• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Tasavuf Ve Hadis

cırcırböcee

V.I.P
V.I.P
Genel anlamda mistisizm, "insanın dünyaya karşı tavır koymasının ve kendi içindeki hakikati aramasının” adıdır. Bir bakıma bütün inanç sistemlerinin ve felsefî ekollerin ortak yanıdır. Tavırlar farklı olmakla birlikte, bütün sistemlerde mistik anlayış vardır. Tasavvuf ise İslam ruh hayatının ve manevî olgunluğa erme yolunun adıdır. İslam’ın tefekkür, şuur ve kültür mirasının bir parçasıdır tasavvuf.

İslam tasavvufu, Kur'an'ın "tezkiye ", "takva " ve "tebettül" lafızlarıyla anlattığı ibadet, ahlâk ve nefs terbiye yoludur. Bu yüzden diğer İslamî ilimler gibi, Hicrî II. ve III. asırda, metodu ve hedefi olan bir ilim olarak ortaya çıkmış, önceleri zahidlik ve zühdî yaşayış tarzında gelişmiş, bilahare tasavvuf adıyla sistemleşmiştir. Tasavvuf cereyanının ortaya çıkmasında manevî ve ictimaî olmak üzere iki önemli âmil rol oynamıştır. Tasavvufun ortaya çıkışını sağlayan asıl amil, manevî amildir. Bu, İslamın temel kaynakları olan Kur'an ve sünnetteki esaslardır. Kur'an ve sünnette insanları tasavvufî düşünce ve zühdî yaşayışa yönlendiren pek çok mesajlar vardır. Nitekim bunlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:

Kur'an'ın beyanına göre Hz. Peygamber'in risalet görevine giren vazifelerden biri de tezkiyedir (el-Cum'a 62/62). Allah Teala, nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceğini müjdelemekte (eş-Şems 91/9-10), kuru ve katı kalpliliğin kötülüğünü ve Allah'ın zikrine fırsat vermediğini (ez-Zümer 39/22), âhirette işe yarayacak gönlün, kalb-i selim olacağını (eş-Şuara 26/88-89) haber vermektedir. Kitab'ı öğreten kimselerin rabbanî alimler olması gerektiğini belirten (Âl-i İmran 3/79) Yüce Mevla, Allah'ın adını anarak tam bir yönelişle O'na yönelmek gerektiğini beyan buyurmaktadır (el-Muzzemil 73/8). Kur'an, iman ehli kişilerin Allah Teala'yı çok sevdiklerini haber vermekte (el-Bakara 2/165) ve bu sevginin karşılıklı olduğunu; yani Allah'ın kulları, kulların da Allah'ı sevdiklerini (el-Maide 5/54) belirtmektedir. Kur'an'da 254 yerde geçen zikir lafzı, kesretten kinaye olarak, kulun Allah'ı unutmaması gerektiğini ifade etmektedir. Kur'an'daki bu tür emir ve mesajlar, İslam ruhî hayatının temellerini teşkil eden ve bu düşüncenin oluşumunu sağlayan esaslardır. İslam ruh hayatının Kur'an'dan delillerini çoğaltmak ve bunları her tasavvufî ıstılaha mesned olacak tarzda artırmak mümkündür. Ancak biz burada, İslam’ın kendi bünyesinin, böyle bir sistemin ortaya çıkışını zarurî kıldığını ve buna manevî amil dediğimizi ifade etmek istiyoruz.

Gözlerimizi saadet çağına çevirip Hz. Peygamber'in hayatını incelediğimiz zaman, orada İslam’ın ruh hayatının örneklerini, zühd ve tasavvufi yaşantının saf numunelerini görürüz. Hz. Peygamber'in vahiy gelmeden önce evinden barkından ayrılıp Hira dağındaki mağaraya inzivaya çekilmesi, Medine döneminde Ramazan ayının son on gününde i'tikafa girmesi, tasavvufta file, erbain, ya da halvet adı verilen yalnızlık hayatına benzemektedir.

