Halk Hikayeleri nedir? Halk Hikayeleri örnekleri

Suskun

V.I.P
V.I.P
Halk anlatılarının önemli bir türü olan halk hikayeleri, batıda ve bizde üretiliş tarz ve biçimi belirli bir tür olarak ele alınmış ve diğer anlatı türleri ile karşılaştırmalı olarak incelenmiştir.

images?q=tbn:ANd9GcTd-ayhyPAlCVv2cbPfMh7nDAKM5rWGL8u44X3JZ3rT9RU6bS7E.jpg


Halk hikayelerinde de bu anlatım ananesi devam etmekle beraber mühim bazı farklar onu destandan ayırır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

A-) Tarihi bir vakanın olması şart değildir.
B-) Nazım-Nesir karışıktır. Zamanla nesir nazıma üstünlük kazanmıştır.
C-) Şahısları ve olayların anlatılmasında realist, çizgilere daha çok yer verilmiştir.
D-) Kahramanlıktan çok aşk maceraları konunun ağırlığını teşkil etmektedir.

Konuları Bakımından Halk Hikayeleri:

1-) Aşk Hikayeleri
2-) Kahramanlık Hikayeleri
3-) Aşk ve Kahramanlık Hikayeleri

Coğrafi Yayılışları Bakımından Halk Hikayeleri:

1-) Anadolu'da Bilinen Halk Hikayeleri
2-) Türk Dünyasının Bir Bölümünde Bilinen Halk Hikayeleri
3-) Türk Dünyasının Genelinde Bilinen Halk Hikayeleri

Çeşitli ve sayıları pek çok olan Anadolu Halk hikayeleri, çok değişik kaynaklardan gelmişlerdir. Bunlar arasında, kökleri binlerce yıl önceki Türk tarihinin derinliklerinde olanlar bulunduğu gibi, yeni olaylardan doğanlar veya yabancı kültürden aktarılanlar da vardır. Halk hikayelerini kaba bir sınıflandırma ile, aşağıdaki türlere ayırabiliriz:

1) Destanlar ve Destanımsılar
2) Tarihler ve Menkıbeler
3) Aşık Hikayeleri
4) Masallar, Fıkralar ve Efsaneler

1) Destanlar ve Destanımsılar:
Destan, kelime anlamı olarak Epos demektir; destanın diğer bir türü olan aşık şiirinde tamamen farklıdır. Destanın başlıca niteliği uzun soluklu bir anlatım olmasıdır. Örneğin Oğuzlardan bize kalmış Dede Korkut Kitabı adlı destan, dresden yazmasında 12 boy ve 300 sayfalık bir metindir. Kırgızların Manaz Destanı ortalama olarak 90000 dize tutar. Görüldüğü gibi destanlar en uzun halk edebiyatı türlerindendir.
Destanlar çoğunlukla nazımla düzenlenmiştir. Aynı diğer halk edebiyatı türlerinde olduğu gibi destanda da söz, ezgi ve seyirlik anlatım biçimi kullanılmaktadır. Bütün bunların dışında destanlar ölçülü söz biçiminde söylenmiş, yani ölçü kullanılmıştır. Destanlarda anlatılanlar kahramanlık hikayeleri ve doğa üstü varlıkların geçtiği olaylardır.

Destanlar ulusların yazı öncesi çağlarında oluşmuş ve gelişmiş yapıtlardır. Destanlar da, o çağlarda insanları yaratılış, tanrılar, hem de toplumun geçmişine dair bilgiler vemek amacıyla yazılırdı. bu yüzden destanlar konuları bakımından iki grupta toplanır.

