Atatürk’ün Eğitim Hakkındaki Düşünceleri

Çağlayağmur

👪
Süper Moderatör
Atatürk, toplum hayatını ilgilendiren her konuda öneminden hiçbir şey kaybetmeyen görüşler üretmiştir. Eğitim ise O’nun en yoğun çalıştığı alanlardan biridir… Çünkü O, bir milletin geleceği üzerinde eğitimin oynadığı rolü çok iyi bilmektedir.

Atatürk’e göre, bir milletin hayat mücadelesinde, maddi ve manevi bütün güçlerini artırabilmesi, milli eğitimde yüksek bir düzeye erişmesi ile mümkündür.. Ancak, milli eğitim ile geliştirilecek ve yükseltilecek olan genç dimağların, paslandırıcı, uyuşturucu ve hayali fazlalıklar ile doldurulmasından kaçınılmalıdır.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın en zor günlerinde, Yunan ordusu Ankara’ya doğru ilerlerken dahi eğitime verdiği önemi göstermiş 16 Temmuz 1921 günü Ankara’da bir Maarif Kongresi toplamıştır. Orada toplanan öğretmenlere yeni nesli yetiştirirken uymaları gereken şu esasları göstermiştir:

1. Eğitim milli olmalıdır.

2. Milli terbiye programında, milletimizin gelişmesine engel olan ve o güne kadar uygulanan eski eğitim içinde yer alan hurafeler ile bize uygun olmayan yabancı etkiler ister doğudan gelsin ister batıdan bulunmamalıdır.

3. Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa varlığına ve birliğine saldıran yabancı güçler ve fikirlerle nasıl mücadele edecekleri öğretilmelidir. Bu bilgilere sahip olmayan fertlerden oluşan toplumlara hayat ve bağımsızlık hakkı yoktur.

4. Gelecek için hazırlanan vatan evlatlarına her türlü zorluk karşısında yılmamaları öğretilmelidir.

5. Aileler de çocuklarının gelecekleri için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamalıdır.

Bu esaslar Atatürk’ün daha Kurtuluş Savaşı sırasında eğitimle ilgili politikalar geliştirmeye başladığını göstermektedir. Onun Eğitim Politikası’nın asıl hedefi Milli, Lâik, Cumhuriyetçi ve Çağdaş bir nesil yetiştirmektir. Bu şekilde hem Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri sağlamlaştırılmış olacak, hem de en kısa zamanda çağdaş medeniyet seviyesine ulaşılacaktır.

Atatürk’ün eğitimde gerçekleştirdiği en önemli inkılâplardan biri 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat yani eğitimin birleştirilmesi hakkındaki kanunla gerçekleşmiştir. Bu kanunla Osmanlı Devleti’nden beri süregelen eğitimdeki ikiliğe son verilmiştir. O zamana kadar ülkemizde bir yanda dini eğitim veren okullar, diğer yanda ise lâik eğitim veren kuramlar vardı. Bu kurumlardan her biri kendine göre bir eğitim programı izliyor ve sonuçta iki ayrı insan tipi yetiştiriyorlardı. Bu durumun sakıncaları Kanunun gerekçesinde şöyle ifade edilmiştir. “İki türlü terbiye ve öğretim bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Bu ise duygu birliği, fikir birliği ve dayanışma amaçlarını toptan mahveder, yok eder”. Bu sakıncayı ortadan kaldırmak için çıkarılan kanunla 1924 yılından itibaren bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış, tümünde çağdaş, lâik eğitim verilmesi sağlanmıştır.

Atatürk Türk halkının % 9O’ının okuma yazma bilmemesini bir ayıp olarak görmüştür. Bu cehaletin önüne geçmek için yaptırdığı araştırmalarda en büyük nedenin Arap harflerinde olduğunu anlamıştır. 1928’de gerçekleştirdiği harf inkılâbıyla Türkçe sözcükleri ifade etmekte yetersiz kalan Arap harflerinin yerine Lâtin harflerini getirmiştir. Bu büyük inkılâbı desteklemek ve okur yazar sayısını artırmak için Milllet Mekteplerini kurmuştur. Baş öğretmenliğini yaptığı bu okullar vasıtasıyla 1.240.000 kişinin okuma yazma öğrenmesini sağlamıştır. Harf inkılâbı öncesi % 10 olan okur yazar oranı kısa bir süre içinde % 20’ye çıkmıştır.

