DünyaTarihine Yön Verenler

Suskun

V.I.P
V.I.P
Mimar Sinan (1489 - 1588)

DSP47.jpg
[/IMG]Türk, mimar. Dünyanın en büyük yapı sanatçılarından biridir. Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğdu, 17 Temmuz 1588'de İstanbul'da öldü. Doğum tarihi kesin değildir. Ailesine ve yaşamına ilişkin kimi zaman yetersiz ve çelişkili bilgiler, çağdaşı Sâi Mustafa Çelebi'nin onun ağzından yazdıklarına, mimarbaşı olduğu dönemden kalan yazışmalara, kendi vakfiyesine ve yazarı bilinmeyen belge ve kitaplara dayanmaktadır. Kaynaklara göre Sinan, I. Selim (Yavuz) padişah olduktan sonra başlatılan ve Rumeli'de olduğu gibi Anadolu'dan da asker devşirmeyi öngören yeni bir uygulama uyarınca 1512'de devşirilerek İstanbul'a getirildi. Orduya asker yetiştiren Acemi Oğlanlar Ocağı'na verildi, 1514'te Çaldıran Savaşı'nda 1516-1520 arasında da Mısır seferlerinde bulundu. İstanbul'a dönünce Yeniçeri Ocağı'na alındı.

I. Süleyman (Kanuni) döneminde 1521'de Belgrad, 1522'de Rodos seferlerine katıldı, subaylığa yükseldi. 1526'da katıldığı Mohaç seferinden sonra zemberekçibaşı (baş teknisyen) oldu. 1529'da Viyana, 1529-1532 arasında Alman, 1532-1535 arasında da Irak, Bağdat ve Tebriz seferlerine katıldı. Bu son sefer sırasında Van Gölü'nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması üzerine kendisine haseki unvanı verildi. 1536'da Pulya (Puglia) seferlerine katıldı. 1538'de yer aldığı Karabuğdan (Moldovya) seferi sırasında Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekti. Bir yıl sonra mimar Acem Ali'nin ölümü üzerine onun yerine sermimaran-ı hassa (saray baş mimarı) oldu. Günümüzdeki bayındırlık bakanlığına eş düşen bu görevi ölümüne değin sürdürdü.

Mimar Sinan, Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü olduğu çağda yaşamıştır. I. Süleyman (Kanuni), II. Selim ve III. Murat olmak üzere üç padişah döneminde mimarbaşılık etmiş, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında birinci derecede rol oynamıştır. Etkisi ölümünden sonra da sürmüş, her dönemde saygınlığını korumuştur. Atatürk ona ilişkin bilimsel araştırmaların başlatılmasını, onun bir heykelinin yapılmasını istemiştir. 1982'de İstanbul'daki Devlet Güzel Sanatlar Akademisi çekirdek olmak üzere oluşturulan yeni üniversiteye onun adı verilmiştir. Sinan'ın yetişmesine ilişkin doyurucu bilgi yoksa da, dülgerliği Acemi Oğlanlar Ocağı'nda öğrendiği sanılmaktadır. Acemi Oğlanlar, başka işlerin yanı sıra yapı işlerinde de görevlendirilirlerdi.

Sinan daha sonra ordunun yapı gereksinimini karşılayan birimlerinde görev almış, buradaki çalışmalarıyla öne çıkmıştır. Gerek ordunun bu birimleri tarafından usta-çırak ilişkisi içinde gerçekleştirilen yapım ve onarım çalışmaları, gerek orduyla birlikte gittiği yerlerde görme olanağı bulduğu yapılar, Mimar Sinan'ın eğitiminin parçası olmuştur. Çeşitli kaynaklara göre Sinan 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret 3 darüşşifa, 7 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam olmak üzere sayılamayanlarla birlikte üç yüz elliyi aşkın yapı gerçekleştirmiştir.

Elli yıla yakın bir süre!Osmanlı İmparatorluğu'nun mimarbaşılığını yapmış olmasına karşın, bunların hepsini onun tasarlayıp uygulamış olduğunu söylemek güçtür. Çoğunluğu İstanbul'da olmak üzere imparatorluğun her yanına dağılmış bulunan bu yapıların bir bölümünü öğrencileri ya da ona bağlı mimarlar örgütü yapmış olmalıdır. Bunların arasında onarımlar da vardır. Bu tür sayılar Sinan'a gösterilen saygıyı ortaya koyar. Onun asıl önemi, yapılarında gerçekleştirdiği deneyler ve getirdiği yeniliklerle Osmanlı-Türk mimarlığını "klasik" olarak adlandırılan doruğuna ulaştırmasındadır.

Sinan mimarbaşılığından önce de askeri amaçlı olmayan yapılar tasarlamış ve uygulamış olmalıdır. Ama ilk önemli yapıtı İstanbul'da ki Şehzade (Mehmed) Camii'dir. Kendisinin çıraklık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu cami, dört ayağın taşıdığı ve dört yarım kubbenin desteklediği bir kubbe ile örtülüdür. Dış görünüşlerin kitlesel etkisi azaltılmış, içerde ise daha aydınlık bir mekân oluşturma yoluna gidilmiştir. Onu izleyen Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camii'nde ise yarım kubbelerin sayısı üçe indirilerek daha rahat bir iç mekân araştırılmıştır. Osmanlı-Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri Süleymaniye Camii ve Külliyesi'dir. Sinan kalfalık dönemi yapıtı olarak adlandırdığı bu yapıda İstanbul'daki Bayezid Camii'nde kullanılan taşıyıcı sistemi yinelenmiş, dört ayak üstüne oturan kubbeyi giriş-mihrap yönündeki yarım kubbelerle desteklenmiştir.

Bu, Ayasofya ile ortaya atılan strüktür sorunun, onun tarafından bir kez daha ele alınışıdır. Süleymaniye, darülkurrası, darüşşifası, hamamı, imareti, altı medresesi, dükkânları ve Kanunî Süleyman ile Hürrem Sultan'ın türbeleriyle büyük bir alana yayılmış kentsel bir düzenlemedir ve Türkler'in dinsel yapılara toplumsal hizmet yapısı içeriği katmalarının en önemli örneğidir. Kubbe ve yarım kubbeler, yüklerini, uyumlu geçişlerle bir sonrakine iletirler. Yapı bu düzenden gelen bir dinginlikle, İstanbul'un Haliç'e bakan tepelerinden birinde yer alır. Dönemin önde gelen tüm sanatçılarının katkıda bulunduğu Süleymaniye, her ayrıntısıyla bir bütün olarak ele alınmıştır. Yedi yıl gibi kısa bir sürede bitirilmiş olması Sinan'ın mimarlıkta olduğu kadar örgütleme alanındaki dehasını da ortaya koyar. Yapının yapıldığı döneme ışık tutan muhasebe defterleri de günümüze kalmıştır. Sinan yapı ile çatı örtüsü için en yetkin taşıyıcı sistemi, en yetkin biçimi bulmak yolunda deneyler yapmış, hatta zaman zaman geçmişte kullanıp sonra terkedilen yöntemleri yineleyerek bunların nasıl ileri götürülebileceğini araştırmıştır. Kimi zaman bu tür deneyleri birbirine koşut olarak sürdüğü de görülür.

İstanbul'daki Sinan Paşa Camii gibi kimi yapıları, kubbeyi altıgen bir plana oturtmayı denemesiyle Edirne'deki Üç Şerefeli Cami'yi anımsatır. Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camii'nde olduğu gibi ana mekânı tek bir kubbeyle örten camileri, erken Osmanlı dönemi camilerini düşündürür. Denemelerinin en ilginçlerinden biri gene İstanbul'daki Piyale Paşa Camii'dir. Burada kökenleri erken Osmanlı döneminden de önceye giden ve yapıyı çok sayıda küçük kubbe ile örten çok ayaklı cami şemasını ele almıştır. Bütün bu deneyler onu başyapıtlarından birine, Edirne'deki Selimiye Camii'ne götürdükleri için önemlidir.

