Türkiye ve Orta Doğu

wien06

V.I.P
V.I.P
Türkiye'nin Orta Doğu ülkeleri ile münasebetlerinde; birbirinden farklı üç dönem vardır: Birinci dönem, 1950-1960 arası, ikinci dönem 1963-1964 Kıbrıs buhranından 1973 Petrol Krizine kadar olan dönem ve üçüncüsü de 1973'den sonraki dönemdir.

1955-1959 arasında Orta Doğu bölgesindeki Doğu-Batı çatışmalarında gördüğümüz gibi, bu dönemde Türkiye de Orta Doğu ülkeleri ile bir çatışma, içinde olmuştur. Bunun da sebebi, soğuk savaş yılları olan bu dönemde Türkiye Sovyet tehdidini ağır bir şekilde üzerinde hissetmiş, bunun için NATO'ya girmiş ve Sovyet Rusya'nın Orta Doğuya sızmak istemesi ve Arap ülkelerinin de bu sızmayı kolaylaştırıcı davranışlarda bulunmaları, Türkiye'yi ürkütmüştür. Başka bir deyişle, Türkiye bu dönemde Batı'ya dayanırken, Orta Doğu ülkeleri Batı ile çatışma içinde olmuşlardır. Bu farklılık, Türkiye'nin Arap ülkeleri ile bir diyaloğa sahip olmasını önlemiştir.

1963-1964 Kıbrıs buhranından 1973 petrol krizine kadar olan dönem ise, Türkiye'nin Orta Doğuya ve Arap ülkelerine yaklaşma politikasına ağırlık verdiği ve 1973 petrol krizinden günümüze kadar olan süre ise, Arap dünyasının Türkiye'nin global dış politikasında temel unsur olarak yer aldığı bir dönemdir. Bu dönemde, Türk dış politikası, bir yanda Batı ittifakına dayanırken, öte yandan da, Batı ittifakı ile olan münasebetlerini, Orta Doğu politikası ile uyumlu halde tutmaya bilhassa itina göstermiştir.

Diğer taraftan, Türkiye ile Orta Doğu arasındaki münasebetlerde her iki taraf açısından da bazı konular veya meseleler, bu münasebetler üzerinde müessir olmuş ve bu münasebetlere şekil vermiştir. Türkiye açısından, söz konusu konular, Türkiye'nin NATO üyeliği, Kıbrıs meselesi ve petroldür. Arap dünyası için de, bilhassa Türkiye ile münasebetlerinde, İsrail meselesi ve İslamiyet, mühim faktörler olmuştur.

1963-1964 Kıbrıs buhranı, nasıl Türkiye'nin Amerika ve Sovyet Rusya ile münasebetlerinde büyük değişiklikler yapmış ise, Türkiyenin Arap Orta Doğusu ile münasebetlerinde de bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü, 1965 yılı Aralık ayında B.M. Genel Kurulunda Kıbrıs meselesi müzakere edilirken, Türkiye bilhassa Arap ülkeleri karşısındaki yanlızlığını açık bir şekilde görmüştür. Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetine hiç bir şekilde müdahale edilemiyeceğini belirten ve dolayısıyla Türkiye'ye karşı olan, Genel Kurulun 17 Aralık 1965 günlü kararına, ancak 6 devlet oy vermiş, 14 Arap ülkesi ise Türkiye'nin aleyhine olan bu kararı desteklemiştir. Bu durum Türkiye'ye, Arap dünyası ile münasebetlerinde ne kadar zayıf kalmış olduğunu gösteriyordu.

1965 Ekimindeki genel seçimlerde Adalet Partisi tek başına iktidara gelmişti.

A.P. iktidarı Arap ve Müslüman ülkelerle yakın münasebetler kurmaya ehemmiyet vermiş ve yeni iktidarın hükümet programında, "Arap memleketleri, meşru davalarında Türkiye'nin anlayış ve desteğine güvenebilirler" denilmişti. Burada meşru dava ile kasdedilen İsrail meselesi idi ve Türkiye ilk defa İsrail meselesinde Araplara taviz vermenin ilk işaretini veriyordu.

