Ahmet için kâbus saati başlamıştı. Cehennem sanki kollarını açmış kendisini sarmak istiyormuşçasına hararetliydi. Bu sırada kulaklarına eşi Nesrin’in sesinin geldiğini sandı:
-Ahmet, Ahmeeet
Sağa sola baktı kimseyi göremedi. Ama belli belirsiz ses kulaklarında çınlamaktaydı. “Ahmet, Ahmeeet” ancak Ahmet’in şimdi bunu düşünecek ve sesin nereden geldiğini bulmaya çalışacak zamanı da hali de yoktu. Düşüşü hızlanmış neredeyse cehennemin kolları kendisini yutacaktı. İşte tam bu sırada ta kalbinin derinlerinden “aman ya Rabbi aman ya Rabbi” diye bir nefes alış verişi duyuldu. Bu sözün üzerine alnından bir ışık sırat köprüsünün altına doğru kaydı. Bembeyaz, yumuşacık bir ele dönüştü. Ahmet’te cehennemin sıcak nefesi yerine kendisini yumuşacık serin bir elin içinde buldu. Nefes alış verişi değişti. Yüzü pembeleşti. Gözlerinde ateşin kızıllığı parıldarken, gözlerinde kurtuluşun, umudun sevinci okunuyordu. El kendisini yakalayıp yavaşça yukarılara doğru çıkardı.
Ahmet kendisini kurtaran elin sahibini görmek için korku dolu gözlerini yavaşça açıp umutla doldurmaya çalıştı. Şimdi umudu kuşanmış bir duyguyla gözleri açıktı. Yüzünde hüznün yerini sevinç almış bir halde “el”in sahibine baktı. Nur yüzlü, aksakallı tatlı mı tatlı bir ihtiyarcıktı. Yüzü aydınlıktı. Melekler gibi güven veriyordu. Şaşkınlık Ahmet’in yüzünde diz boyuydu. Ama öylesine hoş bir şaşkınlıktı ki sevinçten ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Sonunda müşfik elin naif okşayışlarıyla kendine geldi. Biraz daha iyi olmuştu. Toparlanmıştı.
-Sen kimsin, neden beni kurtardın?
-Ben senin namazınım. Kılmaya çalıştığın ve ayakta tutmaya gayret ettiğin namazın.
Ahmet bu sefer sanki biraz kızmış gibi bir tarzda sitem eder şekilde namaza seslendi;
-Peki bu zamana kadar niye geciktin. Bana bu sıkıntıları niye yaşattın. Neredeyse sırat köprüsünden düşüyordum. Alevler yüzümü yalamaya başlamıştı.
Namaz hafiften tebessüm ederek Ahmet’i boydan boya süzdü. Sonra da;
-Biraz önce ateşin rüzgarlarında kendinden geçmiştin şimdi ne oldu saldırıya geçecek kadar güçlü oldun galiba.
-Ama haksız mıyım? Sen benim namazımsın. Ateşten kurtaracaktın. Sıkıntıya sokmayacaktın hani ahirette!
-Doğru söylüyorsun seni sıkıntıya sokmayacaktım ama sen de beni dinç tutacaktın, ikame edecektin. Değil mi? Peki sen ne yapmıştın hatırla bakalım. Vaktin sonuna bırakırdın, işin varsa alel usul geçiştirirdin. Yani anlayacağın sen beni hep vaktin sonlarına bırakırdın işte ben de sana son anda yetiştim.
-Ya öyle mi! Peki seni hiç kılmamış olsaydım o zaman ne olacaktı?
-Onu da o zaman görürdün. Seni tutmasaydım ne olacaktın bir düşün, düşün de öyle ne olacağına karar ver.
-İnan ölüm bundan daha kolaydı. O an sanki gerçekten ölecekmişim gibi hissettim. Belki de ölümsüzlük çizgisinde sonsuz alev rüzgarı ürpertti şimdi ne olacak?
-Şimdi meleklerin sorularına cevap vereceksin. Onların soruları cevaplanmadan kurtuluş yok. Bir şekilde cevap verilecek. Yoksa…. Sonrasını düşünmek bile istemiyorum.
-Peki nasıl cevap vereceğim, bir türlü cevabı doğru söyleyemedim.
-Şimdi ben senin elerinden tutup, yüreğini teskin edince ruhunda bir hafiflik ve dinginlik hissedeceksin. O sükunla cevapları verebileceğini düşünüyorum.