Hz. Peygamber'in bütün hayatı, riyazat, tefekkür ve zühd denilen ruhî tecrübelerle doludur. O (sav), peygamber ve devlet başkanı olduğu halde, söküğünü yamamaktan, merkebe binmekten, yün ya da kıldan yapılmış elbise giymekten, kölelerle bir arada bulunmaktan çekinmemiş, en sıkıntılı zamanlarında, en dar anlarında bile insanlara yardımcı ve destek olmaktan geri durmamıştır. Nefsi için asla kızmaması, intikam almak ve beddua etmek gibi bir zaafa kapılmaması, O (sav)'nun Hakk'ın yardımıyla nefsini ne ölçüde tezkiye ve terbiye ettiğini gösterir.

İbadeti "ihsan” terimiyle, "Allah'ı görüyormuşcasına kulluk " seklinde tarif ve ifade eden Allah Rasulü, ömrü boyunca imanını "ihsan " olarak yaşamış ve ashabını o modele uydurmaya gayret etmiştir. O'nun mümtaz ashabı, en büyüğünden en küçüğüne kadar, Muhammedî mektebin talebeleri olmuş, nefs engelini aşarak, Allah, Rasulullah ve İslam için her şeylerini fedaya hazır olduklarını göstermişlerdir. Özellikle, ashab içinde suffe ehli olarak bilinen, dünya ve dünyalıklarla ilgileri bulunmayan sahabiler, sufilerin asr-ı saadetteki ilk temsilcileri sayılabilecek şahsiyetlerdir.

Kur'an ve sünnetin talim ettiği ve ashabın fiilen yaşadığı "zühd ve takva" gibi isimlerle anılan ruhî ve manevî hayat, ahiret-dünya dengesinin bozulmasından ve dünyanın ahireti gölgeleyecek bir biçimde ortaya çıkmasından sonra bir karşı tavır olarak sistemleşmiştir. Zira Kur'an ve sünnet esaslarına dayalı zühdî yaşayış, asr-ı saadetten sonra çeşitli vesilelerle yara aldı. Zühdî yaşantıyı ve manevî hayatı yaralayan en önemli sebep, fetihlerle gelen sosyal refahtı, hayat standardının yükselmesiydi. Bu yöneliş, dindar halk tabakaları arasında kaygı ile karşılandı. Saadet çağının zühdî hayatına olan özlem giderek arttı ve yaygınlaştı. Zühd ve takva konusunda belli bir olgunluğa ermiş bazı kimseler, devlet ricali ve zenginlerin dünyaya dalıp ahireti umursamaz bir tavır içine girmelerinden rahatsız olarak kendilerinin büsbütün zühdî hayata verdiler. Böylece Kur'an ve sünnetin özünde var olan zühd ve manevî hayat, dünya sevdalılarına bir reaksiyon olarak sistemleşti.

Zühdî hayatın sistemleşmesi ve yaygınlaşmasında ilk zahid-sufilerin tavırları kadar kaleme aldıkları Kitabu'z-zühd ve diğer tasavvufi eserler de etkili olmuştur.

Zühd ve tasavvufun bir ilim ve hayat tarzı olarak İslam müesseseleri arasında yerini alması, bu ilim mensuplarını kendi görüş, yaşayış ve düşüncelerini teyid maksadıyla Kur'an ve hadisten deliller aramaya yönlendirdi. Aslında İslamî ilimlerin ve İslam mezheplerinin oluşumu döneminde bütün fırkalar ve İslamî müesseseler, Kur'an âyetlerini kendi görüşleri doğrultusunda tefsir etmeye, düşüncelerini teyid için âyet ve hadislerden deliller çıkarmaya büyük bir önem verdiler. Âyet ve hadislerde, eğer o anlam yoksa, nasları o görüş istikametinde te'vil etmeye çalıştılar. Bid'at fırkası sayılan mezhep ve düşünce sistemlerinin mensupları bile, varlıklarını sürdürebilmek için kendilerini bunu yapmaya mecbur hissettiler. Böylece başlangıçta âyet ve hadislerin nakle dayanan tefsir ve şerhlerine, akla dayalı re'y sistemi eklenmiş oldu. "Dirayet" metodu da denilen bu anlayışa mutasavvıflar, kendi düşünce ve yaşayışlarına uygun, manevî ve ruhî tecrübelerine, ledünni mükaşefelerine dayalı üçüncü bir metod kattılar. "İsari " adı verilen bu metod, âyetlerin tasavvufî tefsiri, hadislerin tasavvufî şerh ve yorumudur. Bu bakımdan mutasavvıfların Kur'an ve hadis ile olan ilgileri iki türlüdür:

