Van Gogh’un gemisi kalkmak üzere diye bağıran sinema perdesini belleğinin en uç kısımlarında saklayan sanatçı, herşeyden kaçmak, kabuğuna dönmek istemektedir. İşaretler onu haritanın başka bir yerine, üzerine kahve dökülen başka bir yerine götürür. Uzun süre önce öldürmeye çalıştığı, fakat her öldürüşünde bir ejderha gibi yeniden canlanan aşkı sokağın bütün çirkinliğinden uzak, o semada uçmaktadır.
Aşk... Onu ne kadar sevdiğini anlatabilse, Moskova önlerindeki utancını Fransa’ya taşıyan kral gibi utanarak yürümeyecek belki. Onu her gördüğünde, ona karşı hiç bir şey hissetmeyen salağı oynamayacak belki... Ne garipsin sen aşk. Van Gogh’un gemisi kalkmak üzere. Her şeyden de çifter çifter alacaklar... Peki ya sanatçı oraya vardığında yanında kimi getirecek? Peki aşk kiminle gidecek oraya? Niye sanatçı aşkla birlikte gidemiyor peki? Niye? Ne garipsin sen aşk?
Bütün işaretler Van Gogh’un gemisine mi çıkıyor? Peki bu gemide bir miço olarak Nuh ne kadar mutlu? Nuh ne kadar anlayabilir aşkına ulaşamayan sanatçıyı? Ey Nuh, ellerini yedi beyza bir peygamber eli gibi inançsız bir sanatçıya uzatabilir misin? Tıpkı ellerini inançsız bir aşka uzatan sanatçı gibi... Ey Nuh, duyabilir misin sanatçının sessiz aşk çığlıklarını... Shekspeare’in -kaldıysa- kemikleri sızlasın... Nuuh, neredesin? Nuuuuuh!...
Spot ışıkları doktordan deli raporu almıştır ve dansetmektedir sokakta. Çünkü karanlıktır sokak, çünkü varlığını en iyi burada duyumsamaktadır deli spotlar. Dokuzuncu senfoni eski bir dost gibi gelip fon müziği yapsın bu deli spotlara derken aslında çoktan orada olduğunu farkeder sanatçı. Birden durulur spotlar. Martı taklidi yapan bir mimci edasıyla gökyüzüne süzülür deli spotlar. Tanrı Türkü korusun. Neler oluyor? Türkü koruyan tanrılar söyleyin, niye duruldu deli spotlar? Sanatçı sokaktan aşkın geçmekte olduğunu farkeder. Ve spotlar sadece aşkın geçtiği yerlere vurmaktadır. Ne büyüksün sen aşk... Ayın ondördü ve güneşin bilmem kaçı bir araya gelip aydınlatmaya çalışsalar seni, senin ışığında boğulmazlar mı? Söyle Aşk, nasıl bu kadar zarif yürüyebilirsin? Türk Dil Kurumunun bütün salakları toparlanın, zerafet kelimesi yetersiz kalıyor. Yeni bir kelime bulmalısınız. Bakın şu aşka, ne kadar zarif yürüyor ve zerafet kendini anlatmaktan belki de ilk kez bu kadar aciz. Dağılın Türk Dil Kurumunun bütün salakları... Sanatçı bulur o kelimeyi, bütün varlığını aşka indirgemiş sanatçı.
Gözyaşları var mıdır sanatçının? Zaman çocukluğunu sürerken bütün aşk mektupları gözyaşlarıyla süslenirdi. Oysa şimdi, sanatçı bilgisayarla yazıyor ve gözyaşı en fazla klavyeyi bozmaya yarıyor. Utanmalı kendinden zaman, utanmalı kendinden, bu durumu henüz keşfedememiş göstergebilim ve Roland Barthes.
Sanatçı ağlar. Gözyaşları “a” tuşunun üzerine düşer, ordan kayarak sokağa doğru koşmaya başlar. Bu saatte kim vardır sokakta? Gece bekçileri mi? Niye bekliyorlarsa geceyi? Bu güne kadar kaç kişi geceyi çalmaya teşebbüs etti? Hiç mi? Oysa sanatçı sadece aşkın beklemeye değer olduğunu düşünmektedir. Sokakta doludizgin koşturan gözyaşları da... Kimi aramaktadır gözyaşları? Aşkı mı? Oysa aşk şu anda uyumaktadır... Gözyaşları denize atılıp, yüzerek karşıya geçmeye çalışırlar. Bir keresinde sanatçı aynaya baktığında “ben kendinde boğulan bir denizim” demişti. Bunu hatırladı gözyaşları, denizin bu kadar içinde ve deniz bu kadar onların dışındayken. Gözyaşları asla dolmuş durağında beklemezler. Kaçıncı katta oturuyor aşk? Hiç önemli değil. Gözyaşları asla adres sormazlar. Gözyaşları hiç adres sormadan aşkın yatağına kadar geldiler ve aşk uykusunda yüzünü çevirince yastığının ıpıslak olduğunu görüp dehşete düştü. Oysa bilmeliydi aşk bu ıslaklığın sanatçının gözyaşları olduğunu...
