BİNLERCESİNDEN SADECE ÜÇÜ

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
BEKAR VE EFKARLI YALNIZLIKLARI

ODASININ HERYANINA SAÇIP,

ASLINDA ÇOK HAFİF VE KORKAK İKEN,

ÇOK AKILLICA HARCANMASI GEREKEN BİR GAYRETLE

"SEVİLMEK" DENİLEN ŞEYİ ELDE ETMEK ADINA,

İNANCIYLA EYLEMİ HİÇ DE BİR OLMAYAN ŞEKİLDE TAPINIP DA,

SÖZÜMONA YÜREĞİNDEN TAŞAN AŞKINI

BALLANDIRA BALLANDIRA ANLATIRKEN;



HİÇ FARKINA VARAMIYORDU Kİ

KARŞISINDAKİ ADAM FEVKALADE BİR GÖRÜŞLE

YEMİNLERDEN ÇOK

ŞAHSİYETLERİN ASALETİNE BAKAR...



***





"- Beni kimse tam olarak anlamıyor" dediğinde Kelimelerin Sihirbazı (KS), ya gülüp küçümsüyor - ya burnu büyük diye nefret ediyor- ya da boş bulunup da anlamaya çalışırken, dayanamayıp sigorta attırıyorlar…



Oysa sadece "anlayamayacaklarını" anlasalar bile yetecek.

Çarşının ortasına dükkan açan sünnetçinin vitrine niçin "Saat" koyduğunu anlayıverişleri kadar kolay olacak onu kabullenişleri :).

Bir de; 3-5 bin kitap okuduğunu söylediğinde şaşıranlara çok kızıyordu KS, sonra vazgeçti.

Öyle ya; "herşey mümkündür" felsefesine ancak 1 kitaba 6 okuyucunun düşmediği ülkelerde sahip olunurdu.

Ailesinde en az 1 adet "Yazar" olan insanlar, ancak İzlanda gibi yerlerde bulunurdu.

Facebook'ta yazdığı şeyleri okuyan kadınlar, her ne kadar KS'yi tam olarak anlayamasa da, onları ve geçmişteki bütün kadınlarını bir "Kitap" yerine koyduğundan, onlara öyle muamele etti KS.

Kapağını açtığında o kitabın, dünyaları umursamayan bir kadının aşk için akıttığı salya sümüğe hayran olacağını sanarak ellerini uzattı hep geçmişte.

Uzattı ki; "karton karakter" olmaktan sıyrılıp "bir" olsun, KS'nin Bir'i olsun.

Sayfaları çevirdikçeyse; salt kibrine destek olması için piyano dersi alan, veya, caka satmak için kütüphanesine kiloyla kitap satın alan zorbalarla karşılaştı.

"Aman yarım kalsın bu hikaye de" diyerek kitabı alelacele ve açmamacasına kapattı.

İşte şimdiki 3 kadının hikayesi, diğer binlercesinin hikayesine tercüman olacak cinsten ve KS'nin okumaya "yarısındayken" son verdiklerinden...



Neslihan annesini erken yaşta kaybetmişti, ve engelli kardeşinin bütün sorumluluğunu almışken babasıyla birlikte, sonra da onun kötürüm oluşuyla yalnızlık cinleri başına üşüşerek debeletirken, ve bütün gün ikisinin birden bakımıyla meşgul olurken "doğurmamış ama anne" edalarıyla, bir yandan da yaşamındaki gerçek şartları hiç dikkate almadan, "olmayacak şeyleri olabilecekmiş gibi" düşünebilme, ve günlük koşuşturmaların sıkıntı - baskılarından kurtulup da boş vakit bulduğu an "rüya ile hülya olmasa züğürtlerin canı çıkar" sözünü doğrularcasına hayaller kurmaya başlar, boyutunu da otistik düşünceye kadar götürür, evlenip yuva kuramadıkça "aleyhine işleyen günlerin" acısını da bu düşlere yükleyerek yaşar, hayalleriyle içiçe yaşamayı benliğinden sildiği an bitip tükeneceğini de çok iyi biliyorken, "orada kendisini bekleyen boşluğa" nasılsa düşmeden nefes alıp veriyordu.