1. Bütün İslamî ilimler gibi tasavvufun kaynağının Kur'an ve sünnet olması sebebiyle,
2. Âyet ve hadislere, diğer ilimlerden farklı bir yaklaşımla bakarak işarî tefsir ve şerh metodunu getirmiş bulunmaları münasebetiyle.

Mutasavvıfların hadislerle olan ilgileri ilk devirlerde hadis rivayeti ve bu rivayetlerin nasihat vesilesi olarak değerlendirilmesi tarzında iken, daha sonraları "işarî” anlamda şerh şeklinde ortaya çıkmıştır. Âyetlerin işarî usulle tefsiri, hadislerden once başlamıştır. Bugün bildiğimiz hadis şarihleri içinde tasavvufi tecrübeye dayalı olarak şerh yazanların ilki, Hakim Tirmizi'dir. Onun başlattığı bu yol, Kelabazi, Konevi ve Bursali İsmail Hakkı gibi mutasavvıflarca devam ettirilmiştir.

Mutasavvıfların yazdığı tasavvufî hadis şerhlerinin amelî tasavvufa yönelik olanları, tasavvufun nazarî ve fikrî tarafına ağırlık vererek yazılanlarından çoktur. Mutasavvıflar, genellikle kırk hadis geleneğine bağlı kalarak, kırk hadis mecmua ve şerhleri te'lif ettikleri gibi, bir tek hadis için şerhler de yazmışlardır.

Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ
 

cırcırböcee

V.I.P
V.I.P
Küntü kenzâdan vücûda geldi eşyâ lâcerem

Bâd-ı hubb ile temevvüc itti çün deryâ-yı aşk
Azîz Mahmud Hüdâyî
Tasavvuf Kültüründe Hakîkat-ı Muhammediye ve Nûr-ı Muhammedî

Sûfî düşünce, Hz. Peygamber’in bedeni ve cesedi ortaya çıkmazdan önce, peygamberlerin bu âlemde onun vekilleri olduğunu ifade eder. Bu vekâlet, “Hakîkat-ı Muhammediye” 1 nin vekâletidir. Çünkü bizzat Hz. Peygamber’e “ne zaman peygamberdiniz?” diye sorulduğunda O, “Adem, su ile balçık arasında iken –yani, o daha vâr olmadan- ben peygamberdim” cevabını vermiştir 2. Tasavvuf düşüncesinde ilk Peygamber Adem (a.s)’ dan Hz. Peygamber’ e kadar her peygamberi kapsayan bu Muhammedî Hakîkatin, sembolize edildiği bir diğer kavram ise, Nûr-ı Muhammedî kavramıdır. Hz. Peygamber’in Kur’ân-ı Kerîm’de (Ahzâb,33:46) “ışık saçan bir kandil” (sirâcen münîrâ) olarak zikredildiği bilinmektedir. Bir başka âyet, peygamberimizin bize “Allah’tan gelen bir nûr” (Maide, 5:15) olduğunu söyler. Ayet, müfessirler tarafından da Hz. Peygambere bir referans olarak da yorumlanır. 3 Ayrıca Hz. Peygamberin sıklıkla kullanılan lakaplarından biri de, “Nûru’l-Hüdâ”dır.

