Suikastler ve Tarihleri

LoSt_LoVe

Forum Onuru
Abraham Lincoln Suikastı


Amerika Birleşik Devletlerinin 16. Cumhurbaşkanı Abraham Lincoln'ün çocukluğu yoksulluk içinde geçmiş doğru dürüst okula bile gidememişti. Küçük yaşta babasıyla birlikte ormanlarda kereste biçmiş nehir gemilerinde çalışmış bir kürk tüccarının kâtipliğini yapmıştı. 1818 yılında İndiana'yı kasıp kavuran bir salgın hastalık sırasında baba-oğul bütün bir sonbahar mevsimi boyunca tabut yapıp sattılar!..

Böylesine yoksulluk içinde geçen çocukluk ve gençlik günleri Abraham Lincoln'ün kendi kendini yetiştirip 1834'te avukat 1860'ta da A.B.D. Cumhurbaşkanı olmasını engelleyemedi.

Köleliğe karşıydı Lincoln. Yetişme biçiminin onun bu düşünüşünde büyük etkisi olmuştu. Beyaz Amerikalının zencilere uyguladığı insanlık dışı tutum Abraham Lincoln'ün üzerinde çocukluğundan beri derin izler bırakmıştı. Cumhurbaşkanı seçilmeden önce köleliği kaldırmanın çok zor olduğunu biliyor hiç olmazsa daha da yayılmasını önlemeyi düşünüyordu.

Abraham Lincoln'ün cumhurbaşkanlığına seçilmesi. Güney Eyaletlerinde ayaklanmanın başlaması için sanki bir işaret oldu. 1861 şubatında Güney Carolina ve onu izleyen 10 eyalet Birleşik Devletlerden ayrılarak aralarında bir Konfederasyon kurdular. Başkenti Richmond olan bu devletin anayasasında şöyle bir madde yer alıyordu :

"Zenci beyaz insanla hiç bir zaman eşit haklara sahip olamaz kölelik yani beyaz ırka boyun eğmek; zencinin olağan bir durumudur..."

Öte yandan Abraham Lincoln 4 mart 1861'de verdiği bir söylevle :

"Hiç bir eyaletin öbürlerinin onayı olmadan Birlik'ten ayrılamayacağını.." ileri sürüyordu.

Güneylilerin buna verdikleri karşılık 12 Eylül 1861'de Charleston limanındaki Sumter kalesini topa tutmak biçiminde oldu. Bu iç savaş demekti.

Dört yıl süren iç savaşın sonlarına doğru. Cumhurbaşkanlığı süresi dolduğundan yapılan seçimlerde yeniden adaylığını koydu ve kazandı. Abraham Lincoln bu haberi soğukkanlılıkla karşılamış ve:

"Amerikan halkı dereden geçerken at değiştirmenin doğru olmadığına inandığı için seçimlere katıldım..." demişti.

14 mart 1865'te ikinci defa Beyaz Saray'a giderken Başkan Lincoln halka verdiği demeçte şöyle diyordu :

"Hiç kimseye karşı kin beslemeden Tanrı'nın bize doğru yolu göstermek için verdiği güce dayanarak yaraları sarmaya savaşın güçlüklerini yüklenenlerin dul eşleriyle yetimlerini düşünmeye ve giriştiğimiz bu işi tamamlamaya çalışalım ki; kendi aramızda ve dünya uluslarıyla barışı gerçekleştirebilelim..."

Lincoln'ün bu konuşmasından bir ay sonra 9 Nisan 1865'te Güney orduları komutanı General Lee Appomotox şehrinde kılıcını Birleşik Devletler başkomutanı General Grant'a teslim ediyordu... 13 Nisan perşembe günü de Washington Güney'in teslim olmasını kutlamak için baştan aşağı donanmıştı.

14 Nisan 1865 cuma gününü Beyaz Saray'da çalışmakla geçiren Abraham Lincoln akşam biraz eğlenebilmek için Ford Tiyatrosunda sahnenin hemen yanındaki locada "Amerikalı Yeğenimiz" adlı oyunu seyrediyordu. Locada Lincoln'-den başka Clara Harris adında bir bayan konuğu ve koruyucusu binbaşı Rathbone bulunuyordu. Bu sırada tiyatronun oyuncularından John Wilkes Booth locanın önüne gelmiş günlerdir inceden inceye hazırlanan planı uygulamaya başlamıştı.

Booth aşırı bir Güneyliydi. Dolayısıyla Abraham Lincoln'ün amansız düşmanıydı. Birkaç hafta önce Cumhurbaşkanının tiyatroya geleceğini öğrenince hazırlıklarına hız vermiş oyunu tekrar tekrar seyretmiş halkın özellikle hangi sahneye güldüğüne dikkat etmişti. Daha sonra Lincoln'ün oturacağı locanın kapısında içeriyi görebilmesine yardım edecek küçük bir delik açmıştı!..

Suç ortaklarıyla da görüşerek sonunda her şeyin hazır olduğunu bildirdi. O gece tiyatroya giderken şöyle diyordu:

"Sahneden ayrıldığım zaman Amerika'nın en ünlü adamı olacağım!."

Booth locanın önüne gelince küçük delikten içeri baktı. Lincoln ve yanındakiler kendilerini oyuna kaptırmışlardı. Halkın en çok güldüğü bölüme gelindiğinde kapıyı açarak locaya girdi. Seyircilerin kahkahalarını bastıran bir patlama sesi duyuldu ve Abraham Lincoln'ün başı göğsüne düştü!.. Binbaşı bundan sonra kendini toplayıp suikastçının üzerine atıldıysa da Booth bu sefer de bıçağını kullanarak onu yere serdi ve locadan sahneye atlayarak ne olduğunu anlayamayan halkın şaşkın bakışları arasında arka kapıdan kaçtı..

Aynı gece Dışişleri Bakanı Sward evinde dev yapılı bir adamın saldırısına uğruyordu. Adam Sward'ı boğarken karısının oğlunun ve hizmetçisinin yetişmesi üzerine kaçmak zorunda kaldı. Yine o gece başka bir ziyaretçi Başkan Yardımcısı Johnson'ın evi önünde dolaşıyordu. Fakat içeriye girmeye cesaret edemedi.

Bir gece içinde Amerika Birleşik Devletleri'ni yöneten üç kişi yok edilmek istenmiş fakat ancak Booth suikast planını gerçekleştirebilmişti. Ağır yaralanan Lincoln ertesi gün öldü.

Washington'dan kaçmayı başaran Booth günlerce sonra izi bulunarak bir çiftlikte sarıldı. Yanında bulunan suç ortaklarından biri teslim oldu Booth ise intihar etti. Böylece katil ancak 96 yıl sonra bir rastlantı sonucu ortaya çıkacak sırrını da mezara götürmüştü. Yakalanan öteki suikastçılar da askeri mahkemede yargılandıktan sonra asıldılar. Bunların bir tanesi de kadındı!..

1961 yılında Philadelphia'da eski kitap satan dükkânlardan birinde bulunan askerlikle ilgili kitabın içindeki şifreli mesaj Lincoln'a yapılan suikastın karanlıkta kalmış noktalarını aydınlığa kavuşturdu. Doksan altı yıl bir kıyıda unutulup kalan kitap uzmanlarca incelenince mesajın uydurma olmadığı ve 1868'de sayfalar arasına yazıldığı kabul edildi.

Aceleyle yazıldığı anlaşılan cümleler Abraham Lincoln'ün hükümetinde Savunma Bakanı olan Edwin M. Stanton’ın gizli güvenlik şefi Tuğgeneral C. Baker'a aitti. Baker da 1868 yılında esrarlı bir biçimde bazılarına göre arsenikle öldürülmüş bu satırları da ölümünden beş ay önce kitabın içine yazmıştı.

General yazısında üç kere öldürülmek istendiğini sürekli olarak izlendiğini belirtiyor ve şu cümleyi kullanıyordu:

"Yeni Roma'da üç adam yürüyordu; biri Yahuda (Hz. İsa'yı ele verip onun çarmıha gerilmesine sebep olan on iki Havari'den biri) ikincisi Brütüs ve bir de casus... Casus bendim; C. Baker. Yahuda vurulan adam ölmek üzereyken onun yanına giderek aslında nefret ettiği adama saygı gösterisinde bulundu. Adam ölünce de şöyle dedi: "Şimdi tarih ona ulus bana sahip.."

Bu şifreli yazı Lincoln'ü öldürten adamın Savunma Bakanı Edwin M. Stanton olduğunu ortaya çıkarıyordu. Yazıda sözü edilen Yeni Roma: Washington Yahuda: Stanton Brütüs: oyuncu Brooth ve casus da kendisinin belirttiği gibi General Baker'dı... Gerçekten de Savunma Bakanı Stanton Lincoln ölmek üzereyken yatağının başucundaydı. Ve öldüğünde :

"O artık tarihin malı oldu..." demişti.

Şifre bu cümleyi tamamlıyor ve Bakan’ın amacını açıklıyordu. Aynı gece içinde Lincoln'la birlikte yardımcısı Johnson ve Dışişleri Bakanı Sward'ın öldürülmesi Stanton'un Birleşik Devletlerin bir numaralı adamı olmasını sağlayacaktı.

Lincoln’ün oğlu Todd 1926 yılında ölmeden az önce bir dostuna babasının evrakı arasında bulunan bazı belgeleri kimseye göstermeden yaktığını söylemiş ve nedeni sorulduğunda:

"Belgelerden babamın yardımcılarından birinin ona ihanet ettiği anlaşılıyordu. Bu yüzden bu belgelerin ortadan kaldırılmasının doğru olacağını düşündüm." karşılığını vermişti...
 

LoSt_LoVe

Forum Onuru
Hz. Osman Suikastı
Hz. Muhammet bir gün evinde yatak kıyafetiyle oturmuş az önce kendisini ziyarete gelen Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'le konuşuyordu. Bir süre sonra kapı çalınmış ve kendisine Hz. Osman'ın geldiği bildirilmişti

Hz. Osman'ın geldiğini öğrenen Hz. Muhammet hemen başka bir odaya geçerek üzerindeki geceliği çıkarmış elbiselerini giymişti. Hz. Muhammet'in bu davranışını gören Hz. Ayşe elbiselerini neden giydiğini sormuş ve şu karşılığı atmıştı:

"Osman'dan melekler utanır ben nasıl utanmam!..)"

Ne acıdır ki Hz. Muhammet'in böylesine saygısını kazanan bu büyük adam öldürmesini bilmediği için kendisine baş kaldıranlar tarafından vahşice öldürülecekti...

Hz. Osman Hicret'ten 47 yıl önce bugünkü tarihle 575'te Mekke'de dünyaya gelmişti. Mekke'nin soylu Kureyş ailesindendi O tarihlerde Kureyşliler birçok kollara ayrılmışlardı. Bunların en önemlileri Hz. Muhammet'in de bağlı bulunduğu Haşimiler öbürü Hz. Osman'ın soyu olan Emevilerdi. Bu iki aile Mekke'yi birlikte yönetiyordu.

Hz. Osman Müslümanlığı kabul ettiğinde 34 yaşındaydı. Müslüman olduktan sonra Hz. Muhammet'in büyük kızı Rukiye'yle evlenmişti. Fakat Rukiye amansız bir hastalık sonucu ölünce Hz. Muhammet bu sefer küçük kızı Ümmü Gülsüm'ü aralarındaki akrabalık bozulmasın diye Hz. Osman'a verdi. Böylece Hz. Osman iki kere peygamber damadı oldu. Bundan ötürü de kendisine "İki Nur Sahibi" anl¤¤¤¤¤ gelen "Zinnureyn" deniliyordu.

