• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

34 - İstanbul

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
ADINI ESNAF GRUPLARINDAN ALAN MAHALLE VEYA SEMTLER
İstanbul mahalle ve semtlerinin önemli bir kısmı ismini, o mahalle veya semtteki muayyen bir esnaf ya da pazaryerinden almaktadır. Bu konunun incelenmesinde Osmanlı'da üretimin düzenlenişi, esnafın tabi olduğu kurallar ve üretim yapısı da ele alınmalıdır. Böylelikle belli esnaf gruplarının bir sokakta toplanması ve o sokak ya da mahallenin aynı isimle anılması gibi hususlar daha da açıklık kazanabilecektir. Bu yoğunlaşmanın başlıca iki nedeni vardır. Bunlardan biri, aynı meslek dalındaki zanaatkarlar ile dükkancılar arasındaki gayr-i meşru rekabeti önlemek, diğeri de kadı ile muhtesibin denetimini kolaylaştırmaktır. Bu yoğunlaşma ayrıca esnafın dayanışma ve birlik kavramını da güçlendirmekteydi. Bu durum tüketici açısından ise ihtiyaçlarını karşılamada büyük kolaylık sağlıyordu.Bu çalışmada ismini esnaf gruplarından alan mahalle veya semtlerin en bilinen örneklerine değinilmekle yetinilecek-tir. Dolayısıyla bu çalışma tüketici olma iddiasında değildir. Bu konudaki çalışmaların zamanla geliştirilmeleri ve derin-leştirilmeleri mümkün, hatta zorunludur.Kentin ticari semtleri Haliç kıyıları, Bedesten ve Beyazıt semti, Mahmutpaşa Caddesi ve Uzun Çarşı caddesinin oluşturdukları büyük damarlarda yoğunlaşıyordu. Başlıca çarşılar, ambarlar, depolar, bedestenler ile dükkanların çoğu ve hanlar bu caddelerin sınırladığı dörtgenin içinde yer almaktaydı.

Bu çerçevede ismini esnaf gruplarından alan ve bu çalışmada değinilecek semtler şöylece sıralanabilir:
1. Arakiyeci Mahalleleri: Arakiye kavuğun ve daha sonra fesin altına giyilen takkenin adıydı. Pamuktan, tiftikten, yünden yapılanları vardı. Üsküdar'da iki mahalle, ismini buradan almıştır. Bu mahalleler Arakiyeci Hacıcafer ve Arakiyeci Hacımehmet mahalleleridir.
2. Arpa Emini: Büyük arpa ambarı ve Arpa Emininin dairesi bu civarda bulunuyordu. Şehrin arpacı dükkanları bu yol üzerinde toplanmıştı. Bu semtte bulunan camiye Arpacılar Mescidi adı verilmişti. Arpa Emini bugün Fatih'te bir mahallenin adıdır.
3. Bakırcılar Çarşısı: Eski Harbiye nezareti, şimdiki Üniversite Merkez binası bahçesinin doğu ve kuzey duvarları altında bir sıra dükkan halindedir. Burada çeşitli bakır işler levha bakırdan döğme olarak elle yapılmakta ve kazan, tencere, kuşhane, sahan, tava, taş, leğen, ibrik, güğüm, bakraç, kova, maşraba, sini, mangal, şamdan, bakırdan gülabdan olarak satılmaktadır. İlk Bakırcılar çarşısı Fatih devrinde Suku Nuha-sın adıyla Eminönü Yenicami yerinde idi.
4. Bit Pazarı: Haraç ve Mezad eski şeyler satılan yere "Bat Pazarı" denir. Galatı bit pazarı dır. Bu pazarlar İstanbul'un çeşitli semtlerinde bulunuyordu. Üsküdar'da Yeni Valide Camii'nin kuzeybatısındaydı. Burada elli kadar dükkan vardı. Bu dükkanlar Rum Mehmet Paşa'nın vakfının gelirleri arasında idi. Meydan açılırken bunlar yıkılmıştır.
5. Çakmakçılar: İstanbul'un meşhur yokuşlarından ve ayrıca çarşılarından birinin adıdır. Bu yokuş üstünde İstanbul'un meşhur hanları bulunmakta, halen çakmakçı esnafı burada yoğunlaşmaktadır.
6. Çubukçular: Çubuk, tütün içmeğe mahsus bir ucunda tütün veya sigara koymaya mahsus lüle, öteki ucunda ağıza alnan ve imame denilen ağızlık bulunan içi delik, üstü huni şeklinde uzunca alete verilen addır. Çubuklar kiraz ve yaseminden yapılırdı. Çubuk yapan esnafa "çubukçu" lüle yapanlara da "lüleci" esnafı denilirdi.
7. Debbağlar: Meşin, kösele yapmak için hayvan derilerini işleyen sanat erbabı için kullanılan bir tabirdir. Halk dilinde "tabak" olarak kullanılır. Halen Üsküdar'da Debbağlar adıyla bir mahalle bulunmaktadır.
8. Divitçiler: Divit, medrese talebelerinin, kâtiplerin, günlük işlerinde yazı yazmak mecburiyetinde kişilerin üzerlerinde taşıdıkları birbirine perçinlenmiş bir mürekkep hokkası ile yazı kalemi mahfazasından oluşan yazı takımına verilen addır. Divitçi esnafının dükkanları çoğunlukla Beyazıt civarında bulunurdu. Adım bu esnaf grubundan alan Divitçiler caddesi ve Divitçiler çıkmazı Üsküdar'da bulunmaktadır.
9. Düğmeciler: Eski Türk giyiminde düğme büyük önem taşıyordu. Düğme gördüğü fonksiyon yanında bir süs eşyası ve varlık göstergesi olarak da değer taşıyordu. Eski Türk düğmeleri el tezgahlarında yapılırdı. 19. yüzyılın ikinci yarısında piyasaya fabrika ürünü Avrupa düğmeleri hakim oluncaya kadar düğmeci sanatkârlar Eyüp'de toplanmışlardı. Günümüzde o mahalle hâlâ Düğmeciler adını taşımakta; o semtte bulunan mescid de Düğmeciler mescidi ismi ile bilinmektedir.
10. Fermeneciler: Fermene, kolsuz işlemeli bir nevi yeleğin adıdır. Palto, ceket, şalvar ve poturlara sırma ve koytandan yapılan işlere de bu ad verilir. Fermeneci ise, sırma ve koytanla işlemeli işler yapan esnaf hakkında kullanılır bir tabirdir. Galata'da bu türlü elbise yapıp satanlara hâlâ fermeneciler denilir. Büyük çarşı içinde de bu sanatı yapanlar vardı. Vaktiyle Fermeneciler gedikli idiler. 1860 yılına kadar gediklilerden başkası bu sanatı yapamazdı.
11. Fincancılar: Sultanhamamı Meydanı ile Uzunçarşı Caddesi arasında bulunan İstanbul'un büyük anayollarından birinin bir parçasının adıdır. Bir ticaret merkezi ve çarşı boyudur, hanlar ve mağazalar arasından geçer.
12. Fodlacı: Fodla, yassı pide şeklinde yapılan bir nevi ekmeğin adı idi. Özlü undan yapılmazdı. Çünkü özlü un yumuşak olur ve çabuk parçalanırdı. Fodla, saraylılar için yeni sarayda harici fırında, yeniçeriler için ocağa bağlı fırınlarda yapıldığı gibi, hayır müesseseleri olan imaretlerin ilgasına kadar oralarda da yapılırdı. Ocak fırınlarında yapılan fodlalar ocaktaki muayyen şahıslarla av köpeklerine, imaretlerde yapılanlar da vakıf şartları gereğince hak sahiplerine verilirdi. Medrese talebesine vermek üzere imaretlerde yapılan fodlalar yeniçerilerin tam ve yarım ekmekleri gibi doksandört yahut kırkbeş dirhemdi. Medreseye giren öğrencinin kıdemine göre istihkakı arttırılırdı. Fodlacı ismi halen Fatih'de bir sokağın adıdır.
13. Galata: Galata adının menşei tartışmalı bir husustur. Bu adın ortaya çıkışına ilişkin çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bir görüşe göre. İstanbul'un sütünü temin eden ahırların burada bulunmasından dolayı Galata adı, süt manasında olan Grekçe "gala" kelimesinden çıkmıştır.
14. Hakkaklar Çarşısı: Hâk Arapça'da kazmak, oymak demektir. Hakkak mühür ve resim hakkeden sanatkâra verilen addır. Eskiden yazı bilsin bilmesin herkes mühür kullandığı için hakkâklık kârlı sanatlardandı. Ve İstanbul'da Hakkaklar çarşısı adıyla bir çarşı bulunuyordu.
15. Kâğıthane: Eskiden bu semtte kâğıt imal edilirdi. Fakat masrafı çıkarılamadığından kapanmıştır. Bu mevkiye verilen Kâğıthane adı ise bugüne kadar kalmıştır.
16. Kapalıçarşı (Kapalı Çarşı / Büyük Çarşı): İstanbul'un en faal semti Kapalıçarşı veya Büyükçarşı olarak adlandırılan alanın civarı idi. Bu çarşı iki bedesten, hanlar, çok sayıda dükkan ve imalathaneden oluşmaktaydı. İstanbul Kapalıçarşı sı, Tahran, Halep ve Şam'dakilerle birlikte Ortadoğu'nun en ünlülerinden biridir. Mahdut bir alanda her biri oraya yerleşmiş esnafın adını taşıyan 67 sokak bulunmaktadır. Bazı sokakların kesişme noktalarında meydanlar oluşmuştur. Esnaf mensupları sabahlan burada birlikte dua etmektedirler. Kapalıçarşının içinde 5 cami, 7 çeşme vardır. Çarşının gün batarken kapatılan 18 kapısı vardır. Bu bütünün içinde 3000 ve civar hanlarda 1000'den fazla dükkan vardır ki, bunlar İstanbul'daki tüm dükkanların onda birini meydana getirmekteydiler. Buradaki ticari yoğunlaşma çok büyüktür. Kapalıçarşının hemen yakınlarında Bit Pazarının, Sahaflar Çarşısının ve çeşitli yiyecek pazarlarının yer aldığı hatırlanırsa, diğer çeşitli mallar satılan bedesten lerle birlikte, İstanbul'da bulunabilecek hemen tüm malların burada satıldığı anlaşılacaktır.
Bu bedesten 1461 yılında Fatih zamanında ahşap olarak yapılmış, Büyükçarşı denen kısım da Kanuni Süleyman zamanında ilave edilmiştir. Her ikisinin 1701 ve daha sonraları harabolmaları üzerine 1898'de bu sefer taştan yapılmıştır.

Bu çarşıda bulunan ve ismini orada faaliyet gösteren esnaftan alan sokakların isimleri şöyle sıralanabilir.
a) Kumaş ve Esvap Çarşısı: Halı, kumaş, ipek, kaşmir, şal vb. şeyler satılırdı.
b) Çubukçular Çarşısı: Tütün tabakaları, yasemin, kiraz, akçaağaç ve gül ağacından yapılmış çubuk destekleri, ağızlıklar, güzel nargileler bulunurdu.
c) Itriyatçılar Çarşısı: Çeşitli kokular, sakızlar, gül yağları, Çeşitli sabunlar, ağdalar, sürmeler, kına bulunurdu.
d) Kuyumcular Çarşısı: Gerdanlıktan taçlar, takılar ve altın işleri yapılırdı.
e) Kavaflar Çarşısı: Ayakkabı, terlik, nalın gibi şeyler bulunurdu.
f) Silah Çarşısı: Kılıç, pala, hançer, topuz, miğfer, yatağan, gürz, zırh gibi şeyler bulunurdu.
g) Bit Pazarı: Eski elbise ve eşyaların satıldığı çarşıdır. II. Mahmut zamanında fesin milli serpuş haline getirilmesi üzerine bu sokağa "Fesçiler" denmeğe başlanmıştır.
h) Kalpakçılar Çarşısı: Fes, serpuş, hotoz gibi şeyler bulunurdu.
ı) Kürkçüler Çarşısı: kaftan, kürk gibi şeylerin satıldığı sokaktır.
Diğer sokakların isimleri ise Bıçakçılar, Simkeşler, Nakışçılar, Bakırcılar, Terziler, Çömlekçiler şeklinde sayılabilir.

17. Kapanlar: Kapan yiyecek ve giyecek şeylerin toptan satıldığı yerler hakkında kullanılan bir tabirdir. Balkapanı, Unkapanı, Yağkapanı gibi, satılan şeylerin isimleriyle birlikte kullanılırdı. Vaktiyle yağ, bal, un, erzak, hububat, kahve, tütün, enfiye, ipek pamuk ve mensucat kapan, mizan, mengene ve çardaklara getirilir, oralardaki emin ve naibler tarafından bunlardan ihtisab, imaliyye, ruhsatiyye ve resm-i munzam gibi adlarla devlet namına vergi tahsil olunduğu gibi narh da tayin olunurdu.Kapanların İstanbul'da fetihden itibaren mevcudiyeti bilinmektedir. Özellikle İstanbul'a dışarıdan ithal edilen mal, eşya önce kapanlara getirilir, her birisinde naib namıyla İstanbul Kadısının bir vekili bulundurularak işlemler onun nezareti altında yapıldığı gibi; dağıtım sırasında kapan katibi ile beraber esnafın kethüda, yiğitbaşıları ve ihtiyarları da hazır bulunurdu. Sonradan tüccarların içinden ve muteberlerinden biri nazır nasbedilmiştir. Kapanların ihdasından maksat vergi ve rüsumun toplanmasıyla beraber şehir halkının muhtaç oldukları şeyleri ihtikâra mahal bırakmayacak ve birtakımının isteklerini alabilmelerine mukabil bir kısmının mahrum kalmalarına meydan verilmeyecek şekilde tevziini temin etmekti. O arada saray ihtiyaçları da esnafa dağıtılmadan evvel o günkü narh üzerinden tedarik olunurdu.İstanbul'da Sirkeci'den Haliç içlerine kadar Liman'daki boşaltma işlemlerinde mekan düzeyinde bir uzmanlaşmanın varlığı bilinmektedir. Yemiş Pazarı İskelesi, Unkapanı, Yağkapanı, Odun Pazarı İskelesi, Balat ayrı tüketim maddelerinin boşaltıldığı iskelelerdi. İstanbul'a Kırım, Tuna ve Karadeniz'den gelen bal, yağ, un ve diğer zahire bu Haliç üzerindeki iskelelerde boşaltılır, gelen erzakın depolanması ve işlenmesiyle uğraşan esnaf da bu iskelelerin çevresinde faaliyet gösterirdi. Bugünkü Tahtakale depolama, alışveriş gibi limana bağımlı faaliyetlerin en çok yoğunlaştığı yerdi. Bugünkü Eminönü, 15-17. yüzyıllarda liman merkezi fonksiyonlarına sahipti. Mısır'dan ve uzak adalardan gelen gemiler burada gümrük eminliği önünde durup, kontrol için beklerdi.
Bugün hâlâ aynı adı taşıyan Unkapanı, şehrin buğday ve un ihtiyacını temin eden ambarların, değirmenlerin ve fırınların bulunduğu mühim bir merkez idi. Evliya Çelebi, 600 neferden ibaret olan uncu esnafının 400 adet dükkanının birçoğunun "Unkapanı'nın iç tarafında" olduğunu ifade etmektedir. Şehrin ekmek ihtiyacını temin etmek için biriktirilen buğday ve hububat demir kapılı ve çok kalın duvarlarla yapılmış depolarda saklanır ve üç senede bir yenileştirilirdi.
18. Mısır Çarşısı: IV. Mehmet'in validesi Turhan Sultan'ın yaptırdığı bu kapalı çarşı, özellikle Mısır'dan getirilen baharatın satıldığı yer olduğu için "Mısır Çarşısı" olarak adlandırılmıştır. 1660 senesinde Mısır Çarşısı'nın ahşap dükkanları, içlerindeki mallarla beraber tamamen yanmış, yangında büyük zarar meydana gelmiştir. Mısır çarşısının iki kubbesinden birisinin altında birçok ecza dükkanları ve ilaç satıcıları, diğerinde tülbend satıcıları bulunurdu.
19. Sahaflar Çarşısı: Sahaf, kitap alıp-satan, kitapçı yerine kullanılan bir tabirdir. Eskiden kapalı çarşının içinde birçok sahaf dükkanı vardı. Sahaflar çarşısı, eskiden kapalı çarşıda kitapçıların bulunduğu yere verilen addı. Sonradan sahaf esnafi Beyazıt camii etrafına taşınmışlardır. Halen bu adla bilinmektedir.
20. Saraçhane: At takınılan, araba koşumlanyla deri ve meşinden muhtelif eşya yapılan ve satılan yere verilen addır. Halk tarafından saraç olarak kullanılan "Sarraç" at vesair hayvanlara, eyer, yular, koşum vb. eşyalar yapan sanatkâr demektir. Saraçhane'nin ilk olarak Fatih tarafından yaptırıldığı ve vakfedildiği bilinmektedir. 1908 yılında Fatih yangını Saraçhane'yi tamamen yaktı. Fakat bu semt hâlâ Saraçhane adıyla bilinmektedir.
21. Simkeşhane: Gümüş ve altın teller çeken esnafin bulunduğu yere verilen addır. Önceleri Çorlulu Ali Paşa camii ve medresesinin yerinde iken sonradan Beyazıt'dan Aksaray'a giden cadde üzerindeki binaya nakledilmiştir. İlk İstanbul darphanesi simkeşhanenin içinde idi. Sonradan nakledildi.
Simkeşhane çarşısı olarak bilinen bina 1707 yılında sultan III. Ahmet'in başkadını Ümmetullah Hatun tarafından sebil, çeşme ve mektep ilavesiyle "Simkeşhane-i Âmire" olarak inşa edilmiştir. Cephelerinde dükkânları ile bu bina altın ve gümüş sırma çeken esnaf ve sanatkârların çalıştıkları yerdi.
22. Tülbentçi: Tülbent Ağası, Padişahın sarık ve çamaşırlarını muhafaza, temizleme ve padişahı giydirme vazifeleriyle görevli memurun unvanıdır. Ayrıca Hırka-i Şerif dairesinin temizliğine de bakardı. Tülbend Ağalığı 1833 yılında lağvedilmiştir. Bugün Eminönü'nde Tülbentçi Hüsamettin adında bir mahalle bulunmaktadır.