B.M. Genel Kurulunun sözünü ettiğimiz kararı, yeni iktidarın bu atmosferi içinde ortaya çıkıyordu. Bu sebeple, bu karar dahi yeni Türk hükümetine, Orta Doğu politikasına ağırlık verme zaruretini göstermekteydi.

Bu sırada ortaya çıkan bir başka faktör de, Türkiyenin Orta Doğuya açılmasını kolaylaştırıcı bir mahiyet almıştır. Şimdiye kadar Türkiye'nin Orta Doğu ile münasebetlerinin engelleyici bir unsuru Türkiye'nin Amerika ile yakın bağlara sahip olmasına karşılık, bilhassa Arap ülkelerinin, İsraili desteklemesi dolayısıyla, Amerika'ya sempati duymaması idi. 1964 Kıbrıs krizi ise, görüldüğü üzere, Türkiye'nin Amerika ile münasebetlerine de bir darbe indirmiş ve Türk-Amerikan münasebetleri eski şeklini bir hayli kaybetmişti. Bu durumun, Türkiye'nin güneye açılmasında müsait bir unsur teşkil etmesi gerekirdi.

Mamafih, Türkiye'nin Orta Doğuya açılması kolay olmadı. Zira bu yıllarda Orta Doğu üzerinde en fazla müessir olan faktör Nasır faktörüdür. Başkan Nasır Bağdat Paktını bir türlü unutamadığı gibi, aynen 1955 Bağdat Paktında yaptığı üzere, Türkiye'nin Orta Doğuya yaklaşma teşebbüslerini daima şüphe ve endişe ile karşılamıştır. Türkiye'nin Orta Doğuda değil bir nüfuza, en küçük bir tesire dahi sahip olması, Nasır'ın hoşlanamıyacağı bir durumdu

Türkiye Orta Doğuya açılma hususundaki politikasının ilk tatbikatını, 1967 Arap-İsrail savaşı ile yaptı. Daha savaş başlar başlamaz Türk hükümeti, Amerikanın İsraile yardım ederken Türkiye'deki üsleri kullanmasını engellemek için, bu üslerin Araplara karşı kullanılamıyacağını açıkladı. Bunun arkasından Türkiye, İsraile karşı savaşan Mısır, Ürdün ve Suriye'ye yiyecek ve giyecek malzemesi göndermiştir. Mesela 250 ton şeker, 200 ton pirinç, 10.000 çift kundura, 250.000 paket sigara, 5 ton çay, v.s. bunlar arasında idi.

Bunun yanında Türkiye, Birleşmiş Milletlerde yapılan müzakere ve çalışmalarda da daima Arap ülkelerini desteklemiş ve Arap ülkelerinin lehine olan karar tasarılarında onlarla birlikte oy vermiştir. Yine bu çerçeve içinde Türkiye, İsrailin işgal ettiği topraklardan çekilmesi tezini, daha savaş devam ederken savunmaya başlamıştır. Savaşın son günü olan 10 Haziranda verdiği demeçte, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, "Kuvvet istimali suretiyle arazi kazancı sağlanması veya pozisyon takviyesi yolu gidilmesine karşıyız" diyordu. Bu sözler ve bu sözlerle ortaya konan prensip, 1967 yılından bugüne kadar, bütün Türk hükümetlerinin, Arap-İsrail meselesinde takip ettikleri politikanın temel prensibi olarak devam etmiştir.

Türkiye'nin bu görüşü, ifadesini, 22 Kasım 1967 tarihli ve 242 sayılı Güvenlik Konseyi kararında bulacaktır. Bundan sonra Türkiye 242 sayılı kararı bütün unsurları ile destekleyecektir. Yani, İsrailin işgal ettiği topraklardan çekilmesini isterken, aynı zamanda İsrailin güvenlikli ve kabul edilmiş sınırlara sahip olma hakkını da tanıyacaktır. Fakat 1970'lerin sonlarına doğru, Türkiye bu ikinci noktayı daha geri plana itip, Filistinlilerin bağımsız devlet kurma haklarına doğru bir kayma yapacaktır.