Hz. Osman yumuşak başlı dürüst son derece dinine bağlı bir kimseydi. İnsan sevgisi ve acıma duygusu onun en büyük özelliklerindendi... Hz. Muhammet'i içtenlikle sever. Onun uğrunda hiç bir fedakârlıktan kaçınmazdı. Etkili bir konuşmacıydı. Kur'an-ı Kerim'in kitap haline getirilmesinde olduğu kadar Müslümanlığın yayılmasında da büyük çaba göstermiş ve başarı sağlamıştı.

Hz. Osman'ın Halifeliği zamanında İslâm Devleti Orta Asya'dan Atlas Okyanusuna kadar uzanıyor; İran Azerbaycan Irak Suriye Filistin ve Mısır'ı içine alıyordu. Bütün bu ülkeler Basra Küfe Şam ve Mısır Valilikleri tarafından yönetilirdi.

Onun amacı Hz Ömer'den devraldığı bu büyük İslâm devletinin sınırları içindeki değişik ırk dil ve dindeki toplumları birbirleriyle kaynaştırmak ileri ve uygar bir yönetim kurmaktı. Bunda başarı kazanmış Hz. Ömer'in yerini tam anlamıyla doldurmuştu.

On iki yıllık Halifeliğinin ilk altı yılı tam bir güvenlik ve düzen içinde geçmişti. Ülkede eksiksiz bir denetim kurulmuş tarım ve ticaret alanlarında büyük atılımlar yapılmıştı. Ne var ki varlıkları çoğaldıkça Müslümanlar yaşadıkları gösterişsiz ve yalın hayattan uzaklaşıp dünya zevk ve nimetlerinden yararlanmak için günlerini gün etmeye bakıyorlardı.

Hz. Muhammet bir konuşma sırasında rekabet ve kin duygusunun varlıkla birlikte geleceğini bildirmişti. Gerçekten de öyle olmuştu; aralarına çıkar ayrılıkları girdikçe Müslümanların birliği bozuluyor eski içtenlik ve gerçek dostluk hiç bir yerde görülmez oluyordu. Artık Müslümanlar da Bizanslılar -ve İranlılar gibi saraylarda oturuyor değerli kumaşlardan elbiseler giyiyorlardı. Hz. Muhammet'in döneminde yaşamış olanlar yaşlanmışlardı. Onların yerine geçen yeni kuşak eskilerin ülkülerine bağlılığından yoksundu. Madde ve çıkar onlara daha çekici geliyordu.

Öte yandan Kureyş'in iki kolu olan Haşimilerle Emeviler birbirlerine düşman kesilmişlerdi. Emeviler Hz. Osman'la olan yakın akrabalıklarından yararlanıp bütün yüksek memurlukları ellerine geçirmişlerdi. Bu durumdan en çok Haşimiler yakınıyorlardı.

Bu Sıralarda Mısır'dan birkaç kişi Medine'ye gelerek Hz. Osman'a Vali Abdullah bin Sa'd'ı şikâyet ettiler. Halife Hz. Osman Vali'yi azarlayan bir mektup yazdı. Gelenler mektubu Vali'ye ilettiklerinde Abdullah bin Sa'd Halife'nin buyruklarına boyun eğeceği yerde onları dövdürdü. Dahası şikâyetçilerden biri dayak sırasında öldü. Bu olay genel hoşnutsuzluğun su üzerine çıkmasına ve birtakım ayaklanma girişimlerine yol açtı.

Ayaklananlar Basra Küfe ve Mısır üzerinden Medine'ye doğru üç ayrı koldan yürüyüşe geçtiler. Ancak Medine'de Hz. Osman'ı tutanların bir ordu topladıklarını işitince kentin yakınlarında konakladılar. Gelenler 600 kişiydiler. Duydukları bu haberin doğruluğunu öğrenmek için Medine'ye birkaç kişilik bir kurul gönderdiler. Bunlar Medine'de Hz. Ali Talha ve Zübeyr'den başka Hz. Muhammet'in eşleri ve kentin ileri gelenleriyle görüştüler. Hac amacıyla geldiklerini ayrıca halka kötü davranan memurların görevlerinden alınmaları için başvuracaklarını arkadaşlarının da Medine'ye girmelerine izin verilmesini söylüyorlardı. Talha ve Zübeyr söylenenlere inanmadılar. Ayaklananlar kötü amaçlarının ortaya çıktığını görünce Medine'nin dışında bekleyen arkadaşlarının yanına döndüler.

Aralarında yeniden bir görüşme yaptıktan sonra Mısırlıların Hz. Ali'ye. Basralıların Talha'ya ve Kulelilerin ise Zübeyr'e baş vurarak kabul ederlerse Hz. Osman'ın yerine kendilerini Halife seçeceklerini söyleme kararını aldılar. Teklif aynı anda üçüne birden yapılacak ve onların iktidar tutkuları kamçılanarak düşmanlarını parçalayıp güçsüz düşüreceklerdi.

Hz. Ali olup bitenlerden kuşkulandığı için Medine'de asker toplamış oğulları Hasan ve Hüseyin'i de Hz. Osman'ı korumakla görevlendirmişti. Kendisi de Medine dışında karargâh kurmuştu. Burada Mısırlıların.temsilcileriyle görüşen Hz. Ali teklifi öğrenince öfkelendi hepsini kovdu. Öteki asi kurulları da Talha ve Zübeyr'den aynı karşılığı alınca gidiyormuş gibi yaptılar. Bunun üzerine Hz. Ali askerleriyle Medine'ye döndü.

Fakat ayaklananlar birdenbire geri dönerek saldırıya geçmişler ve güvenlik tedbirlerinin kaldırıldığı Medine'ye girmişlerdi. Kendilerine karşı koyanların öldürüleceğini halka hiç bir kötülüklerinin dokunmayacağını açıklayan isyancılar Hz. Osman'ın gönderdiği kişilerin öğütlerini dinlemediler. Daha sonra Medine'nin ileri gelen kişileriyle ayaklananların yanına giden Hz. Ali:

"Gitmeye karar vermişken niçin geri döndünüz?" diye sordu.

İsyancılar Hz. Ali'ye amaçlarının Hz. Osman'ı Halife'likten düşürmek olduğunu söylediler. Hz. Osman'ı tutanlar isyancılarla çarpışmak için ondan izin istediler. Fakat Hz. Osman kendisinin yüzünden Müslüman kanı akıtmasından yana olmadığından onlara bu izni vermedi.

İsyancılar Medine'ye yerleşmişlerdi. Hz. Osman ise. sanki hiç bir şey olmamış gibi imamlık görevine devam ediyordu. Ona karşı olanlar da arkasında namaz kılıyorlardı. Bir cuma namazında Hz. Osman minberden isyancılara seslenerek:

"Sizler lanetlenmiş kişilersiniz. Gelin asilikten vazgeçin lanetlenmiş olmayın!.." dedi. Camide bulunanlardan birkaç kişi de onun bu sözlerini onayladılar. Buna çok kızan asiler halkı taşa tuttular. Atılan taşlardan biri de Hz. Osman'ın başına geldi ve bayılmasına yo! açtı.

Vilâyetlerde Medine'deki karışıklıklar öğrenilince Hz. Osman'ı kurtarmak için hazırlıklar başladı. Şam'dan Kûfe'den ve Basra'dan ona bağlı birlikler hızla Medine'ye doğru ilerlemeye başladılar. Tehlike içinde olduklarını anlayan isyancılar işi çabucak bitirmek için Hz. Osman'ı öldürmeye karar verdiler.

Hz. Ali isyancıların kararını öğrenince oğulları Hasan ve Hüseyin'i yeniden Hz. Osman'ı korumakla görevlendirdi. Talha Zübeyr ve öteki seçkin kişiler de oğullarını Hz. Osman'ın yanına gönderdiler öte yandan isyancıların Hz. Osman'ı öldürmeye iyice kararlı olduklarını gören Hz. Ali onlara:

"Kılıçlarınızı sıyırmayın; sıyırırsanız bir daha kınına koyamazsınız! Unutmayınız ki Medine'yi koruyan meleklerdir. Eğer onu öldürürseniz melekler Medine'yi bırakıp giderler! Bir Halife öldürülürce 30 bin insan öldürülmüş sayılır." diye onlara öğüt verdi fakat bu sözlerinin bir etkisi olmadı.

İsyancılar bir gün saldırıya geçip Hz. Osman'ın evini ok yağmuruna tuttular. Atılan oklardan Hz. Ali'nin oğlu Hasan'la Talha'nın oğlu Muhammet yaralandı. İsyancılar ok atarak bir sonuç alamayacaklarını anlayınca bitişik evin duvarını delerek Hz. Osman'ın evine girdiler.

Bu sıralarda Hz. Osman 82 yaşındaydı. Bir gece önce düşünde Hz. Muhammet'i görmüş ve Peygamber ona:

"Yarın akşam iftarı bizim yanımızda yapacaksın..." demişti.

Delik duvardan içeri giren isyancılar Hz. Osman'ı oruçlu ağzıyla Kur'an-ı Kerim okurken buldular. Muhammet bin Ebubekir Hz. Osman'ın sakalından tutarak:

"Şimdi seni elimden hiç kimse alamaz!.." diye bağırdı.

Hz. Osman Muhammet bin Ebubekir'in yüzüne bakarak yavaş bir sesle:

"Baban bu halini görse ne kadar utanır ne kadar üzülürdü..." deyince Ebubekir utancından kaçtı. Geriye kalan üç suikastçıdan biri kılıcını çekerek Hz. Osman'a doğru salladı. Eşinin yanında bulunan Naile Hatun Hz. Osman'ı korumak için kollarını siper etmek isteyince parmakları doğrandı. Bu sefer öbür iki suikastçı Halife'ye saldırdı. Biri kılıcını Hz. Osman'ın göğsüne saplarken öteki de boğazına sarıldı. Az sonra Hz. Osman kanlar içinde cansız yerde yatıyordu. Hz. Osman'ın kanı okumakta olduğu Kur'an'ın üzerine sıçramıştı.

Naile Hatun'un bağırışı üzerine koşan kölelerden biri suikastçilerden ikisini öldürdü üçüncüsü kaçmayı başarabildi. Kapıda nöbet bekleyenler de içeriden gelen gürültüleri duyunca odaya girmişler fakat geç kaldıklarını görmüşlerdi.

İsyancılar iki gün Medine'ye egemen oldular. Korkusundan kimse sokağa çıkamıyordu. Hz. Osman'ın cesedi iki gün olduğu yerde kaldı. Sonunda Hz. Ali. Hz. Osman'ın gömülmesi için harekete geçti. Ölüyü taşlamak isteyen isyancıları dağıttı. Hz. Osman'ın cenazesi Medinelilerden ancak 20 kişi tarafından kaldırılarak gömüldü.

