcudu 60 kişi olan okulda, Paris Askerî Lisesinin programı uygulanırdı. İlk müdür, öğrenimini Viyana’da yapan Ali Nizâmî Paşadır. 1870 Alman-Fransız Harbinin çıkması ve 1867’de Fransızca tedrîsât yapacak Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi)nin açılmış olması gibi sebeplerle Mekteb-i Osmânî, 1874’te kapatıldı. Aynı sene İstanbul’da Askerî Rüşdiye açıldı.

Miskinhâne
Cüzzamlı hastaların halkla temâsına mâni olmak için yaptırılan özel binâlara verilen ad. Halk arasında Miskinler dergâhı ve Miskinler tekkesi denilmektedir.

Sosyal devlet anlayışının en iyi örneklerinin müşâhade edildiği Osmanlı Devletinde düşkünler, hastalar, hattâ hayvanlar için vakıflar kurulmuş, onlara insanca muâmele edilmişti. Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) zamanında, Karacaahmed’in ortasında cüzzamlılar için dokuz hânelik binâlar yapıldı. Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839) zamânında bunlara ilâve on bir ev daha eklenerek genişletildi. Miskinhâne denilen bu yerdeki hastalara, Evkaf (Vakıflar) Nezâreti tarafından ayrıca istihkak verildiğinden geçimleri garanti altına alındı. Her miskine Üsküdar imâretinden günde iki ekmek, sabahları çorba, akşamları çorba, et, pilav ve haftada iki gün tatlı verilirdi.

Miskinhâneler 1908 inkılâbından sonra kapatıldı. Halk arasında çalışmayan tembellerin toplandıkları yerlere de miskinhâne denmektedir.

Mühendishâne
Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun

Osmanlı donanmasına deniz subayı yetiştirmek için kurulan okul.

On yedinci yüzyılın başından îtibâren dünyâ denizciliğinde büyük gelişmelerin ve keşiflerin ortaya çıkması ile Avrupalı devletler modern gemilere ve yetişmiş bir presonele sâhip olmaya başladılar. Bu sıralarda Osmanlı Devletinde duraklama devri göze çarpıyordu. 1774 Çeşme deniz mağlubiyetiyle Osmanlı Devletinde deniz muhârebe sanatında mâhir denizciye olan ihtiyaç açık bir şekilde ortaya çıktı. Bu sebeple 1734 yılında Sultan Birinci Mahmûd zamânındaÜsküdar’da kara ve deniz okullarına esas olan bir mühendishâne (askerî mektep) açıldı. Fakat bozulmuş olan yeniçerilerden çekinildiği için hemen kapandı.

Bilâhare 1776’da Kasımpaşa’daki tersânede Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn adıyla bir sınıf açıldı. Deniz Harp Okulunun kuruluş yılı bu târih olarak kabul edilmektedir. (Bkz. Harp Okulları)

Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun

Topçu ve istihkâm subayı yetiştiren okul.

Osmanlı Devleti yükselme devrinden sonra, bilhassa başta 1683 Viyana bozgunu olmak üzere, birbirini tâkip eden mağlûbiyetlerle karşılaştı. Bu durum, askerî sâhada yeni bilgilerle mücehhez bir orduya sâhip olma zarûretini ortaya çıkardı. Bu sebeple orduda ilk defâ modern bilgilerle tâlim ve terbiye, 1728’de Sultan Üçüncü Ahmed zamânında humbaracı (topçu) sınıfında başladı. Sonra 1734’te Sultan Birinci Mahmûd, Üsküdar’da bir Mühendishâne (mühendis mektebi) açtı. Mühendishâne 1759’da Kâğıthâne’den Karaağaç’a nakledildi. 1784’te BirinciAbdülhamîd zamânında Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn ve Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn olmak üzere ikiye ayrıldı. Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn, topçu ve istihkâm subayı, askerî mühendis yetiştirmeye devâm etti. 1793’te Kasımpaşa’dan Eyüp’teki Bahâriye Sarayına, sonra Hasköy’e, daha sonra Maçka’ya taşındı. 1796’da Üçüncü Selim zamânında Mühendishâneye kırk talebe alındı. Cebir, trigonometri (ilm-i müsellesât), mekânik, atıcılık, hey’et (astronomi), harp târihi, hendese, coğrafya ve istihkâmcılık okunan dersler arasındaydı.

