Bi Öpcüğe Barış

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
Öğleden sonra evdeydi. İki yaşlarında sarı bukleli, kıvırcık saçlı, pembe yanaklı, mavi gözlü kızlarını sabahtan öğleye kadar annesi, öğleden akşama kadar da babası bakıyordu. Çoklarına göre şanslı sayılırlardı. Çocukları hiç yoktan bakıcı elinde sevgisiz, bakımsız kalmıyordu. Sonra bu zamanda bakıcı bulmak kolay mı? Bulsan da acaba güvenilir bir insan mı? İstediğin terbiyeyi verebilecek mi? Doğrusu zor iş… Bakıcıya verilecek ücreti de cabası.

Öğleye kadar okulda ders anlatıp, kafa yormanın ardından küçük bir kahve sohbetinin, buğulu bir çayın, bir kaç el oyun oynamanın zevkine de doyum olmazdı hani. Ama çaresiz son zili bekler, koşarak dolmuşa biner ,evin kapısı önünde karısından nöbeti teslim alırdı.

Kızıyla olduğu saatleri çaresizlik sözüyle nitelememeli. Onun gözünde kızı bal küpüydü. Şeker, kaymak gibi tatlıydı. En güzel saatleri kızının dizine başını koyup uyuma numarası yaptığı saatlerdi. Kızı ona anne olur, ee! eee! diye ninni söyler, o da bu ninnilerle kendinden geçerek gözlerini kapayıp uslu bir çocuk gibi uyurdu.

Küçük anne iki yaşını daha yeni doldurdu. Tatlı tebessümler oynaşan minik yüzünün en güzel yeri maviş gözleri. Babanın da gözleri mavi. Gözlerine bakınca kendine ait bir şeylerin varlığını duyumsuyor. Sanki kendisi kızı, kızı da kendisi gibi bir şey işte. İçi içine sığmaz oluyor böyle anlarda. Alıyor kızını kucağına, göğsüne bastırıp öpüyor, öpüyor… Doyumsuz bir sevgi seliyle coşup taşıyor. Çok dindar sayılmasa bile mutluluk gözyaşlarıyla ıslanan gözlerini yücelere çevirerek Tanrı’ya şükürler ediyor.

Mutluluk, yaşamı sevmekse «Seviyorum!…» diye haykırıyor sessizce. Anlam veremediği, çözemediği bir duygu bu. Bir bütün günün ağırlığı, yorgunluğu minicik parmakların saçlarını acemice okşamasıyla uçup gidiyor. Dünyanın en karanlık havasından sıyrılıp göksel bir aydınlığın altın ışıklarıyla yükselerek içi aydınlanıveriyor sanki.
Bugün de yine aynı duygularla küçük annenin kucağında yatarken muzipliği tuttu. Oyun bozanlık etti. Amacı kızını konuşturup gülmekti. Kızının kucağından kalkıp dikildi. Küçük kız buna izin vermek istemeyerek babasını tekrar dizine yatırmaya çabaladı. Babası dikildi. Ciddileşerek :

«Anneanne bana bebek alacak» sana almayacak.» Kız kavgaya hazır.
«Bana acak!…»
«Hayır bana alacak, sana almayacak.»
Kız sesini yumuşatarak,
«Acak, acak!…»
Eliyle babasının yanağını okşayıp, düşünceli bir anne sevecenliğiyle :
«Sana da acak!»
Baba oyunu sürdürmekte kararlı,
«Sana almayacak.»
Kız koltuğun üzerindeki oyuncak bebeğini saçlarından sürükleyerek getirdi. Sesini daha da tatlılaştırarak yeni bir yol denedi.
«Al, bak bebek… Senin bebeyin…»

Kendince eski oyuncak bebeğiyle babasını kandırıp anneannesinden gelecek hayali bebeği şimdiden sağlama alma uğraşındaydı.