Genel Değerlendirme
Yukarıda da işaret edildiği gibi, İstanbul büyük bir tarihi miras taşımaktadır. Bu mirasın izlerini çeşitli dönemlere ait sanat eserleri, kalıntılar, mabedler gibi tarihî eserlerde görmek mümkündür.Yine bu kentin mahalle ve semt adları üzerinde yapılacak bir inceleme de bu konuda ilginç sonuçlar ortaya çıkarabilecektir.Bütün önemine karşılık İstanbul'la ilgili yapılan araştırmalar yeterli düzeyde değildir. Benzer şekilde İstanbul'un semt ve mahalle adları üzerine de bir iki makale dışında araştırma yapılmamıştır. Halbuki, özellikle Eski İstanbul olarak bilinen suriçi bölgesi ve Üsküdar gibi eski yerleşim bölgelerinde mahalle, sokak ve semt isimleri büyük oranda tarihî bir anlam taşımaktadır.
İstanbul'un mahalle ve semt adlarının önemli bir kısmı askeri şahıslar, ordu ile ilgili hizmet sınıfları ve kavramlar, esnaf grupları, ayak esnafı, ordu esnafı ve saray hizmetinde bulunan çeşitli sınıfların isimleri başta olmak üzere Osmanlı döneminden gelmektedir. Bunların her biri müstakil bir çalışmanın konusu olabilecek kapsamdadır. Bu çalışmada ismini esnaf grupları ve çarşılardan alan semt ve mahalleler konu edinilmiştir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
GALATA-PERA
arapcamiisi8.jpg


Fatih Sultan Mehmed'in 1Haziran 1453 'teki ahdnamesi ile teslim olan Galata' da nüfusun büyük bölümü ile temel yapılar Osmanlı idaresine geçmiştir. Bu ahdnameyle ahaliye "aman", yani İslam dinine göre sultanın yeminiyle can ve mal güvenliği verilmiştir. Teslimden sonra sultan hemen bir voyvoda (subaşı) ve kadı atayarak kenti doğrudan doğruya Osmanlı idaresi altına almıştır . Bizans döneminde Cenevizliler kenti güçlü surlarla çevirerek bağımsız bir Ceneviz kolonisi haline getirmişlerdi ; Osmanlı idaresinde bu durum tamamıyla kalmıştır.1455 Osmanlı nüfus sayımına göre, Galata' da gayrimüslim nüfus üç kategoriye ayrılmıştı: Birincisi, kente geçici olarak gelmiş Cenevizli ve Venedikli tüccar, ikincisi Osmanlı tabiyetine geçmiş yerli Cenevizliler, üçüncüsü Ceneviz döneminde yerleşmiş Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler. Cenevizli tüccara kapitülasyon garantileri verilmiş, öteki Cenevizliler Osmanlı' nın tebaası olmuşlardır. Fatih, Avrupa ile ticaretin merkezi olan Galata' nın eskisi gibi işlek bir liman olarak kalmasına önem veriyordu. Bu amaçla kaçanlara, üç ay içinde geri dönerlerse evlerinin ve mallarının teslim olunacağını ilan etti. 1455 sayımı geri dönenler olduğunu gösteriyor. Kaçanların çoğu zengin Cenevizli ve Rumlar' dı, Yahudiler' den kaçan yoktu. Kentin Osmanlılar' a tesliminde, Ceneviz idaresine karşı olan Yahudi, Ermeni ve Rumların baskı yaptığı anlaşılmaktadır.Ceneviz döneminde nüfus artıp yeni mahalleler kuruldukça bunları korumak için yeni surlar yapılmış, böylece iç surlarla Galata beş bölümlü bir kale halini almıştır. Sultan, Galata kara surlarının güvenlik nedeniyle yer yer yıkılmasını emretmiş ama kent Ceneviz dönemindeki asıl topografyasını korumuştur. İlk Ceneviz çekirdek bölgesi, Azap - kapı ile Karaköy arasındaki bölüm, büyük kuleye doğru genişlemiş, Osmanlı döneminde de en canlı ticaret bölgesi olarak kalmıştır. Ceneviz Eski ve Yeni Lonca' sı, önemli Latin kiliseleri (San Michele, San Francesko, Santa Anna, Santa Maria, San Domenico, San Zani) bu bölgededir. Yahudiler ilk kalenin doğusunda Karaköy ve Yüksekkaldırım boyunca; Rumlar Galata Kulesi ile ilk Ceneviz Kalesi arasında ve Haliç' in Karaköy - Tophane arasındaki kıyısında, Ermeniler de onların arkasında yamaçta yer alıyorlardı. 1455 sayımına göre en kalabalık nüfus Rumlar' dı. Daha sonra Latinler ( Cenevizli, Venedik, Katalan), Ermeniler, Yahudiler sıralanıyordu. Galata' ya Türkler yarım yüzyıl içinde yerleşmiş ve kentin tenha batı bölümünde yoğunlaşmışlardır. İlk birkaç yıl içinde yerleşenler arasında denizci azepler, kaptanlar, Galata Kulesi' nde ve çevresinde görev yapan yeniçeriler vardı. Askeri sınıf dışında ilk yerleşen Türkler arasında esnaf kesimi fazlaydı. 1481 tarihli vakfiyede 13 İtalyan, 8 Rum, 6 Ermeni, 20 Türk mahallesi olduğu belirtiliyor. Kadı Muhyiddin 'in yaptığı 1478 tarihli Galata sayımı sonucu 592 Rum - Ortodoks, 535 Müslüman, 332 Latin, 62 Ermeni hanesi tespit edilmiştir. Yani daha 1478' de nüfusun % 49.8 'i Müslüman, gerisi gayrimüslimdi. Müslüman mahallelerinde Hıristiyanlar 'ın yerleşmesine izin verilmemişti ama pazar bölgesinde ve esnaf birliklerinde tüccar ve esnaf hangi dinden olursa olsun bir arada çalışırdı.
Fethin en önemli sonuçlarından biri, Galata'nın İstanbul ile her bakımdan bütünleşmesidir. Galata yalnız ticari bakımdan değil, yaşam stili bakımından da İstanbul' un Avrupa' ya açılan penceresi olmuştur. Fatih' in tarihçisi Tursun Bey (1490' a doğru) "Eğer İstanbul' dan Frengistan'a (yani Galata' ya) geçmek istersen kayığa bir akçe ödemen yeter." diyor. Osmanlı idaresinde 1453 - 1490 arasına rastlayan Galata - Ceneviz noter kayıtları, serbest yaşam ve ticaret bakımından eskiye göre önemli bir değişiklik olmadığını ortaya koymaktadır.
Magnafica Comunita di Pera adını alan Osmanlı tebaası Ceneviz cemaatine bir protegeros (kethüda) idaresinde kendi iç işlerini düzenleme hakkı tanımıştı. 1540' larda eski San Michele Kilisesi yerinde Rüstem Paşa bir bedesten ve han yaptırarak, büyük tüccar ve ithal malları için güvenceli bir ticaret merkezi yaratmış oldu. Galata aynı zamanda zeytinyağı, şarap gibi Ege mallarının başlıca antreposuydu. Öte yandan, 16. yy.da Kasımpaşa semti imparatorluğun esas tersanesi ve donanma merkezi olunca, Galata da denizciliğin ve denizcilerin başlıca mekanı haline geldi. 17. yy başlarında Galata' da tüm Avrupalı Katolik nüfus 1100 olarak tespit edilmiştir. Buna azad edilmiş 500 esirle donanma zindanlarındaki 2000 esir eklenmelidir. 1765' te 17 Alman, 33 Fransız, 13 İtalyan olmak üzere Avrupalı nüfus oldukça azdı. Bu yabancıların kişisel işleri için Galata kadısına başvurduklarını Galata mahkemesi sicillerinden öğreniyoruz. Ceneviz döneminde olduğu gibi Osmanlı döneminde de, iş hayatı Orta Hisar denilen Perşembe Pazarı çevresinde yoğunlaşmıştır.Yukarı sur ötesinde "Pera Bağları" denilen bölgede başlangıçta bağ, bahçe ve mezarlıklar vardı. Saray içoğlanlarının yetiştirilmesi için Galatasaray' ın inşa edilmesinden sonra burada yerleşme başladı. 2. Selim döneminde (1566 - 1574) "Frenk Beyoğlu" diye tanınan, sultanın gözdesi Venedikli Aloisio Gritti' nin sarayının bulunduğu Beyoğlu bölgesinde zamanla Avrupalı elçiler yazlık köşkler yaptırmışlar, böylece sur ötesi Beyoğlu gelişmiştir. 15. ve 16. yy. Galata' ya yeni etnik unsurların katıldığı yüzyıllardır. Fatih, Venedikliler' e karşı Floransalılar' ı desteklediğinden 1463 - 1520 yılları arasında Galata' da Floransalı ticaret evleri açılmıştır. Bunların yıllık ciroları 600 bin altındı. Fakat sonraları onların yerini Venedikliler alacaktır. Galata, Ceneviz döneminde olduğu gibi, Doğu ve Batı ticaret mallarının, özellikle Avrupa yünlü kumaşlarıyla İran ipeğinin büyük ölçüde mübadele edildiği bir antrepo konumundaydı ve bu ticaret Ceneviz, Floransa, Venedik cumhuriyetlerinin zenginlik kaynağını oluşturuyordu. Galata' ya yerleşen bir başka etnik grup da Araplardı. 1569'dan beri Endülüslü Arap göçmenleri Galata' ya kitleler halinde yerleştiler. Bu nedenle San Domenico Kilisesi, Arap Camii adıyla tanındı.
18.yy.da Galata' da Avrupalılar azdı. 19. yüzyılda Avrupa ile ticaretin gelişmesiyle birlikte Avrupalılaryoğun biçimde Galata' ya yerleştiler. 1840' larda Charles White' nin gözlemine göre, hali vakti yerinde olan Türkler de alışverişlerini artık İstanbul' daki Kapalıçarşı yerine Beyoğlu' nda yapmaya başladılar. Pera Büyük Caddesi, Avrupa mallarının satıldığı mağazaların, Avrupai otel ve eğlence yerlerinin faaliyette bulunduğu kozmopolit Beyoğlu semtine vücut verdi. 1853 - 1856 Kırım Savaşı yıllarında bu süreç hızlandı. İngilizler başta olmak üzere Avrupalılar, kapitülasyonlar sayesinde Galata' yı gerçekten serbest bir liman haline soktular. 1855' te Perşembe Pazarı, Voyvoda Caddesi ve Karaköy başta olmak üzere Galata, Avrupai malların ve bankaların yer aldığı başlıca ticaret merkezi haline gelince, İstanbul' un başka semtlerinde yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudiler akın akın Galata' da toplanmaya başladılar ve şehrin etnik yapısı bir kere daha değişti. Levanten denilen yeni kozmopolit bir tip ortaya çıktı. Bu dönemde özellikle Beyoğlu' nda yeni yeni kiliseler ve sinagoglar yapılmıştır.1927 nüfus sayımında Galata ve Beyoğlu' ndaki durum şöyleydi: 145.140 Müslüman (nüfusun % 49.8' i), 63.284 Rum (% 21.7), 32.277 Yahudi (% 11), 23.517 Ermeni (% 8), 19.793 Katolik (% 6.8), 6.059 başka Hristiyanlar (% 2).Modern şehircilik de İstanbul' da ilk kez Galata' da gerçekleşti, tabii Avrupalıların baskısı ve etkisiyle. Sokakları karanlık, çamur içinde, suçlu ve dilencilerle dolu olan Galata - Beyoğlu, 1857' de Avrupai bir belediyeye kavuştu. Kurulan belediye meclisi gelir kaynakları yarattı, iç surlar yıkıldı, geniş caddeler açıldı, temizlik ve aydınlatma işleri ele alındı, bir belediye zabıtası kuruldu. Fakat yabancıların, bu belediye meclisini tamamıyla otonom bir idare haline getirmeye çalışmaları, Osmanlı hükümetiyle çatışmalara sebebiyet vermekte gecikmedi.Haliç üzerinde İstanbul - Galata arası ulaşım kayıklarla yapılırdı. Avrupalılar etkilerini bu alanda da gösterdiler ve 1836' da Haliç üzerinde ilk köprü Azap - kapı ile Un - kapanı arasında yapıldı. 1876' da Karaköy' den Beyoğlu' na tünel inşa edildi. Bu tünel dünyadaki ilk tünellerden biridir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
FENER-BALAT
Aynı çamurlu sokaklarda büyümüş, farklı zamanlarda da olsa hemen hemen aynı okullarda okumuş, aynı evlerde saçlarına aklar düşmüş insanlar bunlar. Keskin ama yumuşak bakışları, ağırbaşlı gülüşleri, her an ayaklanmaya hazır refleksleriyle birbirlerine benzeseler de her biri farklı birer hazine. Konuşmaya başladıklarında, hayat, aşk ve ölüm hakkında yani yeryüzündeki herşeye dair şaşılacak kadar çok bilgileri olduğunu anlıyorsunuz. Balat´ın en görkemli ve müreffeh zamanlarını da görmüşler, yoksulluğun diz boyu olduğu zifiri karanlık günlerini de. Cumbalı evlerin mermer merdivenlerinin her sabah gün doğarken arap sabunuyla yıkandığına da şahit olmuşlar, sokaklarında çamur sellerinin aktığı günlere de şahit olmuslar. Yahudiler de komşuları olmuş, Süryaniler, Rumlar ve Ermeniler de. Ermeni kilisesinden ve onun yanındaki sinagogdan ilahi sesleri yükselirken, bitişiğindeki camide teraviyi kılmışlar. İbadet sona erince de Türk, Ermeni, Rum ve Yahudi gençleri Balat çarşısında toplanıp birbirlerine ``Allah kabul etsin'' demişler. Yani böylesi derin bir medeniyetin içinden gelmişler. Şeker bayramları geçmiş,hamursuzlar, paskalyalar ve yortular birbirini kovalamış.“Öyle insanlar yaşar ki burada hayret edersiniz. Dünyanın bütün kitaplarını okumuş bir insanla, Balat´ın sokaklarında büyümüş akıllı bir adam arasındaki tek fark: Birinin ellerinin biraz sigara dumanı, diğerinin ise kağıt kokmasıdır” Kimisi Yul Brynner´in ``Paralı askerler'' filminde rol kesmiş, bazıları da Yılmaz Güney´in ``Balatlı Arif''inde figüran olmuş. Dertleri zevk edinince soluğu Agora meyhanesinde almış, Hristo´nun Bozcaada´dan getirdiği fıçı şarabının buğusunda dünyanın zorluklarını unutmuşlar. Ama ne olmuşsa olmuş o güzel günler bitivermiş. Önce ekalliyete mensup komşuları bir bir göçüp gitmiş başka ülkelere ya da başka semtlere, sonra da hali vakti yerinde olan Türkler çekilmiş. Balat biraz Kudüs´ü, daha doğrusu eski İstanbul´u andırıyor. Camiyle kilise, sinagogla ayazma yanyana bulunuyor. Balat Derneği, başta camiler olmak üzere tüm tarihi ibadet mekanlarının restore edilerek İstanbul´a kazandırılması için bir program hazırlıyor. Programın ilk adımı olarak bugünlerde tüm camilerin bahçelerine güller dikilmeye başlanmış. Yakında tüm ibadet yerlerinin etrafı birer gülistana dönecek. Ersin Kalkan'ın Hürriyet Gazetesi İstanbul Ekinde yer alan Balat Milliyetçileri adlı makalesinden alınmıştı.

