1937 sonbaharıydı. Sivas Lisesi’nin tüm öğrencileri sabah yoklaması için okulun bahçesinde toplanmıştı. Lise müdürü Ömer Beygo’nun yaptığı duyuruyla büyük heyecana kapıldılar: Atatürk Sivas’a geliyordu!
Teneffüslerin tek konusu buydu artık:
“Liseye de gelir mi?”
“E tabii, Kongre’nin yapıldığı yer, muhakkak gelir.”
“Kongre salonuyla müzeyi gezerse biz onu göremeyiz ki!”
“İstasyon meydanına karşılamaya gidilecekmiş.”
“Konuşabilir miyiz acaba?”
“Yaa, Atatürk’ün de başka işi yokmuş, seninle konuşmaya geliyormuş zaten!”
“Dikkat edin, gözleri o kadar güçlüymüş ki, kimse gözlerine bakamazmış, bakanlar çarpılmışa dönermiş.”
“O kalabalıkta uzaktan azıcık bile görürsen şükret, nerede kaldı gözüne bakmak!”
Onu mutlaka görecek
9-A sınıfından Sarı Cemil, Atatürk’ü yakından görmeyi aklına koymuştu. 13 Kasım sabahı okuldan kaçtı, soluğu istasyonda aldı. Kısa bir keşif, ve evet, işte şu ağacın üstüne çıkarsa trenden inenleri rahatça görebilecekti.
Cemil, “sarı” lakabını ipince bir çocuk olduğu için almıştı. Tokat’ın bugün de ilk duyanların adını asla doğru yazamadığı Erbaa ilçesindendi. Annesi o küçücükken ölmüştü. Babası Celal bey oğlunu okutmaya kararlıydı. Lise Sivas’taydı, Cemil de oraya yatılı gelmişti.
Atatürk yanında bir kaç adam ve pantolon giyen genç bir kadınla trenden indi. Cemil eğilip daha iyi göreyim derken neredeyse düşüp boynunu kıracaktı. Kısa süre sonra Atatürk görüş menzilinden çıkınca ağaçtan indi, koşa koşa okula gitti. Meydandan dönen okul kafilesine karıştı. Sınıflara dağıldılar.
Ders hendeseydi, yani bizim bugün “geometri” dediğimiz şey. Arka sırada oturan Cemil dersi istese de can kulağıyla dinleyemiyordu. Atatürk’ü gördüğünü torunlarına nasıl anlatacağını düşünüyordu belki de. Zaten bu hendese denen meret de anlaşılır şey değildi; “Müsellesin zaviyetan-ı dahiletan mecmu’ü yüz seksen derecedir” gibisinden tuhaf Arapça tekerlemelerle doluydu. Aniden kapı açıldı, içeri Atatürk girdi!
Sınıf ayağa fırladı. Atatürk oturmalarını işaret etti. Hangi dersi yaptıklarını sordu ve ön sırada oturan sınıfın en çalışkan kızı Saadet’i tahtaya kaldırarak konuyu anlatmasını rica etti. Saadet bir yandan tebeşirle müsellesler çizip zaviyelerini işaretlemeye, bir yandan da “Müselles-i mütesaviyü’l-adla, zaviyeleri biribirine müsavi müselles demektir” diye anlatmaya başladı.
Tahtaya ikizkenar üçgen çiz çocuğum
Atatürk dikkatle dinledi, sonra Saadet’e “Tahtaya bir ikizkenar üçgen çiz çocuğum” dedi. Allahtan Saadet çok soğukkanlı bir kızdı. “O nedir bilmiyorum.” dedi sakince.
Atatürk “Müdür nerede?” dedi. Kendisi de matematik öğretmeni olan Ömer hoca hemen kafiledeki bakanların arasından sıyrılıp Atatürk’ün karşısında yerini aldı. “Yeni kitaplarda bu terimlerin Türkçesi var. Neden onları öğretmiyorsunuz?” diye sordu Atatürk. “Sivas’a gelmedi henüz yeni kitaplar Paşam” dedi Ömer Beygo.
Ve sonra Atatürk tebeşiri eline alıp anlatmaya başladı. “Müselles”e “üçgen”, “zaviye”ye de “açı” diyecektik. “İkizkenar üçgen” de hocaların bile dilinin zor döndüğü “ müselles-i mütesâviyü’ssâkeyn” denen şeydi. Öğrencilerin gözlerinin önündeki bir perde kalkıyordu adeta. Böyle söyleyince neyin ne olduğu isminden belli oluyordu! Tarihin gördüğü en büyük adamlardan birinden Pisagor Teoreminin kanıtını dinlediler. Ve anladılar.