Sinema perdesine vuran ışığı tanıdın mı aşk? Seni sokakta seyreden deli spotlar bunlar. Yıne dansedecekler bak... İşte başladı dans. Aşk bu sinema salonuna gelmemelisin sen. Aşk hangi yer göstericisi elinde biçimsiz bir fenerle sana oturacağın koltuğu gösterebilir ki? Senin yaydığın o güçlü ışıkta kör olduktan sonra dünyanın bütün yer göstericileri... Aşk, şu filme bakar mısın? Senin aurandan çıldırdı bak David Bowie, senin güzelliğinden köpürmekte Courtney Love... Aşk bu sinema salonuna gelmemelisin.
Neden Van Gogh fırçayı bir matkap gibi çevire çevire kullanır? Sanatçının kalbine bir matkap edasıyla giren aşk gibi... Neden? Neden bu yürek sökme sevdası aşk? Boris Vian niye Yürek Söken’i sana ithaf etmedi peki?
Sanatçı yazarken içeri girer Boris Vian. Vian vian bakınır etrafına. Aşkı gördün mü Boris? - Cık... Kör olarak doğmalıymışsın sen Boris, nasıl görmezsin onu? Sokaktan geçerken, utancından yerin dibine geçiyor parke taşları, sokak tabelaları onu gördüklerinde intihar etmeye kalkıyorlar. Ve sen onu görmüyorsun bile, öyle mi? Utanmalısın... Al şu “Günlerin Köpüğünü” de götür burdan. Dünyanın en güzel aşk romanını yazan adam sen misin?
Haritanın kahve dökülen yerinde aşk görülmüştür. Sanatçı, neden bu aşkı öldürmeye çalıştın? Bak sen öldürmeye çalıştıkça ölüyorsun farketmedin mi? Çünkü sen ve aşk birbirinizde fena fillaha eriştiniz. Sen artık aşksın. Ve öldürmeye çalıştığın aşk da aslında sensin. Bu yüzden sürekli ölüyorsun. Zaman bir yaşına daha girdiğinde aşk büyüyüp serpiliyor, farketmiyor musun? Bu aşktan kaçmaya çalıştıkça kovalayacak seni. Kendi kendini kovalayan bir tanrı gibi. Çünkü sen o aşksın. Daha ne kadar kaçacaksın kendinden. İşte çıkış yok... No Exıt... Artık durmalı ve yüzleşmelisin kendinle. Dur orda korkak... Yüzleş onunla...
Aşk, sanatçıya yakın olduğunda o kadar uzaktın ki ondan... Aşk, hiç bir şeyden habersizdin. Aşk, Van Gogh’un gemisinin yelkenlerine dolan püfür püfür rüzgarın sesini duymadın mı hiç? Aşk... Nasıl bu kadar uzak kalabildin? Suç biraz da Nuh’undu tabi... Herşeyin tanığı olduğu halde, hiçbir şeyin tanığı gibi davrandı. Ne seni ona, ne onu sana anlattı... Aşk, daha ne kadar kaçacaksın ondan?
Van Gogh’un kesik kulağını görebiliyor musun aşk? Peki Napolyonun utancını? Peki ya Roland Barthes’in ve göstergebilimin utancını? Boris Vian’ın aşk konusundaki beceriksizliğini? Nuh’un ihanetini peki? Çıldıran David Bowie’yi, kıskançlıktan çatlayan Courtney Love’u? Görebiliyor musun aşk? Boyaynasında kendini seyrederken kendinde beni görebiliyor musun? Dünyanın bütün yer göstericileri gibi kör olduğunu söyleme sakın aşk...
Yine o sokaktan geç aşk... Sanatçının delirdiğini görmelisin. Bilirsin, deliler için hemen hayat hikayeleri uydurulur; bu adam eskiden generalmiş de ordusu yenilince delirmiş, çok zenginmiş de paraya doymamış delirmiş gibi... Benim hakkımda da böyle hikayeler uyduracaklar aşk. Ama niye delirdiğimi bir tek sen bileceksin. Bir tek sen. Bundan zevk almalısın aşk. O sokaktan geçmelisin. Sokak kendinden geçmeden...