Kızındaki bu akıl inceliğine şaştı. Kızlar erkek çocuklarından cadı olur derler. Cadı ki, ne cadı… Dudağından dökülen her sözcük, savurduğu her çığlık, yüreğindeki fırtınaları coşturup, kabı kabına sığmaz bir hale getiriyordu onu. Uğruna feda ettiği uykusuz gecelere, küçük bir soğuk algınlığında çektiği acılara hayret ediyor, «Gözleri gülsün, sağlıklı büyüsün de daha nice uykusuz gecelere, daha nice acılara razıyım.» diyordu.
İçinden taşan coşkun sevgiyle kızının yanaklarına saldırdı. Öptü, öptü…

Mutlu kahkahalara karışan barış andlaşması yürek yürek sevgi çiçekleriyle imzalanmıştı.
Sonra güle oynaya yemek yediler. Kocamaan, baba kadar büyük olmak için pembe yanaklarını şişire şişire masadaki yiyecekleri sildi, süpürdü. Sonra kocaman olduğunu belirtmek için karnını sişirerek eliyle sıvazladı. Babası ;

«Afferim kızıma, kocamaan olmuş!…» dedi.

Yemek masasını topladılar. Ardından tatlı tatlı sohbetler ederek uzun süre tuvalette kaldılar. Küçük hanım bezden hoşlanmıyordu. Onun için sık sık çişi gelir, bu arada tuvalet sohbetlerini de alabildiğine uzatırdı. Babası sabırsız bir insandı. Kendisine sorsalar çok sinirli bir insan olduğunu da düşünmeden söylerdi. Ama şu yumurcak yok muydu? işte ona sinir falan sökmüyordu. Yanında dünyanın en sabırlı insanı olur, saatlerce onun keyfîne göre hareket ederdi,

Yatma saati geldi. Yatak odasına geçtiler. Hava sıcaktı. Minik kızına en hafif geceliğini giydirdi. Kendisi de pijamalarını giydi. Yatağa yattılar. Kız kıvrılıp babasının koltuğu altına girdi. Minik kollarıyla babasına sarıldı. Kızının saçlarını okşadı.Sırtını sıvazladı.Yanaklarını,ağzını,burnunu defalarca öptü. Çocuk doymak bilmeyen bu sevgi seliyle kısa sürede mayıştı, kendinden geçerek tatlı bir uykuya daldı. Babası yavaşça yanından sıyrılarak kalktı.

Eşinin gelmesine daha üç saat vardı. Yarınki defleri hazırlamak için oturma odasına geçti. Planlarını yaptı. Değişik kaynak eserlerden ders notlarını tamamladı. Ayrıca bir şeyler daha karaladı, beğenmedi, sildi. Daha önceden yazdığı öyküleri yeniden okudu, bazı cümlelerini düzeltti.

Sait: Faik’irı «Semaver» hikâyesini inceledi.
İncebîr nakış özeniyle örülmüştü. «Bir yaşam, insanlar ve duygular işte böylesine ustalıkla dile getirilmeli.» dedi. Sait Faik’in insanlara bakışı sevgi doluydu.
İnsanları sevgi kalemiyle kağıtlara nakşetmek ne güzeldi.
Yatak odasının kapısı yavaşça aralandı.
«Âmaan, benim kızım uyanmış!…» dedi»fırladı.
Küçük yaramaz şımarık bir sokulganlıkla gülümsedi. Elleriyle gözlerini ovaladı, yere baktı. Kendini yeni bîr sevgi, selinin kollarına- bırakmak için hareketsiz bekliyordu. Öpüşüp» koklaştılar, canlandı. Terli geceliğini ve iç çamaşırlarını yenileriyle değiştiler.
«Anne neyde?..» dedi, gözleriye etrafı araştırdı.
«Anne yok.» dedi baba. Kız huysuzlandı. Hep bu saatlerde ufak tefek kavgaları başlardı.
«Anne mama almaya gitti kızım, şimdi gelecek. Haydi camdan bakalım geliyor mu?»

Camdan baktılar gelen yoktu. Bu kez anneme gidelim diye tutturdu. Şimdi gelecek diye susturmaya çalıştı. Bebekleriyle oyalamak istedi, türlü vaadler etti, başaramadı. İllâ da annemi isterim, dedi başka şey demedi. Ağladı, bağırdı, çağırdı. Yüzü gözü sümük içindeydi. Mendille burnunu silmek isteyen babasına vurdu, vurdu,
Saatine baktı akşamın altısı. Demek kî on beş dakika sonra dersten çıkarlar. On beş.dakika da yol…

Yarım saat sonra evdedir. Çocuğu susturmak gerek. Ne yapmalı? «Hah, tamam! Buzdolabındaki şekerlikten bir kâğıtlı çikolata.»