Sinan ustalık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu camide daha önce İstanbul'daki Rüstem Paşa Camii'nde çözmeye çalıştığı bir sorunu, yani kubbeyi sekizgen bir plan üstüne oturtma düşüncesini uygulamıştır. Böylece, taşıyıcı ayaklar incelmekte, yükleri ileten öğelerin küçülmesiyle de kubbe, yapıdaki en önemli mekân belirleyici öğe durumuna gelmektedir. Sinan burada 31 m'yi geçen çapıyla en büyük kubbesini gerçekleştirmiştir. Külliye'nin öteki yapıları camiye göre arka planda tutulmuştur. Selimiye, strüktüründen mekân oluşumuna, oranlarından süslemelerine kadar Klasik dönem Osmanlı-Türk mimarlık bireşiminin dilini ortaya koyan, kurallarını belirleyen çok önemli bir başyapıttır.

Sinan, öteki yapıtlarında da araştırıcılığını sürdürmüştür. Türbeleri buna örnektir. Şehzade Mehmet Türbesi'nde dilimli kubbe kullanmış, alışılmadık ölçüde süslü bir yüz düzenlemesine gitmiştir. Kanuni Süleyman Türbesi'nde de iç mekân ile dış görünüş arasında bir denge kurmak amacıyla örtü olarak, Osmanlı-Türk mimarlık geleneğinde çok sık kullanılmayan çift yüzlü kubbeyi seçmiş, iç kubbeyi yapının içindeki ayaklara, dış kubbeyi de dış duvarlara taşıtmıştır. II. Selim Türbesi'nde ise geleneksel altı ya da sekizgen plan yerine, yapı öğeleri arasında karşıtlık yaratan, köşelerin kesik kare planını seçmiştir. Sinan'ın, denemeci tutumunu öteki işlevlerde de sürdürdüğü gözlenir. Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştırmıştır.

Yola çıkış noktası geleneksel biçim ve plan şemaları olmasına karşın, bunlara katı bir biçimde bağlı kalmamış, koşulların gerektirdiği yerlerde yeni biçimlere yönelmiş, böylece eski ile yeni arasında bir bağ oluşturabilmiştir. Sinan'ın yapıları mimarlık bakımından olduğu kadar mühendislik bakımından da önem taşır. Bu nedenle "ser mimârân-ı cihan ve mühendisân-ı devran dünyadaki mimarların ve zaman içindeki mühendislerin başı" diye anılmıştır. Yapılarının çoğunun 400 yıl sonra bile ayakta duruyor, hatta kullanılıyor olması, onların taşıyıcı sistemlerine olduğu kadar temellerine de özen gösterilmiş olmasındandır.

Sinan'ın mühendis yanı su yollarıyla köprülerinde ortaya çıkar. Bunlarda zamanının sahip olduğu tüm mühendislik bilgilerini uygulamış, hatta kimi zaman onları aşan, ileri götüren tasarımlar gerçekleştirmiştir. İstanbul'un su sorununu çözmekle görevlendirilmiş, bentleriyle, tünelleriyle, su yolları ve su yolu kemerleriyle, biriktirme ve dağıtma yapılarıyla uzunluğu 50 km'yi aşan ve Kırkçeşme adıyla bilinen su yapılarını gerçekleştirmiştir. Süleymaniye Külliye'sine 53 milyon akçe harcanırken Kıkçeşme yapılarına 43 milyon akçe harcanmış olması da zamanında bunlara verilen önemin bir başka göstergesi olmaktadır.

Sinan, köprülerini de en az öteki yapıtları kadar önemsemiş, toplam uzunluğu 635,5 m'yi bulan Büyükçekmece Köprüsü ile sağlam olduğu kadar güzel de olan bir yapıt diye övünmüştür. En geniş açıklığı örtecek kubbeyi, en ince ve uzun minareyi araştırmak, böyle bir minaredeki şerefelere birbirleriyle kesişmeyen üç merdivenle çıkmayı denemek, bu mühendislik dehasının yaratıcılığını ortaya koyan örneklerdir. Mimarlık, kimi zaman, içinden çıktığı toplumun genel yapısıyla uyum içinde olan bir bütünlüğe erişir. Bu, kendi gününün gereksinmelerini kendi olanaklarıyla karşılayan, ama geçmişin deneyim ve anılarını da içeren bir bireşimdir.

Yapı gereçleri, yapım yöntemleri, elde edilen biçimlerle ve onlar da yerel-iklimsel koşullarla uyum içindedirler. Bunları birbirlerinden ve içinde bulundukları toplumsal koşullardan soyutlamak olanaksızdır. Ortaya çıkan biçimler toplumun büyük bir çoğunluğunca benimsenen simgelere dönüşür. Toplumu neredeyse yapılarıyla özdeşleştirmek olasıdır. Bu yalnız belli bir yere ve çağa özgü, başka bir benzeri olmayan bir mimarlık demektir. İşte Mimar Sinan böyle bir süreç içinde yer almaktadır. Tek tek yapıtlarından çok, mimarlığı uyumlu ve kendi içinde tutarlı bir bireşime götürme yolundaki çalışmalarıyla önem taşır.

Osmanlı-Türk mimarlığı onunla birlikte bireşim sürecini tamamlamış, arayış aşamasından klasik dönemine geçmiştir. Bu geçiş, biçim olarak kubbeyi, düzenleme ilkesi olarak da merkezi planlı yapıyı anıtsal bir mimarlığın en önemli öğesi olan kubbeyi ve ona bağlı taşıyıcılar sistemini en yalın ve açık biçimde kullanıp onu anıtsal mimarlık düzenlemelerinin çekirdeği durumuna getirmek Osmanlı-Türk mimarlığının dünya mimarlığına bir katkısıdır. Böylece hem Doğu, hem Batı ile ilişki içinde olan, Anadolu ve Akdeniz kültürlerine sahip çıkan bir Osmanlı-Türk İslam mimarlık bileşimi ortaya çıkmıştır.

Bu, yapıya katkıda bulunan öteki sanatları da etkilemiş, imparatorluğun her yerinde ki yapı eylemleri için yol gösterici olmuştur.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Hz. Muhammed Mustafa (a.s) (571 - 632)

Hz. Muhammed (S.A.V), 571 yılında Mekke'de doğdu. Mekke'nin ve Arabistan'ın en nüfuslu kabilesi olan Kureyş'in, Benihaşim (Haşimoğulları) boyundandır. Babası Kureyş kabilesinin lideri ve Mekke yöneticisi olan Abdülmuttalip'in oğlu Abdullah, annesi ise yine aynı kabilenin Zühre boyundan Vehb bin Abd Menaf'ın kızı Amine idi. Babasını doğmadan, annesini ise altı yaşında kaybeden Hz.Muhammed (S.A.V), büyükbabası Abdülmuttalip'ın himayesine girdi. Hz.Muhammed (S.A.V), sekiz yaşında iken Abdülmuttalip'de ölünce, amcası Ebu Talib'in yanına alındı. 10-12 yaşlarında çobanlık yapmak zorunda kaldı. Bu ağır koşullara rağmen Hz. Muhammed (S.A.V) mazbut bir hayat sürmekte, dürüstlüğü ve doğruluğu ile tanınmaktaydı. Bu yüzden henüz gençliğinde herkesin takdir ve saygısını kazanmış, "Muhammed el-Emin" diye anılmaya başlamıştı.

Hz. Muhammed (S.A.V) gençliğinde, ticaretle uğraşan amcası ile Suriye'ye gitti. Daha sonra Hz. Hatice bint Huveylit adında zengin bir dul kadının, ticari işlerini yürütmesi için yaptığı teklifi kabul etti. Hz. Muhammed (S.A.V) 595 yılında Hz. Hatice ile evlendiğinde 25, Hz. Hatice ise bu sırada 40 yaşındaydı. Hz. Muhammed (S.A.V) bu evlilikten sonra da bir süre ticaretle uğraştı. 40 yaşına yaklaşırken, hayatında dönüşüm belirtileri baş gösterdi. Bu sırada, topluluktan uzaklaşmak ve vaktinin çoğunu düşünceye dalmak eğilimi kendisine hakim olmaya başlamıştı. Bu amaçla, Mekke yakınlarında bulunan Hira dağındaki mağaraya gider, uzun süre orada kalır, vaktini düşünmekle geçirirdi. Kendisini en çok düşündüren toplumun içinde bulunduğu maddi ve manevi çöküntüydü. Hz. Muhammed (S.A.V) 40 yaşında iken, Hira dağında kendisine ilk vahi geldi. Bu vahi, Allah tarafından Cebrail adlı melek aracılığı ile gönderilmişti ve "İkra" diye başlayan surenin ilk ayetleriydi. Bunun üzerine büyük bir heyecan içinde titremeye başlayan Hz. Muhammed (S.A.V) evine döndü ve eşi Hz. Hatice'den kendisini örtmesini istedi. Sükunet bulduktan sonra yaşadığı bu olayı eşine anlattı ve vahyedilen ayetleri okudu. Hz. Hatice hemen peygamberliğine inandı ve ilk Müslüman oldu. Daha sonra Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali ve azat ettiği kölesi Zeyd'e peygamberliğini açıkladı. Hepsi inanıp Müslüman oldular.