Türkiye 1967 savaşındaki bu tutumu ile bütün Arap dünyasında sempati toplamış ve bu davranışı "iftihar edilecek bir tutum" olarak değerlendirilmiştir.

Türkiye'nin sadece Orta Doğuya değil, daha geniş bir şekilde İslam dünyasına yaklaşmasına imkan veren ikinci gelişme, Kudüs'te 21 Ağustos 1969 da vukubulan Mescid-i Aksa yangını ve bu hadise üzerine toplanan İslam Zirve Konferansı'dır.

Mescid-i Aksa yangını üzerine Türkiye büyük tepki göstermiş ve İslam dünyasının yanında yer aldığını Başbakan Demirel'in ağzından ilan etmiştir. 22-25 Eylül 1969 günlerinde, Fas'ın başkenti Rabat'da yapılan İslam Zirve Konferansına da Türkiye, Dışişleri Bakanı Çağlayangil ile katılmıştır.

Türkiye'nin İslam Zirvesine katılması ile, dış politikasında yeni bir boyut daha ortaya çıkıyordu. Bu da, Arap dünyasının ötesinde, İslam dünyası ile organize bir bağ kurmasıydı. İslam dünyası ile bağ kurması ile Türkiye, İsrail politikasının ötesinde, Arap dünyası ile münasebetlerini bir de İslam Konferansları çerçevesinde de güçlendirmiş olmaktaydı.

Bununla beraber, burada bir noktayı belirtmek gerekir. Türkiye, Afganistanın Sovyet Rusya tarafından işgali üzerine 25-27 Ocak 1981 de yapılan Taif Zirvesi'ne kadar, İslam Konferanslarına daima Dışişleri Bakanı ile katılmıştır. 1975 Mayısında İstanbul'da toplanan konferans ise, zirve olmayıp, Dışişleri Bakanları konferansı idi.

Türkiyenin İslam Zirve'lerine sadece dışişleri bakanı seviyesinde katılmasının sebebi, kamu oyundan ve muhalefetten gelen bazı tepkilerdir. Bu tepkilerde, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın laiklik ilkesini kabul etmesi sebebiyle, Türkiye'nin dini mahiyetteki toplantılara katılamıyacağı ileri sürülmüştür. A.P. hükümetleri de meseleyi büyütmemek için, İslam Konferanslarına yüksek seviyede katılmaktan kaçınmışlardır. Tabi Türkiye'nin bu davranışı bilhassa Orta Doğunun Arap ülkelerinde hoş karşılanmamıştır. Türkiye'nin laiklik prensibinin, Arap ve İslam dünyasında çok yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur.

1980 yılı sonundan itibaren Türkiye'nin Arap dünyası ve Orta Doğu ile münasebetleri yeni bir hız ve gelişme kaydetmeye başlayınca, 25-27 Ocak 1981 de Taif'de yapılan İslam Zirvesine Türkiye, ilk defa Başbakan seviyesinde, Başbakan Bülend Ulusu ile katılmıştır.

1969'dan, dördüncü Arap-İsrail savaşının vukubulduğu 1973 yılına kadar geçen sürede Türkiye'nin aktif bir Orta Doğu politikası olmamıştır. Zira, 1968 yılında başlayan üniversite hadiseleri ve bunun arkasından gelen anarşi ve terör Türkiye'yi, denebilir ki, 1980 Eylülüne kadar sürecek çalkantılar içine itecektir.

Bununla beraber, Türkiye'nin 1967'den itibaren olgunlaştırdığı ve şekil verdiği ve Arap dünyasına dönük dış politikasının mahiyet ve muhtevasında herhangi bir değişiklik meydana gelmemiştir. 1973 Ekimindeki Arap-İsrail savaşı karşısında da Türkiye, İsrailin 1967 de işgal ettiği topraklardan çekilmesi gereğini ileri sürmüştür. Yalnız 1973 den itibaren Türkiye'nin bu konudaki politikasında da, bir mühim değişiklik göze çarpmıştır. 1967 savaşından ve bilhassa Güvenlik Konseyinin 242 sayılı kararından sonra Türkiye, kararın iki temel unsuruna aynı derece ehemmiyet vermiştir. Bu da, hem İsrailin işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve hem de İsrailin güvenlikli ve kabul edilmiş sınırlara sahip olması gerektiğinin kabulü idi. Fakat, 1973'den sonra ve bilhassa petrol krizi ortaya çıktıktan sonra, Türkiye'nin, esas itibariyle, İsrailin işgal ettiği topraklardan çekilmesinde daha fazla ısrar etmeye başladığı görülmüştür.

