• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Türk Destanlari

wien06

V.I.P
V.I.P
TÜRK DESTANLARI

Bütün dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk Edebiyatının da ilk örnekleri destanlardır. Türk edebiyat geleneği içinde "destan" terimi birden fazla nazım şekli ve türü için kullanılmış ve kullanılmaktadır. Eski Türk Edebiyatı nazım şekillerinden mesnevilerin bir bölümü ve manzum hikâyeler, Anonim edebiyatta ve Âşık edebiyatında koşma veya mâni dörtlükleri ile yazılan veya söylenen ferdî, sosyal,tarihi, acıklı veya gülünç olayları tahkiye tekniği ile çeşitli uslûplarla aktaran nazım türüne ve bu yazıda ele alınan kâinatın, insanlığın, milletlerin yaradılışını , gelişimini, hayatta kalma mücadelelerini ve çeşitli olay ve nesnelerle ilgili sebeb açıklayan ve Batı Edebiyatında "epope" terimiyle anılan eserlerin tamamı da Türk edebiyatı geleneği içinde "destan" adı ile anılmaktadır.

Bütün dünya edebiyatlarının başlangıç eserleri olan destanlar, çeşitli konularda yaradılış hikâyeleri yanında, milletlerin hayatında büyük yankılar uyandırmış bir kahramanın veya tarih olayının millet muhayyilesinde ortak sembol ve ifadelerle zenginleştirilmiş uzun manzum hikayeleridir. Destanlar bütün bir milletin ortak mücadelesini ortak değerler, kurallar, anlamlar bütünlüğü içinde yorumladığı ve yaşatıldığı toplumun geçmişini ve geleceğini temsil ettiği için dünya edebiyatının en ülkücü eserleri olarak kabul edilirler. Destanlar her zaman tarihî gerçekleri doğru biçimde nakletmezler.

Destanlarda tarihi olay ve kahramanlar milletin ortak bilinçaltının, vicdanının istek, beklenti ,doğruları ve değerleri ile idealleştirilir, eski hatıralarla birleştirilerek tarihî gerçekmiş gibi anlatılırlar.Her milletin millî kimlik ve nitelikleri, ortak dünya görüşü , hatıra ve beklentileri yanında kusurları ve yanlışları da destanlarına yansır. Cihangirlik tutkusu, kuvvet, binicilik ve savaşcılık yanında verdiği sözde durma , acizlere ve mağluplara hoşgörü ile yaklaşma, yardımcı olma Türk destanlarında dile getirilen ortak değer ve kabullerdir. Türk destanları,kâinatın, insanın, kadının ve erkeğin yaradılışı, Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküşleri, zafer ve yenilgileri gibi konularla beraber pek çok sebeb açıklayıcı efsaneyi de içinde barındırır. ilk örneklerinin manzum olduğu kabul edilen Türk destanlarından Kırgız Türkleri arasında yaşayan Manas destanı dışında bütünüyle günümüze gelebilen örnek bulunmamaktadır.Diğer Türk destanları çeşitli kaynaklarda özet, epizot, hatıra, kısaltılmış seçme metinler halinde bulunmaktadır.

Türk tarihine anahatlarıyla bakıldığında Türk hayatı fetihlerle başlamış ve yeni toprakları yurt edinerek gelişmiştir. ilk anayurt olan Orta Asya hiç bir zaman terkedilmemiştir. Türk halkları ilk anayurt olan Orta Asya'dan itibaren dünya coğrafyası üzerinde geniş alana yayılmış ve bugün yedi Türk cumhuriyetinde, pek çok özerk toplulukda ve çeşitli devletlerin idaresinde azınlık halinde yaşamaktadır. Türk kültürü de tarih ve coğrafyadaki çok boyutluluğa paralel olarak çeşitlenmiş farklı seviye ve birikimlerle zenginleşerek ve farklılaşarak ancak ilk kaynaktan gelen ortaklıklarını sürdürerek günümüze ulaşmıştır. Bu sebeble Türk destanları da tarihî ve coğrafî çok boyutluluğun getirdiği dil ve kültür dairelerine paralel olarak çeşitlenmiştir.

Prof. Dr. Umay Günay
 

wien06

V.I.P
V.I.P
YARADILIŞ DESTANI

Bir GökTürk şahaseri olan Orhun Abidelerinde, Bilge Kağanın ağzından söylenen: "Üstte mavi gök, altta yağız yer var edildiği zaman ikisinin arasında insan oğlu yaratıldı" cümlesi ile, Yaradılış Destanından çok sonra gelişen Er Manas Destanının "Yer yer olduğunda, su su olduğunda" mısraları, Yaradılış Destanının tesirini gösteren çok açık vesikalardır.

Bu destan, hemen hemen millet olma yolunda ilk adımlarını atan Türklerin, o günlerine ait bir destandır. Orta Asya' da yaşamış olan bütün Türk boyları arasında söylenmiş ve yıllarca söylenegelmiş olması yüzünden, değişen kültür ve medeniyet anlayışları sonucunda bir çok yerli ve yabancı ilavelerle genişlemiştir. İlk çağlardaki Türk adları bile zamanla değişmiş ve ekserisi Çinlileşmiştir.

Yaradılış Destanı, ondokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar, Orta Asya Türkleri arasında, bilhassa Alataylı ve yeniseyli Türk Boyları arasında, söylenegelmiştir. Bugün bile, bu havalide dolaşanlar, tek tük de olsa bu destanın söylendiğine şahit olabilirler. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru, Orta Asya' da muhtelif geziler yapmış olan Rodloff ve Berbitski iki ayrı söyleniş şekliyle tesbit etmişlerdir.

Gök yoktu, yer yoktu. Sadece sonu olmayan bir deniz vardı. İlah Ülgen bu denizin üstünde uçuyordu. Konacak sert bir yer arıyordu. Böyle uçarken gönlüne doğdu, bir ses: "Önündeki nesneyi yakala." diye fısıldadı.

Ulgen bu fısıltıyı tekrarladı. Bir yandan da ellerini öne doğru uzattı. O sırada suyun üstüne bir taş çıkmıştı. Ülgen taşı yakaladı ve üzerine kondu.

Taşın üstüne ne yapacağını düşündü. Düşünürken, o suçsuz bucaksız suyun içinden Ak Ana süzülüp Ülgen' in karşısına çıktı ve: "Yarat1" dedi, üç defa tekrarladı. Ülgen: "Nasıl?." diye sordu. Ak Ana da: "Yaptım, oldu de; yaptım olmadı, deme" diye akıl verdi.

Ak Ana bunları söyledikten sonra kayboldu. Bir daha da kimseye görünmedi. Ak Ana' nın bu buyruğu üzerine Ülgen, insanlara şu emri verdi: "Var olanı yok etmeyin; vara yok diyen de yok olur..."

Bunun üzerine Ülgen: "Yer yaratılsın!." dedi, yer yaratıldı; "Gökler yaratılsın!." diye buyurdu, gökler yaratıldı. Ve böylece dünya yaratılmış oldu.

Bundan sonra üç tane büyük balık yaratıp onların kenarlarına, ötekini de tam ortasına yerleştirdi. Balıklardan ikisini yerin kenarlarına, ötekini de tam ortasına yerleştirdi. Ortada bulunan balığın başı kuzay yönündedir. Bu balık başını aşağı eğerse dünyayı seller götürür. Eğer başını daha aşağı eğerse dünyada su basmadık bir avuç yer kalmaz. Bunun için bu balık kocaman bir zincirle bir direğe bağlanmıştır. Onu Ulu Kişi idare etmektedir.

Dünyayı meydana getirirken Ülgen "Ay ışığı ile güneş ışığının dokunduğu altın dağda" otururdu. Bu dağ, gökyüzü ile yer yüzünün arasında idi.

Bizim ay ve güneşimizin dünyasından başka doksan dokuz dünya daha vardır. Bunların hepsinde birer uçmak ve birer tamu vardır. her birinde insanlar da bulunur. En büyük dünya Han Kurbustan Tengere' dir. Bu alemin idaresini Ülgen kendi yardımcılarından Burkan adındaki ruha vermiştir. Bu alemin bulunduğu dünyanın aı Altın Telegey' dir. Cehennemi Toçiri Tamu' dur. Bu tamuyu Kara adlı bir zebani idare eder.

Doksan dokuz alemin ortancası olan ezre Tengere' dir. Ezre Tengere' ye Belgin Keratlu Türün adlı melek idare eder; bulunduğu dünyanın adı Altın Şarka' dır, cehennemi Kara Tamu' dur. Kara Tamu' yu idare eden zabaninin adı Karakçı' dır.

İnsan oğullarının yaşadığı bizim dünyamız en küçük alemdir, ki adına Kara Tengere Dünyası denilir. Bu dünyayı Ulu Kişi idare eden zebani de Kerey Han adında bir ruhtur. Bizim dünyamızın üstünde otuz üç kat gök vardır.

Günlerden bir gün Ülgen denize bakıp seyrederken suyun üstünde bir toprak parçasının yüzdüğünü gördü. Toprağın üzeri insan bedenine benzeyen bir kil tabakası ile kaplanmıştı. Ülgen: "Bu cansız toprak kişi olsun!" diye buyurdu. toprak hemen kişi oldu. Ülgen bu kişiye Erlik adını verdi ve olduğu yere bıraktı. Fakat Erlik giderek Ülgen' i buldu. Ülgen de yanına aldı, benimsedi. Bir hayli zaman geçtikten sonra Erlik Ülgen' i kıskandı ve ondan da güçlü kuvvetli olmak istedi ve Ülgen' e imrenerek: "Ben de onun gibi olmalıyım" diye düşünmeye başladı. Düşüne düşüne de Ülgen' e düşman oldu. Bunu anlayan Ülgen de Gök Oğul yarattı. Daha sonraları da bizim dünyamızda yaşayan insanları hasıl etti. Bunların kemiklerini kamıştan ve etleri topraktan oldu.

En sonra da yine bir kişi olan Ulu Kişi' yi canlandırdı ve ona: "Bu insanları sen idare et!" diye buyurdu.


kaynak:Türk Destanları - M.Necati Sepetçioğlu
Sayfa: 99,100,101,102,103
 

wien06

V.I.P
V.I.P
OĞUZ KAĞAN DESTANI

Günlerin içinde bir gün Ay Han doğum sancılarına tutuldu. Sancıların sonunda bir oğlu dünyaya geldi. Çocuğun yüzü göğün renginde, ağzı ateşin kızılında gözleri bal elasıydı; saçları kara, kaşları karaydı. En güzel perilerden daha güzeldi.