İşte son fırça darbelerini de matkap gibi çevire çevire indiriyor tuale Van Gogh. Gemi bitti, bitiyor... Nuh hiç bir zaman yedi beyza ellerini uzatmadı bana. Sen uzat ellerini aşk. Bu gemiye binip gitmeliyiz burdan, küçük kırmızı balık aşkından ölmeden... Son spotlar sönmeden... Uzat ellerini aşk... Aaaaaşk!...
Resul Ertaş
Aşk... Onu ne kadar sevdiğini anlatabilse, Moskova önlerindeki utancını Fransa’ya taşıyan kral gibi utanarak yürümeyecek belki. Onu her gördüğünde, ona karşı hiç bir şey hissetmeyen salağı oynamayacak belki... Ne garipsin sen aşk. Van Gogh’un gemisi kalkmak üzere. Her şeyden de çifter çifter alacaklar... Peki ya sanatçı oraya vardığında yanında kimi getirecek? Peki aşk kiminle gidecek oraya? Niye sanatçı aşkla birlikte gidemiyor peki? Niye? Ne garipsin sen aşk?
Bütün işaretler Van Gogh’un gemisine mi çıkıyor? Peki bu gemide bir miço olarak Nuh ne kadar mutlu? Nuh ne kadar anlayabilir aşkına ulaşamayan sanatçıyı? Ey Nuh, ellerini yedi beyza bir peygamber eli gibi inançsız bir sanatçıya uzatabilir misin? Tıpkı ellerini inançsız bir aşka uzatan sanatçı gibi... Ey Nuh, duyabilir misin sanatçının sessiz aşk çığlıklarını... Shekspeare’in -kaldıysa- kemikleri sızlasın... Nuuh, neredesin? Nuuuuuh!...
Spot ışıkları doktordan deli raporu almıştır ve dansetmektedir sokakta. Çünkü karanlıktır sokak, çünkü varlığını en iyi burada duyumsamaktadır deli spotlar. Dokuzuncu senfoni eski bir dost gibi gelip fon müziği yapsın bu deli spotlara derken aslında çoktan orada olduğunu farkeder sanatçı. Birden durulur spotlar. Martı taklidi yapan bir mimci edasıyla gökyüzüne süzülür deli spotlar. Tanrı Türkü korusun. Neler oluyor? Türkü koruyan tanrılar söyleyin, niye duruldu deli spotlar? Sanatçı sokaktan aşkın geçmekte olduğunu farkeder. Ve spotlar sadece aşkın geçtiği yerlere vurmaktadır. Ne büyüksün sen aşk... Ayın ondördü ve güneşin bilmem kaçı bir araya gelip aydınlatmaya çalışsalar seni, senin ışığında boğulmazlar mı? Söyle Aşk, nasıl bu kadar zarif yürüyebilirsin? Türk Dil Kurumunun bütün salakları toparlanın, zerafet kelimesi yetersiz kalıyor. Yeni bir kelime bulmalısınız. Bakın şu aşka, ne kadar zarif yürüyor ve zerafet kendini anlatmaktan belki de ilk kez bu kadar aciz. Dağılın Türk Dil Kurumunun bütün salakları... Sanatçı bulur o kelimeyi, bütün varlığını aşka indirgemiş sanatçı.
Gözyaşları var mıdır sanatçının? Zaman çocukluğunu sürerken bütün aşk mektupları gözyaşlarıyla süslenirdi. Oysa şimdi, sanatçı bilgisayarla yazıyor ve gözyaşı en fazla klavyeyi bozmaya yarıyor. Utanmalı kendinden zaman, utanmalı kendinden, bu durumu henüz keşfedememiş göstergebilim ve Roland Barthes.
Sanatçı ağlar. Gözyaşları “a” tuşunun üzerine düşer, ordan kayarak sokağa doğru koşmaya başlar. Bu saatte kim vardır sokakta? Gece bekçileri mi? Niye bekliyorlarsa geceyi? Bu güne kadar kaç kişi geceyi çalmaya teşebbüs etti? Hiç mi? Oysa sanatçı sadece aşkın beklemeye değer olduğunu düşünmektedir. Sokakta doludizgin koşturan gözyaşları da... Kimi aramaktadır gözyaşları? Aşkı mı? Oysa aşk şu anda uyumaktadır... Gözyaşları denize atılıp, yüzerek karşıya geçmeye çalışırlar. Bir keresinde sanatçı aynaya baktığında “ben kendinde boğulan bir denizim” demişti. Bunu hatırladı gözyaşları, denizin bu kadar içinde ve deniz bu kadar onların dışındayken. Gözyaşları asla dolmuş durağında beklemezler. Kaçıncı katta oturuyor aşk? Hiç önemli değil. Gözyaşları asla adres sormazlar. Gözyaşları hiç adres sormadan aşkın yatağına kadar geldiler ve aşk uykusunda yüzünü çevirince yastığının ıpıslak olduğunu görüp dehşete düştü. Oysa bilmeliydi aşk bu ıslaklığın sanatçının gözyaşları olduğunu...