Bursevî de Hz. Peygamber Efendimizin, Kur’ân-ı Kerîm’de “Nûr saçan bir kandil” olarak tanıtıldığı üzerinde durur: Bu âyette, Rasûlullah’ı muma benzetme vardır. Mum olmasa, gece karanlığında istenen yere ulaşmak mümkün olmadığı gibi, Rasûl-i Ekremin varlığının mumu olmasa, mevcûdâtın hepsi yokluk karanlığında kalıp, varlık nûruna yol bulamazlar ve feyiz yolundan kaynağın bulunduğu menzile doğrulamazlardı. 4

Nuran Döner
 

cırcırböcee

V.I.P
V.I.P
a) Ataların Alnındaki Nûr

İslâm âlimleri için bu nûrun basit bir sembol olmaktan öte derin bir anlamı içerdiği görülmektedir. Rivâyetlere göre, Allah Teâlâ, Hz. Adem’i yaratınca, onun alnına gündüz güneş, gece ise ay gibi parlayan bembeyaz inci misali Hz. Peygamber’in nûrunu yerleştirmiştir. Adem (a.s.)’ın alnındaki bu nûr, hamile kalan eşi Havvâ validemize sonra da Şît Peygambere geçmiştir. Bu şekilde elli erkek ve elli kadın olmak üzere toplam yüz kişiden geçen nûrun son halkası, Hz. Peygamberin babası ve annesi olmuştur. İbn İshak, (öl. 150/767) Peygamberimizin babası Abdullah’ın, annesi Amine ile evlenmesinden hemen önce, kendisini baştan çıkarmaya çalışan bir kadından bahseder. Abdullah, peygamberimiz ana rahmine henüz düştüğünde, evliliğinden bir gün sonra, aynı kadını tekrar görünce, kadın ondan yüz çevirmişti. Niçin böyle yaptığını söylediğinde kadın, “dün sizde gördüğüm nûr, bugün sizi terk etmiş” demişti. İbn İshak’a göre bu kadın, Abdullah’ın iki gözü arasında beyaz, parlak bir nişan görmüştü ki, o peygamber ana rahmine düştüğünde ondan kaybolmuştu. Bu hikâyenin kadın kahramanları, tarih kitaplarında çeşitli kimlikler altında zikredilir. İbn İshak, bu kadının Varaka b. Nevfel’in kız kardeşi olduğunu ifade eder. Kadın, erkek kardeşi tarafından bir peygamberin çok yakında geleceği konusunda uyarılmıştır. Tabî ki kadının Abdullah’ın yüzünde fark ettiği şey, onun taşıdığı peygamberlik nûruydu. Bu hikâye, daha sonraki tarihçiler tarafından da kullanılmıştır.

Hatta atalardan tevârüs eden bu nûrla ilgili olarak, Hz. Muhammed (sav)’in atalarının rüyalarında ışık ya da ışıldayan ağaçlar görmek sûretiyle Hz. Peygamberin gelişini haber aldıkları söylenir. Rubin’i destekleyen bir olay, Abdulmuttalib’le ilgili olarak şöyledir:

Anlatıldığına göre, Rasûlullah’ın dedesi Abdulmuttalib, Hicr’de uyurken, birden irkilerek uyanmış. Abbas (r.a) anlatıyor: “ben o gün, henüz konuşulanları kavrayabilen bir çocuktum. Abdulmuttalib’in peşine takıldım. O, Kureyş kahinlerine gelip şöyle dedi:

“Rüyamda, sırtımdan gümüş bir zincir çıktığını gördüm. Bu zincirin dört ucu vardı. Bir ucu doğu, bir ucu batıya, bir ucu gökyüzünün derinliklerine, bir ucu da toprağın dibine uzanıyordu. Ben o zincire bakarken, zincir, nûrlu, yemyeşil bir ağaca dönüştü. Ben bu vaziyette dururken, yanıma iki ihtiyar geldi. Birine:

-“Siz kimsiniz?” dedim.