Anasının göğsünden yalnız bir defa süt emdi, bir daha emmedi. Dile geldi; çiğ et, aş ve şarap istedi. Hemen konuşmaya başladı. Kırk gün içinde büyüdü. Kırk gün sonra yürüyüp oynar oldu. Ayakları sığır ayakları gibi güçlü, göğsü ayı göğsü gibi sağlam, beli kurt beli gibi ince ve omuzları samur omuzları gibi parlak ve oynaktı. Vücudu tüylüydü. At sürüleri güderdi; ata biner ve geyik avına çıkardı.

Günler, geceler geçti; bu çocuk, bir yiğit oldu. O çağda, o taraflarda çok büyük bir orman vardı. Ormanda sayısız dereler ve bir çok ırmaklar akıyordu. Bunun için de buraya sayısız av hayvanları geliyordu ve binlerce avcı bekliyordu. Fakat bu ormanın içinde bir de korkunç ejderha vardı. Bu ejderha at sürülerini de yerdi, oradaki insanları da yerdi. Büyük, yaman, korkunç bir canavardı. Halk korkmuştu, bizar olmuştu. Çaresizdi.

Oğuz Han ise yaman bir yiğit olmuştu. Ejderhayı öldürmek istedi. Günlerden bir gün kararını verdi ve ava çıktı; kargısını, okunu, yayını, kılıcını ve kalkanını yanına aldı. Bir geyik yakaladı; geyiği, esnek bir söğüt çubuğuyla ağaca bağladı ve çekilip gitti. Ertesi gün, tanyeri ağarırken geldi. Baktı ejderha geyiği olduğu gibi yutmuş. Bu sefer de bir ayı yakaladı; onu da altın kemeriyle tutup ağaca bağladı ve yine oradan savuştu.

Gün battı, gece oldu sonra yine tan vakti geldi çattı. Tan ağardığında Oğuz Han ormana geldi. Bunun üzerie ağacın dibinde kendisi durup canavarı beklemeye başladı. Az sonra da canavar geldi. Başı ile Oğuz' un kalkanına vurdu ise de Pğuz Han kargısını vurup canavarı öldürdü, kılıcıyla da canavarın başını kesti. Canavarın başını alıp gitti; döndüğünde bir ala doğanın canavarın barsaklarını yemekte olduğunu görünce okunu yayını gerip attı ve ala doğanı da öldürdü. Onun da başını kesti. Bunun üzerine durup düşündü ve kendi kendine dede ki; "Canavar, hem geyiği hem de ayıyı yedi, canavar geyikten de ayıdan da güçlü idi. Ama kargım canavarı öldürdü çünkü kargım demirdendi. Ala doğan ise canavarı yedi; yayımla okum da ala doğanı öldürdü. Yayımla okum da ala doğanı öldürdü. Yayımla okum bakır olduğundan ala doğanı öldürdü" dedi. Bırakıp gitti.

Yine aylar ve günler geçti. Günlerin içinde bir gün Oğuz Kağan yine ormana gitti ve orada Tanrıya yalvarmaya başladı. Derken birden bir karanlık bastı. Gökten bir mavi ışık indi. Bu mavi ışık güneşten de aydan da parlaktı. Oğuz Kağan kalkıp yürüdü; mavi ışığın ortasında bir genç kızın olduğunu gördü. Kız mavi ışığın orta yerinde tek başına oturuyordu. Çok güzeldi. Başında, kutup Yıldızı gibi parıl parıl parlayan bir yıldız vardı. Kız, öyle güzel öyle güzeldi ki, güldüğü zaman mavi gök de gülüyordu ve ağladığı zaman gök yüzü de ağlıyordu. Oğuz Kağan kızı görünce aklı başından gitti, kızı sevdi, aldı.

Günlerden ve gecelerden sonra bu çok güzel kızın, gözleri parıl parıl yandı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birine Gün adını verdiler. İkincisinin adına Ay dediler, üçüncüsüne de Yıldız diye çağırdılar. Çocuklar doğup büyümeye başladığı günlerden birinde Oğuz Kağan ava çıktı. Avda, bir göl ortasında bir ada, adada da bir ağaç gördü. Baktı ki bu ağacın kovuğunda bir kız oturmakta; yalnız hem de pek güzel, alımlı alımlı. Gözleri gökler gibi ak mavi, saçları ırmak dalgası gibi ığıl ığıl ve dişleri inci gibiydi.

Kız öyle güzeldi ki tarifi imkansızdı. Herhangi bir insan görse düşüp bayılaabilirdi, sütten kımız olabilirdi. Oğuz Kağan da kızı görünce böylesine aklı başından gidip yüreğine bir yanar ateş düştü. Kızı bir görüşte sevdi, onu da aldı. Bundan sonra günler gecelere karıştı, geceler günlere karıştı, bir sabah bu kızın da gözleri yalım yalım ışıldadı. Bu da üç erkek doğurdu. Ötekiler gibi bu çocukların da birincisinin adını Gök koydular. İkincisine Dağ adını verdiler ve üçüncüsüne de Deniz deyip öyle çağırdılar.

Bu işler olup bittikten sonra da Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Çağrılan çağrılmayan bir birbirine danışıp geldiler. Türlü şlar, tepeleme etler, ırmak gibi kımızlar yenilip içildi. Çok güzel eğlence ve yeme içme oldu. Toydan sonra Oğuz Kağan Beylere konuklara yarlık verdi, onlara dedi ki;

"Ben sizlere oldum Kağan,
Alalım yay ile kalkan,
Talih olsun bize nişan,
Bozkurd sesi savaş naramız olsun.

Oğuz Kağan, böylece konuştuktaan sonra dört bir yana fermanlar yolladı, bildiriler gönderdi. Elçilerini yola çıkardı. Elçilerin götürdüğü ferman ve bildirilerde diyordu ki; "Ben Uygurların Kağanı' yım hem de dört bir yanının Kağanı sayılırım. Sizlerden de bana baş eğmenizi istememekteyim. Kim benim buyruğumu dinler ise onun hediyelerini alırım ve onu kendime dost bilirim. Kim benim buyruğumu dinlemez, baş eğmez ise gazaplanırım, onu düşman bellerim ve çerilerimi üzerine yollarım Baskın yapar tutar onları astırırım, yok ettiririm."

O çağlarda, Oğuz' a yakın sağ yanda Altun Kağan denilen bir Kağan bulunuyordu. Altun Kağan, Oğuz Kağan' a elçileri ile birlikte sayısız altın ve gümüş tartıp ölçüsüz kıymette yakut taşları ve paha bulunmaz mücevherler gönderdi, saygılarını sundu; Oğuz Kağan' ın buyruğunu dinledi. Gönderdiği vergilerle Oğuz' un dostluğunu temin etti. Her ikisi de dost oldular.

Yine o çağda Oğuz' a yakın sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Urum Kağan' ın çoktan da çok çerisi ve çoktan da çok şehirleri vardı. Bu çoktan da çok çerileri ile çoktan da şehirlerine güvenip bu Urum Kağan Oğuz Kağan' ın buyruğunu dinlemedi. Onun dostları arasına girmedi. "Oğuz' un sözlerini tutmam!" diyerek fermana küküm vermedi. Bunu duyan Oğuz Kağan gazaba geldi. Urum Kağan' ın üstüne asker saldı. çeri ile atlanıp tuğlarını açıp yürüdü.

Kırk gün gittikten sonra Muz dağı denilen bir dağ vardı, onun eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu, yatıp dinlendi, uyudu. Sessizlik oldu. Ertesi gün, daha henüz gün doğarken Oğuz Kağan' ın çadırına güneşten parlak bir ışık girdi. Bu ışıktan gök tüylü, gök yeleli kocaman bir erkek kurt peyda oldu. Kurt dile geldi, Oğuz Kağan' a söz söyledi, Oğuz Kağan' a söz söyledi. Dedi ki; "Oğuz, Oğuz ey Oğuz. Sen Urum üstüne yürümek dilersin; ey Oğuz ben de senin yolunda yürümek istiyorum."

Oğuz kalkıp baktı, bir şey göremedi; çadırı toplattı.Gitti. Gördi ki çerinin en önünde gök tüylü, gök yeleli, kocaman bir erkek kurt yürümektedir. O kurdun ardı sırada bütün ordu yürümektedir. Böylece gittiler. Nice günlerden sonra gök tüylü gök yeleli kurt durdu. Oğuz da çerisini durdurdu. Burada bir deniz vardı adına İtil Müren deniliyordu. İtil Müren' in yanı bir kara dağ idi. İşte bu kara dağın eteğinde savaşlar oldu. Okla, cıda ile ve kılıçla vuruşup savaştılar.

Savaşlar ve vuruşmalar öyle bir kızıştı ki sonunda İtil Müren' in suyu kıpkırmızı yencefil gibi aktı Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan ise kaçtı kurtuldu. Oğuz Kağan bundan sonra Urum Kağan' ın kağanlığını elinden aldı, halkını elinden aldı. Çok, pek çok ganimetler kazandı, bir zenginliktir her yana doldu.

Urum Kağan' ın bir de kardeşi vardı adına Uruz Beg derlerdi. uruz Beg, kendi oğlunu, yüksek dağ başında iki yanı derin ırmak vadisinde çok, sağlam yapılmış hem de çok sağlam korunur bir şehir vardı, oraya yolladı. Yollarken de "Şehri iyi korumak gerekir, iyi koruyup bize saklamak gerekir öyle yapsın, vuruşmalardan sonra gelesin" diye tenbih etti.

Gelgelelim Oğuz Kağan bu şehrin üstüne de yürüdü. Uruz Bey' in oğlu, bunu görünce Oğuz Kağan' a pek çok altın ve güömüş yolladı. Oğuz Kağan' a "Sen benim kağanımsın; babam bana bu şehri verdi ve şehri koru, vuruşmalardan sonra da bana gel, diye tenbih etti. Babamın sana kızması benim suçum mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye söz veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan ayrılmam" dedi, boş eğdi.

Oğuz Kağan, yiğidin sözlerini beğendi, sevindi; güldü ve dedi ki:

"Bana çok altın yolladın, Şehrini iyi korudun."

Böyle dediği için de yiğide Saklap adını koydu ve ona dostluk gösterdi.

Ondan sonra çerisini aldı yine yürüdü ve Oğuz Kağan İtil denen ırmağı büyük bir ırmaktı. Oğuz Kağan ırmağı görünce: "itil suyunu nasıl geçeriz?" diye sordu.

Çerinin arasında bir bey vardı ki adına Uluğ Ordu Bey derlerdi. Akıllı bir er idi. Uluğ Beğ, ırmağın yakınında çok sık ve sağlam dalla ve ağaçlar olduğunu görünce ağaçları kesti; ğacın birine yattı, karşıya geçti. Oğuz Kağan çok sevindi, güldü, dedi ki;

"Ey ey sen burda beğ ol, kıpçak denilen bağ ol." Ve yürüyerek gittiler.