Hz. Osman'ın Kur'an-ı Kerim üzerine sıçrayan kanı hiç bir zaman kurumadı. Müslümanlar arasındaki savaşın başlangıcı oldu. Yüzyıllarca sanki bu kanın kurumasını önlemek istercesine mezhep kavgalarıyla Müslümanlar birbirlerinin kanını akıtıp durdular
 

LoSt_LoVe

Forum Onuru
II. Abdülhamit Suikastı

1905 yılının 21 temmuzuydu. Padişah II. Abdülhamit'e Yıldız camisindeki cuma selâmlığından çıkmış arabasına doğru ilerliyordu. Her zamanki gibi caminin merdivenlerinden inecek ve dört yüz metre ileride bekleyen arabasına binecekti. Fakat bu sefer ufak bir gecikme olmuştu. Şeyhülislâm Cemalettin Efendi Abdülhamit’in yolunu kesmiş bazı konularda bilgi istemişti.

Padişah II. Abdülhamit'le Şeyhülislâm Cemalettin Efendi arasındaki konuşma oldukça uzamıştı. Tam bu sırada korkunç bir patlama duyulmuş arkasından araba parçaları ve insan kol ve bacakları dört bir yana savrulmaya başlamıştı. Padişahın yanında bulunanlar korkuyla kaçışıyor canlarını kurtarmak için sığınacak yer arıyorlardı. O kadar kalabalığın arasında kılını kıpırdatmayan yüzünde en ufak bir heyecan ve korku izi görülmeyen tek bir kişi vardı: Kuruntu ve kuşkusu herkes tarafından bilinen II. Abdülhamit..

Ortada heykel gibi kıpırdamadan duruyordu. Yaverlerinden Miralay Sadık Bey korku ve telâştan kılıcını yere düşürmüş. Miralay Süleyman Şefik Bey de apoletini kaybetmişti. Çevresindekilerin can kaygısına düşüp çil yavrusu gibi dağılmaları II. Abdülhamit’i çok kızdırmış ve olaydan sonra yaveri için :

"Kılıcını düşüren yaveri maiyetimde görmek istemem Trablus'a sürgün gidecek!.." emrini vermişti. Tehlike savuştuktan sonra sığındıkları yerlerden çıkanlara Padişah şunları söylemişti:

"Arabamı çekiniz burayı kordon altına alınız sorumluları tutuklayınız!.." Bu sırada muhafız kıtalarının tüfeklerine mermi sürdüklerini görünce töreni yöneten subaya :

"Selâm emrini verdir ne duruyorsun!." diye bağırmıştı. Muhafız kıtası hazır ol durumuna geçince cami kapısına getirilen arabaya binen Abdülhamit âdeti olmadığı halde ayakta durmuş dizginleri kendi kullanarak Çit köşküne varmıştı.

Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurmaya çalışan Ermeni Komitacıları karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Padişah II. Sultan Abdülhamit'i öldürmek istemişlerdi. Kendileri bu işte yeteri kadar tecrübeli olmadıklarından Avrupa ve Rusya'daki uluslararası anarşistlerle ilişki kurmuşlar onlardan Abdülhamit'in öldürülmesi konusunda yardım ve destek sağlamışlardı.

Bu iş için özel olarak İstanbul’a gelenlerden biri de Belçikalı ünlü anarşist Edvard Jorris'ti. O dönemde anarşizm bütün dünyayı sarmış suikasta uğramayan hükümdar ya da cumhurbaşkanı hemen hemen kalmamıştı. Şimdi sıra II. Abdülhamit'teydi. Edvard Jorris göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş Padişah'ın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı. Abdülhamit cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu. Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris bu sürenin hiç değişmediğini. Padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü.

Suikastı hazırlayan örgüt oldukça genişti. Jorris'ten başka Rusya'dan gelen Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina Hacı Nişan Minasyan Mıgırdıç Serkis Garibyan Karabet Ohanesyan Vahram Sabun Kendiryan Silviyoriçi Sari Torkom Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleriydiler.

Hazırlanan plana göre Yıldız camisi önünde bomba çatlatılıp II. Abdülhamit öldürüldükten sonra Galata Köprüsü Tünel yabancı banka ve kurumlar havaya uçurulacak yabancı devletlerin işe karışmaları sağlanacaktı. Filibe şehrinde Ermeni Komitacıları büyük bir toplantı yapmışlar bu toplantıya Slav ve Siyonist örgütleri de katılmıştı. Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar da bu toplantıda bulunanlar arasındaydı. Yapılan görüşmeler sonunda plan hazırlanmış ve II. Abdülhamit'in Yıldız camisinden çıkarken öldürülmesi kararlaştırılmıştı.

Gerçek adı Kristofor Mikaelyan olan fakat Samuel Fayn takma adiyle dolaşan Rus Ermenisi Viyana'da Neseldorfer Wagenbefcu Fabriks Geselschaft firmasına bir fayton yaptırmış ve bunu parça parça Türkiye'ye sokmuşlardı. Deniz yoluyla gelen faytonun parçalarını İstanbul’da komitenin adamı Silviyoriçi alıyor muayenesiz geçmesi için de gümrük memurlarına para yediriyordu.

İçine patlayıcı madde yerleştirilecek biçimde yaptırılan bu araba bir araya getirildikten sonra Şişli dışında denenmiş amaca uygun bulunmuştu. Faytona 80 kilo patlayıcı maddeyle 20 kilo demir parçası konmuş arabaya koşulacak atlar da o dönemin ünlü tiyatrocularından "Kel" Hasan Efendi’den satın alınmıştı. "Machine İnfernale-Cehennem Makinesi" adı verilen ve bombayı istenilen zamanda patlatacak olan araç Fransa'dan getirtilmişti. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra 21 Temmuz 1905 cuma günü fayton Abdülhamit'in dört at koşulu arabasının yanına bırakılmış Padişahın camiden dışarıya çıkması beklenmeye başlanmıştı.

Abdülhamit caminin kapısında görününce Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina Cehennem Makinesini çalıştırarak bomba 1 dakika 42 saniye sonra patlayacak duruma getirilmişti. Fakat Padişah kapı önünde Şeyhülislâm Cemalettin Efendi'yle konuşmaya dalınca süre dolmuş Abdülhamit ölümden kurtulmuştu. Suikast amacını gerçekleştirememişti ama tam 26 kişi ölmüş 58 kişi de yaralanmıştı. Ayrıca 17 arabayla 20 at da parçalanmıştı. Cehennem Makinesi'ni çalıştırdıktan sonra kaçamayan Kristifor Mikaelyan da ölüler arasındaydı.

Suikastçılardan birçoğu yabancı pasaport taşıdıklarından yurt dışına kaçmışlardı. Fakat Edvard Jorris yakalanmıştı. Arabanın parçaları arasında bulunan Neseldorfer kelimesiyle 11123 rakamı olayın aydınlanmasını sağlamış konuşmamakta direnen Edvard Jorris de her şeyin ortaya çıktığını görünce bütün bildiklerini anlatmıştı. Suikastçılardan Hacı Nişan Minasyan sorgusu sırasında gittiği yüznumarada teneke ibrikle bilek damarlarını ve karnını yırtarak intihar etmiş geri kalanlar idam cezasına çarptırılmışlardı.

Abdülhamit Edvard Jorris'i bağışlamış ayrıca kendisine 500 altın vermişti. Jorris daha sonraları Avrupa'da Abdülhamit'in bir ajanı olarak çatışmış saraya önemli raporlar göndermiştir.

Abdülhamit'in Ermeni Komitacıları tarafından öldürülememesi nedense Tevfik Fikret'i pek üzmüş ve bu üzüntüsünü "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiirinde şu mısralarla belirtmişti :

"Ey şanlı avcı damını bihûde kurmadın.
Attın fakat yazık ki yazıklar ki vurmadın"
 

LoSt_LoVe

Forum Onuru
Talat Paşa Suikastı Talat Paşa!.. Talât Paşa!.."

İttihat ve Terakki'nin eski Başvekili Talat Paşa kendisine seslenen adamı görmek için geriye döndü. Dönmesiyle ateşlenen bir tabancadan çıkan kurşunun alnına saplanması ve kaldırımların üzerine yığılması bir olmuştu.

Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğunun kaderini elinde tutan Talat Paşa İran'ın Selmas şehrinde doğan Salomon Taleyran adlı bir Ermeni Komitacısının kurşunuyla böylece can vermişti.

Olay Berlin'de geçiyor takvimler 15 mart 1921'i gösteriyordu.

Eşi Hayriye hanım kocasının ölümünden yıllar sonra Talat Paşa'nın öldürülmesi konusunda şunları söylüyordu:

"Çok cesurdu. Tehlike nedir bilmezdi. Etrafında kimbilir ne maksatla kimler dolaşıyor dikkat et dedikleri zamanlarda bile aldırmaz çantasını koluna alınca fırlar tek başına giderdi. Berlin'de -en sonunda kanına giren- katil daha önce iki kere karşısına çıkmış Paşa'yla göz göze gelmiş. Fakat Paşa o kadar pervasız sakin hatta gülümseyerek bakıyormuş ki adam avuçladığı silahını çıkarmaya cesaret edememiş ve nihayet: Ben Talat Paşa'ya baka baka silahımı çekemeyeceğim ancak arkasından vurabilirim demiş."

Talat Paşa Berlin'deyken bir dostuna yurt hasreti içinde şunları söylemişti:

"Selanik'teyken ikide bir sürgün cezasına çarpılan Bulgar komitacılarıyla karşılaşırdık. Bunlar vatanlarından ayrılmadan evvel jandarma nezaretinde bulundukları halde merasimle rıhtımın üzerinde toplanır ve içlerinden birisinin verdiği işaretle hep birden eğilip toprağı öperlerdi.

Bu onlar için vatana dönüş umudunun bir ifadesiydi: Öptüğümüz toprak bizimdir buraya yine geleceğiz... demek istiyorlardı. Bir gün ben de vatana dönersem bilir misiniz ne yapacağım?"

Dostu: "Her halde siz de onlar gibi toprağı öpeceksiniz..." deyince Talat Paşa ağlayarak şu karşılığı vermişti:

"Ne dersin sen? Ne dersin sen? Ben öpmekle doyamam ki... Yiyeceğim vatan toprağını yiyeceğim..."

Talat Paşa 1874 yılının 17 Ağustosunda Edirne'de doğmuştu. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilk ve orta öğrenimini bitirdikten sonra Alyans İsrail okulunda iki yıl Fransızca okudu. Zeki çalışkan bir gençti. Okul yöneticileri kendisine bir yıl kadar Türkçe öğretmenliği görevini vermişlerdi.

Mehmet Talat Edirne'de çok durmadı. Selanik’e giderek Telgrafhaneye maaşsız memur adayı olarak girdi. Hukuk Mektebi'ne kaydoldu. Bir yıl sonra. Telgrafhane "Mukayyid"i (Kayıt memuru) olarak maaşa geçti ve yirmi yaşının içindeyken politikayla ilgilenmeye başladı. Jön-Türklerle haberleşirken yakalandığından üç yıl sürgün cezası yedi Hukuk Mektebini de ikinci sınıfında bırakmak zorunda kaldı.

Cezası iki yıl sonra bağışlandı ve 1898'de Selanik'le Manastır arasında "gezici posta memuru" oldu. Bu görevi İttihat ve Terakki örgütünün bu dolaylardaki haberleşmesini güvenlik içinde yapabilmesi amacıyla kabul etmişti. 1893 yılında Posta Telgraf Başmüdürlüğü kâtipliğine 1903'te de başkâtipliğine getirildi. 1907 yılındaysa İttihat ve Terakki'nin "İhtilâl Komitası" sivil kadrosunun basında olduğu anlaşılarak görevinden çıkarıldı ve tutuklandı.