Bu sırada melekler konuşmaya şahit olmuşlardı. Onların yanına doğru kanat çırparak gittiler. Ahmet’e dönerek;
-Ee Ahmet namazın şimdilik şefaatçin oldu. Seni sırat köprüsünden kurtardı. Ancak “Rabbin kim?” sorusu cevaplandırılmadan bundan kurtuluş yok.
Ahmet, meleklerin bu sözleri üzerine verdiği cevapları bir gözden geçirdi. Servet, para, kadın, çocuklar, mevki, makam hiçbirisi baki değildi. Hiçbirisi kendisiyle birlikte gelmemişti. Şimdi ise namazı yanı başındaydı. Aklı yavaş yavaş toparlanıyordu. Rabbini hatırlamaya başlıyordu. Kendisinin gerçek Rabbinin kim olduğunu namaz ipucuyla hatırlıyordu. Meleklerin kendisine güven veren bakışlarından cesaret alarak soruyu sormalarını istedi. Melekler;
-Men Rabbüke (Rabbin kim)?
Ahmet namaza baktı. Gülümsüyordu. Elleri kulaklarına doğru gidiyordu. Sonra göbeği hizasında bağlanıyordu. Eğiliyor, kalkıyor, tekrar yere kapanıyordu. Hatırlamıştı, hatırlamıştı Rabbini. Her namaza başlarken adını andığı, rükûsunda, secdesinde yücelttiği eşsiz sevgiliydi. “Allah” sözlerin en anlamlısı, sevdaların en yücesiydi. Huzurun, umudun, sevginin, barışın kaynağıydı. İşte hatırladı. Yüzü ayın on dördünden daha parlaktı. Sonbahar bitmişti. İlkbahardaki kuşların o güzelim şen şakrak cıvıltıları ruhunda çınlıyordu. Kelebekler gibi uçmaya başlamıştı. Dillerde yankılanan Allah sevdaların en anlamlısı ve sınırsızıydı. Ahmet, içten gelen bir sevda sarhoşluğuyla haykırdı;
-Allah, Allah’tır benim Rabbim, ve İlah’ım. Kendisine yöneldiğim, secdelere kapandığım, rükûlarla andığım eşsiz yüceler yücesidir O. Allah’tır benim Rabbim, Allah!
Melekler Ahmet’in sevinçle verdiği cevap karşısında kanat çırptılar, tekbir getirdiler. “Allah’u Ekber,
Allah’u Ekber…”
Ahmet, cevabında isabet ettiğini, meleklerin sevinç tekbirlerinden anlamıştı. Mutluluk yüzünde bir bahar meltemi gibi esiyordu. YHS’nin ilk sorusunu nihayet geçmişti. Meleklerin kendisine sürekli olarak neden tebessüm ettiğini ve güven verici bakışlarını eksiltmediklerini şimdi daha iyi anlıyordu. Kendisinin bu sorunun cevabını bir şekilde vereceğini biliyorlardı ve bundan dolayı da mütebessim bakışlarını hiç bırakmamışlardı.
Namaz yanında büyük bir müjdeci olarak duruyordu. Kurtarıcısıydı. Ellerinden tutup çekivermişti ateşin yalayan rüzgarlarından sırat köprüsünün hemen altından. Ama o korkuyu ve heyecanı hissetmişti. Melekler kanatlarını çırparak havalandılar. Etrafında birkaç tur dönüp yanı başına indiler.
-Evet Ahmet artık ikinci soruya geçebiliriz.
-İkinci soru mu nasıl yani?
-Daha üçüncü ve dördüncü sorularda sırada beklemektedir. Yavaş yavaş bu aşamayı geçtikten sonra imtihanın sonucuna göre kısa bir yolculuk yapacağız.
-Ne yolculuğu, nasıl bir yolculuk?
-İmtihan iyi geçerse öğrenirsin. Şimdi dikkatle dinle ikinci soru geliyor. Peygamberin kimdir?
-Peygamber mi o da ne?
-Sana yol gösteren, hayatta rehberlik eden kimdir?