-FENER
Dilerseniz önce mekana da isim veren semti kısaca tanıyalım. Fener, Haliç`in güney kıyısında Balat ve Ayakapı arasında yer alıyor. Semtin adını, Bizans döneminde Haliç surlarında yer alan Fener Kapısı(Porta Phanari) yanındaki kulede sallanan bir fenerden aldığı söyleniyor. Bu fener Haliç`in kayalık kıyılarını aydınlatarak gemicilere yol gösterirmiş. Bizans döneminde oldukça tenha olan Fener, 1204`teki Latin işgalinde Venedikliler`in denetiminde kalmış. 1453`te İstanbul`un fethiyle Mora ve Trabzon`dan gelen Hristiyan halk buraya yerleştirildi. 1600`lü yıllarda Rum Ortodoks Patrikhanesi`nin Fener`deki Hagios Georgios Kilisesi`ni merkez yapınca semt uluslararası önem kazandı. Soylu ve varlıklı Rum aileler Fener`e yerleştiler. Galatlar'ın daha sonra yerleştikleri, Sakarya ve Kızılırmak Rumlar, Fener'de taş konaklar, yalılar yaptırdılar. Çocuklarını dil eğitimi için Avrupa'ya yolladılar. Birden fazla dil öğrenen iyi eğitimli Rum çocuklar önce bürokraside, sonra Eflak-Boğdan Prensleri, Divan-ı Hümayun ve Donanma-i Hümayun'da tercüman olarak görev aldılar. Fener`de zengin Rum evleri, Eflak ve Boğdan beylerininkonak-ları, kağir yapılı, içi Türk üslubunda zengin bezemeli evler ve meyhaneler meşhurdu. Fener-liler'in yükselişi 1821'de Yunan İhtilali ile son buldu. Fener, bugün de Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi, Gül Camii (Ayia Teodosia Kilisesi), Fener Rum Lisesi, Ayia Maria Kilisesi,Bul- gar Kilisesi, Kadın Eserleri Kütüphanesi gibi tarihi yapılarını barındıran bir semt.

-BALAT
İstanbul'un en eski semtlerinden biri olan Balat, Haliç'in güney kıyılarında Fener ve Ayvansaray arasında yer alır. Coğrafi konumu, tarihsel özellikleri, demografik yapısı itibariyle Tarihi Yarımada içinde önemli bir yeri olan Balat, Bizans'tan günümüze kozmopolit kültürüyle dikkat çekicidir. Tarih boyunca ağırlıklı olarak Musevilerin, özellikle de "Sefaradim" diye adlandırılan İspanyol Musevileri'nin yaşadığı bir merkez olarak bilinmektedir. Musevilerin dışında Rumlar, Ermeniler ve Türkler de Balat'ta yaşamışlardır. Semtte yaşayan bu dört ayrı grubun dinsel ve kültürel izleri Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin küçük birer örneği olarak karşımıza çıkar Balat'ta özellikle Ortodoks Rumlar'ın kiliselerine, ayazmalarına ve okullarına rastlamak mümkündür. Bu tarihi semt bugün ise Türkler'in yoğunlukta olduğu fakir bir yerleşim bölgesi durumunda. Semtte bugün için azınlık nüfusa rastlamak pek mümkün değil. Eskiden Rum, Ermeni ve Musevilerin yaşadığı ve üç katlı cumbalı evlerde hala ayakta ancak pek çoğu bakımsız. Son dönemlerde ise yapılan restorasyon çalışmaları ile Balart gibi sanat merkezlerine dönüştürülüyor.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
DiNi MEKANLARI

-Eyüp Sultan Camii
Eyüp semtinin merkezinde, Haliç kenarındaki Eyüp Sultan Külliyesi içinde bulunan Eyüp Sultan Camii,İslam aleminin önemli ziyaretgahlarından biridir. Caminin içinde de yer aldığı Eyüp Sultan Külliyesi; camii , türbe, hamam ve günümüze ulaşmayan medrese ve imaretden oluşmaktaydı. Külliyenin ilk inşa edilen kısmı türbedir. Bu türbe adını, Hz. Muhammed'i Medine'ye ilk geldiğinde evinde misafir eden Hz. Ebu Eyüb el-Ensari isimli sahabeden almıştır. Halk arasında "Eyüp Sultan" olarak adlandırılan bu kişi, Emevilerin 668-669'daki İstanbul kuşatmasına katılarak bu savaşta şehit olmuştur. Mezarının bulunduğu yeri İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed'in hocası Akşemseddin rüyasında görmüş ve buraya türbesi yaptırılmıştır. 1459 yılında ise yine Fatih Sultan Mehmed tarafından türbenin yanına camii, medrese, imaret ve hamam yaptırılmış böylece külliye oluşmuştur. Yaptırılan bu ilk camii 1766 yılındaki depremde çok büyük zarar görmüş ve tamir edilemeyeceği anlaşılınca, Sultan III. Selim tarafından 1798'de tamamen yıktırılarak yerine yeni bir camii yaptırılmıştır. Bu yeni camii 1800 yılında tamamlanmış ve padişahın da katıldığı bir törenle ibadete açılmıştır Günümüze kadar ulaşmayı başaran bu ikinci camidir. Camiinin 17.50 metre çapında bir ana kubbesi ve oldukça uzun iki minaresi vardır. Camii iç süslemeleri oldukça sadedir. Bu açıdan 18. yüzyıl camilerinden farklıdır. Ama mihrabındaki altın yaldızla kaplanmış süslemeleri dikkat çekicidir.

-Yıldız Camii
Otuz üç yıl süren saltanatıyla yakın tarihimize damgasını vuran Sultan II. Abdülhamid Han'ın Cuma namazlarını eda ettiği Hamidiye (Yıldız) Camii, onun döneminde hareketli günler yaşamıştı.Cuma selamlığı sırasında Hamidiye Camii üç sıra askerle çevrilir, Yıldız'dan Beşiktaş'a inen yokuşun sağındaki meydanlığın önü, bir saf piyadeden sonra atlı birliklerden oluşan Ertuğrul ve Mızraklı alayları tarafından doldurulur, arabalı ve yaya seyirciler de bu süvari safları arkasında yerlerini alırlardı. Camiin, törenin yapılacağı yana bakan ön cephesi, yolun kavislenmesine göre alçaklı yüksekli bir setle çıkıntılıydı. Bu seddin parmaklıkları önünde Çırağan Karakoluna (*) bağlı polis ve jandarmanın safları bulunurdu. Camiin bu cephesini kavisli mermer merdivenler süslerdi.Sultan Abdülhamid'in arabasına binmesinden yaklaşık yirmi beş dakika önce harem arabaları cami avlusunda protokole uygun bir şekilde sıralanır, başta daima Valide Sultan'ın arabası yer alırdı. 21 Temmuz 1905. Günlerden Cuma'ydı. Sultan'ın arabası saray kapısında göründü. Selam borusu çalındı. Asker hep bir ağızdan "Padişahım çok yaşa!" diye bağırıyordu. Yabancı misyon mensupları "Büyük Mabeyn" önündeki setlerin üzerinde, Cuma selamlığını izlemeye gelmişti. Camiin avlusu da hıncahınçtı. Her cuma olduğu gibi selam borusu ve marşlar üçüncü defa çalınırken hünkar da Hamidiye Camii'nin önüne ulaştı. Şeyhülislam Cemaleddin Efendi, Sultan'ı kapıda karşılayarak içeriye buyur etti. Cuma namazı kılındı.
Padişahın camiden dönüşü haber verilince arabası binek taşının önüne getirildi. Asker safları nizam ve intizam vaziyeti aldı. Bütün gözler caminin kapısından görünmek üzere olan padişaha çevrildi. Tam o sırada, seyirciler bölümünden, müthiş ve şiddetli bir ses duyuldu. Göklere doğru kalın ve siyah bir duman bulutu yükseldi. Set üstündeki polis ve jandarmalardan bir kısmı aniden yere devrildi. Sultan Abdülhamid, Cuma selamlığı dönüşü suikaste uğramıştı.Ermenilerin düzenlediği bu bombalı suikast denemesinden Padişah kıl payı kurtuldu. Ne var ki, patlayan saatli bomba, Hamidiye Camii'nin ön cephesini tahrip etti. Kavisli mermer merdivenler ve yağmur cumbaları tamamen yıkıldı. Avludaki saat kulesi büyük zarar gördü. Camii Şerifin saray civarındaki daireleriyle, umumi mutfağının camları paramparça oldu.
111 Yıllık saat kulesi
Beşiktaş'tan Barbaros Bulvarı'nı izleyerek Yıldız'a doğru tırmanırken, başınızı yolun sağına çevirdiğinizde, zarif bir minare ve yüksek kasnaklı bir tek kubbe ile karşılaşırsınız. Bu nefis yapı 1884-1886 yılları arasında Sultan II. Abdülhamid'in saray başmimarı Sarkis Balyan'a yaptırdığı "Hamidiye" ya da halk arasındaki adıyla "Yıldız Camii"dir.Camii çevreleyen demir parmaklıkların arasındaki kalın demir kapıdan avluya girdikten sonra, camiin iki yanında sağlı sollu beyaz mermer merdivenler ve onların arasında yüksek bir taç kapıyla göz göze gelirsiniz. Bu büyük kapının üzerinde zafer takına benzeyen ince bir süsleme bulunur. Süslemenin hemen altındaki mermer zeminde "Besmelei Şerife" ile nefis bir hatla yazılmış bir "Ayeti Kerime" görülür. Yıldız Camii karışık mimari tarzın güzel bir örneğidir. Ortaköy'de bulunan Mecidiye Camii tipindedir.Camiin cümle kapısının yanındaki pencereler de süslü ve demir kafeslidir. Yıldız Üniversitesi tarafından, avluya girilen demir kapının hemen yanı başında sağda yer alan dört cepheli saat kulesinin saati, Sultan II. Abdülhamid'in 25. saltanat yılı kutlamaları için özel olarak sipariş edilmiştir. Sultan'ın Kâğıthane Köyü'nde zarif bir köşkü vardı ve bu köşkün civarında iyi bir memba suyu akardı. Abdülhamid, bu nefis suyu büyük masraflarla İstanbul'un birçok yerine ulaştırmıştı. Saat kulesinin az ilerisinde, duvar dibinde, avlunun batı kenarında, musluklarından Hamidiye Suyu'nun aktığı, kubbeli minik bir çeşme yer alır. Yıllarca bu camiin içinde, dışında ve şadırvanında Hamidiye Suyu aktı... Ancak sonraları kaynağındaki bozulma nedeniyle su kesildi. (Şimdilerde, İstanbul Belediyesi bu çeşmeye yeniden Hamidiye Suyu bağlama düşüncesindedir.)
Camiin içine girildiğinde orta yerde sedir ağacından yapılmış, sağlı sollu dört sütun göze çarpar. Bunlardan ikisi sağda ve solda iki ayrı bölüm halindeki müezzin mahfelinin hemen önünde yer alır. Diğer ikisi ise birkaç metre ileridedir.Yüksek kasnaklı tek kubbenin askıda kalması için yerleştirildiği görülen bu sütunların üzeri olağanüstü güzellikte işlemelerle bezenmiştir.Rengârenk boyalı ve işlemeli ahşap sütunlar, kubbeye doğru ince ahşap kemerlerle birbirlerine bağlanmış, sütun başlıkları baklava biçiminde üçgenlere bölünmüştür. Stalaktitli ve altın yaldızlı süslemeler, camie apayrı bir güzellik katar. Bu tarz bir mimari yapı başka hiçbir camide görülmez.
Cami dikdörtgen planlıdır ve 21,5x11 mt. boyutlarındadır. Duvarlar, önlü arkalı birbirine paraleldir. Bu paralellik yan duvarlarda da görülür. Camiin on altı penceresi vardır. Bunlardan dört tanesi mihrabın sağ ve solunda yer alır. Duvarların zemine yakın olan kısmı çini motifleriyle bezenmiştir.
Vaaz kürsüsü
Mihrabın iki yanında, camiin yapımı sırasında Londra'dan getirtilen iki büyük saat yer alır. Vaaz kürsüsü, 1,40 mt. yüksekliğinde yekpare mermerdendir. Sanat değeri yüksektir. Camiin yan duvarlarına isabet eden yerin hemen arkasında haremlik ve selamlık diye ikiye ayrılmış bulunan "hünkâr mahfili" vardır.
Yıldızlarla kaplı kubbe
Sedir ağacından yapılmış ve üzeri yağlı boya ile süslenmiş sütunları izleyerek yukarı doğru bakıldığında, masmavi zemini ve parlak yıldızlarıyla gözalıcı bir kubbe bizi karşılar. Yirmi pencereyle aydınlanan kubbenin merkezine sülüs hatla ve altın yaldızla "İhlası Şerife" yerleştirilmiştir. Kubbenin bütün bölümleri düz mavi zemin üzerine altın yaldızlıdır. Kubbe adetâ yıldızlarla dolu bir gökyüzünü andırır.Kubbe merkezinde asılı bulunan muhteşem avize, Alman imparatoru II. Wilhelm'in hediyesidir.Avludaki beyaz mermerli merdivenleri çıkarak ulaşılan kapılardan sağdakinden salona geçilir. Salon kapılarından biri de minareye açılır. Diğeri harem giriş kapısıdır. Buradaki odalardan biri sultanların namaza hazırlanma odasına, diğeri ise hünkar mahfilinin asıl harem kısmına açılır. Sultanların namaz kıldıkları bu yerde, 1,90 mt. yüksekliğinde beyaz fayanstan yapılmış, fevkalade süslü bir soba yer alır. Sobanın üzeri altın yaldız işlemelidir. Bu orijinal soba Yıldız Çini Fabrikası imalatıdır.Haremde sultanların namaz kıldığı bölümün solundaki odalar ise hünkâra aittir. Onun da avluda, camiin sol tarafında mermer merdivenli bir girişi vardır. O bölüm de iki odadan meydana gelir. Odalardan biri hünkârın namaza hazırlandığı, diğeri ise şeyhülislamla sohbet ettiği odadır. Orada da yine sanat kıymeti çok yüksek beyaz bir çini soba bulunmaktadır.