1908'de İttihat ve Terakki'nin önde gelen kişilerinden biri olarak Mehmet Talat İkinci Meşrutiyet Meclisine Edirne mebusu seçildi. Önce Meclis Reis Vekilliğine getirildi 1909 Temmuzundan başlayarak sırasıyla Dahiliye Nazırı Meclis'te İttihat ve Terakki Fırkası Reisi Posta Telgraf Nazırı ve yine Dahiliye Nazırı oldu.

1916 yılında Sadrazam Sait Halim Paşa'nın istifasıyla onun yerine getirildi. Birinci Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğunun yenilmesi ve Mondros Mütareke'sinin imzalanması üzerine Enver ve Cemal Paşalarla birlikte yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

31 Temmuz 1918'de Mondros Mütarekesi uyarınca Osmanlı İmparatorluğu orduları silahlarını bırakmış yenilgiyi kabul etmişti İttihat ve Terakki'nin üç büyükleri Talat Enver ve Cemal Paşaların savaş suçlusu olarak yargılanmaları kesindi. Bu nedenle üç büyükler yurtdışına kaçmaya karar verdiler

Talat Paşa yurt dışına çıkmadan önce yerine getirilen Başvekil İzzet Paşa'ya şu mektubu göndermişti:

"Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa Hazretlerine

Memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım. Buna rağmen memlekette kalmak ve millet muvacehesinde muhakeme olmak fikrinde idim. Bütün dostlarım bunu atiye talik etmek için ısrar ettiler. Zat-ı fahimtaneleriyle istişare edemedim. Müşkül mevkide kalacağınızdan çok düşündükten sonra sarfı nazar ettim. Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim memleket namuskârane ve fedakârane hizmet etmek idi. Şahsen buna muvaffak oldum. Bütün servetim zat-ı şahanenin ihsan ettiği otomobil esmanıyla (değer kıymet) her ay artırdığım yirmişer liradan müterakim bin altı yüz liralık istikraz-ı dahili bedelinden ve bir de dört arkadaşımla birlikte isticar (kiralamak) ettiğimiz çiftliğin devri icarından hasıl olan paradan ibarettir. Bunun bir kısmını aileme terk ederek bir kısmını yanıma aldım. Bundan başka bir nesneye malik değilim. Millete karşı hesap vermek ve muhakeme olarak tayin edilecek cezayı kemal-i cesaretle çekmek isterim işte zat-ı fahimanelerine söz veriyorum. Memleketim ecnebi nüfuz ve tesirinden azade kaldığı gün ilk telgrafınıza itaat edeceğim. Baki kemal-i hürmetle ellerinizden öperim muhterem Paşa Hazretleri.

2 Teşrinisani 1334 (2 Kasım 1918)
Mehmet Talat"


2 Kasım 1918 cumartesi gecesi saat 11'e yaklaştığı sırada karanlıklar arasında iki kişi hızlı hızlı rıhtıma doğru yürüyordu. Bunlardan biri Talat Paşa öteki de İhsan Namık Bey'di. Rıhtıma yaklaştıklarında üç kişinin daha orada beklediğini gördüler. Talat Paşa İhsan Bey'e dönerek:

"Bir kadınla iki erkek dolaşıyor bunlar kimdir İhsan?" diye sordu.

"Belki de pokerden dönüyorlardır. Paşam..."

Bekleyen üç kişiden biri onlara doğru ilerleyince tanımakta gecikmediler: Bu Enver Paşa'ydı.

Eski Harbiye Nazırı Talat Paşa'nın elini sıktıktan sonra:

"Tam zamanıdır motor da neredeyse gelir..." dedi.

Gerçekten de az sonra burnunda cansız bir ışıkla yol alan bir motor Amerikan Koleji yönünden gelerek rıhtıma yanaştı. Enver Paşa kendisini uğurlamaya gelen kız kardeşini kucakladıktan sonra motora atladı. Onu ötekiler izlediler. Biraz sonra bütün yolcularını alan motor açıkta kendilerini bekleyen Alman torpitobotuna yanaşıyordu.

Talat Paşa Berlin'e yerleşmişti. Anılarını yazıyor karısıyla birlikte yoksul sayılabilecek bir hayat yaşıyordu. Sık sık karısı Hayriye hanıma:


"Beni bir gün sokakta vuracaklar. Alnımdan kanlar akarak yere serileceğim. Yatakta ölmek nasip olmayacak. Ama ziyanı yok varsın vursunlar vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez. Bir Talat gider bin Talat gelir!.." derdi.

Bir gün ya Ermeni Komitacılarının ya da bir başka düşmanının kurşunlarıyla can vereceğini biliyordu. Özellikle Ermeni Komitacılarının...

Ermeniler 1878 Türk-Rus savaşından sonra Doğu illerimizde bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı. Çarlık Rusyası ve İngiltere Ermenileri sürekli olarak kışkırtıyor Amerikan misyonerleri de aynı yönde çalışmalar yapıyorlardı. Aya-Stefanos Anlaşması (Yeşilköy'ün eski adı) yapılırken Avrupa Devletlerinin Berlin Kongresi'ndeki yetkili delegelerine bu amaçla baş vurmuşlar fakat diplomatik yollardan yaptıkları bu baş vurmanın sonuçsuz kalmasıyla birtakım anarşist örgütler kurarak sabotaj ve ayaklanma eylemlerine girişmişlerdi. Hınçak ve Taşnak adlı bu gizli örgütler her eylemlerinde karşılarında Osmanlı Hükümetini buluyor yabancıların işe karışmasını sağlamak için "Türkler Ermenileri kesiyor!.." şeklinde propaganda yaparak Avrupa'yı birbirine katıyorlardı.

Ermeni Komitacılar Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Ermenilerin Doğu illerimizden göç ettirilmelerinde İttihat ve Terakki'nin dolayısıyla bu örgütün önderleri durumundaki Enver Talat ve Cemal Paşaların parmağını görüyor intikam için fırsat kolluyorlardı.

15 Mart 1921 günü Talat Paşa her zamanki gibi erkenden kalkmış saat ona kadar çalıştıktan sonra eşine dönerek:

"Haydi Hayriye seninle biraz dolaşalım. Hava almış olursun..." demişti.

Fakat mutfakta yemek pişirmekte olan karısı:

"Ben çıkmayayım. Hem yorgunum hem de ateşte yemek var." diye karşılık verdi.

Talât Paşa Hardenberg Strasse'deki evinden çıkıp tek başına yürümeye başlamıştı. Daldın ve düşünceli bir şekilde. Kurfüstendam caddesine saptı. Daha birkaç adım atmamıştı ki arkasından birinin:

"Talat Paşa!.. Talat Paşa!.." diye bağırdığını duydu. Geriye döndü ve...

Rumeli'de başlayan fırtınalar içinde geçen bir hayat. Kurfüstendam caddesinin kaldırımları üzerinde sona ermişti. Katil Salomon Taleyran 24 yaşında üniversite öğrencisi gözü dönmüş bir Taşnak Komitacısıydı.

Alman mahkemesi kendi toprakları üzerinde işlenen bu cinayetin suçlusuna hiç bir ceza vermeyerek Taleyran’ı beraat ettirdi. Yıllarca dost bildiği Birinci Dünya Savaşı'nda kader birliği ettiği Almanya onun anısına ve kanlı ölüsüne bile saygı göstermemişti.

Talat.Paşa'nın cesedi aradan 22 yıl geçtikten sonra 25 Şubat 1943'te yurda getirilerek Hürriyet-i Ebediye tepesindeki şehitliğe gömülmüştür. Talat Paşa dostuna söylediği biçimde yurdunun toprağını yiyememiş ancak bir torba kemik olarak yurt topraklarında sonsuz uykusuna dalmıştır


alıntıdır​
 

MRMİC

Uzman
Çok güzel paylaşımlar bunlar teşekkürler...
II. Abdülhamit hanın kendi yazdığı bir kitabı var hatıratım isimli mutlak okunması gereken bir kitap çok ama çok büyük bir lidermiş gerçekten...
 

wien06

V.I.P
V.I.P
İzmir Suikastı

İzmir Suikastı Davası
Haziran 1926, İzmir


Giritli Motorcu Şevki'nin 15 Haziran 1926 günü İzmir Valiliğine yaptığı bir ihbarla ortaya çıkarılan Mustafa Kemal'e suikast olayının yeni kurulan cumhuriyette bir iktidar savaşı olduğu bellidir. İktidarı elinde bulunduran kadro kendisine rakip olarak gördüğü bir diğer kadroyu tasfiye etmek için bu olayı kullanmıştır. Dolayısıyla bu tuhaf davanın sanıkları durumuna sokulan ünlü şahsiyetlerin, milli mücadelenin önde gelen paşalarının başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir!

Sonuçta çoğu İttihatçı olan 18 kişi idam edilirken Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü dışında milli mücadeleyi yürüten askeri liderlerin hemen tümü şaibeli hale getirilmiştir. Hukuksal olarak nasıl bir skandal veya fiyaskonun cereyan ettiği ise olayın üzerinden sekiz ay geçtikten sonra bizzat Mustafa Kemal tarafından itiraf edilecektir.

Şevki'nin ihbarı sonucunda 15 Haziran akşamı İzmir'de ve İstanbul'da yapılan tutuklamalarla yakalanan Ziya Hurşit, Çopur Hilmi, Gürcü Yusuf, Laz İsmail gibi kişilerin verdiği ifadelerin yanı sıra yakalanan silahlar ve bazı diğer kanıtlardan Mustafa Kemal'in İzmir'i ziyareti sırasında Kemeraltı'nda bir suikast teşebbüsü olacağı söylenebilir.

Ama Enver Paşa'nın adamı olarak bilinen Hacı Sami ve İttihat ve Terakki'nin Teşkilat-ı Mahsusası'nın kurucularından Kuşçubaşı Eşref'den yurtdışında bulunan Çerkez Ethem'e kadar birçok kişiyle bağlantısı olduğu ileri sürülen olayın karanlıkta kalan yanları açığa çıkarılan yanlarından daha fazladır.

Tabii bütün bu kargaşa içinde asıl önemli olan tam bir yıl önce, Haziran 1925'te kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nda yer alan paşaların olaya dahil edilmeleri ve tutuklanarak idam talebiyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmalarıdır. Çok değil, daha birkaç yıl önce gerçekleştirilen milli mücadelenin kahramanları birdenbire cumhurbaşkanına suikast düzenlemeye kalkışacak kadar iktidar hırsından gözleri bir şeyi görmeyen caniler haline gelivereceklerdir!

Kasım 1924'de Kazım Karabekir'in başkanlığında kurulan ve Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Mersinli Cemal Paşa gibi ünlü komutanların da yer aldığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Haziran 1925'te hükümetin aldığı bir kararla kapatılmıştı. Ama İttihat ve Terakki'nin nasıl bir örgüt olduğunu iyi bilen Mustafa Kemal Paşa açısından bu defter tam anlamıyla kapanmamıştı.

İktidar savaşı şu veya bu şekilde devam edecekti. Bu duruma hazırlıklı olmak ve gerektiğinde hiç tereddütsüz ve acımasız bir şekilde hareket etmek zorunluydu. İşte İzmir suikastı davası bu bağlamda bir anlam taşımaktadır.