-Şey eee yani bir dakika düşüneyim de…
Bu sırada namaz yanında oturmuş salâvat getirmektedir. “Allah’ümme Salli ala seyyidina Muhammed ve ala âli seyyidina Muhammed” bunu birkaç defa tekrar eder. Ahmet hafiften kulak kabartır. Namazı kendisine bu konuda da yardımcı olmuştu. Tahiyyatta oturup okuduğu dua aklına gelmişti. Onunla birlikte bir gül kokusu hissetti ta yüreğinin derinliklerinde. Birden efendisi Hz Muhammed göründü. Elinde Kur’an kendisine tebessüm ediyordu. Bu Ahmet için en büyük mutluluktu. Hep hayal ettiği ve görmeyi çok arzu ettiği efendisi Hz Muhammed (as) şimdi karşısındaydı. İşte benim senin peygamberin derecesine nakışlarıyla umut veriyor, Ahmet’i cesaretlendiriyordu. Ahmet, namazın fısıldayan nefesiyle bu suruyu da çözmüştü;
-Efendim Hz Muhammed aleyhisselamdır.
O benim nebim ve peygamberimdir.
Melekler isabet ettiği cevapta olduğu gibi bunda da tekbir Ahmet’i getirip kutladılar. Ardından üçüncü soru geldi:
-Kitabın ne? Sana yol gösteren rehber ve kılavuzluk eden kitabın nedir söyle! Dediler.
Ahmet artık ortama alışmış ve namazın o cennet müjdecisi nefesinden ruhuna akan sese kulak vermişti.
“Elif Lam Mim zelikel kitabu la raybe fiih. Huden lil muttakiin”
Kutsal nağmeler terennüm ediyordu namazın nefesinde. Ahmet namazda okuduğu ayetleri hatırladı. Kendisi için ebedi kılavuzun tek olduğunu hatırladı. Sevinç boğazında düğümlenmişti. Konuşmakta zorlanıyordu. İlk aşamayı geçmeye çok az bir zaman kalmıştı. Ruhunun tüm zerreleri sevinçten büyük bir mutluluk duyuyordu. Hele o güzel insanın elindeki kitaptan bir ayet okuması Ahmet’i kendinden geçirdi. Ruhu dayanamadı bu büyük mutluluğa.
Kendisine göre kısa bir süre sonra ayıldı. Gözleri ayın on dördü gibi parlıyordu. Nefesi güçlenmiş, sesi gürleşmişti;
-Kitabım Sonsuz Nur ve eşsiz rehber Kur’an- Kerim’dir.
O dünyadan getirdiğim nurum ve yol aydınlatıcımdır. Işığımdır. Her namazımda onunla hayat bulur ve her sabah ondan bir bölüm okuyarak güne bir kuş kadar özgür başlardım.
Melekler yine tekbir getirip sevincini paylaştılar. Son soru gelmişti ansızın:
-Kıblen neresi söyle!
Artık Ahmet için bu soru daha da kolaylaşmış bir örgüye dönmüştü. Tüm ihtişamıyla Kabe siyah örtüsünün içinde tam karşısında duruyordu. Namazı ise onun karşısında kıyam, rüku, secde, tahiyyat derken namazı ikame etmeye başladı. Hz İbrahim ve Hz İsmail canlandı gözlerinde. Onların Kâbe’nin duvarlarını ilk defa nasıl yükselttiklerine şahit oluyordu. Derken Hz Muhammed (as) yıkılan duvarları onarılmış Kâbe’nin yanına Hacerül Esvet’i koyuşu canlandı. Onun Muhammedül Emin olarak vasıflandırılışını hatırladı. Hepsi kısa bir sürede zihninden bir film şeridi gibi geçti. Sevinci bir şelale gibi dökülüyor ve çağlayan oluyordu.
-Kıblem Beytullah’tır. Kâbe’dir. Bütün Müslümanların her namazda yönelip Allah’ı andıkları yerdir.
Melekler sevinçlerini yinelediler. Havada uçup kant çırptılar. Ahmet’i alıp ikinci katın yükseklerine çıkardılar. Gök açıldı, yıldızlar yol verdi. Cennetin o muhteşem güzelliği gözlerde ışıldadı. Üçüncü kata çıkmaya az kalmıştı. Ama melekler bu güzel cevaplar karşısında Ahmet’e bir sürpriz hazırlamışlardı. Kanatlarına aldıkları Ahmet’e;
-Hazırlan gidiyoruz!
-Nereye?
Gidince görürsün!