-“Ben, Rabbu’l-âlemîn’in peygamberi Nûh’um” dedi. Ötekine:

-“Peki siz kimsiniz?” deyince, o da:

-“Ben, Rabbu’l-âlemîn’in halîli İbrâhim’im” dedi. Sonra uyanmışım. Kureyş kâhinleri,

“Eğer bu rüyayı gerçekten gördüysen, senin neslinden bütün yer ve göktekilerin kendisine imân edeceği bir peygamber çıkacak demektir. Zincirlerin halkaları, birbirlerine geçişli olduğu için, bu zincir, bu peygamber’in tabî ve yardımcılarının çok ve güçlü olacağını gösterir. Zincirin ağaca dönüşmesi ise, bu peygamber’in getirdiği dinin ebediyen pâyidâr olup, kendisinin de son derece yüce bir şerefi olacağını gösterir…. dediler. Huneyn günü Hz. Peygamber “Yalan yok ki, ben peygamberim. Ben Abdulmuttalib’in torunuyum.” derken Abdulmuttalib’in bu rüyasına işaret ediyordu.

Hz. Peygamber de annesinin rüyasını bir sözlerinde şöyle belirtirler:
“Adem (a.s) daha çamur halinde iken ben, Allah katında “hatemu’n-nebiyyîn” diye yazılmıştım. Size ilk işaretlerimi şimdi vereceğim: Babam İbrahim (a.s)’in duası, İsa (a.s) ın müjdesi ve annemin bana hamileyken gördüğü rüyadır. O rüyada annem, kendinden bir nûr çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.”
 

cırcırböcee

V.I.P
V.I.P
b) Konunun Tasavvuf Klasiklerinde Ele Alınışı

Sehl b. Abdullah Tusterî, (öl.283/896) Nûr-ı Muhammedî görüşünü tasavvufî literatürde ilk kez dile getiren sûfî olarak görülür. Tusterî, bu meyanda Allah’ın kendi nûrundan ilk defa Hz. Muhammed’i yarattığını ileri sürmüş ve Muhammedî varlığın, âlemin varlığından önceliğine işaret etmiştir. Bakarâ Suresi 30. âyetin tefsirinde “Allah Te’âlâ Adem’i Yaratmadan önce meleklere ben yeryüzünde halîfe yaratacağım” demiş ve Âdem’i izzet çamurundan, Hz. Muhammed’in nûrundan yaratmıştır.

Abdulkadir Geylânî, “Nûr âyeti”ni Peygamberimize referansla şöyle yorumlar: Hz. Peygamber’in cesedi, onun rûhunun kandilliğidir. Kandillikte vahiy ışığının fânusu vardır. onun, kendisine inen vahyi tebliğ etmesi, bir lambadır. Nübüvvet nûru, kalp kandilliği fânusuna yayıldığı zaman, nûr üstüne nûr olur.

Yûnus Emre, on üçüncü asırda Muhammedî nûrun âlemden evvel oluşunu şöyle dizelere döker:

Yetmiş bin yıl öndinden yarattı Muhammed’i

Hak kendü âşık oldu bahâne bir yıldızdan

Ol yıldız varıdı kandaydı Âdem cânı

Ya bunca peygamberler anılmadın ağızdan

Âlimler bunu bilmez degme akl ana irmez

Hidâyetdür Yûnus’a keşf oldı hacemüzden.

Yaratıldı yir ile gök, Muhammed dostlıgına

Levlâk ana delil durur ansuz yir ü gök olmadı.