“Eğitimin gayesi yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha ziyade memlekete ahlaklı, karakterli, cumhuriyetçi, inkılapçı, müspet, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst muhakemeli, iradeli, hayatta tesadüf edeceği engelleri yenmeye kudretli, karakter sahibi genç yetiştirmektir. Bunun için de eğitim programlarını ve sistemlerini ona göre düzenlemelidir” diyen Atatürk, eğitimin bir meslek kazandırmasına da büyük önem vermiş Tapu Kadastro, Maliye, Ticaret, Terzilik, Sağlık ve bunlar gibi diğer dallarda pek çok mesleki öğretim kurumlarının açılmasını sağlamıştır.

O, “En mühim ve feyizli vazifelerimiz milli eğitim işleridir. Milli eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lâzımdır. Bir milletin kurtuluşu ancak bu suretle olur” demekteydi. Eğitimde zafer kazanabilmek için ise cinsiyet ayrımı yapmadan toplumun bütün fertlerinin aynı eğitimden geçmesi gerekmektedir. Atatürk bu düşüncesini de şu şekilde ifade etmiştir.

“Bir toplum, cinsinden yalnız birinin yeni gerekleri edinmesiyle yetinirse o toplum yandan fazla kuvvetsizlik içinde kalır. Bir millet ilerlemek ve medenileşmek isterse bilhassa bu noktayı esas olarak kabul etmek mecburiyetindedir.”

Bu düşünce doğrultusunda uygulanan eğitim politikaları kısa zamanda meyvesini vermiş, kadınlarda okur-yazar oranı % 3 iken birkaç yıl içinde % 10’ları aşmıştır.

Atatürk eğitimin milli olması konusunda çok duyarlıdır. O eğitimi dini eğitim, milli eğitim ve beynelmilel eğitim olarak sınıflamakta ve bunların amaç ve gayelerinin farklı farklı olduğunu, toplumu hür, bağımsız ve yüksek bir toplum olarak yaşatacak olanın milli eğitim olduğunu kabul etmektedir.. Diğer eğitim sistemlerinin geçersizliğini ise 1925 yılında yaptığı bir konuşmasında şöyle anlatır.

“Yeryüzünde üçyüz milyonu geçen İslam vardır. Bunlar ana-baba hoca eğitimiyle, terbiye ve ahlak almaktadırlar. Fakat üzülerek söylüyorum gerçek hadise şudur ki, bu milyonlarca insan kütleleri şunun veya bunun esaret ve hor görü zincirleri altındadır. Aldıkları manevi eğitim ve ahlak onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek insanlık meziyetini verememiştir, veremiyor. Çünkü eğitimlerinin hedefi milli değildir.”

Öğretmenler, eğitimin en önemli halkasıdır. Atatürk öğretmenlerden beklediklerini şöyle dile getirmiştir..

“Öğretmenler! Yeni nesli Cumhuriyet’in fedakar öğretmen ve eğitimcileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti sizin maharetiniz ve fedakarlığınız derecesiyle orantılı bulunacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir.”

“İsterim ki, daima idealimi gençlere aşılayasınız ve daima korumak hususunda çalışasınız”.

Bütün bu konuştuklarımızdan sonra Atatürk’ün çağdaş eğitim hakkındaki görüşlerini maddeler halinde vermek istiyorum:

1. Eğitim milli olmalıdır. Bu milli eğitim gelecek nesillere kuvvetli bir milli his aşılamalı, milli birlik ve beraberlik duygusunu kuvvetlendirmeli ve toplum ihtiyaçlarına uygun olmalıdır.

2. Eğitim bilime dayalı olmalıdır.

3. Öğretim tek olmalıdır. Bir ülkede farklı farklı eğitim verilmesi o ülke içinde birbirine zıt görüşlü insanlar yetiştireceğinden toplumsal huzurun bozulmasına neden olur.

4. Eğitim işlevsel olmalıdır. Öğretilenlerin toplum hayatında kullanılması önemlidir.

5. Eğitim meslek kazandırmalıdır.

6. Eğitimde cinsiyet farkı gözetmeden her iki cins de eşit hak ve imkanlardan faydalanmalıdır.

7. Eğitimde fırsat eşitliği sağlanmalıdır.

Görülmektedir ki Atatürk’ün bu ilkeleri çağdaşlığından hiçbir şey kaybetmemiştir. Onun açtığı ışıklı yolda yılmadan ilerlemeli ve gösterdiği hedeflere ulaşmalıyız.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Eğitim Bakanları içinde en önemli isimlerden biri olan Hasan Ali Yücel ise Atatürk öldükten sonra kurulan ilk hükümette yer almıştır. Bakan olmadan önce Atatürk’le birlikte çalışma fırsatı bulmuş, onunla birlikte ülke gezilerine çıkmış, Türk Dil Cemiyeti’nin çalışmalarına katılmış ve yine onun tarafından Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürlüğüne atanmıştır. Atatürk’ün bu kadar yakınında olan Hasan Ali Yücel’in onun fikirlerinden etkilenmemesi mümkün değildir.