İstanbul'da yaşıyorlardı ama, asıl İstanbul'dan çok uzaktaki varoş bir mahallede. Fakat hayallerin kenar mahallesi ya da jet sosyetesi olmazdı. O da özgür özgür hayallerini kurar, bunu yaparken de birsüre sonra içini çeke çeke ağlardı. Gözyaşları pembe yanaklarından peşpeşe düşerken, alt dudağını bükmekten ve sümüklerini de hork hork çekmekten hiç utanmazdı. Pencereden dışarısını seyrettiği anlarda "içine çöreklenen gariplik" eşliğinde, iki çocuğu olacağını hayal ederdi mesela.


Bir oğlan bir kız. Oğlan babası gibi kumral, ve kabak kafalı olacaktı muhakkak ama, kızı, kendisi gibi esmer ve alyanaklı. Bahçede oyun oynayıp dururlarken oğlan kızı ittiriverecek "kediyi ben seveceğim sen bırak" diyerek, ve gayet mutluyken kızı "duru sesi buruşan yüzünden bir çığlığa dönüşerek anne yaa şu oğluna baaak" şeklinde ağlamaya başlayacak;

Neslihan da birkoşu gidip yanlarına, onları öpüp barıştıracaktı.

Gelmedi o "gök mavisi gözlü kız ile çakmak çakmak bakan oğlan çocuğu" hiç dışarısını izleyip durduğu pencereye doğru uzaktan uzaktan.

Kanı kuruyup, ilikleri kıkırdağa dönmeye yüz tutup, memeleri bir erkeğin ağzına acımsı gelecek hale dönüşünceye dek bekledi, ama, kendi çocukluğundan bu yana hayallerini kurduğu "kapının ansızın açılıvermesiyle içeriye giriverecek olan, kara saçları omuzlarını süsleyen kızıyla - yaptığı yaramazlıklardan sonra başını onun dizlerine koyup da ağlayan kabak kafalı oğlu", engelli kardeşiyle kötürüm babasından meydan bularak ona gel-e-medi.

Çok bekledi öncelikle bir damadı sonra da o hayalindeki çocukları, ama, bir türlü gelmedi üçü de, gel-e-medi…



Sonra birgün aşık oluverdi. Hem de nasıl!

Öyle bir aşk ki; dünya üzerinde hiçbir kadın onun kadar inanmamış, aşkı böylesine dirilerek karşılamamış, yüreğini de bir şifa iksiriyle yıkanmışcasına ak - pak edip, tarifsiz sevinçlerle doldurmamıştı.

Kötürüm babasının üçotuz emekli aylığından kırparak taksitlerini ödediği bilgisayarının başındayken, facebook denilen yerde denk geliverdiği Kelimelerin Sihirbazı isimli yazar, ona ve hayata ait öyle şeyler anlatıyordu ki;

içinde bulunduğu zorlu yaşamda adımlarını ağırlaştırıp da "balçık çamur kütleleri" misali, ya da, habire zincire vurulup tökezlenmesine yol açan ne varsa envai, herbirinden kurtuluyor, ve sihirli yazıların sahibine de daha bi bağlanıyordu.


Müptelası olduğu adamı hiç vakit kaybetmeden MSN listesine ekleyip, anlattı içinde bulunduğu duygu durumunu ve, "Senin için herşeyi yaparım!" ahkamıyla da kapatıverdi oturumu.


Haftalarca ettikleri sohbetlerde KS Neslihan'a;

onu bulunduğu zindandan kurtaramayacağını, ancak, kendi kendisini kurtarmak adına isabetli telkinlerle destek olabileceğini;

çünki, KS vasıtasıyla kurtulmanın "aslında başka bir zindana atılmak" gibi bir etki yapabileceğini anlatmaya çalışsa da, vazgeçiremedi.

Aşk'a söz geçer miydi?.. 1/3

***



Ayşe Gebze'liydi, ve, alabildiğine duyarlı bir beyin - ruh - kalp üçlüsünden çıktığını kolayca anladığı yazıları "her kelimesini ayrıştırarak" okudukça Facebook'ta;

yıkıcı bir kasırganın önünde sarsılan ağaç gibi titriyor, acılıklarıyla yaşamını harap eden, ve tek sebebinin de "kocası" olduğuna inandığı korkunç anılardan saklanmak istercesine yüzünü elleriyle kapatıyor, sonra da KS'nin sihirli yazılarına daha bir samimi şevkle sarılıp okuyor, okuyor, onların sahibine daha bir tutuluyordu.