Sûfîler, yaratmanın iki tarzına işaret eder. İlki, bir şeyin aracılığı olmaksızın yaratılmadır. Bu anlamda yaratılan tek şey, Hz. Peygamber’in hakîkatidir. “Eşyâyı yokluktan var eden Allah” derken, kastedilen bu tarz yaratmadır. İkinci yaratma ise, bir şey vasıtasıyla ve bir şeyden var etmektir. Bu anlamda var etmek, Peygamber’in hakîkatinin dışındaki şeylerin yaratılmasıdır. Öyleyse Hz. Peygamber’in hakîkatinin ilk hakîkat olarak diğer hakîkatlerle Bir ya da Mutlak Varlık arasında vasıta olması, gerçekleşip bitmiş bir olay değildir. Hz. Peygamberin hakîkati, sürekli ve daimî olarak Bir’den çıkan tecellînin ilk yansıdığı hakîkatken, aynı zamanda ilk tecellîyi diğer hakîkatlere ulaştıran hakîkattir. İbn Arabî’nin Peygamberimizin hakîkatinde ferdiyet tecellisini görmesi, onun bu özelliğinden kaynaklanır. İbn Arabî bu durumu, “Hz. Muhammed (sav) insanlık türündeki en yetkin varlıktır, bu nedenle iş (yaratma ya da zuhûr eylemi) onunla başladığı gibi onunla bitti” diyerek dile getirir.

İbn Arabî, Hz. Peygamberin hakîkati var olduğunda, yönetici, sultân ve kendisine bakılan varlık olarak var olmuştur der. Allah, bedeninin yaratılışı geciktiğinde, onun adına vekiller yarattı. İlk vekîli ve halîfesi ise, Adem’di. Sonra insan cinsinde üreme ve çoğalma meydana gelmiş, Allah, Hz. Muhammed (sav)’in temiz bedenine ulaşıncaya kadar, her zamanda ve her devirde halîfeler yaratmıştır. Hz. Peygamber’in bedeni ise, güçlü bir güneş gibi ortaya çıkmıştır. Artık bütün ışıklar onun keskin nûruna dahil olmuş, bütün hükümler O’nun hükmünde gizlenmiş ve bütün şeriatler, ona boyun eğmiş, daha önce gizli olan efendiliği ortaya çıkmıştır. Binâenaleyh, Hz. Peygamber, ‘ilk, son, zâhir, bâtın ve her şeyi bilendir.’

Hz. Muhammed (sav), bütün isimlerin ma’nâlarını taşıyandır. Çünkü O’na cevâmiu’l-kelîm verilmiştir. Bu mertebenin ismi ile, bütün fıtrî istîdât ve kâbiliyetleri câmî’ olan “Allah”tır. “Allah’ın gölgesi” ya da “ilk gölge” de denir. Çünkü masivallahda Allah’ın gölgesi insan-ı kâmildir.

Hz. Mevlânâ O’nun yaratılışını aşkla birlikte değerlendirmekte, Mesnevî’sinde “Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım” hadîsi kudsîsini, aşkla birlikte tefsîr etmektedir:

Aşk, denizi bir çömlek gibi kaynatır. Aşk, dağı kum gibi ezer, eritir.

Aşk, gökyüzünü çatlatır, yüzlerce yarık açar. Aşk, sebepsiz yeryüzünü titretir.

Pak aşk, Hz. Muhammed (sav)’le eşti. Tanrı, aşk yüzünden ona “Sen olmasaydın…” dedi. Hasılı O, aşktan tekti. Onun için Tanrı, O’nu peygamberler içinden seçti.

Sen, pak aşka mensub olmasaydın, sende aşk olmasaydı, hiç gökleri var eder miydim? dedi.

Ben aşkın yüceliğini anlayasın diye kadri yüce göğü yücelttim.

Âşıkların horluğundan bir koku alasın diye toprağı tamamıyle hor ettim, ayaklar altına serdim. Aşkla bir yoksul nasıl değişir, anlaman için toprağa yeşillik ve tazelik verdim.Şu yerinden kımıldamayan dağlar da, sana âşıkların sebâtını söyler.