Mühendishâne, yüksek matematik okutan tek mektep olduğundan ve asker arasında yüksek matematik okuyanlara Erkân-ı Harp denildiğinden, Mühendishânenin ilk mezunları, Sultan İkinciMahmûd zamânında kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunda, Erkân-ı Harplik (kurmaylık) vazîfesine tâyin edildiler.

Mühendishânenin başında nâzır denilen bir yetkili bulunmakla berâber, esas sevk ve idâreyi baş hoca adındaki vazîfeli yapardı. Baş hoca, baş mühendis ve Mühendishânenin en bilgili ve lisan bilen subayı idi. Talebenin tâlim ve terbiyesi (eğitim-öğretim) ve idâresi ile meşgûl olurdu. Mühendishânede başhocalık yapanlar arasında en meşhûru İshak Efendidir. Fen ilimlerinde mütehassıs, lisan bilen bu zâtın koyduğu fennî ıstılahlardan bâzısı, dilimizde hâlâ kullanılmaktadır. 1830 senesinde Sultan Üçüncü Selim’e Mühendishânenin ıslâhı husûsunda bir lâyiha (rapor) vermiştir.

Mühendishânenin (mektebin) iki kat üzerine dört dershânesi, hocalara mahsus odaları, kütüphânesi ve matbaası vardı.

1834’te Harbiye Mektebi açıldığında Harbiyeye ve Mühendishâneye hoca, askerî fabrikalara teknik eleman yetiştirmek üzere Mühendishâne hocalarından iki zâbit (subay) ile on talebe tahsil için Avrupa’ya gönderildi. Dönenler orada öğrendiklerini öğretmeye ve tatbike başladılar.

Avrupa’da tahsilini tamamlayıp dönen tophâne nâzırı Bekir Paşanın teklifiyle bir nizâmnâme çıkarıldı. Buna göre, 64 senelik Mühendishâne, topçu ve mîmar yâni istihkâm mektebine çevrildi. Mevcut mektep idâdî kabul edilip, ayrıca dört senelik Harbiye ve mîmar sınıfları açıldı ve binâya ilâveler yapılarak, Avrupa askerî mekteplerindeki gibi fen dersleri okutulmaya başlandı.

Yine mektebin hoca ihtiyâcını gidermek için çeşitli târihlerde Avrupa’nın muhtelif merkezlerine pekçok zâbit gönderildi. Bununla berâber topçu mektebini daha da geliştirmek için Avrupa’dan mütehassıslar getirildi.

1864’te bütün askerî idâdîlerin Galatasaray’da birleştirilmesi karârı üzerine, topçu mektebi de Galatasaray’a nakledildi. Ancak 1867’de Galatasaray’daki İdâdî-i Umûmî, Kuleli Kışlasına kaldırılarak Galatasaray’da sivil mâhiyette ve Mekteb-i Sultânî adı ile umûmî bir idâdî açıldı.

1871’de ise, harbiye öğrencileri, tatbîkâtlı tâlim yaparak mesleklerinde yetişebilmeleri için Harbiye Mektebine nakledildiler. 1878’de Harbiye’deki topçu ve istihkâm sınıfları tekrar Harbiye’den ayrılıp mekteplerine döndüler.

Mühendishâne-i Berrî-i hümâyûn, Yüksek Mühendis Mektebi adıyla kurulup, 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi adını alan okulun çekirdeğini teşkil etmiştir.

Mühendishâne-i Sultânî

Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) zamânında, fen bilgileri öğretmek için açılan okul. Pâdişâh olduğu andan îtibâren bir takım ıslâhatlara teşebbüs eden Üçüncü Selim Han, açtığı okullarla dikkat çeken bir pâdişahtır. Okul, Enderun ağalarının kâbiliyetli ve en genç olanlarının seçilip, başlarına fennî ilimleri çok iyi bilen öğretmenlerin tâyin edilmesiyle, 1792-93 senesinde Eyüp Bahariye’deki sarayda öğretime başladı.

Burada iki yıl öğretim gören talebelerden fen dallarında öğrenim yapabilecek seviyeye gelenler Mühendishâne-i Bahri-i hümâyûna gönderilirdi.
 
Top