Senin adın "beyaz" olsun demişti Ayşe'ye ilk konuşmalarında KS.

Çünki MSN'de açtığı kamerada, sütbeyaz bir elbiseyle çıkmıştı onun karşısına. Oysa ne saftı şu sihirbaz yarabbi, sütlük beyazlık mı kalmıştı? Yüzünden beyazlık dahil her rengi çekip alarak;

daha önceki masumiyet - duygusallık - soyluluğu da bir "karalıkla" bulandırıp, çöküşe - dayanıksızlığa - yapayalnızlığa dönüştürerek hüzne bulayan, aşk ve sevgiyle dolu olması gereken "yarınlarına" ait bütün düşleri evliliklerinin daha ilk üç yılında kırıp - döken - tüketen bir kocası vardı.

Öyle ki; artık zamanı algılayamıyor, umudu ise kafdağının ardında arıyordu. Ona iki kızı bile yardımcı olamıyor, her gününü "değişik yıkılışlar" eşliğinde, ve uykuyla uyanıklık arasındaki bir sersemlik ile yaşıyordu.



Geceler ise ayrı bir dertti. "Bir insanı sevmekle başlar herşey" diyerek yola çıktığı ve sevdalandığını sandığı, pijamasını katlamaktan bile uzak bir sarsaklıktaki "kocası olacak adam" Ayşe'yi kavgasız gürültüsüz olmasıyla da "iyi bir evlilik" sayılan oyunun "ideal koca" argümanı olarak yatağa girecek - yorgun olup olmadığına ya da isteyip istemediğine hiç bakmadan üstüne çıkıp aklınca "sevişecek" - onu da tam beceremeyip yarım yamalak hallederek yana kıvrılıp uzanacak, sonra da Ayşe'nin kulağının dibinde sabaha kadar horlayacak.


Şu Ayşe isimli köle "duygu yoksunluğundan" dolayı acı çeker üzülürmüş kocasına ne?

O iç huzurlarıyla osura - horlaya uyurken, Ayşe "içinin devasa darlığından" perdeleri açıp sabaha kadar gökyüzünü izlemiş - uyumaya niyetlendiğindeyse "yastığı koca bir taşa dönüşüp" kafasına batarmış kocasına ne?



Aslında onu suçlamakta haksız mı acaba?

Şu "kocası olan adam", birzamanlar çıta gibi olan bedenini, ve o bedenin "bir davula takılan deri" gerginliğindeki eski halini kaybettiğini - bıkkın kadınların gezdirdiği lopluktaki geniş kalçalarını - sarkık sayılabilecek memelerini - ve bedenindeki gevşemişliklere yarenlik eden ışıltısız ve coşkusuz gözlerini neredeyse her gece tepesine çıktığında farkediyor muydu ki, kalkıp "duygularını farketmiyor" diye kızıyordu adama?


Ve birşey daha vardı onun asla farkedemeyeceği : Sırf daha rahat uyuyabilmek için becerdiği karısı, o uyuduktan sonra, büsbütün bir yalnızlık - hüzün - mutsuzluk bataklığına saplanıp, kurtulmak için çırpınmıyordu bile.

Öyle ki; evlendikten sonra herşey yıprandıkça hızla, adına "sevda" dedikleri şeyin de çay bardağındaki çayla birlikte içilip bitirildiği - yemek pişirdiği tencereyi ovduğunda lavabonun deliklerinden geçip giden is karaları gibi kolayca giderildiği - aylarca balkonda güneşin altında rengi atmış bir gazete misali solup eskidiğini görüyor olmak "korkunç" gelmiyordu artık Ayşe'ye.

Tuttu bir deneme yaptı ve kocasını en yakın arkadaşı Nurten'in koynundayken getirdi gözünün önüne. Sonra da bir solukta seviştirdi. İçi kavrulsun istedi, onu kıskanmak istedi. Yoksa, yoksa, kıskanmayı mı unutmuştu?

Çünki böyle bir durumdayken bile kocası ve yakın arkadaşının sevişmeleri onu zerre miktarda ilgilendirmedi.