Ondan sonra Oğuz Kağan yine gök tüylü, gök yeleli kocaman erkek kurdu gördü Gök tüylü, gök yeleli kocaman erkek kurdu gördü Gök tüylü gök yeleli kurt Oğuz Kağan' a: "Oğuz şimdi sen çeri ile buradan atlanıp yürü; atlanıp halkını da beğlerini de götür. Ben senin önünden gideceğim sana yol göstereceğim." dedi.

Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünden yürümektedir. Sevindi, öne geçip ileri gitti. Oğuz Kağan atlarının içinde en çok alaca aygırı severdi, bunun için de hep bu aygıra binerdi. Yine alaca aygıra binmişti. Yolda, mola verilince Oğuz Kağan' ın aygın gözden kayboldu, kaçıp gitti, gitti. Orada bir ulu dağ vardı, tepelerinde don buz eksik olmazdı, doruğu donun buzun soğuduğunda ap aktı. Onun için adına Buz Dağı derlerdi. Oğuz Kağan' ın aygırı Buz dağ içine kaçıp gitmişti. Oğuz Kağan bundan çok acı çekti.

Oğuz Kağan' ın ordusunda bir beğ var idi ki yiğit, kahraman bir er idi. Hiç bir şeyden korkmazdı. Yürüyüşe de soğuğa da dayanıklıydı; Buz dağına vurdu gitti. Dokuz gün sonra aygırı yedekleyip alıp Oğuz Kağan' a getirdi. dağda çok soğuk olduğundan karlara bulanmıştı, ap aktı. Oğuz Kağan sevincinden güldü. "Sen bu çevredeki beğlere baş ol, senin adın ebediyyen Karluk olsun" dedi. Ona hazineleri bağışladı, yürüyüp gitti.

Yolunun üstünde bir büyük ev vardı, Oğuz Kağan gelip gördü; evin duvarları altından, pencereleri gümüştendi. Çatıları demirdendi ve kapısı kapalıydı. Orduda becerikli, elinden her iş gelir bir er vardı; adına Tömürtü Kağul diyorlardı. Oğuz Kağan ferman etti dedi ki: "Sen burada kal, aç. Kapıyı açtıktan sonra gel orduya katıl!.

Bu yüzden Tömürtü Kağul' a ondan sonra Kalaç adını verdi ve gitti. Gök tüylü yeleli kocaman erkek kurt bir gün durdu, yürümedi. Oğuz Kağan da durdu, yürümedi. Olduğu yere çadırını kurdurttu. Burası otsuz, çorak bir yerdi. Atları, öküzleri çok, buzağıları çok; altınları, mücevherleri ve gümüşleri çoktu. Çürçüt Kağan' la milleti Oğuz Kağan' a durdular, savaş oldu. Oklarla kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi, yendi. Çürçüt Kağanını bastı, öldürdü. Başını kesti, Çürçüt halkını buyruğu altına aldı. Bu savaştan sonra Oğuz Kağan' ın çerilerine öyle bir dolu mal ve ganimet kaldı ki sayısı bellisizdi. Yükleyip götürmeğe ne at ne katır ne de öküzler yetti.

Oğuz Kağan' ın ordusunda yine bir ev var idi, hem akıllıydı hem de çok becerikliydi, bunun adına da Barmağlığ çoşun Billing denirdi. Becerikli usta olan bu Barmağlığ çoşun Billing bir kağnı yaptı. üstüne ganimetleri koydu doldurdu. kağnının önüne de canlı malları koştu, atları katırları, öküzleri koştu. O canlı mallar, bu cansız ganimetleri çekip götürdüler. Görenlerin hepsi de şaşıp kaldılar. Herkes, daha çok kağnı yaptı. Görenler, kağnılar gitmekte iken kanga kanga kangaluğ diye sesleniyorlardı. Bunun için Barmağlığ Çosun Billing' in yaptığı nesnenin adı kağnı olup kaldı.

Oğuz Kağan, kağnıları görünce gülüp kaldı ve dedi ki: "Kanga kanga ile cansızı canllı yürüttü, Kangaluğ da sana ad oldu, bunu kağnı böylece belirtsin" dedi ve oradan da yürüyüp gitti. Daha sonra gök tüylü gök yeleli kocaman erkek kurt ile birlikte Sind, Tongut ve Şam taraflarına at sürüp vardı. Bir çok savaşlardan sonra oraları da alıp ülkesine kattı, oralarda da buyruğunu yürüttü. Oraları da öz yurdu arasına soktu, yendi, bastı.

Söylenmeden kalmasın yeri yurdu belli olsun, aşağılarda Barkan denen bir ülke vardı. Büyük, varlıklı bir yurttu. Havası çok sıcaktı. Avları, kuşları çok boldu. Altını da çoktu gümüşü de, mücevherleri de, Gelgelelim halkının yüzü kapkaraydı. Barkan adlı bu ülkenin Kağanının adı ise Masar' dı. Oğuz Kağan onun üstüne de yürüdü. Çok yaman bir savaş oldu. Oğuz Kağan yine üstün geldi. Masar Kağan ise kaçtı; kurtuldu. Oğuz Kağan' ın dostları sevindi, düşmanları ise kaygılandılar.

Oğuz Kağan Masar Kağanı' da yenince sayılmayacak kadar ganimet ve at sürüleri alarak yurduna döndü. Adını anmadan olmaz, bilinsin ki oğuz Kağan' ın yanında ak sakallı, ak saçlı, çok akıllı bir yaşlı kişi vardı. Anlayışlıydı, doğru düşünür, doğu konuşurdu. Oğuz Kağan' ın danışmanıydı adı da Uluğ Türük idi. İşte bu Uluğ Türük günlerden bir gün bir düş gördü. Düşünde bir altın yay üç tane de gümüş ok gördü. Bu altın yay, gün doğusunda ta gün batısına kadar gerilmişti. Üç gümüş ok da kuzeye doğru uçuyordu.

Uykudan uyanınca Uluğ Türük günlerden bir gün bir düşünde gördüğü Oğuz Kağan' a anlattı. Ve dedi ki: " Oğuz Kağan' ım, sana hayat bunca olsun, sana dirlik hoşça olsun. Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun, Tanrım bütün yer yüzünü senin nesline bağışlasın" dedi. Oğuz Kağan da Uluğ Türk' ün sözlerini beğendi. Öğüdlerini dinledi. Öğüdünü de tuttu; yerine getirdi. Ertesi gün, küçük büyük bütün oğullarına buyruk salıp yanına getirtti. Onlara dedi ki: "Benim gönlüm av diliyor. Kocadığım için varıp gidemiyorum. Şimdi siz:

(Gün, Ay Yıldız! Gün doğusuna doğru varıp gidin. Gök, Dağ, Deniz. Siz de gün batısına doğru gidin) dedi. Bu buyruk üzerine oğullarından üçü de gün batısına doğru. Gün, Ay, Yıldız bol avlar avladı, çok kuşlar vurdu ve sonunda yolda bir altın yay buldular. Aldılar, getirip Oğuz Kağan' averdiler. Oğuz Kağan çok sevindi. Güldü. Yayı üçe böldü.

"Ey büyük oğullarım. Yay sizlerin olsun. Yay gibi olup okları göğe kadar atın" diye konuştu.

Gök Dağ ve Deniz ise gün batısına doğru çok avlar bulup çok kuşlar avladıktan sonra dönerken yolda üç gümüş ok buldular. Aldılar, getirip Oğuz Kağan' a verdiler. Oğuz Kağan yine sevindi, yine güldü ve okları üçe bölüp küçük oğullarına verirken:

"Ey küçük oğullarım! Okları size verdim. Yay oku atar, sizler oklar gibi olun!." dedi.

Bunlardan sonra da Oğuz Kağan büyük kurultayı topladı. Herkesi çağırdı. Çağıranlar gelip danışdılar, oturup beklediler.

Oğuz Kağan büyük otağının sağ tarafına kırk kulaç uzunluğunda bir ağaç direk diktirdi, tepesine de bir altın koyun bağladı.

Yine Oğuz Kağan büyük otağının sol yanına kırk kulaç uzunluğunda bir ağaç direk diktirti. Onun tepesine de bir gümüş tavuk koydurdu ve dibine bİr kara koyun bağladı. Sağ yanda Bozoklar oturdular sol tarafta da Üçoklar yerlerini aldılar. Kırk gün kırk gece yenildi içildi, eğlenildi, gülündü. Kırk gün kırk gece geçtikten sonra Oğuz Kağan oğulları arasında yurdunu paylaştırdı ve ondan sonra dedi ki:

"Ey oğullarım ben çok yaşlandım, çok savaşlar gördüm, Cıda ile çok ok attım, Aygır ile çok yollar aştım, Düşmanları ağlattım, Dostlarımı güldürdüm, Gök Tanrı' ya olan borcumu ödedim, Size de yurdumu verdim."


kaynak: Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlu
Sayfa:45-57
 

wien06

V.I.P
V.I.P
ALPER TUNGA DESTANI

"Bugünkü Türkçemizle: "Al Er Tunga, Türk Beyleri içinde adı ve kutsallığı bilinen ve tanınan bir yiğit idi; geniş bilgisinin yanında sayılamayacak kadar çok fazileti vardı; bilgiliydi; anlayışlıydı, meziyetleri çoktu." Alp Er Tunga Destanı hakkındaki bilgilerin en önemli kaynağı Divan-ı Lügat-ı Türk' tür. Milattan sonra onbirinci yüzyılda Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan bu eserde, Destanın, büyük bir ihtimalle son kısımlarına aid bir ağıt (sagu) yazılı olarak verilmekredir.

Bu Türk Beylerind atı belgülük,
Tunga Alp Er idi kutı belgülük,
Bedük bilgi birle öküş erdemi,
Biliglig ukuşlug budun ködremi,
Tacikler ayur anı Afrasyab,
Bu Afrasyap tutdı iller talab.

Bugünkü Türkçemizle: "Al Er Tunga, Türk Beyleri içinde adı ve kutsallığı bilinen ve tanınan bir yiğit idi; geniş bilgisinin yanında sayılamayacak kadar çok fazileti vardı; bilgiliydi; anlayışlıydı, meziyetleri çoktu. İranlılar ona, Afrasyab adını vermişlerdi. Afrasyab "dünyaya hükmetti" anl¤¤¤¤¤ gelen bu ağıttan, Alp Er Tunga' nın, İranlılar arasında da çok iyi bilindiği anlaşılmaktadır.