1) Kozmogoni ve mitoloji konuları - Tanrılar ve evrenin yaratılışını inceler
2) Ulusun geçmişindeki önemli olaylar ve büyük önderler

Destanların günümüze kattıkları, geleneklerimiz, göreneklerimiz ve tarihimiz hakkında verdiği bilgilerdir.En önemlileri: Oğuz Destanı, Dede korkut hikayeleri, Ergenekon Destanı

2) Tarihler ve Menkıbeler:
Önemli bazı tarih olayları, halk arasında, hikaye şekline dökülerek anlatılır. Ağızdan ağıza dolaşan bu hikayeler, zaman geçtikçe, asıl hallerinden uzaklaşırlar. Bunlar, zaman zaman, kimlikleri bilinmeyen kişiler tarafından yazıya geçirilir. Anlatılan tarihi olay, eski çağlara doğru uzaklaştıkça, hayalle beslenerek destana masala doğru kaymaya başlar. Bu kayma, olaylar yazıya üstünden uzun süre geçtikten sonra geçirildiği zaman görülür. "Tevarih-i Al-i Osman" (Osmanoğulları Tarihleri) adlı eser, olaylar yaşandığından çok kısa bir süre sonra yazıya geçirildiği için esasına bağlı kalmıştır. Olağan üstü olaylarla bezenen eserler de, İslam tarihinde görülmektedir: "Seyyid Battal Gazi", "Cafer-i Tayyar", "Hz. Ali'nin Cenkleri" gibi.

3) Aşk Hikayeleri:
Aşk hikayelerinin khramanı bir aşıktır. Rürk halkı şiire ve şaire karşı büyük saygı duyduğu için, birçok saz şiarlerinin hayatlarını acı-tatlı olaylarla süsleyerrek hikaye etmişlerdir. Kimi aşıklar da bu halk geleneğine uyarak, kendi hayatlarından kendi aşklarından söz eden hikayeler düzenlemişlerdir.

Bir saz şairinin hayatı çevresinde doğan hikayelerin en tanınmışları: Köroğlu, Aşık Kerem, Aşık Garip'tir. Köroğlu'ndan bir örnek:

...
Dinleyin ağalar dinleyin beyler
Sorarım bunları birgün olur ki
Adam olup koç bir ata binmişim
Kırarım belleri bir gün olur ki
Ben yükümü dağ başında çözersem
Sıra sıra koç yiğidi dizersem
Yiğitler elinde bade süzersem
Ararım bunları bir gün olur ki
...

4) Masallar, Fıkralar ve Efsaneler:
Masallar nesirle söylenmiş, dinlik ve büyülük inanışlardan ve törelerden bağımsız, tamamiyle hayal ürünü, gerçekle ilgisiz, ve anlattıklarında inandırmak iddiası olmayan, kısa bir anlatıdır. Ancak, masalı sadece "olağanüstü" olayları konu eden yazı biçimi olarak tanımlamak da hata olur, çünkü, hayal ürünü olup olağanüstü olmayan masallar da vardır. Masalı hikaye, destan ve efsaneden ayıran başlıca özellik, masalın, gerek olağan-üstü, gerek gerçek hayattan alınma olayları, hayal ürünüymüş gibi anlatmasıdır.
Fıkra terimi, genelde, fıkra, latife, nükte, ve birçok hallerde sadece hikaye anlatılarına verilen genel addır. Fıkralarda kısa ve yoğun bir anlatım tekniği kullanılır. Bu anlatı biçimi, halk edebiyatında, gerek sözlü, gerek yazılı olsun, bir hazine değerindedir ancak tam olarak derlenmiş, sınıflanmış ve incelenmiş olmadıkları için bu hikayelerden yeterince yararlanılamaz.

Efsaneyi, diğer anlatım türlerinden farklı kılan efsanenin geçmiş hakkında söylediğinin gerçek olarak kabul edilmesidir. Efsaneler gerçek niteliktedir. Diğer bir anlatım farkı ise, efsanelerin günlük anlatım diliyle, uslüpsüz, düz yazı biçiminde yazılmış olmasıdır. Bir destan parçası karmaşık ve uzun soluklu anlatı bütününden kopup, kendine özgü üslup niteliklerini yitirince, sadece olağanüstü yönleriyle bir kişiyi ya da bir olayı bildirmek göreviyle sınırlanınca "efsane" olur.