Melekler Ahmet’i bıraktılar. Ahmet şimdi özgürdü. Meleklerin kanatlarında değildi. Onların yanında uçuyordu. Ama hala nereye gittiklerini bilmiyordu.
-Ahmet, Ahmeeet
Sağa sola baktı kimseyi göremedi. Ama belli belirsiz ses kulaklarında çınlamaktaydı. “Ahmet, Ahmeeet” ancak Ahmet’in şimdi bunu düşünecek ve sesin nereden geldiğini bulmaya çalışacak zamanı da hali de yoktu. Düşüşü hızlanmış neredeyse cehennemin kolları kendisini yutacaktı. İşte tam bu sırada ta kalbinin derinlerinden “aman ya Rabbi aman ya Rabbi” diye bir nefes alış verişi duyuldu. Bu sözün üzerine alnından bir ışık sırat köprüsünün altına doğru kaydı. Bembeyaz, yumuşacık bir ele dönüştü. Ahmet’te cehennemin sıcak nefesi yerine kendisini yumuşacık serin bir elin içinde buldu. Nefes alış verişi değişti. Yüzü pembeleşti. Gözlerinde ateşin kızıllığı parıldarken, gözlerinde kurtuluşun, umudun sevinci okunuyordu. El kendisini yakalayıp yavaşça yukarılara doğru çıkardı.
Ahmet kendisini kurtaran elin sahibini görmek için korku dolu gözlerini yavaşça açıp umutla doldurmaya çalıştı. Şimdi umudu kuşanmış bir duyguyla gözleri açıktı. Yüzünde hüznün yerini sevinç almış bir halde “el”in sahibine baktı. Nur yüzlü, aksakallı tatlı mı tatlı bir ihtiyarcıktı. Yüzü aydınlıktı. Melekler gibi güven veriyordu. Şaşkınlık Ahmet’in yüzünde diz boyuydu. Ama öylesine hoş bir şaşkınlıktı ki sevinçten ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Sonunda müşfik elin naif okşayışlarıyla kendine geldi. Biraz daha iyi olmuştu. Toparlanmıştı.
-Sen kimsin, neden beni kurtardın?
-Ben senin namazınım. Kılmaya çalıştığın ve ayakta tutmaya gayret ettiğin namazın.
Ahmet bu sefer sanki biraz kızmış gibi bir tarzda sitem eder şekilde namaza seslendi;
-Peki bu zamana kadar niye geciktin. Bana bu sıkıntıları niye yaşattın. Neredeyse sırat köprüsünden düşüyordum. Alevler yüzümü yalamaya başlamıştı.
Namaz hafiften tebessüm ederek Ahmet’i boydan boya süzdü. Sonra da;
-Biraz önce ateşin rüzgarlarında kendinden geçmiştin şimdi ne oldu saldırıya geçecek kadar güçlü oldun galiba.
-Ama haksız mıyım? Sen benim namazımsın. Ateşten kurtaracaktın. Sıkıntıya sokmayacaktın hani ahirette!
-Doğru söylüyorsun seni sıkıntıya sokmayacaktım ama sen de beni dinç tutacaktın, ikame edecektin. Değil mi? Peki sen ne yapmıştın hatırla bakalım. Vaktin sonuna bırakırdın, işin varsa alel usul geçiştirirdin. Yani anlayacağın sen beni hep vaktin sonlarına bırakırdın işte ben de sana son anda yetiştim.
-Ya öyle mi! Peki seni hiç kılmamış olsaydım o zaman ne olacaktı?
-Onu da o zaman görürdün. Seni tutmasaydım ne olacaktın bir düşün, düşün de öyle ne olacağına karar ver.
-İnan ölüm bundan daha kolaydı. O an sanki gerçekten ölecekmişim gibi hissettim. Belki de ölümsüzlük çizgisinde sonsuz alev rüzgarı ürpertti şimdi ne olacak?
-Şimdi meleklerin sorularına cevap vereceksin. Onların soruları cevaplanmadan kurtuluş yok. Bir şekilde cevap verilecek. Yoksa…. Sonrasını düşünmek bile istemiyorum.
-Peki nasıl cevap vereceğim, bir türlü cevabı doğru söyleyemedim.
-Şimdi ben senin elerinden tutup, yüreğini teskin edince ruhunda bir hafiflik ve dinginlik hissedeceksin. O sükunla cevapları verebileceğini düşünüyorum.