Abdurrahman Câmî, Hz. Peygamberin nûrunun Hz. Adem’den Hz. İsa’ya kadar peygamberlere nasıl hayat kaynağı olduğunu şu dizelerle ifade etmektedir:

Onun nûru, Âdem’in alnında gözükmüş,

Bu nedenle melekler, başlarını secdeye koymuşlardı

Nûh, tufânın tehlikelerinde

Küçücük gemisinde yardımı ondan görmüş,

Onun iyiliğinin kokusu İbrâhim’e ulaşmış,

Ve Nemrud’un odunundan onun gülü çüçeklenmiş

Yûsuf, onun karşısında zerâfet sarayında

(Sadece) bir köle idi, on yedi dirhemlik

Onun yüzü, Mûsâ’nın ateşini aydınlattı

Onun dudağı, İsa’ya ölüyü nasıl dirilteceğini öğretti.

Âlemin bahârının nûru da, Âdem’in bahârının nûru da O’dur.

Allah u Te’âlâ, “Allah, göklerin ve yerin nûrudur” (Nur: 24/35) âyetinde kendisini “Nûr” diye isimlendirmiştir. Çünkü, gökler ve yer, daha önce yokluk karanlığındaydılar. Allah te’âlâ onlara varlık vererek izhâr etti. Rasûlullahı da “Nûr” diye isimlendirdi. Çünkü Hak Te’âlâ’nın kudret nûru ile ilk yarattığı ve yokluk karanlığından ilk çıkardığı nûr, Hz. Muhammed (sav)’in nûru idi. Daha sonra âlemi içindekilerle birlikte Rasûlünün nûrundan, onları da birbirlerinden yarattı. Varlıklar O’nun nûrundan ortaya çıktığı için onu “Nûr” diye isimlendirdi.

“Bir şeyin aslı, o şeyin hakîkatidir” diyen İmâm Rabbânî (öl.1034/1624)’nin Mektûbâtında hakîkat-ı Muhammediye ile ilgili önemli bilgiler mevcuttur. Öncelikle o, Mektûbâtının 44. mektubunda, Hz. Peygamberin kâinatın yaratılış sebebi olduğunu ifade eder: “ Eğer Peygamberimiz olmasaydı, Allah, kâinâtı yaratmaz ve Rab olduğunu açığa çıkarmazdı. O henüz Âdem su ve toprak arasında iken peygamberdi.”

Kimin işlerinde öncüsü bu olursa,

O, günahların esâret bağıyla bağlanmaz.

Rabbânî’ye göre, sevgi varlıktan öncedir ve bu sevginin merkezi de Hakîkat-ı Muhammediye’dir: Hakîkatler hakîkati olan Hakîkat-ı Muhammediye, zuhûrların başlangıcı ve mahlûkâtın yaratılmasının menşei olan taayyun-i hubbîdir. (Sevgi taayyünü) bu , bir hadîs-i kudsîde de geçer: “Ben gizli bir hazîne idim, bilinmeyi istedim ve beni tanısınlar diye mahlûkâtı yarattım.” İşte bu kenz-i mahfî (gizli hazîne)den zuhûr sahnesine çıkan ilk şey, mahlûkâtın yaratılmasına sebep olan sevgidir. Eğer bu sevgi olmasaydı, var etme kapısı açılmamış olacak, âlem, yoklukta yerleşik olacaktı. “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım ve rubûbiyetimi izhar etmezdim.” hadîsinin sırrı da burada yatmaktadır.
 

cırcırböcee

V.I.P
V.I.P
Hz. Peygamberin Son Peygamber Oluşu

Hz. Peygamber, son peygamber olmasını şu şekilde ifade eder: “Benden önceki Peygamberler ile benim durumum, şu misalde olduğu gibidir: Bir adam, görkemli binâlar inşâ eder. onları güzelleştirir, süsler ve tamamlar. Fakat köşelerden birinde bir kerpici eksik bırakır. İnsanlar, onu gezip dolaşırlar ve çok beğenirler. Ancak, ‘Şuraya bir kerpiç konsaydı da, tamam olsaydı’ derler. İşte ben, o mükemmel binâyı tamamlayan kerpiç gibiyim.”

Tasavvufî düşünce “hâtemu’n-nebiyyîn” ifadesini iki farklı okumayla birlikte değerlendirmiştir. O, Hz. Muhammed (sav), son peygamberdir ve hem de, nübüvveti mühürleyen kişidir.