Koşarak aldı, getirdi.
«Gel kızım. Gel yavrum. Bak sana ne getirdim. Gel canım, gel benim tatlı kızım, gel…»
Babasının eline şöyle bir baktı. Alıp almama konusunda ikirciklendi. Sanki annesiyle çikolata arasında bir tercih yapmak üzereydi. Babasının eline öfkeyle vurarak bağırdı.
«Anne değsin. (gelsin.)»
«Gelecek kızım, gelecek. Şimdi gelecek.»

Kızının huysuzluğuna hak verdi. Şimdi kucak kucağa evin içinde dört dönerek pencereleri dolaşıyorlardı. Gidilen her pencere ortak bir umudun yankısını taşıyordu. Kızının duyguları bir yana kendisi de bu saatlerde sıkıcı bir bunaltının rahatsızlığını hissediyordu. Şu son dakikalar ne kadar ağır işliyordu. Geçmeyen zaman içinde eşinin dersten çıkışını, yolda geçen her anı, hatta attığı her adımı hayalinde hesaplıyor, o dakikalarda kapı zilinin çalmasını iple çekiyordu. Yaptığı hesaptan erken çalarsa sevinci iki kat artıyor, birazcık gecikmeyle ise cehennem azapları çekiyordu.

Misafir odasının penceresinden baktılar. Gelen yoktu. Daha bir kaç dakika var diye hesapladı. Kızına ise :
«Burda da yokmuş, bir de yatak odasından bakalım kızımla…»

Adımlarını ağırdan alıp kızını oyalayarak yatak odasına geçtiler. Sokaktan gelip geçenler alacakaranlıkta anneye pek benzemiyorlardı. Umutsuzca :

«Anne yok!…» dedi.

İçi «cız!» etti babanın. Yokluk… Yokluk kötüydü. Şu birkaç dakika içinde oyalayamadığı yavrusunu sonsuz bir ayrılık anında ne yapardı? Telâşla :

«Tövbe, tövbe! Şimdi de neleri aklıma getiriyorum. Allah öyle bir şeyi kimsenin başına getirmesin.»
Kapı zili iki kere kuvvetlice çaldı, Küçük kız babasının kucağında çığlık çığlığa çırpınarak :
«Anne değdi, anne değdi (geldi.)!…»
Kızını yere bıraktı. Kızının ardından giderek kapıyı açtı.
Bir günlük özlem, mutluluk güllerini, minnacık dudakların buseleriyle deriyordu.

Seyfo geldi aklına. Kocaman yırtık lâstikleri vardı. Ayakkabılarına dolan öbek öbek karlara aldırmaz, çıplak ayaklan eksi otuzları aşan bu kış, kıyamet günlerinde donmazdı. Urbaları lime lime. En mahrem yerlerini bile yer yer açıkta bırakan bu bez parçaları galiba biraz fazlalık gibi görünüyordu. Eğer bizim görmediğimiz, Tanrı’nın doğal bir elbisesi onu çetin doğa koşullarından korumuyorsa, bu yarı dilsiz çocuk insanüstü bir yaratıktı.

Öğretmen yatağının bir yanını yeni yeni ısıta-bilmişti, Yerinden kıpırdamamaya çalışarak söylendi :
«Zavallı çocuk. Yarın bîr şeyler bulup buluşturup vermeli. Pantolonum olmaz ama, bir kaç eski kazak… Büyük gelecek ya ne yapalım… İdare eder herhalde?»

Evde yiyecek bitmişti. Yollar karla kaplı. Bir haftadır ilçeye gidip gelen olmadı. Böyle olunca da yiyecek alması zor. Köyde bir bakkalın olmaması ne şanssızlıktı…
«Ne yapalım, tandır lavaşı var. Bir kaç zeytin, sıcak su da çay niyetine, idare eder gideriz işte…» diye düşündü.

Düşünceler canını sıktı. Onları da bir çırpıda sildi. Geçen ay gittiği filmdeki güzel kızı düşündü. Yılların özlemi bir çift göze takılıp kalmıştı. Soğuk gece ısınır gibi oldu. Taze etli bir dudak ona dünyanın en tatlı ve sessiz ninnisini söylüyor gibiydi. Saçlarını okşayan sevecen eller, yüreğîndeki özlem alevlerini harlayıp, tatlı düşlerin kollarında umut dolu uykulara götürüyordu.