Keza, 1973 Arap-İsrail savaşının Türkiye'nin Orta-Doğu politikasında meydana getirdiği bir diğer değişiklik de, Filistin meselesindeki tutumudur. Türkiye başlangıçta Filistin meselesinde, "Filistin halkının meşru hakları" kavramına bağlı kalmış, fakat bağımsız bir Filistin devletinin kuruluşu üzerinde fazla durmamıştır. Zamanla Türkiye'nin bu meseledeki tutumu da değişmeye başlamış, ve Filistinlilerin devlet kurma hakları Türkiye tarafından da kabul edilmiştir.

1973 Arap-İsrail savaşının yarattığı petrol krizi, Türkiye'yi Orta Doğu ülkelerine daha fazla yaklaştırmıştır. Bunun da iki sebebi vardır: Birincisi, 1973'ten sonra ham petrol fiyatlarının hızla artması, Türkiye'yi kredili petrol alımı meselesiyle karşı karşıya bırakmıştır. Çünkü, 1972 yılında 300 milyon dolar kadar olan Türkiye'nin ham petrol faturası, bir kaç yıl sonra bir-kaç milyar dolara çıkınca, Türkiye'nin ihracatı ve döviz girdileri bu faturayı karşılayamaz olmuştur. Buna paralel olarak, bilhassa 1977'den itibaren enflasyon nisbeti hızla yükselmeye başlayınca, Türkiye petrol üreticisi Arap ülkelerinden kredi ile petrol almak zorunda kalmıştır. Bu ise Türkiye'yi, Orta Doğu politikasında Araplar tarafına daha da fazla kaymaya zorlamıştır.

İkinci bir sebep ise, yine petrol faturasını karşılamak için, Türkiye'nin Arap ülkelerine ihracatını arttırma çabası içine girmesidir. Bu ülkelerle ticari münasebetlerin geliştirilmesi ve ihracatın arttırılması ise, her şeyden önce, siyasi münasebetlerin geliştirilmesini zaruri kılmakta idi. Bilhassa gıda maddeleri ve tüketim maddeleri ihracatınarttırmak için Türkiye Orta Doğu pazarına girmek zorunda idi. İşte bu atmosferdedir ki, 1978 Eylülünde imzalanan ve bütün Arap dünyasında tepkilerle karşılanan Camp David anlaşmalarını Türkiye de reddetmiştir.

Bundan sonra, İsrailin Arap ülkelerine karşı yaptığı her hareket Türkiye tarafından tepki ile karşılanacaktır. Fakat, Türkiye'nin bu şekildeki politikasının Arap ülkelerini tamamen tatmin ettiğini söylemek de mümkün değildir. Zira, Türkiye'nin bir yandan NATO üyesi oluşu, öte yandan İsrail ile diplomatik münasebetlerini kesmemiş bulunması, Arap ülkeleri için tenkit veya tatminsizlik sebebi olmuştur. Halbuki Batı ittifakı Türkiye'nin varlığının ve güvenliğinin hayati bir unsuru idi ve Türkiye'nin bu konuda taviz vermesi tabiatiyle söz konusu olamazdı.

İsrail ile diplomatik münasebetler meselesine gelince: Bu da Türkiye için hayati bir unsur olan, Amerika ile münasebetlerinin bir parçası idi ve Türkiye'nin bu konudaki manipülasyon imkanları da sınırlı idi.