Teneffüslerin tek konusu buydu artık:
“Liseye de gelir mi?”
“E tabii, Kongre’nin yapıldığı yer, muhakkak gelir.”
“Kongre salonuyla müzeyi gezerse biz onu göremeyiz ki!”
“İstasyon meydanına karşılamaya gidilecekmiş.”
“Konuşabilir miyiz acaba?”
“Yaa, Atatürk’ün de başka işi yokmuş, seninle konuşmaya geliyormuş zaten!”
“Dikkat edin, gözleri o kadar güçlüymüş ki, kimse gözlerine bakamazmış, bakanlar çarpılmışa dönermiş.”
“O kalabalıkta uzaktan azıcık bile görürsen şükret, nerede kaldı gözüne bakmak!”
Onu mutlaka görecek
9-A sınıfından Sarı Cemil, Atatürk’ü yakından görmeyi aklına koymuştu. 13 Kasım sabahı okuldan kaçtı, soluğu istasyonda aldı. Kısa bir keşif, ve evet, işte şu ağacın üstüne çıkarsa trenden inenleri rahatça görebilecekti.
Cemil, “sarı” lakabını ipince bir çocuk olduğu için almıştı. Tokat’ın bugün de ilk duyanların adını asla doğru yazamadığı Erbaa ilçesindendi. Annesi o küçücükken ölmüştü. Babası Celal bey oğlunu okutmaya kararlıydı. Lise Sivas’taydı, Cemil de oraya yatılı gelmişti.
Atatürk yanında bir kaç adam ve pantolon giyen genç bir kadınla trenden indi. Cemil eğilip daha iyi göreyim derken neredeyse düşüp boynunu kıracaktı. Kısa süre sonra Atatürk görüş menzilinden çıkınca ağaçtan indi, koşa koşa okula gitti. Meydandan dönen okul kafilesine karıştı. Sınıflara dağıldılar.
Atatürk derse giriyor: Ders Geometri
Ders hendeseydi, yani bizim bugün “geometri” dediğimiz şey. Arka sırada oturan Cemil dersi istese de can kulağıyla dinleyemiyordu. Atatürk’ü gördüğünü torunlarına nasıl anlatacağını düşünüyordu belki de. Zaten bu hendese denen meret de anlaşılır şey değildi; “Müsellesin zaviyetan-ı dahiletan mecmu’ü yüz seksen derecedir” gibisinden tuhaf Arapça tekerlemelerle doluydu. Aniden kapı açıldı, içeri Atatürk girdi!
Sınıf ayağa fırladı. Atatürk oturmalarını işaret etti. Hangi dersi yaptıklarını sordu ve ön sırada oturan sınıfın en çalışkan kızı Saadet’i tahtaya kaldırarak konuyu anlatmasını rica etti. Saadet bir yandan tebeşirle müsellesler çizip zaviyelerini işaretlemeye, bir yandan da “Müselles-i mütesaviyü’l-adla, zaviyeleri biribirine müsavi müselles demektir” diye anlatmaya başladı.
Tahtaya ikizkenar üçgen çiz çocuğum
Atatürk dikkatle dinledi, sonra Saadet’e “Tahtaya bir ikizkenar üçgen çiz çocuğum” dedi. Allahtan Saadet çok soğukkanlı bir kızdı. “O nedir bilmiyorum.” dedi sakince.
Atatürk “Müdür nerede?” dedi. Kendisi de matematik öğretmeni olan Ömer hoca hemen kafiledeki bakanların arasından sıyrılıp Atatürk’ün karşısında yerini aldı. “Yeni kitaplarda bu terimlerin Türkçesi var. Neden onları öğretmiyorsunuz?” diye sordu Atatürk. “Sivas’a gelmedi henüz yeni kitaplar Paşam” dedi Ömer Beygo.
Ve sonra Atatürk tebeşiri eline alıp anlatmaya başladı. “Müselles”e “üçgen”, “zaviye”ye de “açı” diyecektik. “İkizkenar üçgen” de hocaların bile dilinin zor döndüğü “ müselles-i mütesâviyü’ssâkeyn” denen şeydi. Öğrencilerin gözlerinin önündeki bir perde kalkıyordu adeta. Böyle söyleyince neyin ne olduğu isminden belli oluyordu! Tarihin gördüğü en büyük adamlardan birinden Pisagor Teoreminin kanıtını dinlediler. Ve anladılar.