Alper Tunga babasının öğüdünü tutmuş ve o zaman güçlü bir ülke olan İran' a savaş açmıştır. Selvi gibi uzun boylu, kolları ve göğsü aslan misali kuvvetli ve fil kadar güçlü bir yiğitti, İranlıları yendi. İran hükümdarını esir aldı.

İran ülkesinde bir çok padişahlıklar bulunuyordu. Bunlardan biri de kabil Padişahlığı idi ve başında da Zal adlı biri vardı. Kabil Padişahı Zal, Alp Er Tunga' nın elinde esir olan İran Hükümdarını kurtarmak için Turan ülkesine yürüdü. Alp Er Tunga' yı yendi ama hükümdarını kurtaramadı. Zaman geçti. İran ülkesine hükümdar olan Zev de öldü. Bunu fırsat bilen Alp Er Tunga İran' a bir daha savaş açtı. O zamana kadar Zal da yaşlanmıştı. Kendi yerine, Alp Er Tunga' ya karşı oğlu Rüstemi yolladı.

Halen Anadolu' da da Zaloğlu Rüstem adıyla meşhur olan halk kitaplarında Zaloğlu Rüstem adıyla meşhur olan halk kitaplarında Zaloğlu Rüstem ile Arap Üzengi cengi diye hikayeleri anlatılan bu ünlü İran kahramanı ile Alp Er Tunga arasında sayısız savaşlar oldu. Savaşların çoğunu Rüstem kazandı bir kısmını Alp Er Tunga kazandı. (Şehname İran destanı olduğu için bunu tabii görmek lazımdır)

Savaşlar devam ederken, İran' ın hükümdarı bulunan Keykavus, oğlu Siyavüş' ü ve Zaloğlu Rüstem' i gücendiröişti. Gücenmenin sonucu olarak şehzade Siyavüş kaçıp Alp Er Tunga' ya sığındı. Orada uzun zaman kaldı, hatta Türk yiğitlerinden birinin kızıyla evlendi, Keyhüsrev adında da bir oğlu oldu.

Keyhüsrev büyüyünce, İranlılar onu kaçırıp hükümdar yaptılar. Keyhüsrev Zaloğlu Rüstem' i hoş tutup, gönlümü aldı ve Alp Er Tunga' nın üzerinde hoş tutup, gönlünü aldı ve Alp Er Tunga' nın üzerine gönderdi. Yine bir çok savaşlar oldu. Çoğunda Alp Er Tunga yenildi. Ve en sonunda Alp Er Tunga iyice yoruldu, ordusu dağıldı, askeri kalmadı. Tek başına dağlara çekildi. Orada, bir mağarada kendi halinde yaşadı. Fakat günün birinde izini keşfedip yerini buldular. Alp Er Tunga suya atlayıp kurtulmak istedi; fakat daha önce davranan İran askerleri yetişip saldırdılar. Yiğitçe döğüştü ama ihtiyardı, yorgundu, tek başınaydı. Öldürdüler.

Milattan önce yedinci yüzyılda en güçlü ve en hakim devrini yaşamış olan bu Türk İmparatorluğunun hakanı ise Alp Er Tunga' dır.


kaynak: Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlu
sayfa:104,105,106,107
 

wien06

V.I.P
V.I.P
ŞU DESTANI

Destana kahraman olarak adını veren Şu, tahminlere göre M.Ö dördüncü yüzyılda yaşamıştır. Bir Türk Hakanınıdır. Destanda Makedonyalı İskender' in, İran üzerinden Asya' ya doğru yürüyüşü esnasında istila savaşları ve bu savaşların Türklerle ilgili bölümü anlatılmaktadır. Türk boylarının teşekkülü, Türklerin şehir hayatı yaşamaya başlamaları, aynı zamanda milletini geçici bir istiladan mümkün olduğu kadar can ve mal kaybına uğratmadan kurtarmak için düşünen bir hakanın kaygıları da anlatılan destanın en büyük hususiyeti, daha sonraki Türk destanlarında gelişecek olan ana çizgi ve motifleri işlemesidir.

Zeki Velidi Togan' a göre, destanda mühim bir yer tutan ve destanın alternatifi olan İskender' in istilasının aslında İskender' le ilgisi yoktur; daha önceki yüzyıllarda cereyan etmiş bir Aryani istila ile ilgilidir. Destanın kısa da olsa hülalası Divan-ı lügat-it Türk' de kayıtlıdır. Şu kalesi Balasagun yakınlarında, genç bir hakan olan Şu tarafından yapılmış bir kaleydi, fajat hakanın sarayı Balasagun' da id. Kalede ve Balasagun' da, o çağların en güçlü ve en büyük ordusu bulunuyordu. Şehir zengindi. Öyleki, her gün, Şu Hakanın sarayının önünde, oru beğleri için 365 nöbet vuruldu.

Bu sıralarda, bir adına da Zülkarneyn denilen Makedonya Kralı İskender meşhur Doğu seferine çıkmış, Ön Asya' dan iran içlerine doğru önüne neresi gelmişse ordusunu yenmiş ülkesini istila etmekle meşguldü. İskender Semerkand' e kadar gelmiş burayı da geçip Türklerin yaşadığı ülkelere doğru ilerlemişti.

İskender' in Balasagun' a ve Şu Kalesine doğru yklaşmakta olduğunu, genç Hakan Şu' nun gözcülerini gelip haber verdiler. Ve dediler ki:

"İskender denilen ve gün batısından kopup gelen bir kral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne gelen ülkeleri istila etmiştir. Bize ne buyursun?. Savaşalım mı?."

Genç Hakan, ordu habercilerini dinlemez gibi göründü. Çünkü çok daha önce, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsin diye göndermişti. Yiğitler kimseye görünmeden, gizlice gidip Hucend Irmağının kıyılarına yerleştikleri için ordu habercileri durumu bilmiyorlardı ve getirdikleri haberden, hakanlarının telaş edip yerinden kımıldamadığını gördükleri için de şaşmışlardı.

Hakan Şu' nun bir havuzu vardı; gümüştendi. Bu işten çok iyi anlayan ustalara yaptırmıştı. Her yere taşınabilecek şekildeydi. Bunun için Hakan da gümüş havuzunu, sefere bile çıksa yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su doldurtur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar ve onlara oyalanırdı, eğlenirdi. Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek Hakan' ı dinlendirir ve bu dinlenişle seferle, milletinin geleceği ile ilgili tasarıları hazırladı.

Haberciler geldikleri zaman yine gümüş havuzunda yüzen ördeklerle kazları seyredip dinleniyordu. Habercilerin:

-Nasıl buyurursunuz?. İskender' le savaşalım mı?. diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onları havuza ve havuzda yüzen kazlarla ördekleri gösterdi:

-Görüyor musunuz. Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl da dalıp çıkıyorlar?. dedi.

Haberciler, hakanlarının bu sözünü garip karşıladılar ve ona şüphe ile baktılar. "Herhalde hakanımızın hiç bir hazırlığı yok ne yapacağını bilmiyor" diye düşündüler.

Ama o sırada, İskender' de Hucend Irmağını geçmişti.

Vakit gece yarısına geliyordu. Hucend Irmağının kıyılarında gözcülük yapıp devriye gezen Genç Hakan' ın en güvendiği kırk yiğit yıldırım hızıyla atlanıp Şu kalesine geldiler ve gece vakti, İskender' in Hucend suyunu geçip Balasagun istikametinde ilerlemekte olduğunu Şu' ya haber verdiler.

Daha önceki habercilerin haberlerini dinlerken kılı bile kıpırdamayan Hakan Şu, yiğitlerin sözü üzerine derhal ve gece yarısı göç davulunun çalınmasını emretti. Davulun çalınmasıyla birlikte ve Doğu' ya doğru hızla yola çıktı.

Bu durum halkı şaşırttı. Hakanın, gündüzün hiç bir hazırlıkta bulunmadan ve hiç bir hazırlık yapmadan böyle gece vakti göçü başlatması üzerine korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp, buldukları ata atlayan millet hakanla birlikte yola düştü. Sabah olurken, şehirde hemen hemen hiç kimse kalmamıştı; bomboş ve dümdüz bir ova görünüyordu.

Bütün milletin, Hakan Şu' nun ardından gitmiş olmasına rağmen, gece vakti binecek hiçbir şey bulamayan yahud da binecek hiçbir şeyi olmayan yirmi iki kişi, ne ypacağını bilemeden Şu Kalesinde kalmışlardı.

Bu yirmi iki kişi, ne yapacaklarını düşünürken yanlarına iki kişi daha geldi. Bu iki kişi de yayandı, kap kacakları toplamışlar sırtlarına yüklemişler, taşıyorlardı. Yorgundular. Fakat pek de duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi burada kalıp beklemelerini söylediler. Ayrıca:

-İskender dedikleri her kim ise, burada uzun müddet kalamaz: geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalın, diye ısrar ettiler.

Bu yüzden bu iki kişinin adı (Kalaç) olup kaldı ve bu iki kişiden olan çocukları ve torunları (Kalacı) adıyla anıldılar. Fakat bu kişi, öteki yirmi iki kişinin sözlerini dinlemedikleri ve bırakıp gittikleri için İskenderin geldiğini görmediler.

İskender gelip de, uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce: "Türk manend" dedi. "Bunlar Türke benziyorlar" demişti. Bu yüzden yirmi iki kişinin aile adı Türkmen olarak kaldı. Giden iki kişi gittikleri için tamı t¤¤¤¤¤ Türkmen sayılmadılar. Yirmi dört kabileden yirmi ikisi Türkmen, kalan ikisi Kalkaç diye bilindi.

Bu hadiseler oladursun, öte yandan Şu Hakan, ordusu ve kendisiyle gidenlerle birlikte Çin sınırına kadar yürümüşlerdi. Çin' e yakın Uygur İline vardıklarında Şu İskender' i artık karşılayabilecek durumda oluğunu, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğini, kendi ırkdaşları arasında bulunduğu için İskender' den daha kuvvetli bir duruma geldiğini düşündü. Ve bir kısım askerini ayırarak hem de en gençlerini seçerek İskender' in üzerine yolladı. Veziri, gidenlerin hepsinin genç olduğunu, tecrübelerinin olmadığını ileri sürdü. Başaramazlarsa sonucun kötüye varacağını söyledi. Şu Hakan vezirine hak verdi ve yaşlı tecrübeli bir Subaşını askerleriyle birlikte gönderdi.