Sultan’ın yaptığı eserler
Sultan II. Abdülhamid'in büyük zaman ayırdığı hobilerinden birisi de marangozluktu. Haremlik ve selamlığın camiin içine bakan pencerelerinin sedir ağacından işlenmiş olan olağanüstü güzellikteki kafeslerini bizzat Sultan yapmıştı.Camiin ön cephe duvarının ortasında büyük bir ihtişamla yükselen mihrabın solunda, Sultan'ın kendi tuğrasını taşıyan "kabartma bir hattı" bulunmaktadır. Ayrıca kendisinin Kur'an okuduğu "rahle" ile bir başka "hat levhası" da yine onun eseridir. Halen içinde "Sakalı Şerif" saklanan, "sedef kakmalı çekmece" de II.Abdülhamid'in kendi ürünü olan eserler arasındadır.

Tavanla duvarın birleştiği yerin biraz altından, müezzinler mahfilinin üzerinden başlamak üzere, kûfi yazıyla yazılmış ve duvarları çepeçevre kuşatan "Mülk Suresi" yer alır. Kırk santim genişliğindeki bu kuşak yazısı, camideki diğer hatlarla büyük bir uyum içindedir. Camideki sülüs hatların büyük kısmı hattat Abdülfettah Efendi'ye aittir. Camiye sonradan ilave edilen hatlar Hafız Osman'ındır. Camiin duvar süslemeleri arasında yer alan "İnna Erselnake" yazılı levha da oldukça dikkat çekicidir. Sarayın mızıka çavuşlarından birine ait olan kabartma levha camideki kıymetli eserlerdendir. Camideki değerli eşyalar arasında, sürre alayı ile getirilen Kâbe örtüsünün dörtte biri de vardır.

-Yeraltı Camii
Yer altı Camii, Bizans'ın kuşatma zamanlarında Haliç'e girişi engellemek için gerdikleri zincirin kuzey ucunun bağlandığı Kastellion Kalesi'nin bodrumudur. Bu bodrum 1757 yılında camiye çevrildi. İçinde İstanbul'un ilk Arap kuşatması sırasında şehit düştüğüne ve buraya gömüldüklerine inanılan iki sahabenin mezarı camiye çevrilen bu bina içinde yer alır. Yeraltı Camii`ne birkaç basamaklı bir merdivenle iniliyor. Camiye girilince diğer hiçbir camiye benzemeyen bir ortam görülür. Bunda şaşılacak bir yan yoktur, çünkü burası bir camii olarak inşa edilmemiştir. Burası aslında kuşatma zamanlarında Bizanslılar`ın Haliç ağzını kapatmak için gerdikleri ünlü zincirin kuzey ucunun bağlandığı Kastellion`un bodrumudur.(Zincirin bazı parçaları Deniz Müzesi`nde sergilenmektedir.) Kemerlerle bağlanan altışardan ve dokuz sıra tıknaz sütunun bulunduğu basık bir mekandır. İçerisinde, İstanbul kuşatmasında ölmüş iki Arap ermişine ait olduğu iddia edilen iki mezar bulunmaktadır.

-Selimiye Camii
Kibris seferi sirasinda II. Selim bir gece Peygamberimiz (s.a.v.)'i rüyasinda görür. Peygamberimiz: " Selim eger Kibris'i fethedersen Edirne'de su bizim isaret ettigimiz yerde görkemli bir camii yaptiracaksin " der. II. Selim Kibris seferinin mesgalesiyle bu rüyayi unutur. Daha sonra Lâlâ Mustafa Pasa komutasindaki bir donanma Kibris'i fetheder. II. Selim Kibris'in fethinden cok memnun olur. Fakat bir gece tekrar Peygamberimiz : " Selim bize verdigin sözü tutmadin. Sen Kibris'i fethedersen Edirne'de cami yaptiracagina söz vermedin mi ? " diye ikazda bulunur. Selim o günden sonra Mimar Sinan'a bu camiyi yapma görevini tevdi eder. Böylece dünyaca taninmis Selimiye Camii bir fetih müjdesinin meyvesi olarak Edirne ufuklarinda tecessüm etmis olur. Üsküdar’da, Selimiye Kışlası’nın karşısındadır. 1805 yılında Sultan III. Selim tarafından yaptırılmıştır. 1823’de lodostan yıkılan minareleri yeniden yapılmıştır. 1964 yılında da restore edilmiştir. Dört girişli geniş bir avlu içindedir. Barok usulünde yapılmış camilerdendir. Kare planlı olan bina kesme taştan yapılmıştır. Dört duvara 24 pencereli büyük kubbeyi köşelerde birer ufak kule desteklemektedir. Kubbe içi, ayetler ve kalem işleriyle bezenmiştir. Caminin içi mermer ve tahta oyma işçiliği bakımından zengindir. Mihrabı ve minberi somaki mermerden yapılmıştır. Son cemaat yeri 6 mermer sütun üzerine 5 kubbe ile örtülüdür. İki yönde mahfiller, tek şerefeli iki minare ve iki katlı hünkar daireleri bulunmaktadır.

-Nusretiye Camii
Beyoğlu`ya bağlı Tophane semtinde Meclis-i Mebusan Caddesi üzerindedir. Sultan II. Mahmut tarafından 1823-26 yılları arasında yaptırılmıştır. Mimar Krikor Amira Balyan’ın eseridir. Barok üslubundaki cami kesme taş ve mermerlerden yapılmıştır. İki şerefeli, zariflileri ve incelikleriyle dikkat çeken iki minaresi vardır. Sebil ve muvakkithaneye de sahip olan caminin hünkar mahfili ve paşa dairesi görülmeye değer mimari özelliklere sahiptir. İç mekan kalem işleriyle süslenmiş, kubbedeki altın varaklı ahşap kabartma ile oldukça gösterişli bir yapıya kavuşmuştur. Mermerden yapılmış olan mihap ve minber bir dantel gibi işlenmiştir. Cami içerisindeki hatlar ise Osmanlı’nın en değerli hattatları tarafından yazılmıştır.

-Bayezid Camii
Beyazıt semtinde, Beyazıt Meydanı`na dağınık bir şekilde yayılmış haldedir. Sultan II. Bayezid tarafından yaptırılmıştır. İnşasına 1500`de başlanmış ve 1505`de bitirilmiştir. Mimarının kim olduğu konusunda ihtilaf vardır. Mimar Hayrettin, Mimar Kemaleddin`in ve Yakupşah bin Sultanşah isimli mimarlardan biri tarafından yapıldığı sanılmaktadır ama kesin bilgiye ulaşılamamıştır.Külliye, bir cami, aşhane-imarethane, sübyan mektebi, tabhaneler, medrese, hamam ve kervansaraydan oluşur Kendisinden daha önce yapılmış bulunan Fatih Külliyesi`nden farklı olarak simetrik yapılar şeklinde değil, dağınık bir şekilde inşa edilmiştir. Külliyenin merkezi Bayezid Camii`dir. 16.78 m çapındaki ana kubbesi dört ayak üstüne oturtulmuştur. Camii yerine külliyeye dahil bulunan tabhaneye bitişik minareleri, bu caminin ayırt edici özelliklerindendir. Bu nedenle iki minare arasındaki mesafe 79 metredir. Cami içerisindeki taş ve ahşap işçiliği ile vitraylar dikkat çekici güzelliktedir. Avlu döşemesi ve şadırvanın sütunları Bizans`tan kalma malzemenin yeniden işlenmesiyle elde edilmiştir. Özellikle şadırvan sütunlarında Bizans izleri görülebilmektedir. Külliyenin imarethane ve kervansarayının bugüne ulaşan kısmı Beyazıt Devlet Kütüphanesi tarafından kullanılmaktadır ve caminin solunda yer alır. Medrese ise caminin sağında ve oldukça uzağında yapılmıştır. Günümüzde Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi olarak kullanılmaktadır. Külliyenin hamamı medreseden de uzakta, Ordu Caddesi üzerinde, Edebiyat Fakültesi`nin yanındadır. Caminin kıble tarafındaki boşluktaysa türbeler bulunmaktadır. Sultan II. Bayezid`in, kızı Selçuk Hatun`un ve Tanzimat Fermanı`nın mimarı Mustafa Reşid Paşa`nın türbeleri buradadır.

-Ortaköy Camii
Boğaziçi’nde Ortaköy semtinde ve sahildedir. Cami, Sultan Abdülmecid tarafından Mimar Nigoğos Balyan’a 1853 yılında yaptırılmıştır. Oldukça zarif bir yapı olan cami Barok üslubundadır. Boğaziçi’nde eşsiz bir konuma yerleştirilmiştir. Bütün selatin camilerinde olduğu gibi harim ve hünkar bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşur. Geniş ve yüksek pencereler Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak biçimde düzenlenmiştir. Merdivenle çıkılan yapının tek şerefeli iki minaresi vardır. Duvarları beyaz kesme taştan yapılmıştır. Tek kubbenin duvarları pembe mozaiktendir. Mihrap mozaik ve mermerden, mimber ise somaki kaplı mermerden yapılmıştır ve ince bir işçiliğin ürünüdür.

-Beylerbeyi Camii
Boğaziçi`nin Anadolu yakasında, Beylerbeyi İskelesi yanında ve deniz kıyısındadır. Hamid-i Evvel Camii olarak da anılır. Sultan I. Abdülhamid tarafından 1778 yılında annesi Rabia Sultan`ın anısına yaptırılmıştır. Mimar Tahir Ağa`nın eseridir. Camii barok üslubundadır ve kesme taştan inşa edilmiştir. 55 pencereli, iki minareli, sekizgen tabana oturan bir yapıdır. Tek kubbesi vardır, mihrabın önündeki alan ise yarım bir kubbeyle örtülüdür. İç yüzeyi kalem işiyle süslenmiştir. Cami hem Osmanlı, hem de Avrupa çinileriyle kaplanmıştır.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
-Küçük Ayasofya Camii
Küçük Ayasofya Camii Eminönü ilçesinde Cankurtaran ile Kadırga semtleri arasında Marmara surlarının güney deniz kısmına yaklaşık 20 m. mesafede konumlanmaktadır. Bazı kaynaklarda yapının yakınında Hormidas Sarayı olarak bilinen Büyük Saray'ın bir pavyonunun ve bitişiğinde de Havari Petrus ve Pavlos adına yapılmış bazikal planlı bir kilise bulunduğu belirtiliyorsa da günümüzde bunların yerini tam olarak belirleyen hiçbir kanıt yoktur. (Prokopios 1994)
Günümüzde İstanbul'un kullanılabilir en eski yapısı olan Küçük Ayasofya Camii ya da eski adıyla Ss. Sergius ve Bacchus kilisesi 527-536 yılları arasında inşa edilmiştir. Kaynaklarda yapının inşaatı hakkında rastlanan efsaneye göre (Millingen 1912) I. Anastasyus devrinde I. Justiniaunus ve amcası I. Justinos, İmparator Anastasyus aleyhinde bir ayaklanmaya adları karıştığı için idama mahkum edildiler. Hüküm yerine getirilmeden bir gece önce çifte azizler Ss. Sergius ve Bacchus İmparator Anastasyus'un rüyasına girip I. Justinos ve I. Justiniaunus lehinde tanıklık ederler. Bu olaydan etkilenen imparator onları affeder. I. Justinianus tahta çıkıp imparator olduğunda çifte azizlere karçı şükran borcunu ödemek için adak kilisesi olarak Ss. Sergius ve Bacchus kilisesini yaptırır.Yaklaşık 1000 yıla yakın bir süre kilise olarak hizmet veren yapı İstanbul'un fethinden sonra 1504'te II. Bayezid devrinde Kapu Ağası Hüseyin Ağa tarafından camiye çevrilmiştir.
Mimari tanım
Yapı başkent Konstantinopol'da merkezi planlı, birinci dönem Bizans kiliselerinin tipik örneklerindendir. Düzgün olmayan dikdörtgen planlı kilisenin batısında narthex kısmı, doğusunda da yarım altıgen biçimindeki apsis kısmı yer alır. Düzgün olmayan dikdörtgenin içine yerleştirilmiş olan sekizgen planlı orta mekan, köşelerinde exedra denilen yarım daire biçimli nişlerle genişletilmiştir. Bu orta mekanın köşelerine çokgen biçimli ayaklar ile apsis hariç bunların arasına ikişer sütun yerleştirilerek orta mekan ile apsis arasında bir mekan bütünlüğü sağlanmıştır. Bu plan şeması bakımından yapı; Ravenna - St. Vitale, Aachen - Aix Le Chapella ve Basra - Bacchus kiliseleri ile benzer özelliklere sahip olmasına rağmen üçüncü boyutta tamamen farklıdır. Orta mekan üzerinde köşelerindeki sekiz büyük ayak ile taşınan 16 dilimli bir kubbe yer almaktadır. Bu dilimlerin sekizi düz, sekizi de iç bükey olup düz dilimlerde çekme gerilemelerinin erkisinde kalan alt kısımlarda bu etkiyi kaldırmak için kemer biçimli pencereler açılmıştır. Orta mekandan dikdörtgen forma geçişi sağlayan koridorların üstü tonozlarla geçilerek üst katta galeri şeklini alır. Galeri katında exedraların üstü üç kemerle taşınan yarım kubbelerle geçilmiştir.
Kilisenin yapıldığı dönemde iç duvarların eş zamanlı yapılarda olduğu gibi mozaiklerle süslü olduğu sanılmaktadır. Ancak günümüzde bunu doğrulayan hiçbir kanıt yoktur, yapının iç yüzeyi tamamen sıvalıdır. Yapıda Bizans dönemine ait tek süsleme orta mekanın etrafında galeri katı seviyesinde çok ince bir işçiliğe sahip üzüm salkımı ve yaprağı motiflerinden oluşan bir arşitravdır. Buna göre yapının putpereslik devrinde şarap tanrısı Bakus adına yapılmış olan bir tapınağın yerine inşa edildiği ve adındaki Bacchus'un da buradan geldiği iddia edilmektedir.
Yapı Malzemesi
Ss. Sergius ve Bacchus kilisesinde kullanılan yapı malzemesi taş, tuğla ve harçtır. Kuzey, batı ve doğu cephelerindeki duvarlar, onarım görmüş kısımlar hariç yığma tağlanın geniş aralıklarla düzenlenen taş sıralarıyla takviyelenmesi ile oluşturulmuştur. Ortalama olarak 70x35x5 cm. boyutlu tuğlalar 4-5 cm. kalınlığında harç ile birbirine bağlanmıştır. 19. yüzyıl yapısı olan güney cephesinde ise düzensiz taş ve tuğla örgüleri vardır. Yapı bütününde tuğla örgüsünü takviye amacıyla yapılan taş sıralarında değişik kireç taşı türleri kullanılmıştır.Yapı içinde malzeme olarak ayaklarda zemin katta 4 cm. harç ile bağlanmış kavkılı kalker, galeri katında ise tuğla kullanılmıştır. Koridorların ve galeri katının tonozları ile merkezi kubbede de malzeme olarak tuğla kullanılıp tuğlalar tonozun merkezinde birleşen ışınsal derzler oluşturacak biçimde yerleştirilmiştir.Ayaklar arasında yer alan kolonlar kırmızı ve yeşil serpatinden olup, kolon başlıkları ile galeri katı seviyesindeki arşitrav Marmara mermerindendir. Yapı camiye çevrildikten sonra yapıya eklenen minber ve müezzin mahfili de mermerden yapılmıştır.
Yapının Geçirdiği Değişiklikler
Kaynaklara göre yapıda ilk hasar ve buna bağlı olarak ilk onarım 9. yüzyıldaki İkonoklazm hareketleri sonrasında oluşmuştur (Müller - Weiner 1977). Bunu takiben 1204 Latin istilâsı sonrasında da iç süslemelerin onarılması gekermiştir (Paolesi 1961). 1504'te Kapu Ağası Hüseyin Ağa'nın yapıyı camiye çevirtmesi sırasında yapının tüm iç süslemeleri değiştirilip iç kısmında güneydoğuya minber, kuzeybatıya müezzin mahfili, dış kısımında da batı duvarı önüne son cemaat yeri olmak üzere camiye özgü bazı bölümler eklenmiş, cephelerinde Osmanlı mimarî özelliklerine bağlı olarak farklı boyutlarda pek çok pencere açılıp mevcut pencelerinde bir kısmı kapatılmıştır. Yapının güneybatı köşesine esas yapıdan bağımsız olarak bir minare inşa edilmiştir. İlk minarenin nasıl olduğu bilinmektedir. Kaynaklarda 18. yüzyılda Barok üslup özelliklerine sahip yeni bir minarenin yapıldığı belirtilmektedir. (S. Eyice 1978). Bu Barok üsluptaki minarenin gövdesi sekizgen bir kürsüye oturtulmuş, gövde Barok profili kemerlerin üzerine yükselip yukarıda bir bilezik kısmıyla şerefeye bağlanmıştır. Tamamen Barok süslemelere sahip şerefenin korkuluğu da düz levhalardan yapılmıştır. Kurşun kaplı klasik bir külahı olan bu minare bilinmeyen bir nedenle 1936 yılında kürsüsüne kadar yıkılmıştır. Bir süre yıkık duran minare 1955 yılında şimdiki yeniden inşa edilmiştir.
Önemli deprem kuşağı üzerinde bulunan İstanbul'da 1600'den günümüze dek VI şiddetinden daha büyük şiddetli 89 deprem kayıtlı olduğuna göre Küçük Ayasofya Camii'nin daha fazla deprem yaşadığı kuşkusuzdur. (N. Çamlıbel 1991). Kapu Ağası Hüseyin Ağa'nın vakıflarında 1648 depreminde sıvaların döküldüğü, kuzey ve güney camlarının kırıldığı, 1763 depreminde de yapının büyük hasar gördüğü ve restorasyon işlerinde Ahmet Ağa'nın görevlendirildiği belirtilmektedir (S. Eyice 1978).
1870-1871'de yapıyla güney deniz surları arasında kalan bölgeye yapıdan yaklaşık 5 m. mesafeden geçecek biçimde demiryolu inşa edilmiştir. Zemin seviyesinden 1 m. yükseklikte bulunan demiryolu yaklaşık 50 yıl tek hat olarak hizmet vermiştir. Kaynaklarda belirtildiğine göre her tren geçişinde güney duvarlarının taşları döküldüğü için 1877'de Osmanlı örgü üslubuyla bir duvar örülmüştür (Mathews 1971). 20. yüzyılın başlarında demiryolu zemin seviyesinden 3m. yükseltilerek çift hatlı hale getirilmiştir.
Balkan Savaşı sırasında savaştan kaçanlar tarafından barınma mekanı olarak kullanılan yapı Cumhuriyet döneminde 1937 ve 1955'te olmak üzere iki büyük onarım geçirmiştir (S. Eyice 1978). Daha önce sıvalı ve badanalı olarak bilinen yapının cephesi 1955'ten sonra bakım görmüş ve kubbe kasnağı dışında tüm cephede tuğla ve taş örgüleri görünür hale getirilmiştir.Günümüzde cami olarak kullanılan yapının kuzeydoğu ve güneydoğu kısımlarında özellikle exedralarda yoğunlaşan çatlaklar mevcuttur. Bu çatlaklar sürekli olup kubbeden başlayıp exedralar üzerindeki yarım kubbelerden ve galeri tonozlarından geçip yapının dış duvarlarına kadar inmektedir. Yapının güvenliğini tehlikeye düşüren bu çatlakların oluşum nedenlerinin bulunması ve hasarların onarılması için gerekli çalışmalar yapılmalıdır.