Halk Hikayesi Örneği (Tahir ile Zühre)

(Bir padişahla vezirin çocukları olmamaktadır. Vezirin önerisiyle diyar diyar gez*meye karar verirler. Yolda bir dervişe rastlarlar. Derviş bir elmayı ikiye bölüp verir. Birinin bir kızı olacağını; adını Zühre koymalarını; birinin de bir oğlu olacağını adını Tahir koymalarını ve bunların birbiriyle evlenmelerini tembih eder. Sözlerine, bunları ayırmaya kalkanların dertten kurtulamayacağını ekledikten sonra sır olur. Padişahla veziri yurtlarına dönerler.

Bir zaman sonra padişahın bir kızı, vezirin de bir oğlu olur. Bunlar öyle figân ederler ki ancak yan yana gelince sesleri kesilir. İkisini bir köşke koyup birlikte büyütürler.)

Büyüyünce Tahir ile Zühre birbirine sevdalanır. Aşklarını mânilerle anlatırlar.

Ne diyeceklerse birbirine "mânilerle demişler, E her mâni bir ima ise her ima da bin mana değil mi? Kâh gül, kâh karanfil, kâh sümbül üstüne mâniler dizerek diyeceklerini demişler birbirine ve o gün bu gün mâniler, kalpten kalbe giden bir yol olarak kalmış bizlere... Sözü uzatıp da günaha girmeyelim, ne diyecektim sizlere:

Bir gün bu iki sevdalı, ne yaprağı bırakmışlar, ne dalı; mâni üstüne mâniler dizmişler.


ALDI TAHİRALDI ZÜHRE
Benim yârim bir tane Talanım yok sözümde
Sarılmış mor mintana Sevdası var özümde
Canım kurban otsun Tek Tahir benim olsun
Senin gibi sultana Sultanlık yok gözümde

ALDI TAHİR ALDI ZÜHRE
Maşallah Zühre'm, maşallah Koncalar açıp doldu
Sen benimsin inşallah, Ne kurudu, ne soldu,
Herkesi kavuşturan, Ben seninim Tahir'im,
Bir Allah'tır, bir Allah. Bu benim ahdim oldu.

Bu sevdazedeler mânilere bürünerek gönüllerini birbirine açadursun, gelin biz haberi öteki yüzden verelim.

(Padişahın karısı kızının Tahir'le evlenmesini istemez. "Karadiken" adlı zenci köleden Tahir İle Zührevin birbirlerini sev*diklerini öğrenince büyücü "Belliboncuk"a büyü yaptırarak padiahı da yanına çeker. Padişah Zühre'yi "Billûrk6şk"ten alıp saraya kapatır.)

Tahir, Zühre'nin aşkıyla kendini dağlara vurur.

Tahir kimlerin oyununa uğradığını öğrenir gibi olup büsbütün feleğe kahrederek kendini avareliğe vermiş, dağ bayır deme-miş, kır çayır dememiş, dönüp dolaşmış, kalbi dile, aşkı tele getirmiş; Mecnûn misali:

Ah eder biter gönül, Dağ başı duman duman,
Mecnundan Seter gönül,Soktu beni bir yılan,
Zühre 'den ateş almış,Bizim gibi var m 'ola,
Dağlarda tüter gönül. Bostanı gök bozulan.

Kalbinden mâniler tutarak:

"Ah dünya gözüyle bir görebilsem!" diye yıldızlardan sormuş Zühre'yi ama hani o pırıl pırıl gökyüzü... Aylar, aymış geçmiş; bulutlar, kaymış geçmiş...

"Acep has bahçede bulur muyum onu?" diye bir akşam başını koltuğuna alıp girilmeyen bir kapıdan girmiş ki ne görsün, havuz melul mahzun, güller kan ağlıyor...

Derdi bir iken iki olmuş, iki iken üç olmuş, ah dedikçe bir ah daha çıkmış ağzından...

Ah dedim dedim tütün oldu,
El aleme ün oldu,
Ne Allah canım aldı,
Ne arzum bütün oldu.

Güvendiği dallar kırılınca girdiği kapıdan çıkmış, yine ah ü vahi yeri göğü tutarak evine dönmüş...

(Zühre, babasından yeni bir köşk yaptırmasını ister. Babası da bu isteğini yerine getirir. Kendilerini annesinin ayırdığını dadasından öğrenince kahrolur.)