Birden «hop!.» etti öğretmenin yüreği. Nefesini
tuttu. Geceyi delen madeni kulak kabarttı.
«Neydi acaba?»

Kulağını yavaşça yorganın dışına çıkartıp etrafı dinledi. Yürek atışlarının sesinden yeterli bir kanıya varamıyordu. Yeniden derin bir nefes alıp, sağ eliyle yüreğinin üzerine bastırdı. Madeni ses odanın duvarlarında biteviye yankılanıyordu.

Öncelikle aklına dış kapı geldi. Sanki bir tornavida ile kapının kilidini zorluyorlardı. Bu olasılıkla ir-kildi.
«Neden acaba,, Kim olabilir?» sonra birden anımsadı :

«Tabii yaa! Bir kaç gün önce köylülerle epeyce atışmadım mı? Evet, evet…» Sonra : «Öldürürler mi acaba?» diye düşündü. Bu düşünce pek aklına yatmadı. Madeni ses yeniden tıkırdamaya başladı. Bir müddet çalıştı, sustu. Düşüncelerine bıraktığı yerden devam etti. «Dövmeye gelseler bu gece vaktini mi bulmuşlar? Öyle ya da böyle tehlike kapıdayken aptal gibi yatıp kendimi boğazlamalarını mı bekleyeyim?»

Elini yandaki masanın üzerinde bıraktığı bıçaklara uzattı. Sessizce aldı. Korkusu az biraz sinmişti. «Korkunun ecele faydası yok!» dedi, yüreklendi.

Bir kaç gün önce jandarma köye gelmiş çocuklarını okula göndermeyen velilerden kesilen cezaları tahsil etmişti. Şu devletin işlerine akıl sır ermiyor doğrusu. Köylülere para cezası kesip, yazılarını ilçe İlköğretim Müdürlüğüne gönderirken amacı gözdağı vermekti. Paraların toplanacağını düşünememişti bile. Kendisi de, köylüler de şoke olmuşlardı. Demek ki devlet güçlüydü. Demek ki devlet bir kuruş alacağı için gerekirse on kuruş harcar ama yine o bir kuruşunu kimsede bırakmazdı.

İyi bir ders olmuştu bu. Köylü artık çocuklarını okula gönderirdi. Hem göndermezlerse daha sırada yen! para cezası ve ardından hapis cezası falan da vardı.

Okulun önündeyken muhtar el etti. Köy meydanının kenarındaki bir eve sırtlarını vermiş hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. «Geliyorum!…» diye cevapladı. Lojmana girip bıçaklarından ikisini beline taktı. Çıktı. Yanındaki öğrenci üzerlerine doğru gelen çoban köpeklerini elindeki değnekle kovaladı. Muhtarın yanındaki köylüler ceza yiyenlerdendi ve ona pek dostça bakmıyorlardı. Umursamaz bir tavır takındı. Sesinin titrememesine özenerek:

«Selâmün aleyküm!» dedi.

Kimi selâmı yarı buçuk aldı. Kimi Tanrı selâmıdır,, deyip gönülden «Aleyküm selâm!» dedi.

Muhtar öfkeyle bir şeyler söylemeye çalışan birini payladı :

«Sen sus! Ben size söylemişem. Söylemişem ya dinlememişsiniz. Ne yapmış Hoca? Çocukları mektebe gönderin demiş. Göndermediniz de ey mi ettiniz?»

İri yarı olanı yerinden kalkarak elindeki değneğini hiddetle salladı ;

Vermirem ola, vermirem işte. On ikisinde gız. Ona okul ne gereh? Gelinlih gız…»

Yanındakiler de onu desteklediler. Konuşmalar sertleştikçe kendini sağlama aldı. Sağ eli bilinçsizce belindeki bıçakları yokladı. Onlardan güç almıştı. Korkusuz hali köylülerin de gözünden kaçmadı.