VEDA HUTBESİ
"Ey insanlar! " Sözümü iyi dinleyiniz! Biliyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.

"İnsanlar! bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise ,bu aylarınız nasıl mukaddes ay ise ,bu şehriniz (Mekke)nasıl bir mübarek şehir ise ,canlarınız,mallarınız,namuslarınızda öyle mukaddestir,her türlü tecavüzden korunmuştur.

"Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız.O'da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir.Sakin benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız!Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın.Olabilir ki burada bulunan kimse ,bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.

"Ashabım! "Kimin yanında bir emanet varsa ,onu hemen sahibine versin.biliniz ki faizin her çeşidi kaldırılmıştır.Allah böyle hükmetmiştir.İlk kaldırdığım faizde Abdulmuttalibin oğlu (amcam)abbasın faizidir.lakin ana paranız size aittir.ne zulmediniz nede zulme uğrayınız.

"Ashabım! "Dikkat ediniz ,cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır ,ayağımın altındadır.cahiliye devrinde güdülen kan davalarda tamamen kaldırılmıştır.Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalibin torunu İlyas bin Rabia’nın kan davasıdır.

"Ey insanlar! "Muhakkak ki şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir.Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsınız bu da onu memnun edecektir.Dinimizi korumak için bunlardan da sakınınız .

"Ey insanlar! "Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim.Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emri ile helal kıldınız .Sizin kadınlar üzerinde hakkınız ,kadınlarında sizin üzerinizde hakkı vardır .Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evinize almamalarıdır.Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırsa Allah size onları yatakların yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir.kadınlarında sizin üzerinizdeki hakları ,meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.

"Ey müminler! "Size iki emanet bırakıyorum ,onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız .O emanetler Allah'ın kitabı Kur' an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir.

"Müminler! "Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz .Müslüman müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman kardeşinin kanıda ,malıda helal olmaz.Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.

"Ey insanlar! "Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir.Her insanın mirastan hissesi ayrılmıştır. mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur.Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise ona aittir.Zina eden kimse için mahrumiyet vardır.Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle Allah'ın meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın.Cenab-ı hakk bu gibi insanların ne tevbelerini nede adalet ve şehadetlerini kabul eder .

"Ey insanlar! "Rabbiniz birdir .Babanızda birdir .Hepiniz Adem'in çocuklarısınız .Adem ise topraktandır.Arabın arab olmayana arab olmayanında arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur.Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır .Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. "Azası kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz. "Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba oğlunun suçu üzerine oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz. "Dikkat ediniz!şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı cani haksiz yere öldürmeyeceksiniz.Hırsızlık yapmayacaksınız. İnsanlar "la ilahe illallah" deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emr olundum.Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar .Hesapları ise Allah'a aittir.

"İnsanlar! "Yarin beni sizden soracaklar ne diyeceksiniz? Sahabe-i kiram hep birden şöyle dediler; "Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz,bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz,diye şehadet ederiz".Bunun üzerine Resul'i Ekrem Efendimiz şehadet parmağını kaldırdı ,sonrada cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu;

"Şahid ol Yarab!Şahid ol yarab!Şahid ol yarab!"



Hz. Muhammed (S.A.V), güvendiği kimselere, peygamber olduğunu gizliden gizliye anlatıyordu. Üç yıl süren bu gizlilik içinde hiç vahi gelmedi. Yine Hira'da iken Hz. Muhammed (S.A.V)'e ikinci vahi geldi. Hz. Muhammed (S.A.V), Allah'tan gelen emirle, işi gizlilikten çıkararak peygamber olduğunu açıkça ilan etti ve Mekke halkından peygamberliğine inanmalarını istedi. Kureyş kabilesinin şefleri Hz. Muhammed (S.A.V)'in bu davranışlarını önceden ciddiye almadılar. Fakat İslâmiyet, özellikle yoksul halk ve köleler arasında gittikçe yayılıyor ve güçleniyordu. Bunun üzerine endişeye düşen Kureyş liderleri, Hz. Muhammed (S.A.V)'e ve ona inananlara baskı yapmaya başladılar. Ayrıca İslâmiyet, onların putlarına karşı çıktığı için hem siyasi nüfuslarını kaybetmek, hem de Kabe'deki putlar sayesinde elde ettikleri maddi çıkardan yoksun kalmak tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyorlardı. Hz. Muhammed (S.A.V) ise kendisine ve arkadaşlarına yapılan tüm baskılara rağmen İslâmiyet'i yaymaya devam ediyordu. Baskılara ve işkencelere dayanamayan Müslümanların bir kısmı, Hz. Muhammed (S.A.V)'in izni ile Habeşistan'a göç etmek zorunda kaldılar.

Mekke dönemindeki belli başlı olaylardan biri de Miraç'tı. Hz. Muhammed (S.A.V) bir gece Mekke'den, Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya gittiğini, oradan da meleklerin eşliğinde göklere ve Allah'ın huzuruna çıktığını açıkladı. Bu olay Kureyş liderlerinin Hz. Muhammed (S.A.V)'e çok sert davranmalarına ve yalancılıkla suçlamalarına yol açtı. İslamiyet'in Mekke'de yayılmasının imkânsız denecek kadar güç olduğunu gören Hz. Muhammed (S.A.V), İslâmiyet'i daha rahat yayabileceği bir yere gitme kararı aldı. Bu amaçla Taif'e gittiğinde Taifliler, Kureyşlilerin etkisi ile Hz. Muhammed (S.A.V)'e hakaret ettiler ve kendisini çocuklarına taşlattılar.


Hz. Muhammed (S.A.V); Medine'den, Hac amacı ile Mekke'ye gelen bazı kabile liderleri ile gizlice konuşup anlaştıktan sonra Mekke'den Medine'ye Hicret edilmesine karar verdi. Müslümanların hepsinin Mekke'den çıktığını öğrenen Kureyş liderleri, Hz. Muhammed (S.A.V)'in de Medine'ye giderek İslâmiyet'in yayılmasını ve güçlenmesini önlemek için onu öldürmeye karar verdiler. Her boydan bir kişi seçilecek ve bunlar hep birlikte gidip Hz. Muhammed (S.A.V)'i öldüreceklerdi. Ancak Hz. Muhammed (S.A.V) daha önce bu olayı öğrenmiş ve Hz. Ebu Bekir ile birlikte Medine'ye doğru yola çıkmıştı. Hz. Muhammed (S.A.V) ve Hz. Ebu Bekir, Mekke yakınlarında Sevr mağarasında üç gün saklandıktan sonra, 20 Eylül 622 günü Medine yakınlarındaki Kuba mevkiine vardılar. Burada Medineliler tarafından karşılanan Hz.Muhammed (S.A.V), bizzat kendisinin de inşaatında çalıştığı yeryüzünün ilk camiini Kuba'da yaptırdı.

14 günlük misafirlikten sonra Medine'ye doğru yola çıkan Hz. Muhammed (S.A.V), Kuba ile Medine arasındaki Benisalim semtinde ilk Cuma namazını kıldı ve Medinelilerin sevgi gösterileri arasında şehre girdikten sonra, Hz. Ebu Eyyubi Ensari'ya misafir oldu. Medine'de hem İslâmiyet'in ilkelerini halka öğretiyor, hem de tüm siyasi, askeri ve idari işleri orada arkadaşları ile görüşüp kararlaştırıyordu. Artık hem peygamber, hem de devlet başkanıydı. İslamiyet'e davet ettiği kabilelere elçiler gönderiyor, İslamiyet'i kabul eden yerlere valiler ve kadılar tayin ediyordu.