-Hırka-i Şerif Camii
Fatih İlçesi`nde, adını verdiği semtte, Muhtesip İskender mahallesinde yer almaktadır. 1851 yılında Sultan Abdülmecid tarafından Hz. Muhammed`in Veysel Karani`ye verdiği Hırka-i Şerif`in muhafazası ve ziyareti için yaptırılmıştır. Adını da buradan almıştır.
Cami, İstanbul`un dini folklorunda çok önemli bir yere sahiptir. Saklanan hırka 17. yüzyıl başlarında, el-Karani sülalesinden olan Şükrullah Üveysi`den Sultan I. Ahmed`in fermanı ile alınmış, çeşitli yerlerde muhafaza edildikten sonra bu amaçla inşa edilen cami içindeki yerine konulmuştur. Hırka-i Şerif sadece Ramazan ayının on beşinden Kadir gecesine kadar öğlen ve ikindi namazları arasında ziyarete açılır. Cami yapılırken civardaki bir çok yapı kamulaştırılmış, caminin yanı sıra Üveysi ailesinin en yaşlı ferdi için bir meşruta, vekil dairesi, muhafızlar için kışla (halen Hırka-i Şerif İlkokulu olarak kullanılan bina), vazifeliler için odalar yapılarak bir külliye oluşturulmuştur.Cami avlusuna abidevi görünümlü üç kapıyla girilir. Kesme küfeki taştan yapılmıştır. Tek şerefeli iki minaresi vardır. Sekiz köşeli olan camiyi sekiz pencereli bir kubbe örter. Bahçenin sağındaki kapı üzerinde Sultan Abdülmecid`in tuğrası altında Hattat Kazasker Mustafa İzzeddin`in hattıyla bir kitabe yer alır. Kubbe altında yine aynı hattatın 8 adet ayet levhası sıralanmıştır. Abdülmecid`in yazarak imzasını attığı 8 levhası mimberin üstünde yer almıştır. Vaiz kürsüsü, mihrabı ve minberi kırmızı somakiden yapılmıştır.

-Kalenderhane Camii
Eminönü İlçesi`nde, Vezneciler`de Bozdoğan su kemerlerinin bitişiğindedir. Kiliseden çevrilme camilerdendir. İstanbul`un anıtlar tarihi açısından en ilginç örneklerindendir. Geç Roma Dönemi`nden bu güne kadar şehrin genel dokusuna paralel değişimler geçirerek, görkemli bir saray hamamı, zengin bir Komnen kilisesi, zaviye, cami, gecekondu ve tekrar cami olarak ayakta kalabilmiş bir yapıdır.
Yapının aslı, Latin istilası sırasında Katolik İtalyanlara tahsis edilmiş bir 12. yüzyıl kilisesidir. Fetihden sonra Fatih Sultan Mehmed Vakfı olarak zaviyeye çevrilerek Kalenderi tarikatına tahsis edilmiştir. 18. yüzyılın ilk yarısında Babüssaade Ağası Maktul Beşir Ağa tarafından camiye dönüştürülmüştür. 19. yüzyılda büyük bir yangın geçirmiş, 1854`de tamir edilmiştir. Minaresine 1930 yılında yıldırım düşerek yıkılmıştır. Bu tarihlerden sonra terk edilmiş, 1966-1975 yılları arasında Harvard Üniversitesi ile İstanbul Teknik Üniversitesi işbirligi ile yapılan bir araştırma ve kazıya konu olmuş, 1968 yılında restore edilerek tekrar ibadete açılmıştır.Duvarlar taş ve tuğla karışımıdır. Camiyi büyük bir kubbe örter. İç duvarların da renkli mermer kaplamalar ve kabartma halinde friz süslemeler bulunmaktadır

-Dolmabahçe Camii
Dolmabahçe Sarayı`nın güneyinde, sahilde yer alır. Sultan Abdülmecid`in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan tarafından yaptırılmaya başlanmış ama vefatıyla Sultan Abdülmecid inşasını sürdürmüştür. Camii 1855 yılında tamamlanmıştır, mimarı Garabet Balyan`dır. Barok üslubuyla yapılmış süslü camilerdendir. Saraya bitişik olduğu için, ön kısmına hünkar ile devlet ricalinin ibadet edebileceği, selamlık töreni ve buluşmaların yapılacağı iki katlı bir hünkar mahfili inşa edilmiştir. Osmanlı mimarisinde pek rastlanmayan yuvarlak pencere düzeni ve tavuskuşu kuyruğunu andıran biçimiyle ilginç bir eserdir. Tek şerefeli iki minaresi vardır. İç cephesi barok ve ampir üslupların karışımından oluşan bir dekorasyona sahiptir. Kubbeden kıymetli bir avize sarkmaktadır. Mihrap ve mimber kırmızı somaki mermerdendir.

-Sultanahmet Camii
Türk ve İslam dünyasının en ünlü anıtlarından birisi olan Sultan Ahmet Camii İstanbul’a gelen herkes tarafından hayranlıkla ziyaret edilir. Klasik Türk Sanatının bir diğer örneği olan bu Sultan Camii orijinal olarak 6 minare ile inşa edilen tek camidir. Bulunduğu yer tarihi İstanbul şehrinin daha erken yapılmış diğer önemli eserleri ile çevrilidir. İstanbul şehrinin en güzel manzarası denizden görülür. Bu şahane manzarada caminin silueti yer alır. Şöhreti “Mavi Camii” olarak bilinen eserin asıl adı I. Sultan Ahmet Camiidir. Esas mesleğine yakışır şekilde, Mimar Mehmet Ağa Cami içerisini kuyumcu titizliği ile dekore etmiştir. 1609-1616 yılları arasında inşa edilen cami büyük bir kompleksin içerisinde bulunurdu. Bunlar bir kısmı zamanımıza gelemeyen sosyal ve kültürel içerikli yapılardı. Kapalı Çarşı, Türk Hamamı, aşevi, hastane, okullar, kervansaray ve Sultan Ahmet’in türbesi belli başlı kısımlardı. Caminin mimarı klasik Türk sanatının ulu mimarı olan Koca Sinan’ın öğrencisiydi ve caminin yapımında hocasının daha önce denediği bir planı, daha büyük ölçüde uygulamıştı. Sultan Ahmet Camiinin esas girişi Roma devrinden kalan hipodrom tarafındadır. Bir dış avlunun çevrelediği iç avlu ve esas mekân yüksek bir podyum üzerindedir. İç avluya açılan kapıdan ortadaki sembolik şadırvan ve etrafı çevreleyen galerilerin üzerinden, fevkalade bir harmoni ile biri, biri üzerine yükselen kubbeler görülür. İçeriye açılan 3 kapıdan herhangi birinden girildiğinde dış görünüşü tamamlayan boyama, çini ve vitray camlarının zengin ve renkli süslemeleri ile karşılaşılır. İç mekân büyük bir bütündür; ana ve yan kubbeler geniş sivri kemerlerin dayandığı 4 iri sütun üzerinde yükselir.
Caminin içini 3 taraftan çevreleyen balkonların duvarları, sayıları 20.000’i aşan şahane İznik çinileri ile süslüdür. Bunların yukarısı ve bütün kubbe içleri ise boya işidir. Boya süslemelere hakim olan renk mavi değildi. Camiye isim olan mavi renk sonraki tamirlerde boyanmıştı. 1990 yılında tamamlanan son tamirde iç dekorun koyu rengi orijinal açık renklerine döndürülmüştür. Her camide olduğu gibi, yerler halılarla kaplıdır. Ana giriş karşısında yer alan mihrap yanında, şahane oyma işçiliği olan mermer minber yer alır. Diğer tarafta ise Sultanların locası balkon şeklinde görülür. 260 pencerenin aydınlattığı iç mekânı örten kubbe 23,5 m. çapında ve 43 metre yüksekliğindedir. Yakın yıllarda tamir edilerek yeniden inşa edilen camii çarşısı, eserin doğusunda yer alır. Sultan Ahmet’in tek kubbeli türbesi ve medrese binası kuzeyde, Ayasofya tarafındadır. Yaz aylarında buradaki parkta geceleri ses ve ışık gösterileri yapılır. Sultan Ahmet Camii, civardaki bir çok eski abidevi yapı ve müzelerle birlikte şehir turlarının merkezinde yer alır. Minareler klasik Türk üslubunun bir diğer örneğidir. Spiral merdivenlerle şerefelere ulaşılır. Günde 5 defa, namaz vakti buralardan okunarak duyurulur. Günümüzde ezan hoparlörlerle okunmaktadır. Kubbeler ve minarelerin üstleri kurşunla kaplıdır, bunların uçlarındaki alemler ise altın kaplamalı bakırdan yapılmışlardır. Bu üst örtülerin tamiri icabında eskiden olduğu gibi ustalıkla yapılmaktadır. İslam dini her Müslüman’ın günde beş kez namaz kılmasını şart koşar. Minarelerden okunan Ezanı işiten inananlar, abdestlerini almış olarak namazlarını kılarlar. Cuma günleri öğlen namazı ve bazı diğer önemli dini günlerin namazları camilerde toplulukla beraber kılınır. Bunların dışındaki namazlar, vakitlerinde herhangi bir yerde kılınabilir. Camilerde toplu namazları hocalar, Kuran’dan bölümler okuyarak kıldırırlar. İbadet sırasında erkeklerle kadınların yerleri ayrıdır. Camilerde orta mekânda yalnız erkekler, arkalarında veya balkonlarda kadınlar ibadet ederler. Klasik Türk Camilerinin özelliği, en kalabalık günlerde bile namaz kılan topluluğun çoğunluğunun mihrabı rahatça görmesine elverişli olmasıdır

-Rüstem Paşa Camii
Mısır Çarşısı yakınında, tek minareli, etrafını çevirmiş sıra dükkanların, depoların üzerinde yükselen merkezi planlı yapıdır. Şehrin en aktif ticari merkezinde arka sırtlarda yükselen Süleymaniye Camisi ile birlikte eşsiz, güzel bir manzaradır. 1561 Yılında Sadrazam Rüstem Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırtılmıştı. Dükkanların üzerinde yer alan camiiye iki yandaki döner merdivenler ile ulaşılır. Avlu entresan mimariye sahip, küçük bir teras olup beş küçük kubbe ile örtülür. Merkezi kubbe karşılıklı 4 duvar payesi ve yanlardaki ilişer sütün üzerinde yükselir. Kare mekan köşeleri, kubbeyi destekleyen 4 yarım kubbe ile çevrilidir. İki yan taraf sütunların arkasında galeri gibidir. Giriş cephesi, küçük fakat çarpıcı iç mekan duvarları, devrinin en meşhur İznik çini örnekleri ile süslüdür. Çiniler geometrik, yaprak ve çiçek motifleri ile dekorlu olup renkli çiçek bahçesini anımsatır. Bir röliyef gibi kabarık mercan kırmızısı rengi 16 yy. da kısa bir süre kullanılmıştı.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
SARAYLAR