Sinema perdesine vuran ışığı tanıdın mı aşk? Seni sokakta seyreden deli spotlar bunlar. Yıne dansedecekler bak... İşte başladı dans. Aşk bu sinema salonuna gelmemelisin sen. Aşk hangi yer göstericisi elinde biçimsiz bir fenerle sana oturacağın koltuğu gösterebilir ki? Senin yaydığın o güçlü ışıkta kör olduktan sonra dünyanın bütün yer göstericileri... Aşk, şu filme bakar mısın? Senin aurandan çıldırdı bak David Bowie, senin güzelliğinden köpürmekte Courtney Love... Aşk bu sinema salonuna gelmemelisin.
Neden Van Gogh fırçayı bir matkap gibi çevire çevire kullanır? Sanatçının kalbine bir matkap edasıyla giren aşk gibi... Neden? Neden bu yürek sökme sevdası aşk? Boris Vian niye Yürek Söken’i sana ithaf etmedi peki?
Sanatçı yazarken içeri girer Boris Vian. Vian vian bakınır etrafına. Aşkı gördün mü Boris? - Cık... Kör olarak doğmalıymışsın sen Boris, nasıl görmezsin onu? Sokaktan geçerken, utancından yerin dibine geçiyor parke taşları, sokak tabelaları onu gördüklerinde intihar etmeye kalkıyorlar. Ve sen onu görmüyorsun bile, öyle mi? Utanmalısın... Al şu “Günlerin Köpüğünü” de götür burdan. Dünyanın en güzel aşk romanını yazan adam sen misin?
Haritanın kahve dökülen yerinde aşk görülmüştür. Sanatçı, neden bu aşkı öldürmeye çalıştın? Bak sen öldürmeye çalıştıkça ölüyorsun farketmedin mi? Çünkü sen ve aşk birbirinizde fena fillaha eriştiniz. Sen artık aşksın. Ve öldürmeye çalıştığın aşk da aslında sensin. Bu yüzden sürekli ölüyorsun. Zaman bir yaşına daha girdiğinde aşk büyüyüp serpiliyor, farketmiyor musun? Bu aşktan kaçmaya çalıştıkça kovalayacak seni. Kendi kendini kovalayan bir tanrı gibi. Çünkü sen o aşksın. Daha ne kadar kaçacaksın kendinden. İşte çıkış yok... No Exıt... Artık durmalı ve yüzleşmelisin kendinle. Dur orda korkak... Yüzleş onunla...
Aşk, sanatçıya yakın olduğunda o kadar uzaktın ki ondan... Aşk, hiç bir şeyden habersizdin. Aşk, Van Gogh’un gemisinin yelkenlerine dolan püfür püfür rüzgarın sesini duymadın mı hiç? Aşk... Nasıl bu kadar uzak kalabildin? Suç biraz da Nuh’undu tabi... Herşeyin tanığı olduğu halde, hiçbir şeyin tanığı gibi davrandı. Ne seni ona, ne onu sana anlattı... Aşk, daha ne kadar kaçacaksın ondan?
Van Gogh’un kesik kulağını görebiliyor musun aşk? Peki Napolyonun utancını? Peki ya Roland Barthes’in ve göstergebilimin utancını? Boris Vian’ın aşk konusundaki beceriksizliğini? Nuh’un ihanetini peki? Çıldıran David Bowie’yi, kıskançlıktan çatlayan Courtney Love’u? Görebiliyor musun aşk? Boyaynasında kendini seyrederken kendinde beni görebiliyor musun? Dünyanın bütün yer göstericileri gibi kör olduğunu söyleme sakın aşk...
Yine o sokaktan geç aşk... Sanatçının delirdiğini görmelisin. Bilirsin, deliler için hemen hayat hikayeleri uydurulur; bu adam eskiden generalmiş de ordusu yenilince delirmiş, çok zenginmiş de paraya doymamış delirmiş gibi... Benim hakkımda da böyle hikayeler uyduracaklar aşk. Ama niye delirdiğimi bir tek sen bileceksin. Bir tek sen. Bundan zevk almalısın aşk. O sokaktan geçmelisin. Sokak kendinden geçmeden...
İşte son fırça darbelerini de matkap gibi çevire çevire indiriyor tuale Van Gogh. Gemi bitti, bitiyor... Nuh hiç bir zaman yedi beyza ellerini uzatmadı bana. Sen uzat ellerini aşk. Bu gemiye binip gitmeliyiz burdan, küçük kırmızı balık aşkından ölmeden... Son spotlar sönmeden... Uzat ellerini aşk... Aaaaaşk!...
Resul Ertaş