Bunlar bir zaman sonra İskender' in gönderdiği öncü birliklerle karşılaştılar. Türk erleri, İskender' in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok kanlı bir baskındı bu, ölüm kalım meslesiydi. İskender' in öncü birlikleri bozguna uğradı. Türk erlerinden biri, İskender' in askerlerinden birini bir kılıçta ikiye bölmüş, askerin kemerine bağladığı altın dolu bir kemer parçalanarak içindeki altınlar yere saçılmış ve İskender' in askerinin kanıyla bulanmıştı. Ertesi sabah güneş ışıkları bu kanlı altınları parıldattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp "Altın kan!." diye bağrıştılar. O günden bu yana, bu baskının yapıldığı yere yakın bulunan bir dağın adı Altun Han dağı oldu ve öyle söylenip geldi.

Baskından sonra Şu Hakan ile İskender bir daha savaşmadılar, barış yaptılar. Barışın sonu her iki taraf için de iyi neticeler verdi. Birbiri ardınca şehirler yapılaya başlandı. Uygurlar ve öteki Türk kavimleri şehirlere yerleştiler. Şu Hakan da Balasagun' a döndü. Şu kalesini tahkim etti ve şehir halinde geliştirdi. Bütün bunları yaptıktan sonra da şehre bir de tıslım koydu. Bu tıslım öyle bir tıslımdı ki her yanda duyuldu. Leylekler bu şehre kadar geldikleri zaman tıslım yüzünden daha öteye geçemediler, şehri aşamadılar.


kaynak: Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlu
sayfa:110-111,112,113,114,115
 

wien06

V.I.P
V.I.P
BOZKURT DESTANI

Bilinen en önemli iki Göktürk Destanından birisidir. Bir bakıma, Miladi altıncı yüzyıldan sekizinci yüzyıl ortalarına kadar, Büyük Türkiye İmparatorluğunun mühim bir halkasını teşkil edip hanedanı elinden tutmuş olan Göktürklerin soy olarak kütüğü ve var olma hikayesidir.

Ayrıca, Türk ırkının yeni bir dal halinde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı, Bilge Kağan' ın Orhun Abidelerindeki meşhur hitabesinin ilk cümlesi olan: "Ben Tanrıya benzer, Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan, Tanrı irade ettiği için, kağanlık tahtına oturdum" cümlesi ile birlikte mütelea edilecek olursa soyun ve ırkın nasıl bir şekilde ilahileştirilmek istenildiğini de anlatmaktadırlar. Destan Çin kaynaklarında kayıtlıdır. Muhtelif rivayetler halinde ise de, ana hatları aynı fakat isimler üzerinde, anlatıştan doğma veya Çinlilerce yazılırken isimlerin Çince telaffuzlarından meydana gelme değişikler dalayısiyle ayrı görünen belli üç söylenti şeklinde tesbit edilmiştir.

Birinci Rivayet:

Hun Ülkesinin kuzeyinde So adlı verilen bir ülke vardı. Burada, soy bakımından Hunlarla aynı soydan olan Göktürkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu' nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi de bir kurttu.

Annesi Göktürklerce en mukaddes yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgarlara ve yağmura söz geçirir ve bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı. Bununla beraber, So Ülkesindeki yurdlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar. Bu baskında düşmanlar bütün Göktürkler' i yok ettikleri gibi on altı kardeşten de sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı ise annesi kurt olan delikanlı idi.

Bu delikanlının da, birisi yaz tanrısının diğeri de kış tanrısının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine hakan seçtiler ki o zamanki adı Göktürk dilinde değildi; hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve TÜRK adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boy' un adı da Aşine oldu.

İkinci Rivayet:

Hunların bir boyu olan ve adına Aşine denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanlarının baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı.

Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hatta içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmağı uygun gördü ve düşündükleri gibi yaptılar.

Kolunu bacağını kesip, yarı ölü hale getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar ve bırakıp gittiler. O sırada nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt peyda oldu ve gelip çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti ve o günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı.

Zamanla Bozkurd' un beslediği çocuk gürbüzleşti.

Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Aşine soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi.

Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi hissetmiş olduğu için, dişleriyle genci yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi ve orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi ve onunla evlendi; gençten gebe kaldı, on oğlan doğurdu.

Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçları, av hayvanları vardı, Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Aşine boyu idi. Aşine kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek ve en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu. Soyunu unutmadı. Çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurd başı bulunan bir tuğ dikti.

Aradan çok yıllar geçti. Aşine boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurdlara yerleştiler.

Üçüncü Rivayet

Bu rivayet daha ziyade bir not halindedir. Çin devlet adamlarından Çjan-Ken' in, Miladdan önce 119 yılında, Çine göre batı ülkelerinde yaptığı gezi sonunda gördüklerini ve duyduklarını yazıp tesbit ettiği ve o zamanki Çin İmparatoruna sunduğu notları arasında kayıtlıdır. Notu, Abdülkadir İnan' ın, Türk Dili araştırmaları Yıllığı (1954) ndaki Türk Destanlarına Genel bir bakış adlı makalesinden aynen alıyoruz:

"Hun ülkesinde bulunğum zaman duydum ki Usun Hanı, Gummo ünvanını taşıyor. Gunma' nun babası, Hunların batısındaki bir ülkeye sahipti. Gunmo' nun babası bir savaşta Hunlar tarafından öldürüldü. yeni doğmuş olan Gunmo' yu kırlara attılar. Kuşlar çocuğu sineklerden koruyor; bir dişi kurt sütüyle besliyordu. Hun Hakanı buna şaştı. Bu çocuğu saydı. onu kendi terbiyesine aldı, büyüttü. Babasının ülkesini ona geri verdi."


kaynak: Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlu
sayfa:117,118,119,120
 

wien06

V.I.P
V.I.P
ERGENEKON DESTANI

Göktürkler' in en büyük destanıdır. Türk destanlarının arasında müstesna ve çok mühim bir yeri vardır. En büyük ve en orijinal destanlarımızdan biridir. Yıllarca Türk içtimai hayatında tesirleri olduğu gibi bu gün bile Anadolunun dağlık köylerinde, bir takım örf ve adetlerde Ergenekon Destanının izlerine tesadüf etmek mümkündür.

Bir bakıma Bozkurt Destanının ana hatları üzerine kurulmuş ve yahut da bu destanın çok serbest bir şekilde genişlemiş halidir diyebiliriz. Daha doğrusu Bozkurt Destanı ile meşeini tesbid eden Göktürk soyu, Ergenekon Destanı ile yeni bir hamle yaparak gelişmesini, durgunluk çağında kuvvetlenmesini ve ondan sonraki yayılış ve büyüyüş devirlerini anlatmıştır.

Ergenekon Destanı, On üçüncü yüzyılda yaşamış olan Moğol tarihçisi Reşüdüddin tarafından ilk defa tesbit edilip yazılı hale getirilmiştir. Daha sonra, on yedinci yüzyılda, Hıyve Hanı ebulgazi Bahadır Han tarafından yazılmış olan Şecere-i Türk adlı eserde de kaydedilmiştir. Göktürk İllerinde Göktürk oku ötmeyen, Göktürk kolu yetmeyen bir yer yoktur; yani ülkeye Göktürkler hakimdi. Bu durum ise, diğer öteki kavimlere acı geliyordu, üstelik Göktürkleri de kıskanıyorlardı. Bir araya gelip birleştiler ve Türklerden öç almağa karar verdiler, onların üzerlerine yürüdüler.

Bunun üzerine Göktürklere de çadırlarını ve sürülerini bir yere topladılar. Çevresine de hendek kazıp beklediler. Düşman gelince de savaşa başladılar. Savaş, on gün sürdü. Sonunda Göktürkler üstün geldi. Bu yenilgi üzerine Göktürklere düşman olan kavimler büsbütün hiddetlendiler, av yerinde toplandılar ve bir arada konuştular. Dediler ki: "Göktürklere hile yapmazsak işimiz sonunda pek yaman olacak."

Bu konuşmadan sonra, tan ağarınca, sanki baskına uğramışlar gibi, işe yaramayan malları bırakıp kaçtılar. Bunu gören Göktürkler: "Düşmanlarımızda savaşacak hal kalmadı, kaçıyorlar" diye düşünerek, kaçanların arkasına düştüler. Düşmanlar, Göktürkleri görünce hemen geri döndüler, Göktürkleri gafil avladılar, vuruşmağa başladılar. Düşmanlar galip geldi, Göktürkler yenildi. Düşman, Göktürkleri vura öldüre çadırlarına kadar geldi. Çadırlarını ve mallarını öyle bir yıkıp yağmaladırlar ki bir ev bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükler kul edinler ve her birini alıp kendi evlerine götürdüler.

O zamanlar Göktürklerin başında İl Han hakan olarak bulunuyordu. İl Han' ın da bir çok oğlu vardı. Çocukların hepsi bu savaşta öldü. Yalnız Kayan adındaki en küçük oğlu sağ kaldı. Kayan (Kayı Han) adında bir de yeğeni vardı. Kayan ile Tukuz (Kayı Han ile Dokuz Oğuz) her ikisi de düşmana esir olmuşlardı. Fakat on gün geçmeden, kadınlarını da kurtarıp beraberine olarak atlanıp bir gece düşmandan kaçtılar ve esirlikten kurtular. Göktürk yurduna gelmediler. Burada düşmandan kaçıp gelen birçok deve, at öküz ve koyun buldular. Oturup düşündüler: "Dört bir yanımız düşman dolu bizi yaşatmazlar" dediler; "En iyisi dağların içinde insan yolu düşmez sapa bir yer bulup orada yerleşelim" diye karar verip, sürülerini de olarak doğa doğru varıp göçtüler.

Gide gide, geldikleri yoldan başka geçilecek başka bir yolu olmayan bir ülkeye vardılar. Bu yol öyle bir sarp ve sapa yoldu ki bir deve bir at bin güçlükle yürürdü, yanlış bir yere ayağını bassa paramparça olurdu. Göktürklerin vardıkları ülkede akar sular, büngüldükler, türlü bitkiler, meyva ağaçları ve avları vardı. Böyle bir yer görünce Tanrıya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler, derisini giydiler. Ve bu ülkenin adına Ergenekon dediler.

Kayan' ın ve Tukuz' un (Kayı Hanın ve Dokuz Oğuz' un) burada zaman geçti, bir çok çocukları oldu. Kayan' ın çocuğu daha çok, Tukuz' un çocuğu ise daha az oldu. Kayan' dan olma çocuklara Kayat dediler; bir kısmına Tkuzlar dendi. Bir kısmınıd da Türülken dendi. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon da kaldılar. Çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar.

Aradan dört yüz yıl geçti.