Tam; "Eskisi gibi yürek çarpıntılı - heyecanlı Ayşe yok buralarda. Öldü o yalnız gecelerin sabahını bulmaya çalışırken çocuklarını ve kocasını uyuttuktan sonraları. "Evli kadınlığının" boyun eğişi öldürdü onu ruhuna işleye işleye!" diye düşünürken, büyük kızı ders çalışsın diye aldıkları bilgisayarının başında bir arkadaşının önerdiği KS ve yazılarıyla tanıştı…



Aman Allah'ım!

Böyle birşey mümkün olabilir miydi?

O yazılardan fışkıran "hüzmeler" yalnızlığının üzerine böylesine dik açılarla düşebilir, hala güzel ve endamlı sayılabilecek vücudunu ürpertip, parmaklarını ipeği andıran uzun saçlarının içinden geçirdiği esnada yürek dolusu gülümsetip de "kocası olacak adamla" olan bütün donuk ve soğuk geçmişini unutturup;

dünyayı yeniden dönüyor, ve zamanı yeniden akıyor hale getiriverirken;

yazıları kuşatan samimiyet ve sevecenlik tüm benliğini sarıverip, ona "kanatlanmış" hissini yaşatabilir miydi?


Ne hissi yaa ne hissi? Okudukça farkediyordu ki;

artık resmen bir sevda perisiydi! KS'nin henüz farkında olmadığı - bilmediği sevdalı bir peri!

Hemen bilsin istedi, ve o sihirli yazıların efendisini MSN listesine ekledi.
Ne güzelll, yanıt da vermişti…



Aylar geçti. KS sabırla Ayşe'yi ve bazen açık açık bazen de gizli kapaklı yaptığı aşk söylemlerini dinledi.


Ona da her fırsatta, "KS'yi hiç tanımayanlar veya tanıyıp da okumayanlar veya okuyup da anlamayanlar" safında yer aldığını söyleyip;

Leyla ile Mecnun'un ulaştığı aşk neşesine asla erişemeyeceklerini,
belki yüzlerce belki de binlerce kez söyledi.


Karşılıksız da olsa, aşk'a söz geçer miydi?.. 2/3



***



Selma Mersin'de yaşayan - bir yıldır dul - sakin - sağlam yapılı - çilekeş bir 3 çocuk annesiydi.

Gençti, güzeldi, işveliydi.

O da diğer binlercesi gibi "dil'inkine" alışkındı da, "hayat sürçmesinden" muzdaripti.

Dil sürçtüğünde yine dil kullanılarak düzeltilebiliyorken, hayatı sürçmüştü onun, ve bunu hangi hayat ile düzeltebileceğini birtürlü bilememişti.

Oysa herşey ne güzel başlamıştı, ve tüm ömrü kocacığının güzel saçlarına yüzünü gözünü sürerek - onun cezbeden kokusunu bir yaşam iksiriymiş gibi kana kana içine sindirerek - insana güven veren kolunun çemberinde "mutlu ve mesutken" daha bir sokularak geçirecekti "yaşadığımız dünyayla alakasını kesip de bambaşka alemlere dalıp gitmiş" hallerdeyken.


Olmadı!

Tam da mutluluk üzerine ne kadar mucize varsa inanmaya başlamışken, kaos ve kabus denilen acayipliklerin "bir başka kadın" kılığına girip de onun biricik hanesine dolanmasıyla, gecenin bir vakti 2 yavrusunu da alarak kapıyı açıp kendini sokaklara attı.

Ne bastığı yeri görüyor ne de sağanak yağmurdan etkileniyordu. Sadece çocuklarının ıslanması üzüyordu, ama, üçüncü bebeğinin karnında olup da yağmurdan korunuşu azıcık da olsa Selma'yı avutuyordu.


Kimsenin bilemeyeceği ama onun muhakkak yaşayacağı bir gelecek için fal bakarmışcasına uzun uzun süzdükten sonra gökyüzünü, 5 yıl önce giriştiği "deli saçması kader oyununa" önce karşı çıkan sonra da "çaresizlikten dolayı seyirci kalmaktan başka bişey yapamayan" o anne ve babasının kapısını, asla yapmacık olmayan bir hüzünle tedirgin tedirgin çaldı.