Hz. Muhammed (S.A.V), askeri düzenlemeler yaparak İslamiyet'i korumaya kararlıydı. Mekkeliler ise hicretin ikinci yılında düşmanca tavırlarına devam ediyorlardı. Mekke ve Medine arasında bulunan Bedir'de yapılan savaşı Müslümanlar kazandı. Mekkeliler bu savaştan sonra yeni kuvvetlerle Uhut dağı eteklerinde yeniden İslâm ordusuna saldırdı. Müslümanların lehine devam eden savaşta artçı kuvvetlerin yerlerinden ayrılarak savaşa katılmaları savaşı Mekkelilerin lehine çevirdi. Bu savaşta Hz. Muhammed (S.A.V)'in amcası Hz. Hamza ve birçok Müslüman şehit düştü ve Hz. Muhammed (S.A.V) yaralandı. Mekkeliler bu zaferden sonra 627 yılında Hayber Yahudilerini de yanlarına alarak, Medine üzerine yürüdüler. Hz. Muhammed (S.A.V) Mekkelilerin saldırılarından korunmak için Medine kentinin etrafına hendekler kazarak savunmaya geçti. 20 gün süren ablukadan bir sonuç alamayan düşmanlar dağılıp gittiler. Hendek savaşından sonra Müslümanlığın ortadan kaldırılamayacağı kanısı yaygınlaştı. Pek çok kabile İslâmiyet'i kabul etti. Mekkelilerle 628 yılında Hubeydiye anlaşması yapıldı. Hz. Muhammed (S.A.V)'in o yıl hac yapmaktan vazgeçmesini ancak ertesi yıl serbestçe gelip hac yapabileceğini öngören bu antlaşma ile Mekkeliler ilk defa Hz. Muhammed'in gücünü kabul ediyorlardı. Ertesi yıl Yahudilerin elinde bulunan Hayber kalesi ve çevresi alındı. Hz. Muhammed (S.A.V) 630 yılında 10.000 kişilik bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü, direnmenin sonuç vermeyeceğini düşünen Mekkeliler şehri teslim ettiler. Mekke halkının büyük çoğunluğu İslâmiyet'i kabul etti. Bizanslılarla da çarpışan Müslümanlar, Hint okyanusundan Suriye sınırlarına, Kızıldeniz'den Basra Körfezi'ne kadar uzanan geniş bir alana yayılmışlardı.

632 yılında 100.000 kişilik bir kafileyle hacca giden Hz. Muhammed (S.A.V) ünlü veda hutbesini okudu. Bu hutbe İslâm dinin birçok önemli ilkesinin anlatıldığı bir konuşma idi. İnsanlar arasındaki eşitlik, kadın haklarına saygı gösterilmesi, tefeciliğin ve kan davalarının yasaklanması gibi birçok sosyal konuyu kapsıyordu. Veda haccından sonra Medine'ye dönen Hz. Muhammed (S.A.V) aniden rahatsızlandı. 8 Haziran 632 tarihinde, eşi Ayşe'nin kucağında vefat etti. Hz. Ayşe'nin odasına defnedildi ve burası daha sonra türbe haline getirildi.

Hz. Muhammed'in erkek çocuklarının üçü de evlenme çağına gelmeden ölmüşler, dört kız çocuğundan yalnız Ali ile evlenen Fatma çocuk sahibi olmuştur.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
İbn Sina (980 - 1037)

LTpk2.jpg
[/IMG]Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn Sînâ (980-1037) matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları ve astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir. Astroloji ve simyaya itibar etmemiş, Dönüşüm Kuraminın doğru olup olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn Sînâ'ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir.

İbn Sînâ, mekanikle de ilgilenmiş ve bazı yönlerden Aristoteles'in hareket anlayışını eleştirmiştir; bilindiği gibi, Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki temas ortadan kalktığında, cismin hareketini sürdürmesini sağlayan etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor ve havaya biri cisme direnme ve diğeri cismi taşıma olmak üzere birbiriyle bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu. İbn Sînâ bu çelişik durumu görmüş, yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles'in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır; oysa meselâ bir bir ağacın yakınından geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve yapraklarında en ufak bir kıpırdanma yaratmazken, rüzgar ağaçları sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanın şiddeti cisimleri taşımaya yeterli değildir.

İbn Sînâ'ya Aristoteles'in yanıldığını gösterdikten sonra, kuvvetle cisim arasında herhangi bir temas bulunmadığında hareketin kesintiye uğramamasının nedenini araştırmış ve bir nesneye kuvvet uygulandıktan sonra, kuvvetin etkisi ortadan kalksa bile nesnenin hareketini sürdürmesinin nedeninin, kasri meyil (güdümlenmiş eğim), yani nesneye kazandırılan hareket etme isteği olduğunu sonucuna varmıştır. Üstelik İbn Sînâ bu isteğin sürekli olduğuna inanmaktadır; yani ona göre, ister öze âit olsun ister olmasın, bir defa kazanıldı mı artık kaybolmaz. Bu yaklaşımıyla sonradan Newton'da son biçimine kavuşan eylemsizlik ilkesi'ne yaklaştığı anlaşılan İbn Sînâ, aynı zamanda nesnenin özelliğine göre kazandığı güdümlenmiş eğimin de değişik olacağını belirtmiştir. Meselâ elimize bir taş, bir demir ve bir mantar parçası alsak ve bunları aynı kuvvetle fırlatsak, her biri farklı uzaklıklara düşecek, ağır cismimler hafif cisimlere nispetle kuvvet kaynağından çok daha uzaklaşacaktır.

İbn Sînâ'nın bu çalışması oldukça önemlidir; çünkü 11. yüzyılda yaşayan bir kimse olmasına karşın, Yeniçağ Mekaniği'ne yaklaştığı görülmektedir. Onun bu düşünceleri, çeviriler yoluyla Batı'ya da geçmiş ve güdümlenmiş eğim terimi Batı'da impetus terimiyle karşılanmıştır.

İbn Sînâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir, ancak, İbn Sînâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan el-Kânûn fî't-Tıb (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir. Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin Birinci Kitab'ı, anatomi ve koruyucu hekimlik, İkinci Kitab'ı basit ilaçlar, Üçüncü Kitab'ı patoloji, Dördüncü Kitab'ı ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerle tedavi ve Beşinci Kitab'ı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.

İslam tarihinde önemli adımların atıldığı bir dönemde bilim hususunda daha sonra gelişecek olan Avrupa biliminde de önemli etkileri olacak olan İbn Sina, geliştirdiği felsefeyle de daha sonraları bir çok İslam alimi tarafından da eleştirilmiştir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Yaser Arafat (1929 - 2004)

dYAIQ.jpg
[/IMG]Eski bir Osmanlı zabiti olan Abdülrahman Bey, Mısır'da dünyaya gelen oğluna, Muhammed adını verdi. Çoban, tüccar, Pakistanlı işadamı, hatta yaşlı bir kadın kılığında İsrail topraklarına baskınlar düzenlerken, Muhammed'in kod adı, "Ebu Ammar"dı. 1994'te, Nobel Barış Ödülü'nü alırken ise, herkes onu, Filistin lideri Yaser Arafat olarak tanıyordu. Dünyanın en çalkantılı bölgesinde doğan Yaser Arafat'ın çocukluğunu geçirdiği ev, İsrail'in Doğu Kudüs'ü işgalinden sonra, ağlama duvarına yer açmak için yıkıldı. Arafat, gençliğinde neşeli ve enerji doluydu. Çevresindekileri kolayca etkileyebilen Arafat, Kahire Üniversitesi'nde okurken, Filistinli Öğrenciler Birliği'nin lideri seçildi. Uluslararası toplantılarda Filistin sorununun sözcülüğünü yapmaya, daha o zamanlar başladı. Üniversiteden sonra, kısa bir süre, Kuveyt'te inşaat mühendisliği yaptı.

1958'de El Fetih'i kurdu. Örgütün, İsrail topraklarına düzenlediği vur-kaç eylemlerinde, bizzat yer aldı. 1967 Arap-İsrail Savaşı'ndan sonraysa, artık bir efsaneydi. Mısır lideri Cemal Abdül Nasır, bu genç adamı desteklemeye başladı. Onu, Mısır heyetinin bir üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne götürdü.