«Ben de sizin zararınızı ister miyim? Amacım çocuklarınıza hiç olmazsa bir okuma yazmayı belletmek. Dünyadan, yaşamaktan, insanlıktan biraz bilgileri olması fena mı? Hem ben o ceza kağıtlarını yazmasam gelen amirlerim beni suçlamazlar mı? Görevimi yapmadım diye beni cezalandırmazlar mı? Sizin oğlunuz beni de oğlum, kızınız kızım, kardeşim, her şeyim… Okulda bulundukları süre içinde de benim namusum sayılırlar. Okul açıkken bahçeden içeri bir tane genç girebiliyor mu? Giremez. Neden? Çünkü yaşı büyük de olsa, küçük de olsa kız ve erkek öğrencilerin hepsi bana teslim. Kötülüklerden korumak da ban& düşer. Öyle değil mi Muhtar?…»

«Beli, doğru demişsen Hoca. Aha hepsi yanında söz verir. Yarından tezi yoh bebeler birer, ikişer mektebe gelecek.»

Karar homurtular arasında verilmişti. Öğretmen az da olsa ferahladı, okulun yolunu tuttu.
Madeni tıkırtıların sebebini bulmuştu. Evet, evet verilen ceza işini kendine yediremeyen birinin işiydi bu…
Sessizce yatağından sıyrıldı. Mutfağa açılan kapıdan çıkarak yan taraftaki banyoya geçti. Banyonun küçük penceresinden dış kapıya çıkan merdiven ağzı görüyordu. Uzanıp baktı. Kimse yoktu. Belki arka taraf doğru dolanmışlardır diye, sessizliğini bozmadan geri çekildi. Odadan odaya geçerek evin arka yanına bakan pencerelerin birinden dışarıyı gözledi. İn, cin top oynuyordu.

Dışarıda kimse yoksa, ses nereden geliyordu?…

Dışarıda hiç kimsenin olmaması içini rahatlattı. Yeniden yatak odasına girdi. Gaz lâmbasını yakarak etrafı kolaçan etti, emin oldu.

Küçük de olsa böyle bir deneme geçirmesi güzel bir olaydı. Yüreğini boğan heyecanı yenmekle kendine olan güveni pekişti, mutlu oldu. Bu ıssız köyde tek başına, korkularla iç içe, korkusuz yaşayabilmek az bir şey değildi.

Masanın üzerindeki küçük aynada kıvırcık, kumral saçlarını düzeltti. Yüzü normal rengine dönmüştü. Yatağına uzanıp bir şiir kitabı alarak sayfalarını gelişigüzel karıştırdı. Tadı yoktu. Yeniden yatağına girdi. Üşüdüğünü yeni yeni hissediyordu. Omuzlarını oğuşturdu. Neresiyle ellerini ısıtmaya çalıştı. Defterini alıp bir şeyler karalamaya çalıştı. Uykusu kaçmıştı bir kez…

Yine o ses… Madeni tıkırtılar. Hani tornavida ile kapı kilidini zorlama gibi bir ses var ya… İşte öylesine. Ama hayır, bir yanlışı vardı. Ses dışarıdan değil, odanın kapısından geliyordu. Hem de devamlı bir tempoyla, aralık vermemecesîne.

Gözü önce kapının koluna takıldı. Oynamıyordu. Artık sesi daha bilinçli bir şekilde algılıyordu. Öyle büyüttüğü gibi bir yankılaması da yoktu. Bilinen, her zamanki duyduğumuz bir tıkırtı işte.

Parmaklarının ucuna basarak yavaşça kapıyı açtı. Göz göze geldiler. «Tahmin etmiştim.» dedi. Küçücük fare yıldırım gibi fırlayarak banyoya taraf kaçtı, tezek kalıpları arasında bir yerlere gizlendi. Öğretmen kararlıydı. İçeri girerken kapıyı hafif aralık bıraktı. Terliklerini eline alarak yatağına girdi, beklemeye başladı. Gözü kapının aralığından sızacak küçük düşmanındaydı. Dışarının ayazından kaçıp, odanın nisbeten sıcak havasını teneffüs etme hayalîyle kemirilen kapı epeyce yara almıştı.

«Kısasa kısas.» dedi. «Uykumun kaatiline ölüm!…»

Ây, bulutların arasından gümüşten salkımlı, buzlu geceye gülümsüyordu. Bir çoban köpeğinin havlaması duyuldu uzaktan. Gece sustu. Öğretmenin lâmbasının titrek ışıkları inatçı bir dirençle geceyi aydınlatıyordu.

 
Top