Bir zamanlar müstakbel kocasıyla arasına giren "bir karaçalı" gibi gördüğü büyükleri emindi ki onu anlar, içeri alır ve sahiplenirdi. En azından üçüncü bebeğini doğurana kadar!

Kapı açıldı. Gecenin derin sessizliğine hiç aldırmayan, Selma'ya tek bir soru bile sormayan biricik ailesi, onu ve sırılsıklam olmuş çocuklarını aceleyle içeri aldı…



Çocuklarının üçünün de doğumundan sonra kendine geldiği an ilk sorduğu "bebeciğinin sağlığı" olmuştu gayr-i ihtiyari. Kana bulanmış bir apışarası varken, ve bedenindeki her parçası sancırken, hemen her annenin yapacağını yapıp onların nasıl olduğunu sormuştu hemşirelere.



Kucağına ilk aldığı anda da, o sevgili varlığın "Merhaba, ben bebek. Senin adın da anne olsa gerek!" dercesine tutunuşuyla, gökyüzündeki güneş sanki sadece onları ısıtmak gayesiyle doğuyor - ırmaklar ve dereler ise sadece onların ayaklarını yıkamak istercesine çağlıyor sayışlarını anımsadı.

O duyguların boş olduğuna;

kendisi küçücük bir kızken her saniye ferahlık duygusu veren şu kocaman "baba evinin" genişliğinin, zaman geçtikçe boşluk - ıssızlık - yalnızlık - karamsarlık - kaygı - panik ve hatta kin kustuğunu gördükçe üzerine;


üç çocuk doğurmuşluğunun pek de övünülecek birşey olmadığını, çünki, sokaktaki uyuz itin de bunu pekala becerebildiğini - iştahsız olduklarında elinde mama tasıyla "doğru dürüst doysunlar" diye peşlerinden koşmasa da büyüyüp bir baltaya sap olabileceklerini - soğuk kış geceleri hastalandıklarında başları ucunda sabahlamalara ve ağlamaklı gözlerle nöbet tutmasa da "daha geç iyileşmeyeceklerini" - analı veya anasız da olsalar büyüyebileceklerini - bir insanın mutsuz olacaksa böyleyken de olabileceğini düşündü.

Peki ya kendisi?


Perişandı.

Küçücük bir kilerde iri sopalarla kovalanıp da birköşeye kıstırılmış kedi gibi ürkek ve tetikteydi. Yüreğinden dışa vuran siyahi rengin sesi evin büyük ve yüksek odalarında yankılandıkça daha da ürkütücü bir hal alırken, tutup el kadar bebeğiyle birlikte çocuklarının odasına sığınıyor;

gelgelelim kocasıyla "öteki kadının" sırtına yükledikleri o "şehrin bütün yalnızlıkları" yakasını bırakmıyordu.

Uzandığı herşey elinde kalmıştı hayatta, ve artık ucundan bile tutmaya çekiniyor, ruhunu serinletecek birşeyler bulamadıkça da daha çok bunalıyor;

20 küsür yıllık yaşamında neyi var neyi yoksa hepsine "manasızlık" yükleyen, ve en cüretkar şekilde kalan hayatına da "bitmişlik yaftasıyla hükmeden" kocasının;


evlendikleri gün avuçlarına tutuşturduğu o güzel görünüşlü çiçeğin geçen zaman içinde taşınması imkansız bir kaktüs ağacına dönüşerek belini bükmesine yol açtığı, ve gönlünün saçlarının dağınık - gönlünün ellerinin kirli - gönlünün tırnaklarının uzun ve pis birşekilde yaşamasına sebep olarak, her anını "utanarak ve öylesine" yaşamak zorunda bırakışını hiç affedemiyor;

kendini her soluk alışverişte bir uçurumdan itiyorlarmış gibi hissediyordu.


Çığlıklarını içine göme göme bir mezarlığa çevirmişti orasını da, ve o çığlık çiçekleri yemek - bulaşık - çamaşır - temizlik denen şeylerin acımasız egemenliğinde "beyninin elini kolunu bağlayarak" uğultularla, nasıl da mırıldanıyordu aşkın - sevdanın çoktan öldüğünü, ve o cesedin de, hasta çocuğunun başında sabahı ederken alnına koyduğu sirkeli bezlerle asla ayağa kalkamayacağından emindi.