- Beylerbeyi Sarayı
Anadolu yakasının en önemli yapılarından biri olan "Beylerbeyi Sarayı" nın bugüne kadar yalnız Harem ve Selâmlık bölümleri gezilebilmekteydi. Yapılan son çalışmalarla Anadolu yakasının önemli doğal güzelliklerini içeren "Set Bahçeleri" ve sarayın değerli bir bölümünü teşkil eden "Sarı Köşk", "Mermer Köşk" ve "Ahır Köşk" de tümüyle ele alınarak restore edilmiş ve ziyarete açılmıştır. Büyük Konstantinus`un diktirdiği bir haçtan dolayı önceleri İstavroz Bahçeleri adıyla anılan Beylerbeyi Set Bahçeleri`nin güzelliği, bu bölgede Bizanslılar döneminden itibaren görkemli binaların yapılmasına neden olmuştur. Bölge şimdiki adını Sultan III Murat döneminde (1574-1595) Rumeli Beylerbeyi olan Mehmet Paşa`nın buradaki yalısından almaktadır. Çeşitli dönemlerin yapılarından sonra II. Mahmut döneminde yapılan ahşap sarayın yanmasıyla Sultan Abdülaziz, burada 1861-1865 yılları arasında bugünkü sarayı yaptırmıştır. Mimarı Serkis Balyan`dır ve yapımında beş bin işçi çalıştığı bilinmektedir.Yazlık saray olması nedeniyle sürekli oturulmayan Beylerbeyi Sarayı genellikle yaz aylarında, özellikle de yabancı devlet başkanlarının ağırlanmasında kullanılmıştır. Sırp Prensi, Karadağ Kralı, İran Şahı,Fransız İmparatoriçesi Eugenie bunlardan bazılarıdır. Sultan II. Abdülhamit de ömrünün son altı yılını bu sarayda geçirmiş ve burada ölmüştür (1918).Çeşitli Batı üsluplarının
Doğu üsluplarıyla kaynaştırıldığı saray, iç mimari ve kullanım özellikleri bakımından Türk Evi plânına benzer- likler gösterir. Harem ve selâmlık olarak iki ana bölümden oluşan sarayda selâmlık, donatım ve dekorasyon bakımından Harem`den daha zengindir. Bodrum katı mutfak ve depo olarak kullanılan üç katlı sarayda üç giriş, altı salon, yirmi altı oda vardır. Rutubete ve sıcağa karşı taban döşemeleri, orijinalleri Mısır`dan getirtilen hasırlarla kaplanmıştır. Coğunluğu Hereke yapımı Türk halıları, Bohemya kristal avizeleri, Fransız saatleri, Çin, Japon, Fransız ve Yıldız vazoları görülmeye değer sanat eserlerinin yalnızca bir bölümüdür.
Deniz kıyısında kurulmuş Harem ve Selâmlık Yalı Köşkleri, Set bahçeleri`ndeki büyük havuzun çevresinde yer alan Sarı Köşk, bir av köşkü olarak yapılmış havuzlu iç mekanıyla ünlü Mermer Köşk, saltanat atlarını barındırmak amacıyla inşa edilmiş ve döneminin en güzel örneklerinden biri olarak yaşayan Ahır Köşkü, Beylerbeyi Sarayı`nı bütünleyen önemli yapılardır. Bunlardan Sarı Köşk ve Mermer Köşk`ün II. Mahmut dönemi yapıları olduğu sanılmaktadır. Hizmete giren Set Bahçelerinden önce onarımı tamamlanan Mermer Köşk ve Ahır Köşk 5 Temmuz 1985`te ziyarete açılmış, bunları Sarı Köşk izlemiş bulunmaktadır. Sarı Köşk`ün önü çocukların sanat çalışmalarına, alt katı Dolmabahçe Sarayı`nda olduğu gibi değişik gösterilere ayrılmıştır. Üst kat ise milli ve milletlerarası önemli toplantılar için kimliğine uygun biçimde yeniden donatılmıştır. Ayrıca, tarihimizde ve Boğaziçi kültüründe özel bir yeri olan Beylerbeyi Sarayı ve ilginç tünelinin, Türkiye, İstanbul, Boğaziçi ve Saraylarımızın tanıtımı için tümüyle değerlendirilmesinden sonra, sanat ve kültür ağırlığı Anadolu yakasında da vurgulanmış olacaktır.