Mustafa Kemal'e yönelik bir suikast hazırlığından haberi olan hükümetin olayı denetimi altında tuttuğu ve suikastçıların içine de kendi adamı olan emekli jandarma yüzbaşısı Sarı Efe Edip'i soktuğu mahkeme sırasında paşalar tarafından ileri sürüldü. Ama üzerine gidilemediği için kanıtlanamadı. Ancak olayın bu çerçevede geliştiğini gösteren çeşitli işaretler vardır.

İzmir'de yakalanan tetikçilerin ardından İstanbul'da Bristol Oteli'nde yakalanan Sarı Efe Edip İstanbul Polis Müdürü Ekrem Bey'e verdiği ifadede suikastın, "Terakkiperver Fırkası Umumi Heyeti tarafından kararlaştırıldığını" söyleyince, İzmir'de bulunan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Ankara'daki Başbakan İsmet Paşa'ya bütün Terakkiperver paşalarının, yani Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Rüştü Paşa, Mersinli Cemal Paşa'nın tutuklanmasını ve yargılanmak üzere İzmir İstiklal Mahkemesine gönderilmesini isteyecektir. (Rauf Orbay o sırada yurtdışında olduğu için daha sonra gıyabında Ankara'da yargılanacak ve 10 yıl hapis cezasına çarptırılacaktır.)

Ancak İsmet Paşa durumdan çok emin değildir ve ortada ciddi bir kanıt olmadan, hepsi de mebus olan ve milli mücadelenin önderliğini yapmış bu şahsiyetlerin tutuklanmasının bir skandal olacağını düşünmektedir. Nitekim Kazım Karabekir 18 Haziranda tutuklanmış ama Başbakan İsmet Paşa'nın müdahalesiyle hemen serbest bırakılmıştır. İçişleri Bakanı Recep Peker bu durumu bir telgrafla Mustafa Kemal'e ihbar edecek ve bunun üzerine İzmir İstiklal Mahkemesinin Başbakan İsmet Paşa için de tutuklama kararı çıkardığı söylenecektir ama bu da kanıtlanmış değildir.

İzmir ve Ankara arasında karşılıklı telgraflarla durum açıklığa kavuşamayıp İsmet Paşa yeterince ikna olmayınca kalkar İzmir'e gider. Orada Mustafa Kemal ve mahkeme heyetiyle yüz yüze yaptığı görüşmeler sonucunda ikna edilecek ve böylece paşaların hepsi tutuklanarak İzmir'e gönderileceklerdir.

Elbette bütün ülke ve dünya şaşkın bir şekilde olayı izlemektedir ve sadece bir kişinin, sanık paşaların "hükümet ajanı" olduğunu, örtülü ödenekten para aldığını söyledikleri birinin verdiği saçma bir ifade nedeniyle tutuklanmışlardır. Saçma, çünkü cumhurbaşkanına suikast düzenlenmesi gibi bir eylemin kapatılmış bir partinin "umumi heyeti" tarafından kararlaştırılması aklın alacağı bir iş değildir.

Sonuçta İzmir'de Elhamra Sineması salonunda yapılan İstiklal Mahkemesi duruşmalarında celladın ipini boyunlarında hisseden paşalar mümkün olduğunca durumu açıklığa kavuşturmaya çalışırlar. İp boyunlarındadır, çünkü İstiklal Mahkemeleri neredeyse önüne gelene idam cezası vermekle ünlüdür. Bu kadar uydurma bir gerekçeyle tutuklanıp mahkemeye çıkarıldıklarına göre aynı şekilde idam cezasına çarptırılmaları ve hemen infaz edilmeleri işten bile değildir.

Mahkeme çok hızlı bir şekilde çalışarak davayı en kısa sürede sonuçlandırmak istemektedir. Gerek Kazım Karabekir, gerekse Ali Fuat Cebesoy, Sarı Efe Edip'in Meclis Başkanı Kazım Paşa'nın yakını olduğunu, hatta Ankara'ya geldiğinde onun evinde kaldığını, bu tertibin içine hükümet tarafından ajan olarak sokulduğunu anlatırlar ve kendilerinin olayla bir ilgilerinin olmadığını belirtirler.

13 Temmuzda Kel Ali başkanlığındaki mahkeme kararını açıkladığında verdiği 13 idam cezası arasında tetikçilerin yanı sıra suikastın örgütleyicileri olarak adı geçen İzmit mebusu Şükrü, Rüştü Paşa, Eskişehir mebusu ve Mustafa Kemal'in çocukluk arkadaşı Miralay Arif, Saruhan mebusu Abidin, Sivas mebusu Halis Turgut gibi isimler de vardır, ancak Terakkiperver paşalar beraat etmişlerdir.

Mahkeme Terakkiperver Fırka içinde gizli bir örgütün Cumhurbaşkanım öldürerek yönetime el koymak istediği kararına varmıştır, ancak paşaların bununla ilişkisi kurulamamıştır.

Sarı Efe Edip de beklemediği idam cezası karşısında şaşıracak ve "Bu kararda benim hizmetim nazara alınmadı" diyecektir ama mahkeme başkanı Kel Ali tarafından "Hizmetiniz elbette nazara alınacaktır" diye susturulacaktır. Ali Fuat Paşa hatıralarında, Sarı Efe Edip'in hükümet ajanı olmasına rağmen idam edilişini "Bu hizmet esnasında yanlış bir hareketine yahut başka bir sebebe bağlıdır" diye yazacaktır.

Sonuçta paşalar boyunlarını cellatın ipinden kurtaracaklar ama siyasi hayatları da bitmiş olacaktır. Hukuki olarak ortada ciddi hiçbir şey yoktur, ama beraat etmiş de olsalar Mustafa Kemal'e suikast davasından yargılanmış olmaları siyasette artık bir rol üstlenememeleri için yeterlidir. Nitekim bazıları ancak Mustafa Kemal'in ölümünden sonra tekrar siyasetle ilgilenecekler ve mebus olabileceklerdir.

Bu davadan sekiz ay kadar sonra, Mart 1927'de bir akşam Çankaya'daki sofrasında ağırladığı çocukluk arkadaşı Ali Fuat Cebesoy'a Mustafa Kemal itirafta bulunup, şöyle diyecektir: "Paşaları senin hatırın için affettirdim." Harbiye'den atılmaktan Ali Fuat'ın babası İsmail Paşa sayesinde kurtulan Mustafa Kemal bu sözlerinde herhalde samimidir ama aslında bu sözler aynı zamanda büyük bir fiyaskonun da itirafı değil midir?

Mustafa Kemal milli mücadelede omuz omuza savaştığı paşaları affettirmiştir ama onlar Mustafa Kemal'i affetmemiş, hatta Mustafa Kemal'in çağrısına ve çabalarına rağmen bazıları bir daha ölünceye kadar kendisiyle görüşmemiştir...
 

wien06

V.I.P
V.I.P
Robert Kennedy Suikastı

JFK suikastında komplo olup olmadığı hakkında yüzlerce kitap yazıldı. Kardeşi Senatör Robert Kennedy'nin öldürülmesindeki komplo tek cümlede özetlenebilir: Los Angeles Adli Tıbbı'nın raporu, RFK'nin arkadan açılan yaylım ateşle öldürüldüğünü belirtiyor. Oysa, suikastla suçlanan Sirhan Sirhan'ın Kennedy'nin en az bir buçuk metre önünde olduğunda herkes hemfikir.

RFK cinayetine CIA'nın karıştığına ilişkin çok sayıda kanıt bulunuyor. Bir kere, ikinci bir tetikçinin kesinlikle var olduğu açık olmasına karşın, Los Angeles Emniyeti'nin özel görev ekibi, soruşturmayı Sirhan'ın tek katil olduğunu kanıtlayacak şekilde yürüttü. Tanıkların aklı karıştırıldı, kanıtlar yok edildi, mantıken şüpheli olan kişiler sorgulanmadı.

Özel görev ekibinin iki üyesinin, CIA'yla uzun süreden beri bağlantısı vardı ve olayın komplo olduğunu ileri süren tanıkların gözünü korkutmakta oldukça gayretliydiler. Tanıklardan herhangi biri, ifadesinde, cinayet yerinden "Onu vurduk" diye bağırarak kaçarken görülen iri puanlı elbise giymiş ünlü kıza geldiğinde, bu ikisi küplere biniyordu. Tanık ifadelerindeki bu kıza ilişkin sözlerin yok edilmesini kesin olarak sağladılar.

Üstünkörü sorgulanan bir başka aşikâr şüpheli de, cinayetten önceki günlerde Sirhan'la birlikte görülen Rahip Jerry Owen'di. Owen, JFK suikastına kansan mafya kuryesi Edgar Bradley'yi tanıdığını kabul etti. Dealey Plaza'da yakalanan, fakat herhangi bir suçlama yöneltilmeden serbest bırakılan Bradley'in, JFK davasının önemli isimleriyle bağlantısı olduğu anlaşıldı.

Bir de, CIA'nın beyin kontrol deneylerinde yer alan hipnoz uzmanı Dr. William Bryan, Jr. var. Bryan, hipnoza aşırı ölçüde duyarlı Sirhan'ın da aralarında bulunduğu ünlü denekler üzerinde çalıştığını övünerek anlatmaktan hoşlanıyordu. Bryan'ın bir başka ünlü hastası olan "Boston Canavarı" da, anlaşılmaz bir şekilde Sirhan'ın günlüğünde yer alıyordu.

Sirhan, günlüğünde RFK'ye ateş ettiğini hatırlamadığını kaydediyor ki, gerçeği söylüyor gibi görünüyor. Görgü tanıkları, cinayet sırasında Sirhan'ın bir tür trans durumunda olduğunu belirtiyorlar.

RFK'nin tam arkasında durduğunu ve silahını çektiğini kabul eden koruma görevlisi Thane Cesar'a da çok dikkat çekmek gerekiyor. Cesar'ın hem aşırı sağcı gruplarla, hem mafyayla ve hem de CIA ile bağlantıları vardı.

Son olarak, bir zamanlar CIA görevlisi olan Robert Morrow, yazdığı kitapta, İran gizli servisi SAVAK'ın bir ajanının RFK'yi öldürmek için parayla tutulduğunu iddia ediyor.





Orlando Letelier Suikastı

"Orlando Letelier'in karısı mısınız?" diye sordu telefondaki meçhul ses. "Evet" diye yanıtladı. "Hayır" dedi telefondaki, "Siz Orlando Letelier'in dul karışısınız."

Bir hafta sonra 21 Eylül 1976'da, CIA destekli Pinochet rejiminin önde gelen muhaliflerinden sürgündeki Şilili diplomat Orlando Letelier, Washington'un bir sokağında otomobiline konan bir bombayla paramparça edildi. Patlamada, Letelier'in Amerikalı yardımcısı Ronni Moffıt de öldü. Moffıt'in kurtulan kocası, parçalanan otomobilden çıkar çıkmaz vahşetin sorumlusunun Şilili faşistler olduğunu haykırmaya başladı.

Moffıt'in kocası haklıydı; ancak, o faşistlerin Washington'da güçlü dostları vardı. Bir FBI muhbiri suikast komplosunu önceden bildirmişti; ancak FBI Letelier'i korumak için hiçbir şey yapmadı. Bombalamadan sonra, CIA Başkanı George Bush FBI'ya, Şilililerin hiçbir şekilde olaya bulaşmadığını bildirdi. "CIA bundan emin" dedi Bush, "Çünkü Şili gizli polisi DINA içinde CIA'nın çok sayıda güvenilir kaynağı var."