Buna rağmen Türkiye, biraz önce belirttiğimiz üzere, İsrailin Araplar aleyhine giriştiği her harekete tepki göstermiştir. Mesela İsrail 1980 Temmuzunda Doğu Kudüs'ü de Batı Kudüs'e ilhak edip, kutsal Kudüs şehrini "ebedi ve değişmez başkent" yaptığı zaman, Türkiye bu ilhakı tanımadığını açıkça ilan etmiş ve İsrail hükümetinin Tel-Aviv'deki yabancı elçiliklerin Kudüs'e taşınmasını istediği zaman da Türkiye bunu da reddetmiştir.

12 Eylül 1980'den itibaren Türkiye'nin Orta Doğu politikası yeni bir dinamizm kazanmış ve 12 Eylül idaresinin yeni ve dinamik bir Arap politikası takip edeceği görülmüştür. Zira, 12 Eylül harekatından iki buçuk ay sonra Türkiye, 26 Kasım 1980 de, İsrail ile diplomatik münasebetlerimizi ikinci katip seviyesine indirme kararı almıştır. 1956 Arap-İsrail savaşından beri, yani 24 yıldır, Türk-İsrail münasebetleri maslahatgüzarlar seviyesinde yürütülmekteydi. Türkiye 1956 da, İsrailin Mısıra saldırısı üzerine büyükelçisini geri çekmiş ve diplomatik temsilini maslahatgüzar seviyesine indirmişti. Şimdi ikinci katip seviyesine indirmekle Türkiye, gayet ehemmiyetli bir harekette bulunmuş olmaktaydı. Bu jestin ve bu hareketin muhatabı şüphesiz Arap ülkeleri idi.

14 Aralık 1981 de İsrail parlementosu Golan Tepelerini ilhak kararı aldığı zaman da Türkiye bunu protesto etmiş ve bu ilhakı da tanımamıştır.

Türkiye'nin Orta Doğu politikasının son bir karakteristiği de, İran'da Şahın devrilmesinden sonra, Amerikanın 1979 Nisanından itibaren olgunlaştırmaya başladığı ve Türkiye'ye de yer vermek istediği Hızlı İntikal Kuvveti (Rapid Deployment Force) veya Orta Doğu Çevik Kuvveti karşısında aldığı tutumdur. Şu anda Türkiye Amerika ile münasebetlerine büyük ehemmiyetvermesine ve Türk-Amerikan münasebetlerinin devamlı ve hızlı bir gelişme içinde olmasına rağmen, Türkiye Çevik Kuvvet'e doğrudan doğruya bulaşmamaya ve gerek Amerika ve gerek NATO ile olan münasebetlerinin, Orta Doğu ülkeleri ile olan münasebetlerine herhangi bir şekilde gölge düşürmemesine büyük dikkat sarfetmektedir.

Bu dikkatli politikanın bazı iyi neticeler verdiği söylenebilir. 1981 Ocak ayındaki İslam zirvesinde, Türkiye Başbakanının, Irak ile İran arasında arabuluculuk yapmak üzere teşkil olunan heyete dahil edilmesi, Türkiye-Suudi Arabistan münasebetlerinin ve hatta Türkiye'nin Körfez üikeleri ile ekonomik ve ticari münasebetlerinin bir hayli gelişmiş olması, birbirleriyle savaşmakta olmalarına rağmen, gerek Irak'ın, gerek İran'ın, Türkiye ile olan ekonomik ve ticari münasebetlerini arttırmakta bulunmaları, Türkiye'nin Orta Doğu'daki imajının eskisine nisbetle, bir hayli yükselmiş olduğunu göstermektedir.

Bununla beraber, Türkiye'nin elde ettiği bu neticenin, vermiş olduğu tavizlere gerçekten denk düşüp düşmediği de tartışılabilir. Bugün, Irakla yaptığı savaşı durdurmak için İran'a 50 milyar dolar teklif eden bazı Arap ülkelerinin, Türkiye'nin en sıkıntılı günlerinde birkaç yüz milyon doları vermekte ne kadar tereddüt ettiğini hatıra getirince, üzülmemek mümkün değildir.



Kaynak : Fahir ARMAĞANOĞLU - 20.Yüzyılın Siyasi Tarihi
 
Top