Dört yüz yıl sonra Ergenekonda hem kendileri hem de sürüleri o kadar arttı ki ülkeye sığmaz oldular. Bu yüzden toplanıp konuştular, çare bulmak istediler. Dediler ki: "Atalarımızdan duyardık, Ergenekon' un dışında geniş yerler, güzel yurdlar olurmuş. Eskiden oraları bizim öz yurdumuzmuş, Dağların arasından bir çıkılacak yol arayıp bulalım, çıkıp burdan göçelim. Ergenekon' un dışında kim bizimle dost olursa dost olalım, düşman olursa vuruşalım."

Böyle konuşup karar verilince Ergenekon' dan çıkmak için bir yol aramağa başladılar, bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kata benzer. Medenin demirini eritsek bir yol olurdu." Hep birlikte gidip dmir madenini gördüler. Demircinin sözlerini de beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun bir kat da kömür dizdiler. Sonra da dağın üstünü, arka yanını, öte yanını ve beri yanını bir sıra odun ve bir sıra kömürle doldurduktan sonra yetmiş derinden yetmiş körük yapıp yetmiş yerde kurdular; odunlarla kömürleri ateşleyip körüklediler.

Tanrının gücü ve inayeti ile ateş kızdı. kızdıkça demir dağın demiri erimeğe başladı eriyip akıverdi. dağ delindi ve yüklü bir deve geçebilecek kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının kutsal gününün, kutsal saatinde Göktürkler, Ergenekon' dan çıktılar. O günü, o ayı ve o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, o günden sonra Göktürkler için bayram oldu. Her yıl, o gün gelince büyük törenler yapıldı. Bu törenlerde, bir parça demir alınıp ateşte kızdırıyordu sonra da kızdıdırılan demiri önce Göktürk Hakanı kıskaçla tutup örse kokuyor, çekiçle dövüyordu. Ondan sonra da diğer Türk Beğleri aynı haraketi yaparak bayramı başlatıyorlardı.

Ergekon' dan çıktıkları sırada Göktürklerin hakanı Kayan (Kayı Han) soyundan gelme Börteçine idi. Börteçine bütün illere elçilerini gönderdi ve Ergenekon' dan çıkıp geldiklerini bildirdi.

Bunu kimi iyi karşıladı baş eğinden boyun eğdi. Börteçine' yi kendi hakanları bildi kimi de iyi görmedi, karşı çıktı, onlarlarla savaşıldı, Göktürkler hepsini yendiler.


kaynak:Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlu
sayfa:121,122,123,124,125
 

wien06

V.I.P
V.I.P
TÜREYİŞ DESTANI

Bir Uygur destanıdır. Büyük Türk İmparatorluğunu Göktürkler' den devralan Uygur Türkler' i, Türeyiş Destanı ile soylarının vücud buluşunu anlatırken aynı zamanda da, bütün Türk boylarında hakim bir inanış olarak beliren, soyun ilahi bir kaynağa bağlanması fikrini bir kere daha belirtmiş olmaktadırlar.

Uygur Türeyiş Destanının, Göktürk-Bozkurt Destanı ile çok yakın benzerlikleri, ilk okuyuşta anlaşılacak kadar açıktır. Hemen bütün Türk Destanlarının birinci derecedeki unsuru olan kurt motifi, gerek Türeyiş ve gerekse Bozkurt Destanlarında bilhassa ilahileştirilmekte ve neslin başlangıcı ve devamı bu ilahi motife bağlanmaktadır.

Türeyiş Destanı, aslında bir büyük destanın başlangıç kısmına benzemektedir. Büyük bir ihtimalle, Göktürk-Bozkurt destanı gibi Uygur Türeyiş Destanı da, ilk büyük Türk Destanı olan Yaradılış Destanının etkisi altında gelişip meydana getirilmiş, daha dar bir muhitin veya daha tecrid edilip kavimleşmiş bir sıoyun küçük çapta bir yaradılış destanıdır. Nitekim, bundan sonra göreceğimiz, yine bir Uygur Destanı olan Göç Destanı, Türeyiş Destanının tabii bir devamı intibaını vermektedir.


Büyük Hun Hakanlarından birinin iki kızı vardı. Kızlarının ikisi de bir birinden güzeldi. Ökle güzeldi ki, Hunlar, bu iki kızın da, ancak ilahlarla evlenebileceğine inanıyor ve bu kızların insanlar için yaratılmadığını söylüyorlardı.

Hakan da aynı şekilde düşündüğü için kızlarını insanlardan uzak tutmanın çarelerini aradı. Ülkesinin en kuzey ucunda, insan ayağı az basan veya insan ayağı hiç görmeyen bir yerinde, çok yüksek bir kule yaptırdı. Kızların ikisini de bu kaleye kapattı. Ondan sonra da aklınca inandığı tanrısına yalvarmağa başladı. Öyle bir yalvarıyor ve öyle yakarışlarla tanrısını çağırıyordu ki nihayet bir gün, Hakanın kendi aklınca inandığı tanrısı dayanamadı ve bir Bozkurt şekline girip geldi. Hun Hakanının kızlarıyla evlendi.

Bu evlenmeden birçok çocuklar doğdu; bunlara Dokuz Oğuz- On Uygur denildi ve bu çocukların hepsinin de sesi Bozkurt sesine benzedi. yine bu çocuklar, birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar.

kaynak: Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlu
sayfa:125,126




GÖÇ DESTANI

Bu destan da bir Uygur destanıdır ve daha önce de belirtildiği üzere, Türeyiş destanının tabii bir devamı gibidir. Bugün, Orhun nehri kenarında bir şehir kalıntısı ile bir saray yıkıntısı vardır ki çok eskiden bu şehire Ordu Balık denildiği tahmin edilmektedir. Büyük Uygur Destanı' nın, işte bu şehrin saray yıkıntısının önünde bugün dahi görülebilecek şekilde duran abidelerde yazılı olduğunu Hüseyin Namık Orkun' un belirttiğine göre bu abideler, Moğol Hanı Öğüdey zamanında Çin' den getirilen mütehasıslarla okutturulup tercüme ettirilmiştir.

Göç Destanının Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlarına göre iki ayrı rivayet halinde olduğu bilinmekte ise de aslında birbirinin tamamlayıcısı gibidir. İran kaynaklarında ki rivayet, daha ziyade tarihi bilgilere yakındır. Aynı zamanda İran rivayeti, Türklerin Maniheizm' i kabulünü anlatan bir menkıbe hüviyetinde görünmektedir. Aşağıda hülasa edilecek olan rivayeti Cüveyninin Tarih-i Cihanküşa adlı eserinde kayıtlıdır ve bu rivayete göre, destanda zikredilen iki ağacın, Maniheizm' in kurucusu Mani' nin "iki Esas" adlı eserindeki iki ağacı temsil ve taklid ettiğini prof. fuad Köprülü iddia etmektedir.


Uygur ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı derlerdi.

Hulin Dağında da, birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının arasında yaşayan halk bu ışığı gördü ve ürpererek takip etti. Kutsal bir ışıktı, kayın ağacının üstünde kaldığı müddetçe kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüfü, kabardı. Oradan çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu.

Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı. İçinden beş küçük çadır, beş küçük odacık halinde meydana çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk vardı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı birer emzik vardı ve onlar bu mukaddes çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.

Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin' di, ondan sonrakinin adı Kutur Tigin, üçüncüsününki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin ve beşincisinin adı Bugu Tekin' di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan halk, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Bugu Han en büyükleri idi hem de ötekilerden daha güzel, daha zeki ve daha yiğit görünüyordu. Bugu Tekin' in hepsinden, her hususta üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenlle Bugu hanı hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Bugu hanı tahta oturttular.

Böylece yıllar yılı kovalamış ve bir gün gelmüş uygurlara bir başkası hakan olmuş.

Bu hakanın da galı Tekin adında bir oğlu varmış.

Hakan oğlu Galı Tekin' e, Çin prenseslerinden birini, Kiu-Lien' i almağı uygun görmüş.

Evlendikten sonra Prenses Kiu-Lien, sarayını Hatun Dağında kurdu. Hatun dağının çevre yanı da dağlıktı ve bu dağlardan birinin adı da Tanrı Dağıydı, Tanrı Dağının güneyinde de Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı, kocaman bir kaya parçası.

Bir gün elçileri, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien' in sarayına geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki:

-Hatun Dağının varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri zayıflatıp yıkmak istiyorsak bu kayayı onların elinden almalıyız.

Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien' e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu kayayı onlara verdi. Halbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün uygur Ülkesinin saadeti bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk Yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu düşmana verilirse bu bütünlük parçalanarak ve Türkelinin bütün saadeti de yok olacaktı.

Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürelecek cinsten değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun ve kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca da üzerine sirke döküp parça parça ettiler. Her bir parçayı da ülkelerine taşıdılar.

Olan o zaman oldu işte. Türkelinin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra da bu düşüncesiz Hakan öldü. Ama Onun ölümüyle ülke felaketten kurtulamadı. bir Çin prensesi uğruna çekinmeden feda edilen yurdun bir kayası, Türkelinin felaketine sebep oldu. Halk rahat ve huzr yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, mahsuller yeşermez oldu.

Günlerden sonra Türk Tahtına Bugu Han' ın torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, ehli yaban, çoluk çocuk bütün yurdda soluk alan almayan ne varsa hepsi birden:

-Göç!.. Göç!.. diye çığrışmaya başladı. Derinden, inilti, hüzün dolu, çaresiz bir çığrışmaydı bu. Yürekler dayanmazdı.

Uygurlar bunu bir ilahi emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurdlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeğe başladılarç Nihayet bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler ve bunun için bu yerin adını da Beş-balıg koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.


kaynak: Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlu
sayfa:126-131
 

wien06

V.I.P
V.I.P
SATUK BUĞRA HAN DESTANI

Büyük Türk İmparatorluğunu, 840 yılından itibaren devralmağa başlayan Karahanlıların 1212 (1240) yıllarına kadar devam eden hanedanlığı esnasında en önemli ve muhakkak ki dünya tarihinin seyrini değiştiren büyük hadise Türklerin İslam dinini kabul etmiş olmasıdır. 940 yılı civarında Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han zamanında vuku bulan bbu dünya çapındaki hadise, dünya üzerindeki büyük tesiri dercesinde Karahanlılar arasında da destani bir havaya bürünmüş ve Satuk Buğra Han etrafına gelişen bir destan meydana gelmiştir.

Türklerin İslam Dinini kabul edişleri ilahi bir ilhama bağlamaya çalışan Satuk Buğra Han Destanının çok kısa bir zamanda geliştiği, islamiyetten önceki Türk Destanlarından da aldığı ana motiflerle daha da zenginleşerek tesbit edilen yazılı şekle geldiği söylenebilir. Aynı zamanda bu gün bile Kaşgar yakınlarındaki Artuç kasabasında bulunan mezarı bir ziyaretgah mahalli olan Satuk Buğra hayatını, destani bir hava içinde anlatan Satuk Buğra Han Destanı Tezkire-i Buğra Han adlı bir eserde kayıtlıdır. Bu eserin muhtelif el yazmaları vardır.