Gerçekte CIA, DINA vurucu timinin ABD'de olduğunu ve Washington'a yöneldiğini biliyordu. CIA, bombalamadan sonra suikastçılara ait kendi fotoğraf dosyalarını imha etti.

Arkasından CIA ve DINA, Letelier'in, kendisini şehit ilan etmek isteyen solcularca öldürüldüğü yolunda hikâyelerin basında yer etmesi çalışmasına başladılar.

FBI, bir iki hafta içinde Letelier'in katillerini belirledi, ancak birkaç yıl sonra CIA'nın örtüsü kalkıncaya kadar onları resmen suçlamadı. Örtü, suikasttan bir ay sonra, bir Küba uçağı bombalandığı ve içindeki 73 yolcusu öldürüldüğünde aralanmaya başladı. Uçağı bombalama eylemi, Domuzlar Körfezi olayı ve JFK suikastıyla ilişkisi olan, aynı zamanda CIA ile bağlantılı aşırı şiddet yanlısı Kübalı mültecilerce gerçekleştirmişti. Bu grup, El Salvador ve Nikaragua'da da benzer eylemler yapmıştı.

Küba uçağı bombalanmasını soruşturanlar, bu eylemle Letelier/Moffıt suikastının, aynı toplantıda planlandığını saptadılar. Başka FBI ve CIA mensuplarının da katıldığı toplantıyı, CIA ile uzun süredir bağlantısı olan bir kişi düzenlemişti.

CIA savunucuları, Letelier'i öldürmekten hükümlü "eski" CIA ajanı Michael Townley ile iki Kübalı göçmenin CIA'nın emirleri doğrultusunda hareket ettiklerinin hiç kimse tarafından kanıtlanamayacağını iddia ederler. Ancak durum öyle idiyse, CIA neden alelacele onları perdelemeye başladı?

Bu olay öylesine karmaşık bir hal aldı ki, Şili Yüksek Mahkemesi, Pinochet'den sonra 1991'de George Bush'a başvurarak, mahkemede ifade vermeyi düşünüp düşünmediğini sordu. Tabii, Bush'un bu daveti reddettiği konusunda bahse girebilirsiniz.
 

wien06

V.I.P
V.I.P
Jül Sezar Suikastı

Jül Sezar, M.Ö 101 yılında Roma'da soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Sağlam bir eğitim gördüğü gibi, ailesi tarafından bir silahşor olarak yetiştirilmişti. Edebiyata ve güzel sanatlara aşırı bir düşkünlüğü vardı.

Fakat bu genç adam, dünya zevklerine, içkiye ve kadınlara karşı da aynı ilgiyi duyar, bu arada kendisine açılan erkek kollarına hiç çekinme duymadan vücudunu teslim ederdi. Olağanüstü bir hatip, yaman bir binici, kadınları baştan çıkarmada eşi bulunmaz bir ustaydı. Roma'da genelev sokağında bir oda tutarak yıllarca sefahat içinde yaşamıştı.

Annesi Auralia, bu çok yakışıklı, güzellikte mitoloji kahramanları Adonis ve Paris'le eş tutulan oğluna para yetiştirmekte güçlük çekiyordu. Jül Sezar, parası tükenince, arkadaşlarından ve düşüp kalktığı yosmalardan borç alır, bir daha da ödemezdi. Onlara şöyle derdi yalnızca:

"Dostlarım, Roma İmparatorluğunu pençeme alacağım güne kadar bana zaman veriniz..."

Yirmi yaşlarındayken. İmparator Sulla'nın can düşmanı Marius'un yeğeni olduğu için, Roma'dan kaçmak zorunda kaldı. Anadolu'ya kaçmak isterken korsanların eline düştü. Korsanlar onu Antalya'ya götürmüşler ve kurtuluş parası olarak 20 talent istemişlerdi. Genç delikanlı kendisine biçilen bu fiyat karşısında küplere binmiş ve :

"Hayvanlar!., Ben 20 talentlik bir tutsak mıyım? Yakaladığınıza iyi bakın, size 50 talent getirteceğim!..)" diye bağırmıştı.

Roma'daki ailesine bir mektup göndermiş, para gelinceye kadar da korsanlarla al takke ver külah bir hayat yaşamıştı. Onlarla içki içiyor, şiirler okuyup oyunlar oynuyordu. Ara sıra da korsanlara :

"Hayvan herifler!.. Elinizden bir kurtulursam, göreceksiniz hepinizi astıracağım!.." diyordu. Korsanlar, bu deli dolu gencin sözlerini ciddiyi almazlar, gülmekle yetinirlerdi.

Parası gelince özgürlüğüne kavuştu ve Ege bölgesindeki Milet kentine gitti. Buradan sağladığı birkaç gemiyle, kendisini tutsak eden korsanların üzerine giderek, onları Antalya açıklarında yakaladı. Hepsini zincire vurup Bergama'ya götürdü, Vali'nin vereceği emri beklemeden hepsini astırdı.

Roma'ya dönüp siyasi hayata atıldığında 33 yaşlarındaydı. Yakın arkadaşlarından biri, Jül Sezar'a siyasi tutkuları olduğunu söylediğinde ondan şu karşılığı aldı :

"Ne diyorsun sen! Makedonyalı Büyük İskender'in hayatını okumadın mı? O benim yaşımdayken bütün dünyayı ele geçirmişti. Ben daha ne yaptım?"

Kırk bir yaşına geldiğinde, Roma'nın seçkin kişilerinden biri olmuştu. Çağının ünlü generallerinden Crassus ve Pompeus ile üçlü bir anlaşma yaparak kendisini "Konsül / Devlet Başkanı" seçtirtti. Dostlarına ve düşüp kalktığı kadınlara olan 1300 talent borcunu ödemek için Galya Valiliği’ni de üzerine aldı. Bu yetki kendisinde olmasına rağmen Senato ses çıkaramadı. Çünkü Jül Sezar’ın Galya Valisi olarak Roma'dan uzaklaşması ihtimali hem Senato’nun hem de Pompeus'un işine geliyordu. Bu nedenle Galya dışında bazı eyaletleri de ona bağladılar.

Jül Sezar'ın amacı, Galya'da kendine bağlı bir ordu kurmak ve Roma'nın üzerine yürüyerek diktatör olmaktı. Konsüllük süresi bir yıl sonra bitince Jül Sezar Galya'ya gitti. Sekiz yüzden fazla kenti olan bu zengin ülke onun borçlarını ödedikten başka, gerekli adamları satın alacak ölçüde zenginleşmesine de yetti. Savaşlarda ele geçirilen 1 milyon tutsağın köle olarak satışından eline gecen para, Jül Sezar’ın en güçlü silahı olmuştu. Romalılar yüz yirmi yıl içinde Galya'nın ancak Güney bölgelerini ele geçirebilmişlerdi, Sezar sekiz yılda bütün Galya'yi Roma imparatorluğu sınırları içine kattı.

Bu sıralarda Crassus, Doğu'da Fırat ırmağı kıyılarında Partlara yenilerek ölmüş ve Pompeus Roma'nın tek egemeni durumuna gelmişti. Pompeus mutlu ye kaygısız bir yaşantı içindeydi. Oysa çevresindekiler. Jül Sezar’ı iyi tanıdıklarından, Pompeus'a sık sık şu soruyu soruyorlardı :

"Sezar, Roma üzerine yürürse, onu durdurup geri püskürtecek askerleriniz var mı?"

Pompeus gururla gülümsüyor:

"Kaygılanmayın, İtalya’nın neresinde olursa olsun, ayağımla yere vurduğumda oradan ordular fışkırtırım,," diyordu. Oysa elinde hazır ve kendine bağlı bir ordusu yoktu. Sezar ise, kendisine ölesiye bağlı bir ordu kurmuştu. Roma generallerinden hiç birine benzemiyordu. Askerleriyle birlikte oturup şarap içer, onlarla zar atıp kumar oynar, en kaba ve cıvık şakalar, arkadaşlıklar yapardı. Fakat savaşlarda değişir, gerçek bir komutan kesilirdi.

M.Ö. 50 yılında, kasım ayının ilk gününde toplantı durumundaki Senato'ya bir haber ulaştı :

"Sezar, sekiz lejyondan kurulu ordusuyla, Alplerden Güney'e doğru iniyor."

Pompeus, beklemediği bu haber karşısında çok şaşırmıştı. Daha önceki sözünü unutmayan bir dostu:

"Haydi ayağını yere vur da ordular fışkırsın, zamanı geldi..:" diyerek Pompeus'la alay etmişti. Pompeus ve Senato'daki taraftarları. Jül Sezar'a şu haberi saldılar:

"Sezar askerlerini hemen terhis etmeli ve geriye yalnızca bir lejyon bırakmalı, ayrıca Galya Valiliğinden de istifa; ederek, Roma'ya sıradan bir yurttaş olarak girmeliydi."

Sezar, bu şartları kabul etmedi ve savaştan başka çıkar yol olmadığını anladı. Roma üzerine yürüyüşe geçtiğinde Pompeus hazinesini bile almaya vakit bulamadan, taraftarlarıyla birlikte Adriyatik denizindeki donanmasına binerek Epir'e kaçtı.

Jül Sezar'ın donanması yoktu, mevsim de kıştı. Varını yoğunu askerlerine dağıtmış, meteliksiz kalmıştı. Hızlı bir yürüyüşle karadan dolaşıp Yunanistan'ın Epir bölgesine girdi. Pompeus ve taraftarlarının 47 bin kişilik yaya, 7 bin kişilik de atlı ordusu vardı. Sezar'ın ordusu daha küçüktü. Emrinde 22 bin yaya ve bin atlı askeri vardı.

Savaş, yalnızca Jül Sezar ve Pompeus arasında geçmiyordu. Kısa süre içinde bütün Roma İmparatorluğuna yayılmış, bir iç savaş halini almıştı. Bir tarihçi, bu dönemi şöyle anlatmaktadır :

"Bütün Senato bu savaşın içindeydi. Ordular da öyle. Hepsi Roma kanı taşıyan askerlerden kurulu 11 lejyonla öteki 18 lejyon amansızca çarpışıyorlardı. Galyalılar ve Germenler Jül Sezar'ı tutuyorlardı. Trakya, Sicilya, Yunanistan, Makedonya ve Doğu Pompeus'la birlikti. Savaş İtalya'da başladı, oradan Galya'ya ve İspanya'ya sıçradı; Batı'dan dönerek bütün şiddetini Epir ve Tesalya üzerine topladı; Mısır'a kadar uzandı. Küçük Asya'ya el attı ve alev ancak Afrika'da söndürülebildi..."

Yunanistan'da Farsalos bölgesinde iki ordu arasında korkunç bir meydan savaşı olmuş ve Sezar, Pompeus'un ordusunu darmadağın etmişti. Pompeus, Mısır Kralı Ptolemeus'un yanına kaçmaktan başka çare bulamamıştı. Roma artık Jül Sezar'ın "pençeleri" arasındaydı. Dört bin kişilik seçme bir orduyla, Pompeus'un arkasından Mısır'a gitti. Ptotemeus, başına gelecekleri anladığından, Pompeus'un kafasını keserek Jül Sezar'a gönderdi. Sezar burada, Ptolemeus'un kız kardeşi Kleopatra'yla uzun bir aşk hayatı yaşadıktan sonra onu Mısır Kraliçesi yaptı. Sonra M.Ö. 47 yılında Anadolu'ya girerek Pontus Kralı Pnarankes'i yendi. Savaş beş gün sürmüş, Sezar durumu Roma Senatosuna şu üç kelimeyle bildirmişti:

"Veni, vidi, vici." (Geldim, gördüm, yendim.)