1938 – 1946 yılları arasında bakanlık yaparak Türkiye’nin en uzun süreli Milli Eğitim Bakanı unvanını da alan Hasan Ali Yücel’in görev yaptığı dönemde, Köy Enstitülerinin ve Devlet Konservatuarının kurulması, bilim ve devlet dilinin Türkçeleştirilmesi, ansiklopedi, dergi ve sözlük gibi yayınlar dünya edebiyatından Türkçe’ye çeviriler, Üniversiteler Kanunu gibi önemli olaylar gerçekleştirilmiştir. Onun döneminde eğitim kurumlarında hem sayısal hem de nitelik bakımından büyük gelişmeler sağlanmıştır.

Hasan Ali Yücel döneminde 1939’da ilk milli eğitim şurası gerçekleştirilmiş ve bu şuraların daha sonraki yıllarda da tekrarlanması sağlanarak kurumlaştırılmıştır.

Onun çalışmalarına bakıldığında, Atatürk’ün izinde yürüdüğü, eğitimde milliliği hedef edindiği anlaşılmaktadır. Mesleki eğitime, Türkçe’nin sadeleştirilmesine, sanatçı ve öğretmen yetiştirilmesine yaptığı katkılar büyüktür.

Ayrıca yazdığı eserlerle Türk fikir ve edebiyat hayatına da önemli katkılarda bulunmuştur..

Türkiye’nin UNESCO’ya üye olmasını da sağlayan Hasan Ali Yücel’in çalışmaları bu teşkilatça da takdir edilmiş ve doğumunun 100. yılında UNESCO Türkiye Milli Komisyonu ve Atatürk Kültür Merkezi’nin işbirliği ile bir anma toplantısı gerçekleştirilmiştir. 1961’de kaybettiğimiz Hasan Ali Yücel’i sadece bir Milli Eğitim Bakanı olarak değil, kendisini eğitim, bilim ve sanat hayatımızın çağdaşlaşmasına adamış bir aydın fikir adamı olarak da rahmetle anıyoruz.

Burada bir ilk öğretim okulundayız, küçük çocuklarımızın da bizleri izleyenler arasında bulunduğunu dikkate alarak Atatürk’ün çocuk sevgisi üzerine onların ilgisini çekecek bir anıdan söz etmek istiyorum.

Bilindiği gibi, Atatürk devlet işleriyle uğraşmaktan, düzenli bir evlilik sürdürme ve çocuk sahibi olma imkanına sahip olmamıştır. Ülkesi ve milleti için yaptığı hizmetler ve fedakarlıklar nedeniyle Türk halkı O’nu baba olarak kabul etmiş ve Atatürk soyadını vermiştir. Atatürk’ün özlem duyduğu çocuk sevgisi ve babalık duygusu üzerine bir düğünde geçen olayı Mehmet Ali Ağakay şu şekilde nakletmektedir:

“Düğün O’nun varlığı ile son sınırına ulaşan bir neşe içinde geçmişti. Ata ayrılmak üzere ayağa kalkınca halk kendisini uğurlamak için iki sıra diziliverdi. Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek ilerlerken bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun başına uzattı.

Çocuğun arkasında yer alan ve anası ile babası olduğu belli olan çifte yavaşça seslendi “öpeyim mi?”

Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana babanın nasıl minnetle karşıladıkları kestirilebilir.

Atatürk çocuğu iki eliyle kaldırdı, öptü ve yere bıraktı. Fakat sahne bununla kapanmış olmadı..

Uyanık ve duygulu çocuk: “Ben de öpeyim, ne olursun Atatürk, ben de sizi öpeyim..” diye direndi.

Ata, belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran bu içten davranışı, çocuğu bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştırmakla karşıladı.

Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışlayarak kutlu kılarken, o çelik iradeli adamın iki damla gözyaşını tutamadığını görebilmiş miydi?”

Çocuklara karşı bu denli sevgi besleyen Atatürk, söylediği şu sözleriyle bu sevgisini açıkça dile getirmiştir.

“Çocuk sevgisi insan için bir ihtiyaçtır. Hele yaş ilerledikçe bu ihtiyaç kendisini daha kuvvetle hissettiriyor”

“Çocukluk ne güzel, çocuklar ne tatlı yaratıklar değil mi? En çok hoşuma giden halleri nedir bilir misiniz? Riyakarlık bilmemeleri, bütün istek ve duygularını içlerinden geldiği gibi açıklamaları”

İşte Atatürk çocukları bu denli severdi.
 
Top