Bu sırada melekler konuşmaya şahit olmuşlardı. Onların yanına doğru kanat çırparak gittiler. Ahmet’e dönerek;
-Ee Ahmet namazın şimdilik şefaatçin oldu. Seni sırat köprüsünden kurtardı. Ancak “Rabbin kim?” sorusu cevaplandırılmadan bundan kurtuluş yok.
Ahmet, meleklerin bu sözleri üzerine verdiği cevapları bir gözden geçirdi. Servet, para, kadın, çocuklar, mevki, makam hiçbirisi baki değildi. Hiçbirisi kendisiyle birlikte gelmemişti. Şimdi ise namazı yanı başındaydı. Aklı yavaş yavaş toparlanıyordu. Rabbini hatırlamaya başlıyordu. Kendisinin gerçek Rabbinin kim olduğunu namaz ipucuyla hatırlıyordu. Meleklerin kendisine güven veren bakışlarından cesaret alarak soruyu sormalarını istedi. Melekler;
-Men Rabbüke (Rabbin kim)?
Ahmet namaza baktı. Gülümsüyordu. Elleri kulaklarına doğru gidiyordu. Sonra göbeği hizasında bağlanıyordu. Eğiliyor, kalkıyor, tekrar yere kapanıyordu. Hatırlamıştı, hatırlamıştı Rabbini. Her namaza başlarken adını andığı, rükûsunda, secdesinde yücelttiği eşsiz sevgiliydi. “Allah” sözlerin en anlamlısı, sevdaların en yücesiydi. Huzurun, umudun, sevginin, barışın kaynağıydı. İşte hatırladı. Yüzü ayın on dördünden daha parlaktı. Sonbahar bitmişti. İlkbahardaki kuşların o güzelim şen şakrak cıvıltıları ruhunda çınlıyordu. Kelebekler gibi uçmaya başlamıştı. Dillerde yankılanan Allah sevdaların en anlamlısı ve sınırsızıydı. Ahmet, içten gelen bir sevda sarhoşluğuyla haykırdı;
-Allah, Allah’tır benim Rabbim, ve İlah’ım. Kendisine yöneldiğim, secdelere kapandığım, rükûlarla andığım eşsiz yüceler yücesidir O. Allah’tır benim Rabbim, Allah!
Melekler Ahmet’in sevinçle verdiği cevap karşısında kanat çırptılar, tekbir getirdiler. “Allah’u Ekber,
Allah’u Ekber…”
Ahmet, cevabında isabet ettiğini, meleklerin sevinç tekbirlerinden anlamıştı. Mutluluk yüzünde bir bahar meltemi gibi esiyordu. YHS’nin ilk sorusunu nihayet geçmişti. Meleklerin kendisine sürekli olarak neden tebessüm ettiğini ve güven verici bakışlarını eksiltmediklerini şimdi daha iyi anlıyordu. Kendisinin bu sorunun cevabını bir şekilde vereceğini biliyorlardı ve bundan dolayı da mütebessim bakışlarını hiç bırakmamışlardı.
Namaz yanında büyük bir müjdeci olarak duruyordu. Kurtarıcısıydı. Ellerinden tutup çekivermişti ateşin yalayan rüzgarlarından sırat köprüsünün hemen altından. Ama o korkuyu ve heyecanı hissetmişti. Melekler kanatlarını çırparak havalandılar. Etrafında birkaç tur dönüp yanı başına indiler.
-Evet Ahmet artık ikinci soruya geçebiliriz.
-İkinci soru mu nasıl yani?
-Daha üçüncü ve dördüncü sorularda sırada beklemektedir. Yavaş yavaş bu aşamayı geçtikten sonra imtihanın sonucuna göre kısa bir yolculuk yapacağız.
-Ne yolculuğu, nasıl bir yolculuk?
-İmtihan iyi geçerse öğrenirsin. Şimdi dikkatle dinle ikinci soru geliyor. Peygamberin kimdir?
-Peygamber mi o da ne?
-Sana yol gösteren, hayatta rehberlik eden kimdir?