İKİ ÖNEMLİ İLKE

Böylece adı artık uluslararası arenada da geçmeye başlayan Arafat, bütün Filistin örgütlerini çatısı altında toplayan Filistin Kurtuluş Örgütü'nün başına geçti. İki önemli ilkeye, sıkı sıkıya sarıldı: Bu ilkelerden birincisi, Filistin hareketinin, herhangi bir Arap ülkesinin denetimi altına sokmamaktı. Bu nedenle, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad'la, sürekli karşı karşıya geldi. İkinci önemli ilkesiyse, komünistlerden, radikallere kadar farklı Filistinli grupları birarada tutmaktı. Bunun için de, onların disiplinsizliğe varan davranışlarına göz yumdu. Filistinli grupların bu disiplinsizliği, Ürdün'de iç kargaşaya yol açtı. Ürdün güvenlik güçleriyle, Filistin örgütleri arasında yaşanan kanlı çatışmalar, tarihe, "kara Eylül" olarak geçti.

Filistin Kurtuluş Örgütü, Ürdün'den Lübnan'a taşınmak zorunda kaldı. Ancak, bu gelişme, Lübnan'daki etnik dengeleri bozdu. Patlayan iç savaş, yıllarca sürdü. İsrail, kargaşa içindeki Lübnan'ı işgal etti. Arafat, o günlerde, bugünün İsrail başbakanı, o zamanların savunma bakanı Ariel Şaron'un elinden kurtulmak için, sürekli hareket eden bir araçta yaşamak ve sonunda, Lübnan'dan da çıkmak zorunda kaldı. Arafat'a ve hareketine, bu kez, Tunus kucak açmıştı. Arafat, en yakın arkadaşı Ebu Cihad'ı da, İsrail özel kuvvetlerinin yaptığı bir baskında, Tunus'ta kaybedecekti.

DÜNYANIN KABUL ETTİĞİ LİDER OLMAYA GİDEN YOL

1987'de, Filistinlilerin direnişi, sokağa döküldü. İntifada, yani "direniş" hareketinin en sıcak günlerinde, Arafat, tarihi bir adım attı. 1988'de Filistin Devleti'nin kurulduğunu ilan etti. Bir ay sonra, yine, tarihi açıklamalar yaptı. İsrail'in, "güvenlik içinde var olma hakkını tanıdıklarını", ve "teröre karşı olduğunu", ilk defa söyledi. Bu açıklamadan birkaç saat sonra Amerikan yönetimi, Filistin Kurtuluş Örgütü'nü, Ortadoğu sorununun taraflarından biri olarak tanıdığını ilan etti. Arafat'ın en büyük hatalarından biriyse, Körfez Savaşı?nda "yanlış ata oynamak"tı. Kuveyt'i işgal eden Saddam Hüseyin'in yanında yer alınca, petrol zengini körfez ülkelerinden gelen ekonomik desteği, bir anda kaybetti.

OSLO ANLAŞMASI VE NOBEL BARIŞ ÖDÜLÜ

Savaştan sonra Ortadoğu'da dengeler değişti. Beyaz Saray'ın zoruyla, Ortadoğu barışı için görüşmeler başladı. Madrid'de açık açık, Oslo'da gizliden gizliye yürütülen görüşmeler, 1993'te sonuç verdi. Oslo'da varılan, Washington'da imzalanan anlaşmayla, İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Filistin lideri Yaser Arafat, Nobel Barış Ödülü'ne layık görüldü. Arafat, bir yıl sonra, eskiden gizlice girdiği Gazze'ye, bu kez, Filistin yönetimi başkanı olarak taşındı. Çabaları hep, Filistin devletini kuracak olan nihai anlaşmayı sağlamak içindi. 2002 Şubat ayının ortalarında çıkan bir çatışma yüzünden yine Şaron tarafından ev hapsinde tutulmaya başlayan Yaser Arafat, Parkinson hastalığı ile de mücadele etmek zorunda kalıyor.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Pascal (1623-1662)

AXuI1.jpg
[/IMG]Küçük yaşta kendini gösteren bir deha örneğidir. Henüz 12 yaşında iken, hiç geometri bilgisine sahip olmadığı halde daireler ve eşkenar üçgenler çizmeye başlayarak, bir üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya eşit olduğunu kendi kendisine buldu. Çünkü avukat olan ve matematik ile çok ilgilenen babası, onun Latince ve Yunanca'yı iyice öğrenmeden matematiğe yönelmesini istemediğinden, bütün matematik kitaplarını saklayarak, Pascal'ın bu konu ile ilgilenmesini yasaklamıştı.

Pascal çocukluğunda "geometri neyi inceler?" sorusunu babasına sormuş, o da "doğru biçimde şekiller çizmeyi ve şekillerin kısımları arasındaki ilişkileri inceler" demişti. İşte bu cevaba dayanarak gizli gizli geometri teoremleri kurmaya ve kanıtlamaya başladı. Sonunda babası onun yeteneğini anladı ve ona Eukleides'in Elementler'ini ve Apollonius'un Konikler'ini verdi.

Dil derslerinden arta kalan boş zamanını bu kitapları okuyarak değerlendiren Pascal, 16 yaşında konikler üzerine bir eser yazdı. Bu eserin mükemmelliği karşısında, Descartes bunun Pascal kadar genç bir kimsenin eseri olduğuna inanmakta çok güçlük çekmişti. 19 yaşında, aritmetik işlemlerini mekanik olarak yapan bir hesap makinesi icat etti.

Pascal yalnızca teorik bilimlerde değil, pratik ve deneysel bilimlerde de yetenekli ve orijinal idi. 23 yaşında, Torriçelli'nin (1608-1647) atmosfer basıncı ile ilgili çalışmasını incelemiş ve bir dağa çıkartılan barometredeki civa sütununun düştüğünü, yani yükseklerde hava basıncının azaldığını, civa sütununu hava basıncının tuttuğunu, yoksa Aristotelesçilerin söylediği gibi, tabiatın boşluktan nefret etmesinin rolü olmadığını göstermiştir. Diş ağrısından uyuyamadığı bir gece de rulet oyunu ve sikloid ile ilgili düşünceler üzerinde durmuş ve sikloid eğrisinin özelliklerini keşfetmiştir. Pascal, Fermat ile yazışarak olasılık teorisini kurmuş ve bir binom açılımında katsayıları vermiştir. "Pascal Üçgeni"nin keşfi de ona aittir. 25 yaşında iken kendisini felsefi ve dini düşüncelere adamıştır. Sağlığı çok bozuktu ve 39 yaşında iken Paris'de öldü.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
صدام حسين عبد المجيد التكريتي

Saddam Hüseyin Abdülmecid et-Tikritî

1937 Tikrit - 30 Aralık 2006,

saddam-huseyin.jpg
Saddam Hüseyin (Arapça: صدام حسين عبد المجيد التكريتي Saddam Hüseyin Abdülmecid et-Tikritî). Doğum: (kesin değil, varsayılan) (d. 28 Nisan 1937 Tikrit - ö. 30 Aralık 2006, Bağdat) , devrik Irak devlet başkanı.

Gerçek doğum tarihi kaydedilmemiştir ve 1935 ile 1939 arasında olduğuna inanılmaktadır. Bazı kaynaklarda 5 Temmuz 1937 olarak görülür. Tikrit kentine 13 kilometre uzaklıktaki El-Avya köyünde çobanlıkla geçinen bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur.

1959 yılında Hüseyin'in adı General Abdülkerim Kasım suikastinde geçmiştir. Bu tarihte Hüseyin ayağından vurulmuş ancak CIA, MOSSAD ve Mısır istihbaratının desteğiyle Tikrit’e kaçmayı başarmıştır. Ardından önce Suriye’ye daha sonra da Beyrut’a geçmiş; Beyrut’ta CIA tarafından eğitim görmüştür. Son olarak Mısır’a giden Hüseyin, burada sık sık Amerikan Büyükelçiliği’ni ziyaret etmiştir. Sürgünde olduğu dönemde Kahire Üniversitesi’nde Hukuk bölümünde öğrenim görmüştür.

1963 yılında yanında büyüdüğü amcasının kızı Sacide Talfah ile evlenerek bu evliliğinden Rana, Raghad ve Hala isimli üç kızı ve Uday ve Kusay adında iki oğlu olmuştur. Daha sonra iki kez daha evlenen Saddam Hüseyin'in Ali isminde bir oğlu daha vardır.