-Çırağan Sarayı
Sultan Abdülmecid`in ardından tahta geçen Sultan Abdülaziz tarafından 1861`de yaptırılmıştır. Planı Nikoğos Balyan`a aittir ve uygulaması Sarkis ve Agop Balyan tarafından yapılmıştır. Sultan Abdülhamid 1876 yılında tahta geçince, V. Murad akli dengesinin yerinde olmadığı gerekçeşiyle bu saraya kapatılmış ve 1905 yılında ölünceye kadar burada kalmıştır. Daha sonra Meclis-i Mebusan olarak kullanılan saray, 1910 yılında yanmıştır. Şimdi restore edilmiş ve lüks otel olarak kullanılmaktadır. Dolmabahçe Sarayı II. Mahmud`un mütevazi sarayının yerine Abdülmecid tarafından yaptırılmıştır. Sarayı, cami ve saat kulesini, mimarları Balyan ailesi 1853`de tamamlamışlardır. Orta bölümündeki Muayede salonunda bulunan 4.5 ton ağırlığındaki kristal avize Kraliçe Victoria`nın armağanıdır ve dünyada en büyük olduğu söylenmektedir. Saray, ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı saray yaşamına ilginç bir örnektir.
Osmanlı İmparatorluğu`nun muhteşem mirası Çırağan Sarayı 1991 yılında Kempinski Grubu tarafından eski görkemine yakışır bir biçimde restore edilmiştir. Çırağan Palace Hotel Kempinski İstanbul, Boğazın Avrupa yakasında geleneksel Türk misafirperverliğini tüm ziyaretçilere sunan tek beş yıldızlı oteldir
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
-Dolmabahçe Sarayı
Dolmabahçe Sarayı`nın bulunduğu alan, bundan dört yüzyıl öncesine kadar Boğaziçi`nin büyük bir koyuydu.Osmanlı Kaptan Paşalarının gemilerini demirledikleri, geleneksel denizcilik törenlerinin yapıldığı bu koy zamanla bataklık haline gelmiş ve 17`nci yüzyıldan itibaren başlayarak doldurulmuş, padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir "hasbahçe"ye dönüştürülmüştü. Bu bahçede, çeşitli dönemlerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre Beşiktaş Sahil Sarayı adıyla anıldı. Beşiktaş Sahil Sarayı, Abdülmecit döneminde (1839-1861), kullanışsız olduğu gerekçesiyle ve 1843 yılından itibaren bölüm bölüm yıktırıldı. Aynı yıllarda, Dolmabahçe Sarayı`nın 15.000 m2`lik bir alanı kaplayan temelleri, meşe kazıklar ve ağaç hasırlar üstünde yükselmeye başladı.Yapımı, çevre duvarları ile birlikte 1856`da bitirilen saray 110.000 m2`yi aşan bir alan üstüne kurulmuş ve ana binası dışında onaltı ayrı bölümden oluşmuştur. Bunlar saray ahırlarından değirmenlere, eczanelerden mutfaklara, kuşluklara, camhane, dökümhane, tatlıhane, mefruşat dairesi ve işliklere kadar uzanan bir dizi içinde, çeşitli amaçlara ayrılmış yapılardır.
Kültür-Bilim-Tanıtım Merkezi: Bu yapılardan Mefruşat Dairesi yukarıda kısaca değinildiği gibi, bu defa "Kültür-Bilim-Tanıtım Merkezi olarak, konferans, sergi, bilimsel araştırmaların yanısıra, basın ve yayın organları ile sağlıklı ve sürekli ilişkileri sürdürmek üzere, çok amaçlı bir hizmet anlayışı içinde düşünülmüş ve yeniden düzenlenmiştir. Sarayın girişinde, mimari özelliği de dikkate alınarak ele alınan Mefruşat Dairesi`nde oluşturulan Kültür-Bilim-Tanıtım Merkezi`nin alt katı, Konferans Salonu, Sergi Salonu, satış merkezi ve Fotoğraf Laboratuvarı, üst katı ise Basın ve Yayın Merkezi, Kitaplık, Bilimsel Araştırma ve Saray Arşivi olarak kullanıma açılmıştır.Mefruşat Dairesi`nin önündeki avlu, ilk kez Saray`ı gezenlerin yaz ve kış oturup dinlenebilecekleri bir alan olarak düzenlenmiştir. Avlunun çevresindeki bir bölüm, gerekli onarım ve düzenlemelerle "Gösteri Salonu" olarak değerlendirilmiştir. Bu bölümde, Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanan, saray ve kasırlarımızı tanıtıcı bir program audio-visual dia gösterileri halinde sürekli ziyaretçilere sunulmaktadır. Büyük bir ilgi ve beğeniyle izlenen bu renkli gösterilerin, zaman içerisinde daha da geliştirilerek zenginleştirilmesine ve aynı gösterilerin başta Beylerbeyi Sarayı ve Maslak Kasırları olmak üzere, diğer köşk ve kasırlara da yaygınlaştırılma- sına çalışılmaktadır. Bu arada avlunun bir bölümünde de ziyaretçilerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere, sarayın tarihi hüviyetini yansıtır bir biçimde modern bir kafeterya kurulmuştur.
Kültür-Bilim-Tanıtım Merkezi`nin alt katında yer alan Sergi Salonu`nda sunulan "Dünden Bugüne Osmanlı Sarayları" Sergisi, bugün ayakta kalmış, değişmiş veya yıkılmış bulunan saraylarımız konusunda belge niteliğindeki resimleri biraraya getirmekte ve böylece "Saraylar"ın bir boyutuna ışık tutmaktadır. Bugüne kadar gezenlerin büyük ilgisini çeken bu resimler ayrıca basılmış ve böylece kalıcılıkları da sağlanmıştır.Satış Merkezi`nde ise, Kültür-Bilim-Tanıtım Merkezi tarafından üretilen çeşitli kartpostal, dia, videokaset, poster, rehber, kitap, broşür ve benzeri tanıtım malzemeleri satışa sunulmuş bulunmaktadır.
Harem: Önemli bir girişim de, Dolmabahçe Sarayı "Harem" bölümünün 28 Kasım 1985 tarihinde yeniden düzenlenerek geziye açılmasıdır. Dolmabahçe Sarayı`nın yaklaşık üçte ikisini kaplayan Harem Dairesi`nin açılması, yurt içi ve yurtdışında da büyük ilgi görmüş, bu durum sarayın bütünleştirilmesi yolunda önemli bir adım olarak nitelenmiştir. Harem Dairesi`nin açılması ayrıca bugüne kadar yeterince bilinmeyen birçok ilginç ayrıntının tanınmasına neden olmuştur.
Cariyeler Dairesi ve Diğer Birimler: "Cariyeler Dairesi", "Gedikli Cariyeler Dairesi", "İç Hazine", "Harem Bahçesi" ve Atölyelerin kısa sürede onarılarak açılması da plânlanmıştır. Bu bölüme yeni imkânlar getirecek, "Valide Kapı"nın açılışıyla, "müze içinde müze" anlayışı buraya da yansıyacaktır.
Değerli Eşyalar Sergi Salonları: Harem Dairesi ile birlikte 28 Kasım 1985`de açılan ,"müze içinde müze" niteliğini taşıyan yerlerden birisi de "Değerli Eşyalar Sergisi Salonu"dur. Gördüğü büyük ilgi nedeniyle, kısa zamanda ikincisinin oluşturulduğu bu sergilerde, değişik bir düzenlemeye gidilmiş, çarpıcı bir görünüm elde edilmiştir. Bilindiği gibi sultanların ve yakın çevrelerinin günlük yaşamlarında ve törenlerde kullandıkları değerli eşyalar, bugüne kadar özenle saklanmaktaydı. İlk kez özel oluşturulan bir mekânda, tarihi ve anı değeri yüksek bu zengin malzemenin sınırlı bir bölümü. zaman zaman değiştirilerek, tüm yerli ve yabancı ziyaretçiler ile araştırmacıların istifadesine sunulmaktadır.
Sarayın Kuşluğu: Aynı amaçla, Dolmabahçe Sarayı`nın "Kuşluk Bahçesi" yeniden ele alınmış, içindeki "Kuşluk" canlandırılmaya çalışılmış, "Kuşluk Köşkü" ve "Kuş Hastanesi" de bu amaçla onarılmıştır. Osmanlı saray kuşluklarından bugüne ulaşabilmiş en büyük örnek olan Dolmabahçe Sarayı Kuşluk`u, Saray`ın Sanat Galerisi`yle birlikte gezilebilen ayrı ve ilginç bir bölümüdür. Bu özgün birim bir dinlenme mekânı olarak saray bütünü içinde yer almaktadır. Zaman içinde arşiv belgelerinin de vereceği ipuçlarıyla Kuşluk eski işlevine kavuşacaktır. Bu süre içinde kuşlarla ilgili bir kitaplık oluşturulmakta, poster, kartpostal gibi tanıtım malzemesi üretilmekte, ilginç bir sürekli sergi düzenlenmekte, çocuklar bu yolla eğitilirken, büyükler de bu tarihi ve doğal zenginlik içinde dinlenme olanağı bulmaktadırlar.
Sanat Galerisi: Kuşluk Bahçesi`nin ve Kuşluk Binası`nın bir diğer önemi de, girişinde "Dolmabahçe Sarayı Sanat Galerisi"nin açılmış bulunmasıdır. Ziyaretçiler, örneği az bu Galeri`de açılan sergilerle, saraylıların zengin ve tarihi tablo kolleksiyonlarından seçkin örnekleri görme fırsatını bulmaktadırlar. Örneğin, bu Galeri`de `14. Uluslararası İstanbul Festivali` kapsamında açılmış bulunan "Osmanlı Sarayında Yabancı Ressamlar II" Sergisi daha önce açılan, "Saraylarımızdan Tablolar", "Öncü Türk Ressamlarından Bir Kesit", "Osmanlı Sarayında Yabancı Ressamlar I" sergileri büyük ilgi görmüştür. Bunları ise "Sarayda Manzara Resimleri" izleyecektir. Bu bölüm, İstanbul yaşamında özel bir yeri olan Camlı Köşk`le birlikte, her geçen gün daha da yoğun biçimde yeniden değerlendirilerek, özellikle kültür ve sanat çevrelerinin sürekli kullanımına sunulmaktadır.
Bu sergiyle birlikte, Dolmabahçe Sarayı dünyadaki benzerlerine uygun olarak değişik boyutlu bir bölüme daha kavuşmuş bulunmakta ve ayrıca müze-saray olarak çok farklı zenginliklere ulaşmaktadır. Burada sergilenen malzemede yer yer karşımıza çıkan Sultan Tuğraları ve kullanılan ilginç taşlar, Osmanlı saray yaşamının bir uzantısı olarak yeni değerlendirmeleri beklemektedir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
- Topkapı Sarayı
Dünyada günümüze gelebilmiş sarayların en eskisi ve genişi Topkapı Sarayıdır. Atatürk’ün emri ile 1924 yılından beri müze olarak kullanılmaktadır. Konumu Halic’i , Boğaziçi’ni ve Marmara denizi gören, çok gözel manzaralı, İstanbul’un ilk kuruluş yeri olan bilinen akropol tepesidir. Tarihi İstanbul üçgen yarımadasının en uç noktasında, 5 km.yi bulan surlarla çevrili, 700.000 m2 özel araziye sahip bir kompekstir. İstanbul’un fethini 1453’te gerçekleştiren genç Fatih Sultan Mehmet, İmparatorluk tahtını bu şehre taşımıştı. Kurduğu ilk saray şehrin ortasında bulunmaktaydı. 1470’lerde yaptırdığı ikinci saraya, önceleri yeni saray, yakın tarihlerden beri de Topkapı Sarayı denilmektedir. Burası, tarihte bilinen diğer Türk sarayları gibi, klasik bir Türk sarayıdır. Değişik fonksiyonları olan, ağaçlarla gölgelendirilmiş, biribirini takip eden ve abidevi kapılarla ayrılmış avlulardan oluşmuştur. Fonksiyonel yapılar bu avluların çevresine serpiştirilmiştir. Saray, kurulduğu çağdan başlayarak Sultanların yaptırdığı birçok değişiklik ve eklemelerle sürekli gelişmiştir. Sultanların 1853’te gösterişli Dolmabahçe Sarayına taşınmaları ile resmi saraylıktan çıkmış ve hızla harap olmaya yüz tutmuştu. Cumhuriyet döneminde 50 yılı aşan sürekli onarımlar Topkapı Sarayını eski sade güzelliğine kavuşturmuştur. Sarayda sergilenen müze parçalarının pek çoğu dünyada eşi-benzeri olmayan şaheserlerdir. Saray olarak kullanıldığı devirlerdeki fonsiyonları, tarihteki diğer saraylara göre oldukça değişiktir. Burası imparatorluğun tek sahibi Sultanın resmi ikametgâhı olmakla beraber, resmi devlet işlerinin merkezi, bakanlar kurulunun toplantığı, devlet hazinesi, darphanesi ve arşivlerinin bulunduğu yerdi. İmparatorluğun en yüksek öğrenim kurumu, Sultanın ve devletin üniversitesi de sarayda bulunurdu. Osmanlı Türk İmparatorluğunun kalbi, beyni ve her anlamdaki tek merkezi burasıydı. Kuruluşundan epey sonra da sultanların özel haremleri de bu saraya yerleştirilmişti. Osmanlı Türk İmparatorluğu Türklerin tarihte kurduğu 16 bağımsız devletten en uzun ömürlü ve en geniş topraklara sahip olanıdır. 622 yıl süren bu dev imparatorluk Akdeniz’i ve Karadeniz’i çevreleyen Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında yüzyıllarca hüküm sürmüştür. Değişik ırk ve değişik dinlerden pek çok ulusu idaresinde birleştirmiştir. Tarihte böylesine geniş topraklara bu kadar uzun süre hükmeden diğeri de Roma İmparatorluğudur. Osmanlı Türk İmparatorluğunda 36 Sultan hüküm sürmüş ve 16. yy. başlarından itibaren, halifelik ünvanı ile de, İslam dünyasının dinsel hükümranlığını üstlenmiştir. Sarayda Sultanın özel avlusunda bulunan okulda eğitimini tamamlayan yetenekli memurlar, geniş imparatorluğun yönetimi ve örgütlenmesinde büyük bir sadakatla başarı göstermişlerdir. Vezir ve sadrazamların pek çoğu bu okulun mezunları idi. Topkapı Sarayında gün ışığı ile başlayan hayat her adımda, her durumda, büyük tören ve katı protokol kurallarına bağlı idi. Asırları bulan kökleşmiş gelenek ve göreneklere herkesin uyması şarttı. Bu husus imparatorluğun çöküş devrinde bile kati kuraldı. Batı dünyası protokol usülleri, daima bu sarayın kurallarının etkisinde kalmıştır. Topkapı Sarayının sahil köşk ve pavyonları geçen yüzyıl sonlarında tahrip olmuşlardır. Değişik çini, ağaç işleri ve mimari üslupları, Topkapı Sarayında Türk sanatının gelişmesini, üslup farklarının uyumunu en güzel şekilde gösterir.
Birinci Avlu: Sarayın birinci avlusuna Bab-ı Hümayun diye bilinen İmparatorluk kapısından girilir. Kapı dışındaki anıt çeşme 18. yy. Türk sanatının en güzel örneklerindendir. Birinci avluda saray fırınları, darphane, muhafız alayı, odun depoları ve aşağıdaki düzlüklerde özel sebze bahçeleri yer alırdı. Sarayın ilk yapısı Çinili Köşk ve Arkeoloji Müzeleri de bu avludadır. Girişi takiben solda 6. yy. Bizans eseri olan Aya İrini Müzesi yer alır.
İkinci Avlu: Topkapı Sarayı Müzesinin ana girişi, ikinci kapı olan Bab-üs Selam, orta kapıdır. İkinci avlu devlet ve hükümetin yönetim merkezidir. Yalnızca sultanların at bindiği bu avluda, halktan resmi işi olanlar, özel ödeme günlerinde maaşlarını alan yeniçeri temsilcileri, elçi kabulleri ve devlet törenleri yapılırdı. 5-10 bin kişinin mevcut olabildiği törenlerde, tam bir sessizliğin hüküm sürdüğü bilinir. Sultanların katıldığı tören ve olaylarda imparatorluk tahtı bu avlunun diğer yanındaki kapının önüne yerleştirilir ve bir saygı ifadesi olarak tüm katılanlar elleri önlerinde kavuşmuş olarak dururlardı. Avlunun sol yanında kabinenin toplandığı yönetim bölümü yer alır. Sarayın tek kulesi de buradadır. Devlet adaletinin bu divanda dağıtılmasından dolayı buraya Adalet Kulesi denilirdi. Bu kuleden bütün İstanbul ve liman gözetlenebilirdi. Kulenin tek girişi harem kısmında bulunmaktadır.
Harem: 16 yy. ortalarına kadar şehrin başka semtindeki Eski Sarayda yerleşikti. Topkapı Sarayı Haremi dar uzun koridorlar, küçük iç avlular etrafına serpiştirilmiş 400 kadar odadan oluşmuştur. Burası çağlar boyunca değişikliklere uğrayarak gelişmiştir. Sultanın annesi, kız, erkek kardeşleri, ailenin diğer fertleri ve geniş aileye hizmet eden cariye ve harem ağalarının bulunduğu evin özel bölümü durumunda idi Harem. Dışarıya kesinlikle kapalı olan bu özel, Harem bölümü için asırlar boyu pek çok öyküler anlatılmıştır. Sultana ve ailesine hizmet verecek cariyeler, çeşitli ırkların en güzel ve sıhhatli kızları arasından seçilir veya hediye edilirlerdi. Çocuk yaşta hareme giren kızlar yıllar süren kati disiplin içinde yetiştirilillerdi. Saray usullerini öğrendikten sonra, belirli sınıflara ayrılmış bu cariyelerden sultanın gözüne girebilenler, onun karısı bile olabilirdi. İmparatorlukta kraliçe unvanı yoktu. Haremin bütün idaresi sultanın annesinin elinde idi. Zenginlik ve ihtişamın yanında dedikodu, kin ve sultana daha yaklaşabilmek için mücadele, yaşamın bir parçası idi. Yeni bir sultanın tahta geçişi, eski sultanın hareminin bir başka saraya gönderilmesine sebep olurdu. İdaresi ve kişiliği zayıf sultanlar devirlerinde harem kadınları ve harem ağalarının yönetime etkileri ve çevirdikleri entrikalar hemen ortaya çıkardı. Bütün güzellikler, entrikalar ve çirkinlikleri ile birlikte haremde yaşam, çağdaşı kadın dünyasından üstün bir yaşam şekli idi. Harem bölümünün ancak bir kısmı ziyarete açıktır. Hareketli ve renkli eski günlerinin tam tersine loş koridorlar, boş odalar ziyaretçinin ancak hayal gücünde canlanabilir. Harem gezisi sultan annesine tahsis edilen bölüm ile 40 odalı kısımdan başlar. Büyük hamam ve kubbeli, geniş sultan salonu sonraki bölümlerdir. Her münasip yere çeşme ve ocak yerleştirilmiştir. Enteresan çeşmelerin aktığı havuzlu, büyük salon 16. yy. şahane çinileri ile süslü olup, III. Murat devri eseridir. Küçük kütüphane odasına ve çok enteresan meyve ve çiçek resimleri ile bezeli “yemiş odasına” salonun dip tarafından girilir. Harem turunun sonunda gezilen iki 16. yy. odası, camları güzel vitraylar ve duvarları zengin dekorla kaplıdır. Bu çift oda şehzadeye tahsis edilmişti.
Silah Koleksiyonu ve Divan Odası: Geniş saçaklı “Divan-ı Hümayun” bölümünün yanındaki büyük yapı devlet hazinesi idi. 8 kubbeli bina eski silahların modern biçimde sergilendiği zengin bir koleksiyondur. Sultanların kullandığı zırh ve silahlarla, saray ve ordu mensuplarının değişik çağlarda kullandıkları silahlar, diğer ülkelerden ele geçirilenlerle birlikte teşhirdedirler. . Hükümet üyelerine tahsis edilmiş Divan bölümü yanında sarayın tek kulesi Adalet Kulesi yükselir. Divan toplantıları Sadrazam başkanlığında toplanan Vezirler ve katipler ile yapılırdı. Sultanlar toplantıya katılmaz ancak, duvarda harem bölümüne açılan yüksek, perde ile kapalı bir pencereden toplantıyı dinleyebilirdi. Elçi kabullerinde ziyafet sofrası bu salonda kurulurdu.