Tahir bir gün bahçıvanbaşına rastlar.

Günlerden bir gün Tahir, kimi görse beğenirsiniz? Bahçıvanbaşıyı... ihtiyar onu öyle perperişan görünce yüreğinin başı sızlamış, "ilahî size edenlerin ömrü, günü tükene! diye beddua üstüne beddua ettikten sonra, şimdi Zühre'nin hangi köşkün kafes ardına çekildiğini de kulağına söylemiş. Daha durur mu Tahir! Akşamı iple çekmiş, el ayak çekildikten sonra da o köşkün etrafında dönüp dolaşmaya başlamış; derken, bir gölge belirmiş kafes arkasında: Zühre'nin mum ışığında titreyen gölgesi... Tahir, siline sürüne kafesin altına gelmiş ve dokunmuş sazın teline:

Ayrıldım gülüm senden,
Dili bülbülüm senden,
Ölüm ayırsın deken
Dirim ayrıldı senden.

Zühre kulaklarına inanamamış. Durmuş ve dinlemiş: "O! Tahir'in sesi, Tahir'in sazı" Yüreği kuş gibi çırpınmaya başlamış ve kafes ardından kafesteki kuş gibi Tahir'in sesine ses vermiş:

ALDI ZÜHRE ALDI TAHİR ALDI ZÜHRE
Ay doğdu düze düştü,Bülbülah ite öter, Zeytin yaprağın dökmez
Zülüfler yüze düştü,Hasretle ömrü biter,Bu hasre sürüp gitmez
Eller çifte gezerden,Dünyanın sonu ölüm,Mektupla konuşalım
Ayrılık bize düştü.Ayrılık daha beter El ermez, eller görmez

ALDI TAHİR ALDI ZÜHRE
Al şalım, yeşil şalım, Al şalım, yeşil şalım,
Ah edip ağlaşalım, Neye mektuplaşalım,
Aramızda düşman var, Gizli gizli yerlerde,
Biz nasıl konuşalım? Baş Başa konuşalım?

Demeye kalmamış, düşman düşmanlığını yapmış. Gene o Karadiken varıp fitlemiş bunu... Padişah dönüp kapı kullarına el etmiş, onlarda gidip bağlamışlar Tahir'i kollarından ve sürüye sürüye götürmüşler saray katına. Karısının şerrine uğradığı günden beri Tahir'e diş bileyen padişah köpürüp küplere binmiş:

"A tuz, ekmek haini; şimdi senin boynunu cellâda verirdim ama o yeşilbaşlı derviş gözümün önüne geldi; ona bağışlıyorum seni, girmesine kanına girmeyeceğim ama ömrünü, gününü zindanlarda çürüteceğim. Bundan geri, Zühre'm yıldız olsa başına doğmayacak senin!" deyip demir kuşaklı pehlivanların önüne katarak Mardin Kalesi'ne yollamış onu ama bu yol Zühre'nin köşkü önünden geçiyormuş. Bir firkat gelip Tahir'e bakalım ne demiş:

Ne darağacı, ne zindan,
Gönül geçer mi yardan,
Çözü çıkası baban,
Sürdü beni bu diyardan.

Zühre korktuğuna uğrayınca ne diyeceğini bilememiş:

İnan Tahir sözüme,
Ateş düştü özüme,
Sensiz bu yalan dünya,
Zindan olur gözüme.

demiş. Daha da dizip koşacakmış ama demir kuşaklılar aman vermemiş yoksa... Son sözleri suyum akan yaşlar olmuş.

Padişah, Tahir'i Mardin Kalesi'nde zindana attırır.

Hele bir gün, bir sıra dayağına çekildikleri gün insanlığından bile utanmış... Ve o gece ne su ne ekmek... Ne uyku, ne tünek tel tel dizip destan etmiş Mardin Kalesi'ni:

Şu Mardin 'in Başı dağlar, Her tarafı sulu çamur,
Ne ot biter, ne su çağlar, Boynumuzda paslı demir,
Oturmuş 6in yiğit ağlar, Çürür gider nice ömür,
Şu Mardin 'in "Kalesi 'nde Şu Mardin 'in "Kalesi'nde.