1964 yılında Irak’a dönen Hüseyin hapse atılmış ancak 1967 yılında hapisten çıkarak kısa sürede Baas partisinin başına geçmiştir. Irak'ın, laik Arap milliyetçiliğini, ekonomik modernizasyonu, ve Arap sosyalizmini benimseyen Baas Partisi'nin ileri gelen bir üyesi olarak, partisini iktidara getiren 1968'deki darbede önemli bir rol oynamıştır.

1979’da iktidar olan Hüseyin, 1980 yılında İran’ı işgal ederek 8 yıl sürecek İran-Irak Savaşı'nın başlamasına neden olmuştur. 16 Mart 1988’de tarihe Halepçe Katliamı olarak geçen Kürtlere karşı kimyasal silah kullanımına izin vermiştir. Aynı yıl İran-Irak Savaşı'nı sona erdirmiştir.

İran savaşından 2 yıl sonra Hüseyin 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal ederek tekrar gündeme gelmeyi başarmıştır. ABD’nin buna yanıtı sert olmuş ve 1991 yılında Birinci Körfez Savaşı'nı başlatmıştır.

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de yaşanan terör eylemlerinin ardından Hüseyin tekrar Amerika'nın hedefi haline gelmiş ve ülkesi George Bush yönetimindeki ABD tarafından, 20 Mart 2003’te Irak’ta kitle imha silahları olduğunu öne sürerek işgal edilmiştir. Daha sonra yapılan açıklamalar ışığında Irak’ta kitle imha silahları bulunmadığı açıklanmıştır. 16 Temmuz 1979'da başlayan devlet başkanlığı görevini, Irak'ın 9 Nisan 2003 tarihinde ABD tarafından işgal edilmesine kadar sürdürmüş 2006 yılının 30 Aralık gününde idam edilerek hayatına son verilmiştir. Naşı kızına teslim edilmiştir ve doğduğu köye defnedilmiştir.

Kuzeni, general Ahmet Hasan el Bekir'ın yardımcısı olarak, Irak hükümeti ile Irak silahlı kuvvetleri arasındaki fikir ayrılıklarını, baskıcı güvenlik kuvvetleri oluşturarak oldukça sıkı bir şekilde kontrol ediyordu. Saddam, bir devlet başkanı olarak hükümeti oldukça otoriter bir tarzda yönetti ve İran-Irak Savaşı'nda (1980–1988) ve 1991'deki Körfez Savaşı'nda iktidardaydı.

Saddam Hüseyin'in yargılamasının yapılmasından önce kendisiyle yapılan görüşmeden bir kare (2004).

13 Aralık 2003 – ABD ordusu tarfından Tikrit yakınlarında bir sığınağın içinde yakalandı.
Temmuz 2004 –Irak mahkemelerinde yargılanmasına karar verildi. İlk olarak, 8 Temmuz 1982'de kendisine karşı düzenlenen ve başarısız olan suikast girişiminin ardından Şii kasabası Duceyil’de 148 kişinin öldürülmesinden suçlandığı davaya başlandı. Bu davada üvey kardeşi Barzan el Tıkriti’nin de aralarında bulunduğu 7 kişi de yargılandı.
Ağustos 2006 – 1987’de Halepçe katliamı'nda Kürtlere karşı soykırım yaptığı suçlamasıyla yargılandığı dava başladı.
5 Kasım 2006 – Duceyil Davası’nda insanlığa karşı işlenen suçlardan mahkum edildi ve asılarak idamına karar verildi.
3 Aralık 2006 – Saddam Hüseyin, Bender ve El Tıkriti için temyize başvuruldu.
26 Aralık 2006 – Irak temyiz mahkemesi idam kararını onadı ve idamın 30 gün içinde uygulanması gerektiğini bildirdi.
30 Aralık 2006 – Saddam Hüseyin Türkiye saati ile sabaha karşı 04.55'te asılarak idam edildi.

Hüseyin, ABD ve müteffiklerinin 2003'te Irak'ı işgal etmeleri ile 13 Aralık 2003'de yakalanmış ve esir alınmıştır. Hüseyin Irak Geçici Hükümeti'nce kurulan Irak Özel Mahkemesi'nde 1 Temmuz 2004'te yargıç önüne çıkartılmıştır. ABD gözetiminde tutulan Hüseyin'in hukuki nezareti Irak Geçici Hükümeti'ne teslim edildi. Mahkeme 5 Kasım 2006'da Hüseyin'in insanlığa karşı işlenen suçlar'dan dolayı asılarak idam edilmesine karar vermiştir.
Karar açıklanmadan önce kurşuna dizilerek infaz edilmek istediğini söyleyen Saddam Hüseyin'in talebi reddedilmiştir.

Hüküm 30 Aralık 2006 sabahı TSİ 05:00'da (yerel saat ile 06:00'da) yerine getirilmiştir. İdam cezasının gerçekleştirilmesi Irak resmi kurumlarınca görüntülendi ve bu görüntüler tüm dünyaya dağıtılmış büyük bir yankı uyandırmıştır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Vladimir İliç Lenin (1870 - 1924)

Vladimir İliç Ulyanov, 22 Nisan 1870'te Simbirsk kentinde doğdu. Orta halli bir öğretmen ailesinin altı çocuğundan ikincisidir.Ağabeyi Aleksandr'ın çara karşı suikast girişimine katıldığı için kurşuna dizildiği yıl, 1887'de, liseyi bitirerek Kazan Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi ve üç ay sonra devrimci öğrenci hareketi içinde yeraldığı için üniversiteden atıldı.

DHYXo.jpg
[/IMG]1891'de St.Petersburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni dışarıdan bitirdi. 1895'te ülke dışına çıkıp marksizmin önemli temsilcileriyle tanıştıktan sonra St.Petersburg'a dönüp İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği adlı gizli bir örgüt kurdu.Aynı yıl sonunda tutuklandı, ondört ay hücrede kaldıktan sonra Sibirya'ya, Şuşenskoye köyüne sürgüne gönderildi; orada Krupskaya ile evlendi. Sosyal-demokrat gruplarla bağını sürdürdü ve bir parti program taslağı hazırladı. RSDİP(Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi) 1898 Mart'ında Minsk'te toplanan bir kongreyle kuruldu.

1900'de serbest bırakıldıktan birkaç ay sonra yurtdışına kaçtı ve İsviçre'ye yerleşti. Aralık 1900'de yayımlanmaya başlayan İskra gazetesindeki bir makalesinde ilk kez 'Lenin' takma adını kullandı. RSDİP'nin 1903'te ikinci kongresinde, demokratik merkeziyetçilik ve devrimci-demokratik diktatörlük konularında ortaya çıkan görüş ayrılığı sonrasında, Merkez komite ve İskra yazıkurulunda çoğunluğu sağlayan Lenin ve yandaşları Bolşevik(çoğunluk), muhalifleri ise Menşevik(azınlık) adlarıyla anılmaya başladılar.

1905 devriminin yenilgiye uğramasından sonra Aralık 1907'de yeniden Avrupa'daki sürgün yaşamına döndü. Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra kendi hükümetlerine destek olma politikasının sosyal-şoven bir politika olduğunu ileri sürerek, emperyalist savaşı iç savaşa döndürme çağrısında bulundu. 1917 Şubat Devrimi'nden sonra Petrograd'a döndü. Nisan Tezleri'yle bolşeviklerin sosyalist iktidar perspektifiyle hareket etmeleri gerektiğini vurguladı. Baskı ve yasaklama girişimlerinden dolayı Finlandiya'ya kaçmak zorunda kaldı. Burada yazdığı Devlet ve Devrim adlı eseriyle proletaryanın iktidarı burjuva devlet mekanizmasını parçalayarak alması gerektiğini belirtti.

1917 Ekim'inde gizlice Petrograd'a döndü. 7 Kasım 1917'de Lenin'in önderliğinde Bolşevikler iktidarı ele geçirdi. 8 Kasım 1917'de Halk Komiserleri Kurulu başkanlığına seçildi. 21 Ocak 1924'te Gorki kentinde öldü.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Mevlana Muhammed Celaleddin-i Rumi (1207 - 1273)

mevlana.jpg
Mevlana'nın asıl adı Muhammed Celaleddin'dir. Mevlana ve Rumi de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasına gelen Mevlana ismi, ona, daha pek genç iken Konya'da ders okutmaya basladığı tarihlerde verilir. Bu isim sems-i Tebrizi ve Sultan Veled'den itibaren Mevlana'yı sevenlerce kullanılmış; Adeta adı yerine sembol olmuştur.
Rumi, Anadolu demektir.