Aşk ve sevda öylesine cesetti ki artık onun içinde biryerlerde, memeleri sadece bebeğine süt vermeye - kolları zoraki de olsa çocuklarını sarmalamaya - kasıklarını her hareketle titreten bacaklarıysa çocuğunu sallamaya yarıyor, o cesedin kokusu da gülyüzünü günden güne solgunlaştırıp, gözlerine "önüne her ne çıkarsa çıksın suçlayıcı bakışlar" kazandırıyordu.

Çıra misali yanan o yeşil gözler - yumuşak bir örtüymüşcesine o gözleri perdeleyen siyah ve uzun kirpikler, bir büyüyü gizleyip gizleyip gösterircesine kapanıp açılan o güzelim gözkapakları hızla bitkinleşiyor - şavkını ve ışıltısını yitiriyor - Selma'nın içindeki cesetle yarışa girişiyordu.

Hani yaşlanıp da ölüme yaklaştıkça insan küçülürmüş ya, işte tam öyle "gittikçe küçüldüğünü ve yapayalnız uzandığı karyolasının da her geçen gün büyüdüğünü" hissediyordu.

Sonra birşey oldu!..



Sihrini hissedebildiği ama "yitip gitmişliğiyle" birtürlü somutlaştırma gücünü kendinde bulamadığı, kömür karası gözlerine bakmaktan hiç sakınmadan, kendi yeşil gözlerini de hiç kapamadan, pespembe dudaklarını onunkilerden kaçırmaya hiç gerek duymadan, ve her göreni hayrete düşürecek bir becerilikle altına doğru kayıvermişti o muthiş yazar KS'nin.

Kendini ona sunmaktan, ve bütün mahremini ona açıverip de üstüne çıkarmaktan zerre kadar tereddüt etmemişti.



Çünki o sihir yüklü yazıları kaleme alabilen adam bunu hem hakeder hem de kaygılarını anlayabileceği gibi, kırılganlığının sınır ve boyutlarını da hissedebilirdi.

KS memelerini emip sömürürken, kayganlaşan kukusunun da açlığını gideriyor, ve ruhundaki çürümüş cesede yeniden "et ve kemik" giydiriyordu, ki, büyük oğlunun seslenmesiyle sıyrılıverdi "körlemesine kendini bıraktığı" o tutkulu sancıdan.

Farketti ki, cinsel organı sırılsıklam halde,
oğlunun bilgisayarının başındaydı ve ekranda da KS'nin bir yazısı vardı...



Ne yani; bu adam onu bunca etkileyip de "tamamen gerçekmiş gibi hissedilen" bir sanrı mı yaşatmıştı?

Fakat sanrılarda "arzulanan nesneler" bellekte kaldığı şekliyle görülebilirlerken;

Selma tek bir yazısını okuyarak şu KS denen, ve daha önce hiç görmediği adamı tüm bedeninde nasıl ağırlamıştı?

Düşünmeyi bıraktı, KS'yi MSN'ine ekledi ve ona duyduğu aşk'ı anlatmaya başladı!

KS elbet kulak verirdi de,
aşk'a söz geçer miydi?.. 3/3



***



Yazılarında somut hareketten çok, "düşüncelere ve düşünsel yaşantılara" önem veren KS, cümlelerini "uzun fakat bir ahenk içinde birbirlerini tamamlar" şekilde kurup, onun üslubunu yer yer "aksak ve pürüzlü" yer yer de "çapraşık ve karmaşık" bulanlara bile, "Ama olsun. Bu da onun süsleme sanatı - sanatının süsü, ve harika" dedirtme konusunda çok başarılı olsa da, yukarıda sadece 3'ü örneklenen binlerce kadından nasıl uzaklaşabileceğini bir türlü keşfedemiyor, keyfi kaçıyordu.


Onlara psikoloji ve parapsikolojinin en görkemli kıssalarıyla birşeyler anlatsa, ve onların "KS'ye karşı hissettiği çılgınlıkların" asla KS'nin talihi olmayacağını ispatlasa, dayanamayıp MSN'de engelleyip silse de yeni yeni mail adresleri kaydederek tekrar tekrar geliyorlardı o "biricik adamlarının" accountuna, ve bazen de tamamen başka biriymişcesine sohbet ettiklerinden, KS onların kim olduğunu öğrendiği an'a dek birsürü zamanını oraya harcamış oluyor, bu durumlara da çok kızıyordu.