Peygamberimiz Hazreti Muhammed, Miraç esnasında, diğer bütün peygamberleri de görür. Aralarından birini tanıyamanz ve Cebrail Aleyhisselelama o zatın kim olduğunu sorar. Cebrail de:

-Bu zat Peygamber değildir, der. Bu zat, sizin ruhunuzu Ulu Tanrıya emanet ettiğiniz günden üç yıl sonra yer yüzüne inecek ve sizin dininizi Türkistan da yayacaktır.

Cebrail Aleyhisselamın bu cevabı üzerine hazreti Muhammed çok sevinmiş, Miraçtan sonra, gece gündüz bu mübarek ruh için dua etmeğe başlamıştı. Tabi bu arada, bu mübarek zattan sahabelerine de bahsetmiş ve sahabelerinin bu zatın ruhunu görmeği istemeleri üzerine Hazreti Muhammed de dua ederek Miraç esnasında gördüğü zatın ruhunun görünmesini arzulamıştı.

Hazreti Muhammed' in duası üzerine birden karşılarında kırk silahlı atlı belirdi. Selam verip yaklaştılar. Bu atlılar, başlarında Satuk Buğra Han' ın bulunduğu kırk arkadaşının ruhu idi.

Yıllar geçtikten sonra, Kaşgar Hükümdarının bir oğlu dünyaya geldi. Adını Buğra Han koydular. Buğra Han' ın doğduğu gün büyük zelzeler oldu. Su kaynakları kurudu. Buğra Han' ın büyüdüğü zaman müslüman olacağını falcılar anladılar. Bunun üzerine de onun öldürülmesini sağlık verdiler. Fakat annesi oğluna kol kanat gerdi; falcıların yalan söylediğini iddia etti. Şayet bir gün gelir falcıların dediği çıkar ve Buğra Han büyüdüğü zaman müslüman olursa, onun o gün öldürülmesini istedi. Böylece de oğlunun öldürülmesini önlemiş oldu.

Satuk Buğra Han, on iki yaşına gelince kırk arkadaşı ile birlikte ava çıktı. Bir tavşanı kovalamağa başladı. tavşanı kovalamağa o kadar dalmıştı ki arkadaşalarından ayrıldığını farketmedi.

Tavşanı bir müddet kovalayan Satuk Buğra Han, bir müddet sonra hayvanın şekil değiştirdiğini hayretle gördü. Gerçekten de kovaladığı tavşan bir ihtiyar adam kılığına girmişti. Satuk Buğra Han bu zatın Hızır Aleyhisselam olduğunu anladı ve onun verdiği dini nasihatları ve öğütleri can kulağı ile dinledi.

Bundan bir müddet sonra, zamanı gelince Satuk Buğra Han' ın babası öldü. O zamanki Türk adetlerine göre annesi de, Satuk Buğra Han' ın amcası ile evlendi. Fakat bir gece Buğra Han amcasını İslam dinine davet etti. Amcası kabul etmedi. Bunun üzerine yer yarıldı ve yarılan yere Buğra Han' ın amcası gömülüp kayboldu. Amcasının bu şekilde ölmesi Satuk Buğra Han' ın hükümdar olması demekti çünkü tahta geçecek başka bir kimsesi yoktu. Ve Satuk Buğra Han hükümdar oldu.

Hükümdar olur olmaz da Türk Ülkesinde İslamiyeti yaymağa başladı. Bütün savaşları kazanıyordu. Savaşlarda ağzından çıkan ateşler bütün kafirleri yakıyordu. Kılıcını düşmana çevirince kılıcı kırk adım birden uzuyordu. Bu yüzden bu kılıcın korkusu dört bir yanı doldurmuş, düşmanlarını sindirmişti. Öyleki, Satuk Buğra Han doksan yaşına geldiği zaman ülkedeki bütün Türkler müslüman olmuştu. Amuderya kıyılarından güneyde Kış Kezek taraflarına ve kuzeyde Karakum' a kadar yayılan olanlarda herkes islam dinine girmişti. Bu da yetmeyince Çin ile savaşıp İslamiyeti oraya kadar yaydı.

Ondan sonra Satuk Buğra Han ilahi bir emir aldı. Bu emre uyarak Kaşgara döndü ve orada öldü. Dört kızı vardı. Bunlardan ikincisinin adı Alanur idi. Alanur bir gün evinin önünde gördüğü bir arslandan korkarak bayıldı. Ayıldığı zaman bir çocuğu olduğunu anladı. Doğan çocuğa Ali adını verdiler Hazreti Ali gibi Allah' ın Arslanı olduğundan bu adı verdiler.

(Satuk Buğra Han destanının, Buğra Han' ın kızı Alanur' un gebe kalması, değişik bir, el yazmasına göre de: Cebrail' in getirdiği bir ışığın Alanur' un ağzına akması sonucudur. Bu bir damla ışıktan doğan Alanur' un oğlu, Hazreti Ali gibi bir Allah' ın Arslanı olduğundan, Seyyid Ali Arslan Han adını almıştır.

kaynak:Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlu
sayfa:133,134,135,136
 

wien06

V.I.P
V.I.P
ER MANAS DESTANI

Bu muhteşem Türk Destanının tamamı 400.000 mısradır. Bir Kırgız destanıdır. Müslüman Kırgızlarla Putperest Kalmuklar arasındaki mücadeleri anlatır. Bununla beraber Manas Destanının dokuzuncu yüzyılda, Kırgızların yenisey Kıyılarında devlet kurmağa başladıkları sırada teşekkül ettiğini ileri süren ilim adamları da mevcuttur. Manas' ın, tarihi bir şahsiyet olduğuna dair izlere tesadüf edilmemiş ise de, Kırgız-Kalmuk mücadelerinde temayüz etmiş bir Kırgız yiğidinin, muhtemelen bir Kırgız Beğinin adı ve yiğitliği ile bu destana mevzu olduğu bir ihtimal sayılamaz.

Manas Destanı, Kırgızların bir bkıma ansiklopedisi gibidir. Manas Destanında Kırgızların bütün örf ve adetlerini, inanışlarını, dünya görüşlerini, diğer milletlerle olan ilişkilerinin, masallarını ve ahlak anlayışlarını bulmak mümkündür. Manas Destanının bütününü söyleyenlere Manasçı, bir kısmını söyleyenlere ırcı denilir. Manasçılar, destanı anlatırken kendi zamanlarının, tesiri altında kaldıkları hadiselerini veya duygu ve düşüncelerini de ustaca katmışlardır.

Manas Destanına ilk defa, Kazak-Kırgız idarecisi olan Rus aslından franel tesadüf etmiştir. Daha sonra Çokan Velihanof 1856 yılında destanı dinlemiş fakat destanın en uzun parçasını rodloff tesbit ederek 1885' te neşretmiştir. Destanın en önemli bölümlerini Manas, Manas' ın oğlu Semetey, Manas' ın torunu Seytek, Colay ve Töştök' ün hikayeleri teşkil etmektedir. Colay Er Töştük hikayeleri ile ilgili bölümlerin Colay adında bir Manas' çıdan derlendiği zannedilmektedir.

Destanın, bölümler halinde kısaltılmış hali:

1) Yeditör adını taşıyan yerde Böyün Han oturmaktadır. Böyün Hanın oğlu Kara Han ve onun oğlu da Cakıp Han (Yakup Han) adıyla abılır. Cakıp Han, Alma Ata Irmağının gözesinde, Sungur Yuvası denilen yerde yerleşmiştir; Cakıp Han' ın hiç evladı yoktur. Bir gün Tanrı' dan bir oğlan çocuk ister, onun da kahraman olmasını ister. Tanrının izni ile bir oğlu olur. Oğlu olduğu için de Tanrıya güzel bir kısrak kurban eder. dört Peygamber gelip çocuğa ad kor ve adına Manas der. Manas dile gelir ve babasına: "ben İslam yolunu açacağım, gavurların malını yağmalayacağım" deyince Cakıp Han, çok eski arkadaşı olan Baka' ya haber gönderir ve yanına gelmesi için çağırır. Baka gelince de, Manas' ın söylediklerini ona nakleder. Bu söz üzerine Baka: "Pek güzel söz" der: "Hemen anlatalım, Çin' e akın edelim ve pekin yolunu bozalım!"

Dediği gibi yaptılar.

Cakıp Han' ın oğlu genç Manas ise on yaşına gelince ok attı, on dört yaşına basınca da han evini basıp yıktı, ahn oldu. Kaşgar' dan bütün Çinlileri sürüp Turfana tıktı, Tufandaki Çinlileri sürdü, Aksuya attı.

2) Kalmuk Han' ın oğlu Almambet' in Müslüman oluşu, Er Kökçe' ye sığınışı, Er Kökçe' den de ayrılıp Manas' a gelişini anlatır:

Yerin yer suyun su olduğu çağda... altı atanın oğlu gavur, üç atanın oğlu müslüman idi. O zaman Kara Han' ın oğlu Almambet doğdu, hemen büyüdü ve Müslüman oldu. Babasını müslüman olmadığı için öldürdü, kaçıp geldi müslüaman beylerinden Er Kökçe' ye sığındı. Er Kökçe' nin kırk yiğidi vardı. Bu kırk yiğit, Beylerinin bu Kalmuklu' ya, Almambet' e çok iltifatlar edip onu yanından ayırmadığını görünce kıskandılar, kıskanınca da Almambet hakkında dedikodular çıkarıp yaydılar. Bu yüzden Almambet şle Er Kökçe Bey' in arası bozuldu. Almambet de kalkıp Manas' ın Bey evine geldi.

Manas da Almambet' i büyük iltifatlarla karşıladı. Manas Almambet' i çok sevdi.

3) Manas ile Er Kökçe' nin savaşmasını anlatır: Manas' ın çerileri Er Kökçe' nin ilini yağma ederler. Savaşta Er Kökçe yenilir. Ardından da Cakıp Han, oğlu Manas' ı evlendirmek ister. Kız aramağa başlar. Temir Hanın kızı olan Kanıkey' in, Manas' a layık bir evdeş olduğunu sağlık verir. Temir Han da kızını Manas' a vermek istmektedir. Ama Temir Hanın baş danışmanı bu evlenmeye engel olmağa çalışır. Bu yüzden düğün esnasında kavgalar olur, ucu savaşa ve yağmaya varır. Sonunda baş danışman Mendibay Manas' ı zehirler Manas ölür. Manas' ın ölümü ailesini yoksulluğa, sıkıntıya ve felakete düşürür. Atı, doğanı ve köpeği mezarının başında ağlarlar. Manas' ın canını bağışlaması için Tanrıya yalvarıp yakanırlar. Manas' ın kırk tane de yiğidi vardır ama hepside beğlerini unuturlar. Tanrı, Manas' ın hayvanlarının sadakatı karşısında onların duasını kabul edip Manas dirilir. Eskisi gibi, eskisinden daha güçlü bir şekilde iline ve töresine hizmet eder.