Mevlana'nın, Rumi diye tanınması, geçmiş yüzyillarda Diyari Rum denilen Anadolu ülkesinin vilayeti olan Konya'da uzun müddet oturması, ömrünün büyük bir kismının orada geçmesi ve nihayet türbesinin orada olmasındandır.

Mevlana'nın doğum yeri, bugünkü Afganistan'da bulunan, eski büyük Türk kültür beldesi Belh'tir.

Mevlana'nın Doğum tarihi ise (6 Rebiu'l Evvel, 604) 30 Eylül 1207'dır. Bazı araştırmacıların tespitine göre, O'nun doğum tarihi 1182'dir.

Asil bir aileye mensup olan Mevlana'nın annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmsahlar (1157 Dogu Türk Hakanlığı) hanedanından Türk prensesi, Melike-i Cihan Emetullah Sultan'dır.

Babası, Sultanü'l-Ulema (Alimlerin Sultani) ünvanı ile tanınmış, Muhammed Bahaeddin Veled; büyükbabasi, Ahmet Hatibi oglu Hüseyin Hatibi'dir. Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmış Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrılmıştır.

Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuş burada tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmışlardır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etmiştir. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) gelip Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleşmişlerdir.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kalmışlardır. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlenmiş bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu olmuştur. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yapmıştır. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet edip ve Konya'ya yerleşmesini istemiştir.

Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etmiştir. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçilmiştir. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolunmuştur.

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplanmış Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak görmüşlerdir. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar vermeye başlamıştır.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaşmıştır. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştür. Ancak beraberlikleri uzun sürmemiş Şems aniden ölmüştür.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü vefat etmiştir.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.


MEVLÂNA'NIN ESERLERİ

MESNEVİ

Mesnevî, klâsik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Sözlük anlamıyla "İkişer, ikişerlik" demektir. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevî adı verilmiştir.

Her beytin aynı vezinde fakat ayrı ayrı kafiyeli olması nedeniyle Mesnevî'de büyük bir yazma kolaylığı vardır. Bu nedenle uzun sürecek konular veya hikâyeler şiir yoluyla söylenilecekse, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevî tarzı seçilir. Bu suretle şiir, beyit beyit sürüp gider.

Mesnevî her ne kadar klâsik doğu'şiirinin bir şiir tarzı ise de "Mesnevî" denildiği zaman akla "Mevlâna'nın Mesnevî'si"gelir. Mevlâna Mesnevî'yi Çelebi Hüsameddin'in isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söylediğine göre Mevlanâ, Mesnevî beyitlerini Meram'da gezerken,otururken, yürürken hatta semâ ederken söylermiş, Çelebi Hüsameddin de yazarmış.

Mesnevî'nin dili Farsça'dır. Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunan en eski Mesnevî nüshasına göre, beyit sayısı 25618 dir.

Mesnevî'nin vezni : Fâ i lâ tün- Fâ i lâ tün - Fâ i lün'dür

Mevlâna 6 büyük cilt olan Mesnevî'sinde, tasavvufî fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır.

DİVAN-I KEBİR
Dîvân, şairlerin şiirlerini topladıkları deftere denir. Dîvân-ı Kebîr "Büyük Defter" veya "Büyük Dîvân" manasına gelir. Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Dîvân-ı Kebîr'in dili de Farsça olmakla beraber, Dîvân-ı Kebîr içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiir de yar almaktadır. Dîvân-ı Kebîr 21 küçük dîvân (Bahir) ile Rubâî Dîvânı'nın bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Dîvân-ı Kebîr'in beyit adedi 40.000 i aşmaktadır. Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr'deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu dîvâna, Dîvân-ı Şems de denilmektedir. Dîvânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.

MEKTUBAT
Mevlâna'nın başta Selçuklu Hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerin.e nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen diıü ve ilmi konularda ise açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlâna bu mektuplarında, edebî mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında "kulunuz, bendeniz" gibi kelimelere hiç yer vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa o sözlerle ve o vasıflârla hitap etmiştir.

Fİ Hİ MA Fİ H
Fîhi Mâ Fih "Onun içindeki içindedir" manasına gelmektedir.. Bu eser Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve âhiret, mürşit ve mürîd, aşk ve semâ gibi konular işlenmiştir.

MECÂLİS-İ SEB'A
(Yedi Meclis) Mecâlis-i Seb'a, adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi meclisi'nin, yedi vaazı'nın not edilmesinden meydana gelmiştir. Mevlâna'nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş, ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlemesi yapıldıktan sonra Mevlâna'nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna, yedi meclisinde şerh ettiği Hadis'lerin konuları bakımından tasnifi şöyledir :

1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı.
2. Suçtan kurtuluş. Akıl yolu ile gafletten uyanış.
3. İnanç'daki kudret.
4. Tövbe edip doğru yolu bulanlar Allah'ın sevgili kulları olurlar.
5. Bilginin değeri.
6. Gaflete dalış.
7. Aklın önemi.

Bu yedi meclis'de, asıl şerh edilen hadislerle beraber, 41 Hadis daha geçmektedir. Mevlâna tarafından seçilen her Hadis içtimaidir. Mevlâna yedi meclisinde her bölüme "Hamd ü sena" ve "Münacaat" ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufî görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevî'nin yazılışında da aynen kullanılmıştır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Marcus Agrippa ( .... - .... )

Milattan Sonra yaklaşık I. yüzyılın sonu ile II. yüzyılın başında dünyaya gelen Agrippa, İlkçağ Yunan felsefesindeki kuşkucu geleneğin, özellikle de Pyrrhoncu Kuşkuculuk'un sürdürücüsü olan Romalı kuşkucu filozoftur. Akademia Kuşkuculuğu öğretisiyle yollarını ayırıp kuşkuculuğun "gerçek evi" olarak gördüğü Pyrrhon'un öğretisine yönelen Aenesidemos'un ardılı olan Agrippa, kuşkuculuğu temellendirmek için Aenesidemos'un ortaya koyduğu on tropos’u (diyalektik uslamlama) beşe indirerek kendi öğretisini kurmuştur.Kuşkuculuğu savunmak, yargıda bulunmaktan kaçınmayı (*epokhe) ve bilginin olanaksız olduğu düşüncesini temellendirmek için Agrippa'nın türettiği beş tropos kısaca şöyledir:

1- Aynı konu üzerinde öne sürülen görüşler başka başka olup birbirleriyle çatışır.

2- Akıl yürütme ya da öncüllere dayalı kanıtlama özü gereği bir çıkmazla karşı karşıyadır: her kanıtlama ayrıca kanıtlanması gereken öncüllere dayandığından ve bu sonsuza dek böyle sürüp gittiğinden hiçbir akıl yürütme kendi kendini kanıtlama ya da açıklama gücüne sahip değildir.

3- Akıl yürütme sürecindeki bu sonsuz geriye gidişin önünü alabilmek için kanıtlanmamış öncülleri ileri sürmek zorunludur: dogmacı filozoflar önermeler dizisinde sonsuza dek geriye gitmekten kaçındıkları için hiçbir zaman kanıtlayamayacakları varsayımlar öne sürerler.

4- Hem algılar hem de bunlara dayanan yargılar görelidir. Gerek algılar gerekse bunların doğurduğu yargılar özneye ve öznenin içinde bulunduğu koşullara göre değişir.

5- Kanıtlanacak şeyi kanıtın dayanağı yapmaktan doğan bir döngüsellik söz konusudur: herhangi bir ilkeyi tanıtlamaya kalkıştığımızda kendimizi bir kısır döngünün içinde buluruz; başka bir deyişle sonucu kanıtladığı düşünülen öncül ya da öncüller doğruluklarını yine sonuçtan aldıklarında, bu öncüllerin sonucu kanıtladığı ya da sağlama aldığı düşüncesi havada kalır.