Aynı yıl Roma'ya dönerek İmparator oldu. Önce 1 yıl için diktatör ilân edildi. Senato daha sonra bu yetkiyi 10 yıla çıkardı. Aradan çok geçmeden de Jül Sezar, ömür boyunca diktatör seçildi.

Koyu Cumhuriyetçiler ve soylular, Roma İmparatorluğunun diktatörlüğe kaymasından tedirgin olmuşlardı. Sonunda, Sezar'ı öldürüp Cumhuriyeti kurtarmak için gizli bir örgüt kurdular. Bu örgüte, Sezar'ın yetiştirmesi, bir söylentiye göre de, düşüp kalktığı kadınlardan Servilia'dan doğan öz oğlu Brütüs de girmişti. Örgüt, suikast için M.Ö. 44 yılının 15 martını seçmişti. Bir kâhin ona daha önceden, "15 marttan sakın" demişti. Bir gece önce de karısı kötü bir rüya görmüş ve Jül Sezar'ın sokağa çıkmamasını istemişti. O sabah yolda, Kâhin'e rastlamış ve :

"İşte 15 mart geldi..." demişti. Kâhin de Jül Sezar'a şu karşılığı vermişti :

"15 mart geldi, ama daha bitmedi...)"

Jül Sezar, Senato'ya gelince suikastçılar çevresini sardılar. Hançerleri harmanilerin altında gizliydi. İçlerinden biri, siyasi hükümlü olan kardeşinin bağışlanmasını diledi. Sezar onu dinlerken, suikastçılar hançerlerini çekip saldırdılar. Titilus adlı bir soylu, Jül Sezar'ın harmanisini omuzlarından tutarak aşağı doğru yırttı. Sezar, ilk önce kendini savunacak oldu, fakat vücuduna saplanmak için havaya kalkan hançerlerden birini Brütüs'ün tuttuğunu görünce:

"Sen de mi oğlum Brütüs!?.." diye bağırdı ve harmanisini başına örterek, kendini hançer vuruşlarına bıraktı.

Tam 23 yerinden hançerlenen Jül Sezar, cansız yere serildi. Suikastçılar, Sezar'ın ölümünden halkın sevinç duyacağını sanmışlardı. Kanlı hançerlerini Roma halkına göstererek :

"Zalimin vücudu ortadan kalktı!.." diye bağırıyorlardı.

Fakat, Roma halkının tepkisi, umdukları gibi olmadı. Halk, "katillere ölüm!." Bağrışlarıyla ayaklanınca kaçmak zorunda kaldılar. O sırada, Senato'nun Jül Sezar'ı öldürenleri bağışladığı öğrenilince halk Senato'ya saldırdı. Yapıyı ateşe verdiler. Halkın ayaklanması üzerine Sezar'ın katilleri Roma'dan kaçtılar ama, peşleri bırakılmadı.

Bunlardan, Sezar'ın çok sevdiği Brütüs, Makedonya'da yakalanacağını görünce intihar etti.
 

wien06

V.I.P
V.I.P
Saraybosna Suikastı

Avusturya-Macaristan orduları, 1914 haziranında Bosna-Hersek bölgesinde manevra yapıyordu. Veliaht Arşidük Franz Ferdinand’ın karısı Hohenberg Düşesiyle birlikte izlediği bu manevralar için, doğrusu zamanın ve yerin iyi seçildiği söylenemezdi.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhak edilen ve Sırbistan Krallığı dışında kalan Bosna-Hersek bölgesi halkı, Habsburg Hanedanından ve onların yönetiminden nefret ediyorlardı. Yetmiş bin kişilik ordu, manevraları sürdürürken, Veliaht Arşidük Franz Ferdinand, karısı Hohenberg Düşesi'yle birlikte, Bosna-Hersek'in merkezi olan Saraybosna'yı 28 Haziran 1914 günü ziyaret etmeye karar verdi. Bu haber, Bosna-Hersek'te yaşayan halk, özellikle Sırplar arasında kızgınlık ve nefreti daha da artırdı.

Çünkü, Bosna-Hersek'te yaşayan Sırplar için 28 Haziran gününün çok büyük bir anlamı vardı. 1389 yılının 28 Haziranında yapılan Kosova Meydan Savaşı'nda, Sırplar, Osmanlı ordusuna yenilerek bağımsızlıklarını kaybetmişlerdi. Bu savaşta, kendi kralları Lazar ölmüş, fakat Miloş Kabloviç adlı bir soylu da, Osmanlı Padişahı Murat Hüdâvendigâr'ı hançerleyerek şehit etmişti. Sırplar 1389 yılından beri, her 28 Haziranda, Miloş Kabloviç'in Osmanlı Padişahı I. Murat'ı öldürmesini "Aziz Vitus Günü" adı altında, en büyük bayramları olarak kutluyorlar.

27 Haziran günü, şehrin dışında istasyona yakın temiz bir otelde geceyi geçiren Veliaht ve eşi, ertesi gün kalabalık bir otomobil kafilesiyle saat 10'da Saraybosna'ya doğru yola çıkmışlardı. Aziz Vitus bayramı dolayısıyla köy ve kasabalardan gelenlerle, şehirde olağanüstü bir kalabalık vardı. Bu büyük kalabalık karşısında alman güvenlik tedbirleri, hemen hemen yok denecek kadar azdı. Arşidük ve karısı, Saraybosna sokaklarında üstü açık bir araba içinde ilerlerken, yedi suikastçı, ayrı ayrı noktalarda, Arşidük Franz Ferdinand'ı öldürmek için hazır bekliyorlardı.

Bu, yaşları 20’yi geçmeyen suikastçılar, Bosna-Hersek'i Sırbistan Krallığına bağlamak ve Avusturya-Macaristan egemenliğine son vermek isteyen "Genç Bosna" örgütünün üyeleriydiler.

Habsburg soyluları ve Veliaht Arşidük Ferdinand'ı taşıyan altı otomobillik kafile, Saraybosna sokaklarında boy gösterdiğinde, güvenliği sağlamakla görevli polisler heyecandan ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydılar, Suikastçılardan Nedeljko Çabrinoviç, yanında duran polise, büyük bir soğukkanlılık içinde şu soruyu sormuştu:

"Arşidük hangi arabada?"

Polis, büyük bir saflık içinde, altı arabadan birini Çabrinoviç'e gösterdi. Suikastçı, birkaç saniye sonra, elindeki .bombayı Arşidük'ün bulunduğu otomobile fırlatıyordu. Bomba, Franz Ferdinand'ın arabasının çamurluğuna çarparak sıçramış, arkadan gelen yaverlerin otomobilinin önünde patlamıştı. Yol kıyısına birikmiş kalabalıktan 17, konvoydan da 3 kişinin yaralanmasına sebep olmuş, fakat Veliaht'a bir şey olmamıştı. Yaralananlardan biri, Arşidük Ferdinand'ın emir subayı Üsteğmen Merizzi'ydi.

Veliaht, büyük bir tedbirsizlik içinde, emir subayının yanına gitmiş, bir otomobille hastaneye kaldırılıncaya kadar başında beklemişti. Arşidük Franz Ferdinand, bu sırada şehrin Askeri Valisi General Potiorek'e şöyle bağırdığı duyuldu :

"Bombalar ne olacak? Yine atılacak mı?"

General Potiorek, Veliaht’ın bu azarlamasına verdiği karşılık, tam bir şaşkınlık örneğiydi:

"Ekselans, yolunuza gönül rahatlığıyla devam edebilirsiniz. Sorumluluğu ben yükleniyorum."

Bunun üzerine Arşidük otomobiline binmiş ve "Doğru Belediye Dairesine..." emrini vermişti. Belediye dairesinin mermer merdivenlerine yol halıları serilmiş, başındaki sarığıyla müftü efendi bile, Veliaht'ı karşılayıp "hoş geldiniz" demek için karşılayıcılar arasında yer alınıştı. Daha önceden kararlaştırılan ziyafet nedeniyle zengin bir sofra hazırlanmıştı. Fakat Arşidük Ferdinand kızgınlığından yeninde duramıyordu. Yemeğe oturmadan General Potiorek'e, hastaneye gidip emir subayı üsteğmen Merizzi'yi ziyaret etmek istediğini söyledi.

Saraybosna Askeri Valisi Potiorek şaşkınlık içindeydi. Veliaht'a:

"Arşidük Hazretleri, gerçekten gitmek istiyor musunuz?" diye sordu.

"Elbette, elbette. Merizzi'yle konuşmalıyım!."

Veliaht Franz Ferdinand, karısını Belediye Dairesinde bırakarak yalnız başına hastaneye gitmek istiyordu. Fakat Hohenberg Düşes'i, hastaneye kocasıyla birlikte gitmek için direndi. Öndeki iki arabada detektifler ve şehrin ileri gelenleri gidiyorlardı. Veliaht, karısı ve general Potiorek, Çek asıllı bir şoförün kullandığı üçüncü arabadaydı. Tam bir yol ayrımına geldiklerinde Veliaht'ın otomobilini kullanan şoför, direksiyonu sola kırmıştı. Birden General Potiorek'in kızgınlıkla ayağa kalktığı ve şoföre:

"Ne oluyor? Dur!.. Yanlış yola saptın, doğru yola gir!." diye bağırdığı duyuldu.

Şoför bu uyarı üzerine frene basmış ve otomobili, kalabalık kaldırımın yanında, bir dükkânın önünde durdurmuştu. Suikastçıların ikincisi Gavrilo Princip de orada duruyor, iki kız arkadaşıyla konuşuyordu. Otomobilin önünde durduğunu görünce, kız arkadaşlarından ayrılmış, arabanın basamağına fırlayarak tabancasıyla üç el Veliahta iki el Hohenberg düşesine, bir kurşun da Askeri Vali Potiorek'e sıkmıştı.

Keskin bir nişancı olan Gavrilo Princip'in bütün kurşunları yerini bulmuştu, ilk ölen Hohenberg Düşesi oldu. Korsesini delip geçen bir kurşun, sağ böğrüne saplanmıştı. Arşidük Franz Ferdinand, karısından birkaç saniye daha fazla yaşadı. Boynundaki toplar damarı parçalayan ve bel kemiğine saplanan kurşunlarla. Veliaht da karısının yanına cansız olarak serilmişti. Vali'nin.yarası önemsizdi.

19 yaşındaki Sırp yurtseveri Gavrilo Princip, jandarma ve polisler tarafından hemen, yakalandı. Hiç kimse o anda, bu suikastın I. Dünya Savaşı'na yol açacağını ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olacağını elbette ki düşünemezdi.

Veliaht'ın, 1914 yılı 28 Haziranında, saat 11,30'da bıyıkları yeni terlemeye başlayan Gavrilo Princıp adlı öğrenci tarafından öldürülmesi, Viyana'daki savaş taraftarları için bulunmaz bir fırsat oldu. Bunların kışkırtmaları sonucu, 28 Temmuz 1914 sabahı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan'a savaş açtı.

Önce iki devlet arasında başlayan savaşa, az sonra, hemen hemen bütün ülkeler katılacak ve I. Dünya Savaşı dört yıl boyunca kan ve ölüm saçacaktı.