Şu Mardin'in başı taştan, Mandalı yok ki açayım,
Yatılmıyor kara düşten, Kapısı yok ki kaçayım,
Haber alsam uçan kuştan, Mevla'm, kanat ver uçayım,
Şu Mardin'in Kalesinde Şu Mardin'in Kalesi'nde

(Tahir, zindana atılınca Zühre de köşkünü kendine zindan eder. Anası ve babasıyla konuşmaz; yalnız dadısıyla dertleşir. Aradan yedi yıl geçer. Bir gün köşkün önünden bir kervan geçer. Zühre kervandan Tahir'i sorar. Kervanın için*deki Keloğlan, Zühre'den aldığı mektubu zindandaki Tahir'e götürür. Tahir dua edince Tanrı'nın inayetiyle zindancıbaşı onu salıverir.

Tahir, babasının konağına gelir. Hasret giderdikten sonra köşkünün önüne gelerek Zühre'ye seslenir. Zühre, pencereden ip uzatarak her gece Tahir'i köşke alır. Kırk gün sonra Karadiken görür, padişaha bildirir. Padişah, adamlarını gönderir ancak Tahir hepsini öldürür, onun yanına yaklaşamazlar. Bunun üzerine padişah, Tahir'e teslim olursa düğünlerini yapacağına söz verir. Fakat Tahir teslim olunca onu bir sandığa koyup Şat Nehri'ne attırır.

Şat Nehri kenarında hüküm süren çöl beyinin üç kızı Zühre'nin arkadaşıdır. Çöl kızları, sandığın yolunu nehir kıyısında bekleyerek Tahir'i kurtarırlar. Ancak üçü de Tahir'e âşık olur. Tahir hiçbirine yüz vermez, oradan kaçar, aksakallı pirin yardımıyla memleketine gelir, görür ki Zühre ile bir padişahın düğünü kurulmuştur.)

Tahir, âşık kılığına girerek sazını omzuna atıp düğün evine varır.

Tahir, her âşık gibi iki naz bir niyazdan sonra o tarafa geçmiş ve dokunmuş sazın üç teline... "Kâh esmiş yeller gibi, kâh tozmuş yolar gibi... Sonra niyet tutmuş gelinler, kızlar... Tahir de mâni mâni kalbini okumuş onların.. Kimi bahtına gülmüş gülmüş, kimi ağlamış ve lakin gelinlik tahtında süzülüp duran Zühre, ne gülenle gülmüş ne de ağlayanla ağlamış; kendi içine öyle bir kapanmış ki kaşını kaldırıp da bakmamış bile.. Onun yüzünü güldürmek için ne yapacağını şaşıran yengeler, çaresizlik içinde son çare olarak işi "müşaare" dedikleri karşılıklı mâni sallamaya dökmüşler ama Tahir'le kim dil yarıştırabilir, dereden tepeden bir iki mâni yuvarlamışlar ama sonunda hepsinin de dilleri tutulmuş. Zühre'nin mâni dizmekteki üstünlüğünü biliyorlarmış ama kimsenin ağzı varıp da ona da bir şey diyememişler. Düğündekilerin kaşından mı, gözünden mi bunu sezmiş olacak ki Zühre, başını Tahir'den yana çevirip.

"Sesime ses ver aşık baba!" demiş.

ALDI ZÜHREALDI TAHİRALDI ZÜHRE
Sevdiğim bir tanedir,Saraylarda bağ olur, Gül ektim eltin ettin,
Sedeftir, dürdanedir, Kara salkım ağ olur, Kaybettim elindekin
Daldım aşk deryasına, Hünkar kızı sevenin,Ne düğün ne de bayram,
Çıkardım bir tanedir.Yüreğinde dağ olur. Bitmezsin gönlümdekin.