Agrippa ayrıca, filozofların bir yandan akılla ilgili olanı duyularla, bir yandan da duyularla ilgili olanı akılla tanıtlamaya giriştiklerinden ötürü hep ikili bir kısırdöngüye düştüklerini de vurgular.

Agrippa, öne sürdüğü tüm bu gerekçe ve kanıtlara dayanarak, ne duyuların tanıklığına ne de insanın anlama yetisine güvenilebileceğini, bu nedenle de hiçbir konuda kesin hükme varılmaması gerektiğini savunur. Tıpkı Aenesidemos gibi o da dogmacılığın bu aşılamaz güçlüklerden dolayı tökezlemeye mahkum olduğunu düşünür ve ister bilginin olanaklılığı ister varlık ya da gerçeklik üzerine olsun her türden yargının askıya alınmasını (epokhe) salık verir.

Buna karşılık, Aenesidemos'un daha çok duyu algılarımızın yol açtığı güçlüklere yoğunlaşan tropos’larıyla karşılaştırıldığında Agrippa'nın tropos'ları, herhangi bir metafizik sorununu çözmenin olanaksızlığını gösteren kanıtları da içerdiğinden, çok daha derin bir kuşkuculuk barındırır. Bu yüzden kimi felsefe tarihçileri, kuşkuculuğu Akademia'nın uzlaşmacılığından kurtarıp eski ihtişamlı günlerine -katı Pyrrhoncu kuşkuculuğa- döndürmesinden ötürü, "yeni kuşkuculuk"un kurucusu olarak Aenesidemos'u değil de onu anarlar.

Son çözümlemede, Agrippa, insan bilgisinin, "bilgi" denilen şeyin birtakım varsayımlar ile ön kabullere dayandığını ve "yetkin" bilgiye ulaşmanın olanaksızlığını vurgulamasıyla birçok modern ve çağdaş düşünürü öncelemiştir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Cengİz Han

H0MrW.jpg
[/IMG]Büyük cihangir, devlet adamı ve kanun uygulayıcısı. Koyduğu kurallara yasa adını veren hükümdardır. 1155 yılında doğdu. Asıl adı Timuçin'dir. Moğol Oymak beylerinden Bahadır (Yesukay Batır adı ile de anılır) Bey'in oğludur. Ömrünü savaş alanlarında geçirdi. 1202 yılında Doğu ve Batı Moğolistan'ı zaptettikten sonra önce Hakan, daha sonra Cengiz unvanlarını aldı. 25 yıl hakanlık yaptıktan sonra, 1127 yılında 72 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu. Mezarının yeri belli değildir.

Oymak Beyi Bahadır'ın karısı Ulun Hatun 1155 yılında bir erkek evlât dünyaya getirdiği zaman bebeğin bir elinin yumruk gibi sıkı sıkıya kapalı olduğu görülmüştü. Minicik yavrunun yumruğu zorlukla açıldığı zaman avucunun içinde pıhtılaşmış kanı görenler: “Bu çocuk büyük bir cihangir olacak, avucunun içindeki kan buna işarettir” dediler.Ancak Timuçin adı verilen çocuk daha on iki yaşını doldurmadan babası hayata gözlerini yumdu. Annesi Ulun Hâtun zeki ve becerikli bir kadındı. Oymağı dağılmaktan kurtardı, oğlu büyüyene kadar yönetimi ele aldı.

Timuçin delikanlılık çağına geldiği zaman oymağın idaresini ona bıraktı. Babasından kalan oymak ne kuvvetli bir devletti, ne de doğru dürüst bir ordusu vardı. Timuçin'in ilk işi sağlam disiplin altında kuvvetli bir ordu meydana getirmek oldu. Bu uğurda yıllarını harcadı ve sonunda başardı.

Önce çevresindeki oymakları emri altında toplamak istedi. Bu yüzden ilk savaşlarını yaptı ve ilk zaferlerini kazandı. Sonra sıra Moğolistan'a hâkim olmaya geldi. Yaman bir cengâver ve iyi bir kumandan olan Timuçin bunu da başardı. Uzun savaşlardan sonra Doğu ve Batı Moğolistan'ı egemenliği altına aldı. Bunun için 47 yaşına kadar iç mücadele yapmak zorunda kaldı.1202 yılında bütün Moğolistan'a hâkim olduktan sonra, bütün Moğol ve Tatar hanlarının iştirakiyle yapılan Kurultay'da kendisine Hakan unvanı verildi. Böylece Timuçin, Karakurum'da hükümdarlık tahtına çıktı. 1206 yılında yapılan Kurultay'da bir şaman kâhin kendisine “Cengiz Han” adını verdi. Gökyüzünden geldiğine inanılan bu isim “Başbuğlar başbuğu” anlamına gelmekte idi.

Cengiz Han işte bu tarihten sonra geçen yirmi yıllık süre içinde, dünyanın en büyük devletlerinden birini kurmayı başardı. Bu arada büyük istilâ harekâtına da girişmişti. Önce Çin'i istilâ etti ve bu büyük devletin merkezi Hanbâlık'ı (bugünkü adıyla Pekin) fethetti (1216).Yaptığı büyük fetihler sonucu Uygurlar, Kalmuklar ve Karahitaylılar da Cengiz Han'ın emri altına girdiler.

Bundan sonra emrindeki 200 bin kişilik Türk-Moğol ordusuyla batıya döndü ve İslâm âlemine doğru yürümeye başladı Cengiz Han. 1220 yılında İran ve Türkistan'da Büyük Selçuklulara halef olan Harzemşah Doğu Türk Hâkanlığını yıktı. Sonra Orta Asya ve Anadolu'daki bütün küçük devletleri o kudretli istilâ ordusu ile ezip geçti. Böylelikle kurduğu devletin sınırlarını Çin Denizi'nden Karadeniz'e kadar uzatmayı başardı.

Cengiz Han daha sonra Kafkaslar'dan Rusya'ya geçip orada dağınık hâlde bulunan Türk oymaklarını bir bayrak altında toplayarak tarihin en büyük Türk devletini ortaya çıkardı.Cengiz Han'ın Börte, Kulan, Yesügen ve Yesüy adlarında dört “Başkadın”ı vardı. Bunların sayısı kadar da karargâh kurmuştu ülkesi sınırları içinde. Her karargâhında bir “Başkadın”ı bulunurdu. Uzun boylu, iri yapılı, geniş alınlı ve sert bakışlı bir insan olan bu büyük hakanın dört oğlu vardı. Ve eski bir Türk-Moğol geleneğine uyarak ülkesini, daha sağlığında iken bu dört oğlu arasında paylaştırdı. Kendi yerine üçüncü oğlu Ügedey (veya Ödebey)'i geçirdi. Cüci'yi avcıbaşı, Çağatay'ı örf ve kanun uygulayıcısı, Tuluğ (veya Tüluy'u) da savaş bakanı yaptı. Kısa bir süre sonra Cüci ile Tuluğ'un araları açıldı. Hattâ Cüci'nin babasına karşı bir ihtilâl hazırladığı dahi söylendi. Ancak Cüci'nin genç yaşta ölümünün sebebi anlaşılamadı.

Cengiz Han, 1225 yılında Hsia devletine karşı bir sefer düzenledi. Bu onun son seferi oldu. Daha Hsia düşmeden büyük cihangir, Kansu bölgesinde hayata gözlerini yumdu. Cesedi Moğolistan'a götürüldü. Orada, Kerülen ve Onon kaynaklarının yakınında Burhan-Haldun dağlarının bir köşesinde toprağa verildi. Türk-Moğol geleneklerine göre, mezarı gizli tutuldu. Kendisinden sonra gelenler de bu dağlarda çeşitli noktalara gömüldüler. Ne, büyük cihangir Cengiz Han'ın, ne de diğerlerinin mezarlarının yeri belli oldu.

Ölümünden sonra oğulları ülkenin yönetimini üzerlerine aldılar. Ulus adı verilen ülkeyi dörde böldüler, onlardan sonra gelen çocukları da yeni yeni devletler kurdular. Bunların en ünlüleri Cüci'nin oğullarından Batu Han'ın kurduğu Altınordu, diğer oğlu Togay Timur'un çocuklarının kurduğu Kazan ve Kırım-Hanlıkları, Tuluğ'un oğlu Hülagü Han tarafından kurulan İlhanlılar devletidir.
 
Top