-Şey eee yani bir dakika düşüneyim de…
Bu sırada namaz yanında oturmuş salâvat getirmektedir. “Allah’ümme Salli ala seyyidina Muhammed ve ala âli seyyidina Muhammed” bunu birkaç defa tekrar eder. Ahmet hafiften kulak kabartır. Namazı kendisine bu konuda da yardımcı olmuştu. Tahiyyatta oturup okuduğu dua aklına gelmişti. Onunla birlikte bir gül kokusu hissetti ta yüreğinin derinliklerinde. Birden efendisi Hz Muhammed göründü. Elinde Kur’an kendisine tebessüm ediyordu. Bu Ahmet için en büyük mutluluktu. Hep hayal ettiği ve görmeyi çok arzu ettiği efendisi Hz Muhammed (as) şimdi karşısındaydı. İşte benim senin peygamberin derecesine nakışlarıyla umut veriyor, Ahmet’i cesaretlendiriyordu. Ahmet, namazın fısıldayan nefesiyle bu suruyu da çözmüştü;
-Efendim Hz Muhammed aleyhisselamdır.
O benim nebim ve peygamberimdir.
Melekler isabet ettiği cevapta olduğu gibi bunda da tekbir Ahmet’i getirip kutladılar. Ardından üçüncü soru geldi:
-Kitabın ne? Sana yol gösteren rehber ve kılavuzluk eden kitabın nedir söyle! Dediler.
Ahmet artık ortama alışmış ve namazın o cennet müjdecisi nefesinden ruhuna akan sese kulak vermişti.
“Elif Lam Mim zelikel kitabu la raybe fiih. Huden lil muttakiin”
Kutsal nağmeler terennüm ediyordu namazın nefesinde. Ahmet namazda okuduğu ayetleri hatırladı. Kendisi için ebedi kılavuzun tek olduğunu hatırladı. Sevinç boğazında düğümlenmişti. Konuşmakta zorlanıyordu. İlk aşamayı geçmeye çok az bir zaman kalmıştı. Ruhunun tüm zerreleri sevinçten büyük bir mutluluk duyuyordu. Hele o güzel insanın elindeki kitaptan bir ayet okuması Ahmet’i kendinden geçirdi. Ruhu dayanamadı bu büyük mutluluğa.
Kendisine göre kısa bir süre sonra ayıldı. Gözleri ayın on dördü gibi parlıyordu. Nefesi güçlenmiş, sesi gürleşmişti;
-Kitabım Sonsuz Nur ve eşsiz rehber Kur’an- Kerim’dir.
O dünyadan getirdiğim nurum ve yol aydınlatıcımdır. Işığımdır. Her namazımda onunla hayat bulur ve her sabah ondan bir bölüm okuyarak güne bir kuş kadar özgür başlardım.
Melekler yine tekbir getirip sevincini paylaştılar. Son soru gelmişti ansızın:
-Kıblen neresi söyle!
Artık Ahmet için bu soru daha da kolaylaşmış bir örgüye dönmüştü. Tüm ihtişamıyla Kabe siyah örtüsünün içinde tam karşısında duruyordu. Namazı ise onun karşısında kıyam, rüku, secde, tahiyyat derken namazı ikame etmeye başladı. Hz İbrahim ve Hz İsmail canlandı gözlerinde. Onların Kâbe’nin duvarlarını ilk defa nasıl yükselttiklerine şahit oluyordu. Derken Hz Muhammed (as) yıkılan duvarları onarılmış Kâbe’nin yanına Hacerül Esvet’i koyuşu canlandı. Onun Muhammedül Emin olarak vasıflandırılışını hatırladı. Hepsi kısa bir sürede zihninden bir film şeridi gibi geçti. Sevinci bir şelale gibi dökülüyor ve çağlayan oluyordu.
-Kıblem Beytullah’tır. Kâbe’dir. Bütün Müslümanların her namazda yönelip Allah’ı andıkları yerdir.
Melekler sevinçlerini yinelediler. Havada uçup kant çırptılar. Ahmet’i alıp ikinci katın yükseklerine çıkardılar. Gök açıldı, yıldızlar yol verdi. Cennetin o muhteşem güzelliği gözlerde ışıldadı. Üçüncü kata çıkmaya az kalmıştı. Ama melekler bu güzel cevaplar karşısında Ahmet’e bir sürpriz hazırlamışlardı. Kanatlarına aldıkları Ahmet’e;
-Hazırlan gidiyoruz!
-Nereye?
Gidince görürsün!
Melekler Ahmet’i bıraktılar. Ahmet şimdi özgürdü. Meleklerin kanatlarında değildi. Onların yanında uçuyordu. Ama hala nereye gittiklerini bilmiyordu.