Mahkeme önüne çıkarılan Princip, çekinmeden şunları söyledi:

"Veliaht'ı ben vurdum. Çünkü o. Güney Slavlarının birleşmesini önleyen tek kişiydi!.."

Ünlü tarihçi Emil Ludwig, çok sonraları bu konuda şöyle yazacaktı:

"Gavrilo Princip, prensip müjdecisi demekti. Bu genç acaba dünyaya hangi prensibi müjdeliyordu? Evet, bu genç dünyaya 10 milyon kişinin hayatına, 15 milyonunun sakatlığına ve bir o kadarının da öksüz kalmasına, binlerce şehrin harap olmasına ve uygarlığımızın birkaç yüz yıl geri gitmesine sebep olan bir felâketi, korkunç bir çatışmayı müjdeliyordu. Eğer bunun müjdelenecek bir yanıt var idiyse!.."
 

wien06

V.I.P
V.I.P
Marsilya Suikastı

Yugoslavya Kralı I. Aleksandr için, Fransa parlak bir karşılama töreni hazırlamıştı. Kral, deniz yoluyla Marsilya'ya gelecek, oradan da Fransa Dışişleri Bakanı Barthou'yla birlikte Paris'e gidecekti. Marsilya limanındaki bütün tekneler, gemiler, yatlar her renkten bayraklarla donatılmıştı. Yapılar da aynı biçimde süslenmiş, bütün resmi ve özel binalar Fransız ve Yugoslav bayraklarıyla donatılmıştı.

Bu, yalnızca bir dostluk ziyareti değildi. I. Aleksandr, Fransa yolculuğuna çıkmadan önce eşiyle birlikte 1934 yılı eylülünün 27'sinden 30'una kadar Sofya'da kalmış, böylelikle Bulgarlarla Yugoslavların son bir yıl içinde gerginleşmiş olan ilişkileri, geçici bir süre için bile olsa yumuşamıştı. Yugoslavya'nın Mussolini İtalya’sıyla de ilişkileri iyi değildi. Kral l. Aleksandr, Fransa'ya yapacağı dostluk gezisiyle, İtalya ve Yugoslavya arasındaki soğukluğu giderecek görüşmelere ortam hazırlayacağı inanandaydı. Çünkü, Fransa Dışişleri Bakanı Louis Barthou, ekim ayının sonlarına doğru İtalya'ya gitmeye hazırlanıyordu.

Kral l. Aleksandr ve Kraliçe Marie, Belgrat'tan 1934 yılı ekim ayının dördüncü günü ayrılmışlar, Boka Kotarsa'dan kendilerini Fransa'ya götürecek olan "Dubrovnik" torpidosuna binmişlerdi. Fakat yolda Kraliçe'yi deniz tutmuş, karaya çıkarak Belgrat'a dönmek zorunda kalmıştı. Kraliçe Marie, daha sonra karadan Simplon-Orient ekspresiyle Dijon'a gelmişti. Marsilya'ya indikten sonra kocasına katılmayı düşünüyordu.

Fırtınalı geçen bir yolculuktan sonra hava, 9 Ekimde iyice açtı. Toulon'dan yola çıkan Fransız I. Akdeniz Filosu, Kral'ı karşılamak için üç destroyerini "Dubrovnik"e eşlik etmesi için göndermişti. Hazırlanan plana göre, bir motor Kral ve yanındakilerini Quai des Belges rıhtımına çıkardı. Orada şeref kıtası bekliyordu. I. Aleksandr'ı Fransa adına Bahriye Bakanı ve Dışişleri Bakanı Louis Barthou selâmladılar. Fransız denizcileri Kral'ı yedi kere "Hurra!.." diye bağırarak karşıladılar. Annesinin ileriye ittiği ulusal kıyafetleri içindeki küçük bir kız çocuğu, yabani çiçeklerden derlenmiş bir demet sundu.

Halkın coşkun sevgi gösterileri arasında, kortej ağır ağır Canebiere caddesinde ilerlemeye başlamıştı, l. Aleksandr, tercümanı general Georges ve Fransa Dışişleri Bakanı Barihou'ya aynı otomobilde gidiyorlardı. Saat dördü on dakika geçerken, otomobili korumakla görevli olanlardan piyade subayı Piollet, kalabalık arasından birinin fırladığını ve atının önünden geçerek arabanın basamağına çıktığını gördü. Adam, göz açıp kapayıncaya kadar, elindeki otomatik tabancayla, otomobilin içine ateş etmeye başlamıştı. O sırada. Kral’ın tercümanı general Georges, dışarıya bakıyordu. Silah seslerini duymuş, fakat çok uzaklardan geldiğini sanmıştı.

Suikastçıyı ilk görenlerden biri de, otomobilin şoförüydü. Bir eliyle adamı itiyor, öteki eliyle de arabayı sürmeye çalışıyordu. Suikastçıyı bu şekilde durduramayınca. otomobili durdurup adamı basamaktan aşağı itti. Kalabalık olup bitenlerin farkında değildi. Halkın sevgi gösterileri Kral vurulduğu sırada devam ediyordu. Dışarıya bakmakta olan general Georges, içeriye çekilince Kralı ve Barthou'yu kanlar içinde yatarken gördü. Elindeki uzun namlulu tabancasıyla suikastçı hâlâ basamaktaydı. General Georges, duraksamadan adamın üzerine atıldı. Suikastçı bu sefer general Georges'a dönerek dört el ateş etti. General de göğsünden ve kollarından yaralanmıştı.

Piyade subayı Piollet, hızla suikastçıya arkasından yaklaşmış ve kılıcıyla kafasına ve kollarına vurmaya başlamıştı. Adam kılıç vuruşları sonunda basamaktan aşağı yere yuvarlandı. Suikastı geç de olsa öğrenen halk, ilk önce paniğe kapılmış, fakat daha sonra yerde kanlar içinde yatan adamın üzerine çullanarak linç etmeye kalkışmıştı. Halkın elinden zorlukla alınan suikastçı, bir polis kulübesine sokulmuş, az sonra da orada sorguya çekilemeden ölmüştü.

Üzerinden çıkan pasaporttan 1899'da Hırvatistan'ın merkezi olan Zagrep'de doğmuş Petrus Kelemen olduğu anlaşıldı. Yalnız bu suikastçının gerçek adı değildi. Yapılan soruşturma sonunda, adamın Georgiev, Stoyanov, Dimitrov, Çemozomsky, Suk, Kerin ve Veliçko adlarını taşıdığı da anlaşılmıştı. Suikastçının gerçek adının hangisi olduğu bugün bile bilinmemektedir.

Pasaport'a göre, suikastçı Petrus Kelemen ticaretle uğraşan biriydi. Fransa'ya 28 Eylülde Vallorbe sınır kapısından girmişti. Vücudundaki "kuru kafa" şeklindeki döğmeden, ORİM (İç Makedonya İhtilâlci Organizasyonu) örgütüne bağlı bir tedhişçi olduğu sanılıyordu. Suikast, en küçük ayrıntısına kadar örgüt tarafından hazırlanmış, Petrus Kelemen yalnızca bir araç olmuştu.

Suikasttan hemen sonra şoför, aldığı emir üzerine otomobili yeniden çalıştırıp son hızla olay yerinden uzaklaştı. Kral I. Aleksandr vücuduna iki kurşun yemişti. Birinci kurşun onu hemen öldürmüştü. Fransa Dışişleri Bakanı Barthou'nun yarasının ilk önce hafif olduğu sanılmıştı. Fakat kurşun kolundaki ana kan damarını parçalamıştı. Bileğinin bir mendille bağlandığını gören Dr. Bonnal öfkelenmişti. Çünkü yara Barthou'nun dirseğinin üzerindeydi ve Dışişleri Bakanı sürekli kan kaybediyordu. Ameliyatla parçalanan kan damarı dikilmiş, fakat kan vermeye hazırlanılırken Barthou ölmüştü.

General Georges'un göğüs ve kollarında dört kurşun yarası vardı. Madalyalarından biri, kurşunun kalbine saplanmasını önlemişti. General, yine de günlerce ölümle korkunç bir savaşa girdi ve sonunda kurtuldu. Petrus Kelemen'in dördüncü kurbanı polis memuru Celestin Galy'di. Kargaşalık sırasında polis kurşunlarına hedef olan Bayan Yolande Paris ve Durbec de aldıkları yaraların etkisiyle öldüler.

Suikast sonucu Kral I. Aleksandr öldüğünde. Kraliçe Marie trenle Dijon'a gelmiş bulunuyordu. Tren Dijon garındayken, Belediye Reisi, başsağlığı dilemek için Kraliçe'nin vagonuna bindi. Fakat kadının, suikasttan haberi olmadığını görünce, olayı birden söyleyemedi. Bir süre trende Kraliçe Marie'yle kalarak bu acı haberi ona alıştıra alıştıra bildirdi. Kraliçe, büyük bir üzüntü duymasına rağmen kendisine hâkim olarak, soğukkanlılığını kaybetmedi. Vagonu Dijon'da, Marsilya ekspresine bağlandı.

Aylarca süren soruşturmalardan sonra, suikast sanığı olarak üç kişi tutuklandı. Bunlardan Zvonim Pospicil ve Ivan Ragic, Kral birinci suikasttan kurtulursa, bir ikincisini düzenlemekle görevlendirilmişlerdi. Mio Kralj ise, Petrus Kelemen'le birlikte Marsilya'da Kralı öldürecekti. Fakat olay sırasında çıldırdığından kaçmıştı.

Suikastçıların I. Aleksandr'ı öldürmek için, USTASİ adlı örgüt tarafından Marsilya'ya gönderildikleri, yapılan yargılama ve soruşturmalar sonunda anlaşılmıştı.

Petrus Kelemen, ORİM örgütünün önderi Ivan Mihaylov'un yaveri ve şoförüydü. Bir başka görevi de USTASİ ve ORİM örgütleri arasında habercilik yapmaktı. USTASİ örgütü, Dr. Ante Paveliç'in önderliğinde kurulmuştu. Amaçları, Hırvatistan'ı, Yugoslavya'dan ayırmaktı. Yugoslavya hükümetinin 1929 yılında, USTASİ örgütüne karşı giriştiği temizleme hareketinden sonra, üyeleri yabancı ülkelere, özellikle Bulgaristan, İtalya ve Macaristan'a kaçmışlardı. USTASİ örgütünün önderi Dr. Ante Paveliç, bundan sonra, Makedonya'yı Yugoslavya'dan ayırmak isteyen ORİM örgütünü "Müttefik" ilân ederek, onlarla işbirliği yapmaya başladı.

Mussolini, Yugoslavya'nın parçalara ayrılıp küçük devletler halinde bölünmesini kendi çıkarlarına uygun buluyordu. Bu nedenle, ORİM ve USTASİ örgütlerini her yönden destekliyordu. Bu iki örgütün üyeleri, İtalya'da Bari şehrinde gerilla eğitimi görüyorlardı. Ayrıca bir bölümü de, Macaristan'ın Yugoslavya sınırına yakın Janka Puszta kasabasında yuvalanmışlardı.

Yugoslavya Kralı I. Aleksandr'ı, Mussolini'den para ve silah yardımı gören, İtalyan pasaportlarıyla yolculuk eden, işte bu iki örgütün üyeleri öldürmüşlerdi.
 
Top