Sonra birgün;

KS'yi bile coşkuyla gülümsetecek olan, "hayali ve karanlık bir alemden aksederken tüyleri bile dimdik ederek" kulaklara uyguladığı vahşi temasta da "ince bir olayı" muhakkak hissettiren çınlamalar eşliğindeki DeviLofHacker'in sesi duyuldu bilgisayarın hoperlöründen, ve o ses;


"- Kendini ne üzüyorsun? Sana her daim "senin için herşeyi yaparım" demiyorlar mı, ve her şartta sana sokulup - sana sığınarak yaşamayı arzulayıp da;

sendeki o "bir çift farkındalık yüklü göz" kendilerini ömürlerince sahiplensin istemiyorlar mı?

O halde, geldikleri an yeniden MSN'ine,
onlardan çırılçıplak soyunmalarını ve sanal da olsa "karın" olmalarını iste.


Yarıya yakını "- Sen de bilindik normal erkekmişsin, sadece bedenimi istedin!" diyerek çekip gidecektir emin ol.

Diğer yarıya da onları saniye saniye kayıt edeceğini ama asla bir zarar gelmeyeceğini, fakat bu çıplak kayıtların CD'lerini toprağa gömmüş olsan da, ne yapıp yapmayacağını onların seni "rahatsız etme derecelerinin" belirleyeceğini söyleyiver.

Kaldı ki, kayıt etmene bile gerek yok.

Emin ol ki hepsi ; uçmaya gelince deveyim, yüke gelince de kuşum diyen devekuşları gibi davranmaktan vazgeçip, seni rahat bırakacaklardır.

Hadi kolay gelsin! :D" şeklinde konuşuyordu...



1540'lı yıllarda Roma'da kullanılan ilk "Soğutma" yönteminin esası, bolca tuzun su içinde eritilmesiydi.

Aralarındaki anlaşmayı hiçe sayıp zırt pırt devreye girerek hoşa gitmeyen birşey yapmış olsa da, DevilofHacker galiba teknolojide kullanılan soğutma yöntemlerini "kadınlar ve kalpleri" üzerinde de etkili olacak hale getirmiş, gerekli revizyonlardan sonra da Kelimelerin Sihirbazı'na önermişti.


Çok aşık ve herşeyi yapmaya hazır olduğunu söyleyen binlerce okuyucusu kadın, kalpleri göğüs kafesini delerek dışarıya fırlayacakmışcasına atsa da KS'ye karşı;

ya da onun bir tek samimi öpücüğü, sanki, içine düştükleri hastalığın derecesini ılık bir iklim seviyesine indirecek, ve çektikleri ölüm azabının tamamını dindirecek de olsa biranda;

yaptığı şu ahlaksız teklifle "Nesirde mantık ve eşya kurallarının" tamamını susturup da bilinçaltlarını konuşturabilen şu KS'ye ne denebilirdi ki?

Yuh mu?

Akla en makul geleni; o sihirli yazıları hergün aynı hayranlıkla takip etmek,
ama, şu deli yazarın peşini bırakmaktı.



Bu "peş bırakma" eylemini,

KS'nin webcamdaki;
"kalpleri tutuşturacak derecedeki ateşinin ardındaki hınzırlık da alenen sezilebilen bakışları" eşliğinde;


Neslihan; bekaretinin de verdiği ürkeklikle ancak askılı fenilasına kadar;



Ayşe; henüz kocasıyla da seks yapıyor oluşlarının utangaçlığını biraz sağaltmasıyla, çırılçıplak soyunmasına rağmen cinsel organını birtürlü webcamin objektifine dayayamayıp da KS'nin dileğini layıkıyla yerine getiremeyerek;


Selma ise, uzun zamandır yaşadığı dulluğun, çektiği yalnızlık çilesine katmer oluşuyla, sadece memelerini göstermekten öteye gidemeyerek webcamde;


"Aşık olduğu adamla cilveleşip de, onu hayatının bir parçası haline getirememişliğin" zehirli kıymığı şahdamarlarına saplanmış olarak gerçekleştirdi, ve, diğer binlercesine katılıp, çekti gitti...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 
Top