4) Kökütey Han' ın yas törenini anlatır:

Kökütey Han hastalanır. Son nefesini vermeden önce vasiyetini yapar. Ardından da ölür. Kökütey Han ın ölümü üzerine komşu milletlerden de yas töreni için çağrılanlar olur: Herkes gelir. Büyük bir yuğ töreni yapılır. Törenin biteceğine yakın istirak edenler arasında bir kavga başlar ve sonu savaşa varır. Manas ve müslüman olmayan Calay Han arasında devam eden savaş uzayıp gider.

5) Göz Kaman' ı anlatır:

Cakıp Han' ın, küçükken Kalmuklara esir düşen ve Moğalistan' a götürülüp orada büyütülen Göz Kaman adlı bir kardeşi vardır. Göz Kaman Moğalistan' da, Kalmuklar arasında büyütülüp orada bir Kalmuk kızıyla evlendirilir; orada beş oğlu olur ve bir gün oğulları ile birlikte asıl yurduna döner. Kalmukça konuşmaktadır.

Manas, hem amcasını giç görmediği ve o güne kadar tanımadığı, hem de amcası Kalmukça konuştuğu için onu casus zanneder; yakalayıp zincire vurur. Bunları yaptıktan sonra da böyle bir amcası olup olmadığını anlamak için babasına haber gönderir. Colay Han haberi alınca sevinir ve kardeşini hoş tutması için oğluna emir verir. Fakat Manas' ın annesi ve karısı da Göz Kaman' dan hoşlanmışlar hele Kalmukça konuşmasını büsbütün yadırgamışlardır. Bu yüzden birlik olup hep beraber Cakıp Han' ın emrini hiçe sayarlar. Yalnız Manas babasının buyruğunu dinleyip amcasına iyi davranır, hatta amcası ve oğulları için büyük bir şölen verir. Fakat göz Kaman' ın oğulları bu şölende bir kavga çıkarıp Manas' ı döverler.

Manas, Kalmuklara karşı sefere çıktığında amcasının oğulları Kalmukça bildiği için onlardan yararlanmak ister. Gökçegöz' ü Kalmuklara caus olarak gönderir. Gökçegöz ise Kalmuklar tarafına geçer geçmez Manas' a ihanet eder. Manas da bunun üzerine Almambet' i gönderir. Almambet' in yardımıyla Manas savaşı kazanır. Bir çok ganimetler alır. Dönerken yarı yolda Gökçegöz' e rastlarlar ve Gökçegöz Manas' ı kırk yiğidi ile birlikte zehirler. Kırk yiğid ölür. Manas' ı, karısı Kanıkey tedavi etmek suretiyle kurtarır. Mekke' den erenler gelir ve Kanıkey' e yardım ederler.

Manas da iyi olur olmaz Mekke' ye gider ve orada dua edip Tanrıya yalvararak kırk yiğidinin dirilmesini temin eder.

6) Semetey' in doğumunu anlatır.
Manas artık ihtiyarlaşmıştır.
Ak atı halsiz düşmüş zayıflamıştır.

Manas kırk yiğidini yanına çağırır. Ölümünden sonra doğacak olan oğluna iyi bakmaları için vasiyet eder.

Ve Manas ölür.

Manas için büyük bir yuğ töreni yapılır, yas tutulur.

Cakıp Han Kanıkey' e haber göndererek Manas' ından kırk yiğidinden biri olan Abeke' ye veyahud da Köbeş' e varıp evlenmesini buyurur. Kanıkey ise:

-Kızım olursa dediğini tutar evlenirim, gel gelelim oğlum olursa evlenmek şöyle dursun ne Abeke' nin suratına ne de Köbeş' in yüzüne bakarım, diye cevabını gönderir.

Kanıkey' in bir oğlu olur. dediğini yapıp kimseyle evlenmez. Ötekiler Kanıkey' in oğlunu öldürmek isterler. Bunu öğrenen Kanıkey oğlunu alıp babsı Temir Han' ın ülkesine kaçar. Yolda türlü sıkıntılar çeker, başına gelmedik kalmaz. Sonunda Temir Han' ın ülkesine varır, Bey evine ulaşır.

Temir Han kızına ve torununa kavuşunca pek çok şölenler verir. Torununa ad konulması için bütün il halkını toplar fakat çocuğa kimse bir ad bulup da koyamaz. Bunun üzerine orta yerde bir ak sakallı ihtiyar peyda olur, uzun uzun dualar eder ve Temir Han' ın torununa Semetey adını verir.

Semetey büyür. Baba yurduna dönmek ister. Yola çıkacağı sırada annesi Kanıkey:

-Baka' ya selam söyle, ne söylerse sözünü tut, dışına çıkma, diye tembih eder.

Semetey, baba ocağına döner. Cakıp Han hayattadır ve torunu Semetey' in annesine yapılan eziyetlerin acısını çıkaracağını, öç alacağını zannederek korkar. Bunun için de Semetey' i zehirlemeye karar verir. Kararını tatbik etmek isterken durumu öğrenen Semetey hem Çakıp Hanı, hem de Abeke ve Köbeş' i öldürür.

7) Semetey' in baba ocağına yerleştikten sonrasını anlatır:

Semetey, baba ocağına dönüp öz yurduna yerleştikten sonra, Kalmuklar üstüne akınlar yapmak için hazırlıklara başlar. Babasının, hayatta olan kırk yiğidini çağırıp toplar. Der ki:

-Akın yapmamız gerek; at sürüleri ve ganimet almamız gerek!

Bu sözden sonra sefere çıkar.

Fakat kırk yiğit, kendi aralarında toplanıp konuşurlar:

-bizden öncekiler yetmiş yaşına vardı; bizden sonrakiler altmışa ulaştı. Biz, bu Semetey' in babasına hizmet ettik, şimdi de oğluna hizmet edeceğiz. İhtiyarladık artık. Semetey, bizi bu ihtiyar halimizde yüce dağ başlarından aşırmak diler, çağlayanlı sulardan geçirmek diler; bizi öldürmeğe kastetmiştir, dönelim! dediler.

Semetey' in buyruğunu dinlemediler, geri döndüler, kaçtılar.

Semetey, onca sözden sonra babasından kalma kırk yiğide söz geçiremeyince onları öldürür.

Bu arada, Acubey ile Almambet' in birer oğulları olmuştur. Semetey, bu çocukları kendisine kardeş edinir. Birinin adını Kançura ötekinin adını Külçura koyup öyle çağırır.

Kançura ile Külçura da büyürler. Büyüyünce Semetey' e hizmet etmeğe başlarlar. Bir gün gelir. Semetey, Kançura ile Külçura' ya, Akın Han' ın kızı Ay Çürek' i evlenmek üzere kaçırmak istediğini söyler ve onlardan bu iş için hizmet ister. Bunun için de Akın Han' ın ülkesine sefere çıkılması gerektiğini anlatır. Dediklerini yaparlar ve Ay Çürek' i kaçırırlar. Gel gelelim Ay Çürek' in bir de nişanlısı vardır ki Kökçe oğlu Ümetey diye bilinmiştir. Bu Kökçe oğlu Ümetey, Ay Çürek' in kaçırılışını kendisine yediremez ve o da karşılık olarak Semetey' in sürülerini yağmalarlar. Bunun üzerine aralarında bir savaş başlar. Birbirlerini karşılıklı olarak yağmalayıp dururlar. Sonunda Semetey, Kökçe oğlu Ümetey' e barış teklif eder. Savaştan yorulan Ümetey de bunu kabul eder.

Ümetey' le yaptığı barıştan biraz rahatlayan Semetey, başka bir sefere çıkmak için hazırlandığı sırada bir dÜş görür. Düşünü karısı Ay Çürek' e anlatır. Ay Çürek de düşü yorumlayıp:

-Sen bu sefere çıkma, der çıkarsan başına bir felaket gelecek.

Fakat Semetey inatçıdır, hem de boş laflara kulak asacak cinsinden değildi. Karısının düşünü yorumlamasına karşılık:

-Düş dediğin şey saçmalıktır!.. diye karşılık verdi.

Böyle demedine rağmen, düşünün hayra yorulması için de babsının ruhuna en iyi kısraklardan birini kurban eder. Arkasından da, Er Kıyas' ın ülkesine akın başlar.

Akının en kızışmış zamanında Almambet' in oğlu Kançura, Semetey' e ihanet eder ve onu yakalayıp Er Kıyas' a götürür, teslim eder. Semetey' e ihanet etmeyen Külçüra' yı da köle olarak kullanırlar.

Bu sırada Ay Çiçek bir oğlan çocuk doğurmuştur. Ay Çüreğin bir oğlan çocuğu doğurduğunu duyan Er Kıyas çocuğu yaşatmak istemez. Öldürmeğe çalışır. oğlunu kurtarmak isteyen Ay Çürek Er Kıyası tehdit adip korkutur:

-Eğer sen benim oğlumu öldürtürsen ben de seni babam Akın' a şikayet ederim, ülkeni alt üst ettirir öcümü alırım der.

Er Kıyas bu tehditten korktuğu için çocuğu öldürtmeyip kendine evlat edinerek yanında alıkoyar. Halkını toplayıp çocuğa ad koymak ister. Fakat kimse bir ad bulamaz. Aksakallı Aykoca derler bir ihtiyar vardır, sonunda o gelir ve Ay Çürek' in oğluna Seytek adını verir.

Seytek de büyür, delikanlı olur, yiğit olur. Külçura' yı koruyup kölelikten kurtarır. Er Kıyas öldürülür. Bunlardan sonra Seytek de baba yurduna, öz ocağına döner. Babasına ihanet eden Almambet' in oğlu Kançura, Seytek' in baba yurduna Bey olmuştur. üstelik Seytek' in babaannesi Kanıkey' e koyun güttürüp çobanlık yaptırmak suretiyle ona eziyetler etmiştir.

Bu hali gören Külçura, Kançura' yı yakalar ve Kanıkey de onu öldürür. Baba yurduna yerleşen Semetey ise, Taşkent' ten Talas' a kadar yayılan geniş ülkeleri idaresi altına alıp oraların Hanı olur.


kaynak: Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlı
sayfa:136-145
 
Top