Birisine nihâyet nedir? diye sormuşlar da, insanın başladığı yere dönmesidir demiş!

İbn Arabî’nin varlık teorisinde başlangıç ve sonlar arasındaki ilişki, önemli bir yer tutar. Dairesel bir varlık anlayışında başlangıç sonda ortaya çıkar, sonlar başlangıçlara eklenir… Hz. Peygamber ilk varlıktır. Onun ontolojik bakımdan ilk, tarihsel bakımdan son peygamber olması, insanın varlık ve hakîkati bakımından ilk, fakat âlemdeki zuhûru bakımından son varlık olmasıyla uyumludur.

Peygamberlerden kalan mühürleri, Ahmed’in dini hürmetine kaldırdılar. Açılmamış kilitler vardı; onlar, “İnnâ fetahnâ” eliyle açıldı. O, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da, bu dünyada insanı dine götürür, o dünyada cennetlere. Bu dünyada “Sen onlara yol göster” der; o dünyada “Sen onlara ay gibi yüzünü göster” der. Onun gizli âşikar işi, daima “Ya Rabbi, kavmime sen doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” demektir. Onun nefesiyle iki kapı da açıktır. Duası, iki âlemde de müstecâp olur. Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek. Bu yüzden, son peygamber olmuştur. Sanatında son derece ileri gitmiş bir üstadı görünce, bu sanat, sende bitmiştir demez misin?

Ey Peygamber! Mühürleri kaldırmak, kapalı kapıları açmaktasın, hâtemsin, bu iş, seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar âleminde bir Hâtem’sin sen.

Hasılı, mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Hz. Muhammed (sav)’in işaretleri, tamâmıyle açıklık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklık.

Yine Mevlânâ, Mesnevî’sinde Allah’ın “son Peygamber”e vaatlerini şöyle ifade eder:

Tanrı’nın lütufları, Mustafâ’ya vaatlerde bulundu da dedi ki: “Sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez. Senin kitâbını, mucizeni ben yüceltirim, Kur’ân’dan bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ben mani olurum. Ben seni iki cihânda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder, onları hor hakir bir hâle korum… Sen, benden daha iyi başka bir koruyucu arama! Senin parlaklığını gün geçtikçe artırır, adını, altınlara, gümüşlere bastırırım. Senin için mimberler, mihraplar kurdururum. Ben seni öyle seviyorum ki, senin kahrın, benim demektir. Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar. Melun kâfirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizli kalıyor ya..

Bütün âlemi, minârelerle dolduracağım, kulların, şehirler alacak, mevkîler bulacak.Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak. Kur’ân’ın Musa’nın asâsına benzer, küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar. Sen, toprak altında uyursun ama o tertemiz söz asâ gibi her şeye agâhtır. Kast edenlerin elleri o asâya ulaşamaz. Uyu ey padişah uyu… Uykun mübârek olsun!

Hz. Peygamberin vefatıyla son bulan “şeriat koyan nübüvvet”, kesin olarak mühürlenmiş, sona ermiştir. Muhammedî hakîkat, nasıl, Peygamberimiz gelmeden evvel, diğer Peygamberler vasıtası ile tarihe ışık tutmuşsa, Peygamberin vefatından sonra da onun vârisleri ile devam edecektir. Zaten “Bu ümmetin velîleri, önceki ümmetin nebîleri gibi” değil midir?

Son olarak Hz. Hüdâyî de şöyle diyor:

Dünyâ ve âhiret saâdetinin sermâyesidir Muhammed (sav)

Hz. Adem’in yaratılmasının maksadıdır Muhammed (sav)

Her ne kadar sûret olarak Âdem önce gelse de,

Gerçekte öncü ve önderdir Muhammed (sav)

Gerçi peygamberlik yüce bir makâmdır Hüdâyî,

Fakat hem Hâlık’ın dostudur Muhammed (sav)

Hem Hâtemu’l-enbiyâdır Muhammed (sav).
 
Top