ALDI TAHİRALDI ZÜHRE ALDI TAHİR
Şu dağın taşına bak Karanfilim biterim, Kaynar kazan taşmaz mı,
Kar yağmış kışına bak,, Bir gönülde tüterim, Karanfiller açmaz mı,
Ben sevdim eller aldı, Eller yârim dedikçeDağ dağa kavuşmazsa
Teleğin işine bak. Ben boynumu bükerim.Hasretler kavuşmaz mı?

Zühre bu, mânilerin her birinde bir ima bulmuş, Öyle ya "Ben sevdim eller aldı." sözünde bir ima "Hünkâr kızı sevenin yüreğinde dağ olur." sözünde başka bir ima yok mu? Ve lakin Zühre, Tahir'in öldüğüne iyiden iyi inandığı için bu imalara bir mana verememiş. Ama "Dağ dağa kavuşmazsa da hasretler kavuşmaz mı?" sözünü duyunca başın kaldırıp da bakmış ki ne görsün, Tahir! Kaşıyla, gözüyle o, sazıyla, sözüyle o... Demek öldürmeyen Allah, öldürmüyor insanı; Mardin zindan*larına atılmazsa Şat Nehri'ne atılsın! Zühre öyle bir olmuş, öyle bir olmuş ki nasıl deyim, az daha düşeyazmış! Tez elden kendini toparlamaya çalışmış ya betine benzine bakanlar yorgunluğuna vererek dadısına kaş göz etmişler. O da koltuğuna girip odasına çıkarmış onu.

(Dadı, gece yarısı Tahir'i Zühre'nin odasına götürür. Düğün hamamı günü kaçmayı kararlaştırırlar. O gün gelince Tahir iki atla yol üzerinde bekler ama Karadiken olacakları yine sezip yine padişaha haber vermiştir. Tahir yakalanır. Padişah içinde Zühre geçmeyen bir türkü söylerse affedeceğini duyurur. Tahir Zühre'siz türkü söyleyemez. Padişah Tahir'i öldürtür, bunu duyan Zühre koşar gelir, Tahir'in üzerine kapanır, o da orada ölür.

Padişah ile karısı da inleye inleye ölür. Zenci köle Karadiken ise gizli gizli Zühre'ye âşıkmış, tüm kötülükleri onun için ya*parmış. Tahir ile Zühre'yi yerde yatar görünce o da onların yanlarına düşüp ölür.)

Bu dünya bir bakıma Tahir ile Zühre binası! Karadiken gibi dikenler de eksik olmuyor bu âlemde... Bundandır ele güne ibret olsun diye bir toprağa gömmüşler bunları... Gel zaman, git zaman Zühre'nin mezarı üstünde bir ak gül bitmiş, Tahir'inkinde bir kırmızı gül... O gün bugün bu iki gül birbirine kavuşmak istiyormuş ama kara kölenin toprağında biten bir kara diken ayırıyormuş bunları.


LEYLÂ ile MECNÛN

Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir.

Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez. Kays okulda Leyla' yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.

Mecnun' un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla'yı isterse de Mecnun (deli, çılgın) oldu diye Leyla' yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun' u çölde bulur. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ' yı tanımaz. Babası Mecnûn' u iyileşmesi için Kâbe' ye götürür.

Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn,
kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder:

"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni."

Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar. Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir.

Bir zaman sonra âilesi, Leylâ' yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm' ı vuslatından uzak tutmayı başarır.

Mecnûn, çölde, Leylâ' nın evlendiğini arkadaşı Zeyd' den işitince çok üzülür. Leylâ' ya acı bir sitem mektubu gönderir. Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn' a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder.

Bir müddet sonra Mecnûn' un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner. Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn' u çölde aramaya başlar. Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ'nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn' u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz. Leylâ onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ' nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler;

"Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez Cânânsuz cihân gerekmez."

Der, kabri kucaklayarak ölür.

Bir müddet sonra Mecnûn' un sâdık arkadaşı Zeyd rüyasında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki:

"Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ' dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
KÖROĞLU

BOLU BEYİ, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta usta olan seyisi Yusuf'u, güzel ve cins at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde yaşayan aygırlardan olan taylar çok makbuldür, iyi cins at olur.

Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şimdilik gösterişi yoktur. Hatta, çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu biliyor. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı görünce çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf'un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır. Bolu Beyi'nden öç alacağını söyler.

Baba oğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar geçer Tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgâr gibi koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf'un oğlu Rıışen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur. O da her türlü şövalyelik oyunlarını öğrenmiş bir babayiğittir.

Bir gece Yusuf, düşünde Hızır'ı görür. Hızır ona yapacağı işi söyler. Hızır'ın önerisiyle baba oğul yola çıkarlar. Bingöl dağlarından gelecek üç sihirli köpüğü Aras ırmağında beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf'un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.

Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, babasına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğrenince üzülür, ama bir yandan da sevinir. Kendi yerine oğlu, öcünü alacak bir bahadır olacaktır. Bu sihirli köpüklerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğluna öç almasını vasiyet ederek ölür.

Körün oğlu Ruşen Ali dağa çıkar. Gelen geçeni soyar. Ünü yayılmaya başlar. Kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlarlar. Artık adı Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel'de bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel’den geçen kervanlardan bac alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönderilen orduları bozguna uğratır.

Bir gün, güzelliğini duyduğu Üsküdar Kasapbaşı'sının oğlu Ayvaz'ı kaçırır, Çamlıbel'e getirir, evlât edinir. Başka bir gün, Bolu Beyi'nin bacısı Döne Hanım'ı kaçırır, evlenirler. Aradan yıllar geçer. Bolu'yu .basar, yakar, yıkar. Bolu Beyi'nden babasının öcünü alır. Bolu Beyi de Köroğlu'na kargı düzenler kurar. Bir defasında Köroğlu'nu, başka bir seferde de Ayvaz'ı yakalatır. Zindana atar. Ama, Köroğlu ve adamları her zaman hile ve cenkle kurtulurlar.

Köroğlu, ara sıra Gürcistan, Çin gibi uzak ülkelere de seferler açar. Yeni yeni serüvenlere atılır, büyük vurgunlar yapar. Bu arada küçük, fakat heyecanlı birçok olay da geçer. Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çıkınca eski bahadırlık geleneği bozulur, dünyanın tadı kalmaz. Ve bir gün Köroğlu, beylerine dağılmalarını söyleyerek Kırklara karışır, kaybolur. Daha önceden Kır-At da sır olmuştur. O Kır-At ki, nice yıllar, olağanüstü bir güçle Köroğlu'na hizmet etmiştir.

Başka bir söylentiye göre, bir Yahudi bezirganın getirdiği tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroğlu, buna üzülerek kayıplara karışır. Yine bir başka söylentiye göre de, Köroğlu dağda rastladığı çobanda tüfeği görür. Sorar, ne olduğunu. Aldığı karşılığa inanmaz. Denemek için kendine çevirir, tetiğe dokunur. Ve yaralanarak ölür. Sonra beyleri de dağılırlar.

Yaşlı bir çınar gibi devrilen Köroğlu'nun hikâyesi sona erer.


Aslan, Kurt ve Tilki

Vaktiyle,bir aslan,bir kurt ve bir tilki arkadaş olmuşlar.Karınları acıktığından ava çıkmışlar.Av sonunda bir öküz,bir koyun bir de tavşan yakalamışlar. Avlarını bir araya getirdikten sonra aslan kurda dönerek:
-Şu taksimatı yapta paylarımızı alalım demiş.
Kurt:
-Öküz zaten sizin.Koyun benim,tavşan da tilkinin demiş.Aslan buna çok kızmış,kurda bir pençe vurduğu gibi onu uçuruma yuvarlamış.Bu sefer tilkiye dönerek:
-Şu taksimatı bir de sen yapta görelim demiş.Kurnaz tilki hemen yanıtını yapıştırmış:
-Öküz sizin akşam yemeğiniz, koyun öğle yemeğiniz,tavşan da sabah kahvaltınız.Aslan, kıs kıs gülmüş,tilkiye sen bu fikri nerde öğrendin? demiş.
Tilki:
- Uçuruma giden arkadaştan yanıtını vermiş...
 
Top