Mutfaklar ve Personel Koleksiyonu: İkinci avlunun sağ tarafında 20 bacalı saray mutfakları yer alır. Sarayda mevcudu 12.000”i geçen Çin ve Japon porselenlerinin 2500 kadarı bu bölümde sergilenmektedir. Buranın mutfak olarak kullanıldığı günlerde sayıları 1000’i geçen aşçı ve yardımcıları, sarayın değişik bölümlerine tahsis edilmiş yemekleri pişirip, gönderirlerdi. Günümüzdeki porselen teşhiri kronolojik ve modern bir sergidir. Dünyanın en zengin koleksiyonunun seçilmiş parçalarıdır. Mutfakların bir bölümü eskisi gibi muhafaza edilmiş, diğer bölümünde de İstanbul işi porselen eşya ve cam işi teşhire sunulmuştur. Ayrı bir bölümde gümüş eşya ve Avrupa porselenleri koleksiyonu yer alır. Eşsiz Çin seledonları giriş sağ salondadır. Mavi beyazlar, tek ve çok renkli porselen teşhirleri, Japon porselen salonu ile nihayetlenir. Helvahane bölümünde günlük yaşamda kullanılan madeni kapkacak, kahve takımları, tombaklar sergilenmektedir.Üçüncü avluya Bab-üs Saade denilen, Ak Hadım Ağaların kontrol altında tuttuğu, ancak özel izni olmayan hiç kimse geçemediği kapıdan, Sultanın özel avlusuna girilirdi. Saray Üniversitesi, Taht Odası, sultanın Hazine Dairesi ve Kutsal Emanetler bölümü bu kısımda yer alırdı. Sultanlar elçi kabullerini Taht Odasında yapar, yüksek devlet memurları ile de burada görüşürlerdi. Giriş karşısındaki taht odası hizmetkârları, güvenlik nedenleri ile sağır ve dilsiz kimselerden seçilirdi. Sultanın çeşitli, değişik hizmetlerini gören subay rütbeli personel aynı zamanda saray okulunun ileri gelenleriydi. Avlunun ortasında bulunan 18 yy. III Ahmet Kütüphanesi Barok üslubunun Türk mimarisine uyumunun tipik, güzel örneğidir.
Elbiseler: Avlunun sağ yan bölümünde teşhir edilen sultan elbiseleri koleksiyonunun, dünyada bir benzeri yoktur. Özel saray tezgâhlarında, elde yapılmış kumaşlardan dikilen elbiseler 15. yy.dan beri itina ile bohçalanıp, özel sandıklarda saklanmış olup tamamı 2500 kadardır. İpek, altın ve gümüş simlerle işlenmiş elbiseler yanında, Türk Sanatının şaheserleri olan Sultanların kullandığı ipek halı, özel seccade örnekleri de teşhir edilmektedir.
Hazine:Topkapı Sarayı müzesinin hazine koleksiyonu dünyanın en zengin, bir numaralı koleksiyonudur. 4 odada teşhir edilen eserler otantik ve orjinaldir. Değişik yüzyıllardaki Türk mücevherat işçiliğinin şaheserleri, Uzak-Doğu, Hint ve Avrupa eserleri ile birlikte seyredenleri büyüler. Hazine Bölümü sergilemesi 2001 yılında modernize edilerek değiştirilmiştir. İlave bir ücret ile gezilebilen bölümde ilk odada Osmanlı İmparatorluğunun değişik çağlarda kullandığı biri som altın kaplamalı diğeri benzersiz mine ve kıymetli taşlarla süslenmiş, bir diğeri abanoz ağacı ve üzerine fildişi kakma motifli, ötekisi bağa ve sedef kakmalı, kıymetli taşlarla süslü dört taht ve sultanların nadide taşlarla süslü sorguçları, iri taşlı zümrüt askıları yer alır. İkinci odada Rus-Çin-İran-Hind el işi güzel eserler, devlet madalyonları sergilenmektedir. Üçüncü salon vitrinlerini Yeşim, tutya ve neceften yapılma eşsiz eserler, bir 16 yy. merasim miğferi, her biri 48 kg som altından yapılan iki büyük şamdan süsler. Dördüncü salonda merasim kılıç ve hançerleri, takı ve yüzükler yanında Sarayın sembolü Topkapı hançeri, Kaşıkçı Elması, III Mustafa’nın süslü zırhı ve altın üzeri değerli taşlarla süslü beşik sergilenmektedir. Üçüncü odayı dördüncüye bağlayan, Boğaziçi’nin girişine ve Asya sahiline hakim şahane manzaralı bir balkon vardır.
Saat Koleksiyonu Bölümü: Kutsal emanetlerin yanındaki oda, dünyanın en zengin koleksiyonudur. Giriş sağ tarafında Türk sanatkârlarını saatleri yer alır. Çok değerli duvar ve masa saatleri, cep saatleri 16-19. yy.lar arası tarihlenir. Değişik markalar saraya hediye edilmişlerdi. Salonun en büyük saati 3.5 metre boyunda ve 1 metre eninde İngiliz malı olup, içinde bir org vardır. Cep saatleri arasında Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz’lerin portreli saatleri enteresandır. Kubbeden aşağıya sarkan kuş kafesinin altı enteresan, mineli bir saattir.
Kutsal Emanetler Bölümü: 16 yy. Mısır’ın fethini takiben saraya getirilen İslam'ın kutsal emanetleri o tarihten beri bu bölümde muhafaza edilmektedirler. Emanetlerin sergilenmesinden önce, bölüm Taht Odası olarak kullanılmıştı. Kubbeli odaların duvarları çinilerle kaplıdır. Hz.Muhammed’in kılıçları, yayı ve değerli bir kutu içerisinde muhafaza edilen hırkası koleksiyonun önemli parçalarıdır. Odadaki büyük, süslü işlemeli, kubbeli kafes gümüşten mamuldür. Diğer oda vitrinlerinde Peygamberin, mührü, sakal kılları, mektup ve ayak izleri sergilenmektedir. İlk el yazma Kuranlardan birisi, Kâbe’nin anahtarları, önemli kişilerin kılıçları diğer eserlerdir.
Sultan Portreleri Galerisi: Kutsal Emanetler bölümü ile Hazine arasında, müze müdüriyetinin bulunduğu önü sütunlu binadadır. Büyük salonda zaman, zaman değiştirilen sergiler yer alır. Topkapı Sarayı Müzesinde zengin, değişik belgeler, kitaplar, minyatürler, yazı takımları gibi kıymetli eserler bulunmaktadır. Bu nadide parçalar buradaki salonda zaman içerisinde sergilenir. Salonun balkon şeklindeki galeri duvarlarında Sultanların yağlı boya tabloları bulunmaktadır.
Dördüncü Avlu: Sarayın üçüncü avlusundan koridorlar ile dördüncü avluya, bahçeler içindeki pavyonlara geçilir. Burada sarayın tek ahşap pavyonu, 17. yy. zengin işlemeli ve çinilerle süslü Bağdat ve Revan köşkleri ve nihayet saraya inşa edilen en son yapı olan Mecidiye köşkü yer alır. Köşkün alt katı ziyaretçilere ayrılmış lokantadır. Bağdat köşkünün önündeki teras Haliç, Galata bölümü ve Eski İstanbul’un kubbeler ve minarelerden oluşan eşsiz manzarasının birlikte seyredilebileceği en uygun yerdir. Saray yamaç bahçeleri halka tahsis edilmiş büyük bir şehir parkıdır.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
-Yerebatan Sarayı
İstanbul'un görkemli tarihsel yapılarından biri'de Ayasofya'nın güneybatısında ve biraz ilerisinde bulunan Basilika Sarnıcıdır. Bizans imparatoru I. Justinianus (527-565) tarafından yaptırılan bu büyük yer altı sarnıcı, suyun içinden yükselen ve sayısız gibi görülen mermer sütunlara bakılarak halk arasında yerinde yerinde bir deyimle "Yerebatan Sarayı" olarak isimlendirilmiştir.Sarnıcın yerinde daha önce Genç Roma çağında muhtemelen III-IV.yy'da yapılmış olan, ticari ve hukuki işlerde, bilim ve sanat faaliyetlerinde büyük bir Basilika kullanılıyordu.476 yılında çıkan bir yangında tamamen harap olduktan sonra ılius tarafından yeniden yaptırılan ve tekrar bir yangın felaketine uğrayan ve 532 yılında şehri kasıp kavuran Nika isyanında, Basilika'nınmermer heykeli vardı. Eski kaynaklar bu yerde yüzü sütunlu revaklarla çevrili üstü açık bir avlu su Ayasofya'ya dönük belirtmiştir. Hz. Süleyman'ı elini çenesine Hz. Süleyman'nın bronz heykelinin bulunduğunu dayamış vaziyette,kendi eserinden çok daha güzel olan hayretle temaşe ettiğini gösteren bu heykel Ayasofya'yı daha sonra imparator kaldırılmıştır.Bilindiği gibi ısrail hükümdarı I. Basilius (867-886) tarafından Hz. Süleyman'ı kendi adına Kudüs'te yaptırdığı mabet yeryüzünde Ayasofya'ya gelinceye kadar yapılmış olan mabetlerin en güzeli en muhteşemi olarak biliniyordu. Daha sonra imparator Basilius'un sözü geçen heykeli eridikten sonra kendi heykelini koydurduğu söylenmektedir. ımparator Justinianus yangına uğramış olan büyük basilika'nın yaklaşık 532 yılında, rivayetlere göre 7.000 kölenin çalıştığı bu sarnıcı inşa ettirmiştir. Ve sarnıç ismini yakınındaki ılius Basilika'ndan almıştır. Basilika Sarnıcı'nın suyu ımparator Valens tarafından (368) yılında yaptırılan 971 m. uzunluğundaki Valens (Bozdoğan) kemeri ile ımparator Justinianus'un yaptırdığı 115.45 m. uzunluğundaki Mağlova Kemeri yardımıyla şehre 19 km. Mesafede Belgrat ormanlarındaki Eğrikapı su taksim merkezinden gelmektedir.
Basilika Sarnıcının planı yüzyılımızın başında Alman Deniz Altıcıları çıkarmıştır. Buna göre uzunluğu 140 m. genişliği 70 m. diktörtgen biçimde bir alanı kapsayan dev bir yapıdır. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen bu sarnıcın içerisinde her biri 9 m. yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır. Birbirine 4.80 aralıklarla dikilen bu sütunlar, her sırada 28 tane 12 sıra meydana getirirler. Suyun içerisinde yükselen bu sütunlar uçsuz bucaksız bir ormanı hatırlamakta ve ziyaretçiyi sarnıca girer girmez etkilemektedir. Sarnıcın tavan ağırlığı haç biçiminde tonozlar yuvarlak, kemerler vasıtasıyla sütunlara aktarılmıştır, çoğunluğu daha eski yapılardan toplandığı anlaşılan ve çeşitli mermer cinslerinden granitten yontulmuş sütunların büyük bir kısmı tek parçadan, bir kısmıda üst üste iki parçadan oluşmaktadır. Bu sütunların başlıklarında yer yer farklı özellikler taşır. Bunlardan 98 adedi Corinth üslubu yansıtırken bir bölümünde Dor üslübunu yansıtmaktadır.Sarnıcın tuğladan örülmüş 4.80 m. kalınlığındaki duvarları ve tuğla döşeli zemini Horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanarak su geçmez hale getirilmiştir. Toplam 9.800 m2 bir alanı bulunan bu sarnıç yaklaşık 100.000 ton su depolama kapasitesine sahiptir. Sarnıçtaki sütunların, köşeli veya yivli biçimde olan birkaç tanesi hariç büyük çoğunluğu silindir biçimindedir. Bu sütunlar içerisinde üzeri oyma ve kabartma halinde Tavuz Gözü, Sarkık Dal, Gözyaşı şekillerinin tekrarıyla süslenmiş olanı özellikle dikkati çeker. Bu sütun Bizans devrinde "Farum Tauri" denilen bugünkü Beyazıt meydanında kalıntıları bulunan IV. yy. zamanına ait büyük Theodesiusun (379-395) zafer takındaki sütunların benzeridir.
Bir söylentiye göre, üzerindeki şekillerin gözyaşına benzemesin nedeni Büyük Basilika'nın inşasında ölen yüzlerce kölenin anısına dikilmiş ve çağlar boyu onların dramını anlatarak gelmiştir.Sarnıcın orta yerini geçtikten sonra, güneybatı duvarından içeriye doğru, yaklaşık 40 m. uzunluğunda 30 m. genişliğinde düzensiz bir çıkıntı halinde görülen kısım ağırlığı taşıyabilmesi için geçmiş yüzyıllarda yapılan onarımlar sırasında örülen duvarlardır. En uzun yerinde 9 sütun, en dar yerinde ise 2 sütun olmak üzere toplam 40 sütun bu duvarların arkasında kaldığı için görülmemektedir.Sarnicin kuzeybati kosesindeki iki sutunun altinda kaide olarak kullanilan iki Medusa basi Roma Cagi heykeltraslik sanatinin saheser orneklerindendir. Sarnici ziyarete gelenlerin hayretler icersinde seyrettikleri IV.yy. ait bu baslarin hangi yapidan alinarak buraya getirildigi konuda kesin bir bilgi olmamakla birlikte Genc Roma Cagi'na ait antik bir yapidan sokulerek buraya getirildigi ve sutun kaidesi olarak kullanilmalarini aciklayan yazili bir bilgiye rastlanmamakla birlikte Medusa Heykellerinin Sarnicin insasinda salt sutun kaidesi olarak ihtiyac oldugu icin kullanildigi gorusu arastirmacilar arasinda genel kabul gormektedir. Medusa'yla ilgili mitolojiye dayandirilan bir cok soylentiyle tarihin eski caglarina dogru bir yolculuk yapmak istersek su gibi rivayetlerle karsilasabiliriz.Bir soylentiye gore Medusa Yunan Mitolojisinde yeraltı dunyasinin disi canavari olan uc Gorgonadan biridir. Bu uc kiz kardesten yalnizca yilan basli Medusa olumludur. Ve kendisine bakanlari tasa cevirme gucune sahiptir. o donemde buyuk yapilari ve ozel yerleri kotuluklerden korumak amaciyla Gorgona kafalarinin resim ve heykellerinin konuldugu, Medusaninda bu dusunceyle buraya konuldugu zannedilmektedir.
Yine bir rivayete gore Medusa siyah gozleri, uzun saclari ve guzel vucudu ile ovunen bir kizdi. uzun zamandan beri Yunanli Tanri Zeus'un oglu Perseus'u sevmektedir. Bu arada Tanrica Athene'de Perseus'u sevmekte ve Medusa'yi kiskanmaktadir. Bunun icin Tanrica Athene Medusa'nin saclarini korkunc yilanlar bicimine sokar. Artik medusa kime baksa, baktigi kimse tas kesilir. daha sonra onu bu bicimde gorem Perseus heyecanla Medusa'nin buyulendigini dusunerek basini keser, basini eline alip dusmanlarini tasa cevirerek bir cok savaslara kazanir. Bu olaydan sonra Medusa'nin eski Bizans'ta kilic kabzalaria ve sutun kaidelerine ters ve yan olarak islendigi soylenmektedir. Diger bir rivayete gore ise Medusa kendisine bakanlari tasa cevirme ozelliginden dolayi, kendisini bazen Perseus'un kilicinda bazen de aynaya bakip goruyor ve kendisini tasa ceviriyor. Bunun icin buradaki heykeli yapan heykeltras isiginyansima pozisyonlarina gore Medusa'yi uc ayri pozisyonda yapmistir. 1. normal olan yani su anda Didim'de olan 2. ters olan 3.yan olan buradaki heykel Didim'den getirtilmistir. Roma Cagi heykelciliginin onemli eserlerinden olan dev buyuklukteki iki Medsua basi ters ve yan duruslariyla insanlarin buyuk ilgisini cekmeye devam ederken o tarihten bugune Basilika Sarnicinda sular ahenkle damlayarak sarnicin yari karanlik gizemli atmosferinde dolasanlara Medusa'nin sarkisini mirildanmaktadir.
Basilika Sarnıcı kurulduğundan günümüze kadar çeşitli onarımlardan geçmiştir. Osmanlı ımparotorluğu döneminde iki defa restora edilen sarnıcın ilk onarımı 18. yy.'da III. Ahmet zamanında (M 1723) Mimar Kayserili Mehmet Ağa tarafından yaptırılmıştır. 19. yy.'da ikinci büyük onarım Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) zamanına isabet eder. Sarnıcın ortasına doğru kuzeydoğu duvarı önünde yeralan 8 sütun, 1955-1960 yıllarında yapılan bir inşaat sırasında kırılma tehlikesine maruz kaldıklarından bunların her biri kalan bir beton tabaka içine alınarak dondurulmuş ve bu yüzden eski özelliklerini kaybetmişlerdir.Basilika Sarnıcı kurulduğundan günümüze kadar çeşitli onarımlardan geçmiştir. Osmanlı ımparotorluğu döneminde iki defa restora edilen sarnıcın ilk onarımı 18. yy.'da III. Ahmet zamanında (M 1723) Mimar Kayserili Mehmet Ağa tarafından yaptırılmıştır. 19. yy.'da ikinci büyük onarım Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) zamanına isabet eder.
Sarnıcın ortasına doğru kuzeydoğu duvarı önünde yeralan 8 sütun, 1955-1960 yıllarında yapılan bir inşaat sırasında kırılma tehlikesine maruz kaldıklarından bunların her biri kalan bir beton tabaka içine alınarak dondurulmuş ve bu yüzden eski özelliklerini kaybetmişlerdir.Bizans Devrinde civarda geniş bir sahayı kaplayan ımparotorların ikamet ettiği büyük sarayın ve bölgedeki su ihtiyacını karşılayan Yerebatan Sarnıcı, Istanbul'un Osmanlılar tarafından 1453 yılında fethinden sonra, bir müddet daha kullanılmış ve padişahların oturduğu Topkapı Sarayı'nın bahçelerine buradan su verilmiştir. Durgun su yerine çeşme suyunu yani akan suyu tercih eden Osmanlılar'ın şehirde kendi su tesislerini kurduktan sonra kullanmadıkları anlaşılan Sarnıç XVI.yüzyılın ortalarına gelinceye kadar batılıların meçhulu olarak kalmış nihayet 1544-1550 yıllarında Bizans kalıntılarını araştırmak üzere Istanbul'a gelen Hollandalı gezgin P. Gyllius tarafından yeniden keşfedilerek batı alemine tanıtılmıştır. P. Gyllius araştırmalarından birinda Ayasofya civarında dolaşırken kendisine, buradaki evlerin zemin katlarında bulunan kuyu benzeri yuvarlak büyük deliklerden ev halkının aşağıya sarkıttıkları kovalarla su çektikleri, hatta balık tuttukları söylenince büyük bir yer altı sarnıcının üzerinde bulunan, ahşap bir binanın duvarlarla çevrili avlusundan, yerin altına inen taş basamaklardan, elinde bir meşaleyle sarnıcın içerisine girmeyi başarmıştır. P. Gyllius çok zor şartlarda sarnıcı sandalla dolaşarak ölçülerini alıp, sütunlarını tespit etti. Gördüklerini ve edindiği bilgileri seyehatnamede yayımlanan Gyllius, bir çok seyyahı etkilemiştir. Bunun üzerine yüzyıllar boyu Istanbul'a gelen bütün gezginler bu muhteşem eseri görmekten gitmek istemezler.Basilika Sarnıcını araştıran, başka bir araştırmacı olan tarihçi G. ınciciyan "Istanbul Tarihi" adlı eserinde şehrin XVIII. yüzyılındaki durumunu anlatırken, Yerebatan Sarnıcı hakkında şunları yazmaktadır.
Ayasofya'nın güneybatısında, yarım mil mesafede, evlerin arasında bulunan bu sarnıç büyük Constantius tarafından büyük sarayın altına yapılmış olup Basilika Kinotexna adını taşırdı. özellikle kış mevsiminde deniz gibi dolan sarnıçta balıklarda bulunuyordu. Hatta buraya Alibeyköy deresinden yer altı kanallarıyla su geldiği sanılmaktadır. "Burada P. ınciciyan Basilika Sarnıcı'nın Büyük Contantius (324-337) yaptırdığını söylerken birçok eski araştırmacı ve tarihçi gibi yanılgıya düşmüştür"...XIX. Yüzyılın sonlarına doğru (1874)'te Istanbul'a gelen ıtalyan yazarı Edmando De Amicis, güzelliğine hayran kaldığı bu şehrin toplumsal yaşayışı ve tarihi eserleri hakkında okuyucuya zengin bilgiler veren Costantinapoli (ıstanbul) adlı kitabında Yerebatan Sarnıcı'nın gizemli havasını şiirli bir dille şöyle anlatmaktadır:"Bir müslüman evinin avlusuna giriyor, karanlık ve rutubetli bir merdivenin son basamağına kadar iniyor, ve kendimi Istanbul halkına göre nasıl bittiği bilinmeyen Bizans'ın büyük Basilika Sarnıcı'nın kubbeleri altında bulunuyorum.Karanlığın verdiği dehşeti daha da arttıran çivit renkli bir ışıkla yer yer aydınlanmış, yeşilimsi sular, kara kubbelerin altında kayboluyor, üzerinden sular sızan duvarları parlıyor ve her tarafta, budanmış bir ormandaki ağaç gövdeleri gibi gözün önüne dikilen bitmez tükenmez sütun sıralarını belli belirsiz ortaya çıkarıyor." Bunun gibi hakkında birçok hikayenin anlatıldlğı Basilika Sarnıcı geçirildiği onarımlardan sonra Cumhuriyet döneminde Istanbul Belediyesi tarafından müze haline getirilerek ziyarete açılmıştır. Sarnıç bugünkü durumu 1985 yılında başlatılan içerisinde 50.000 ton çamuru çıkartılması ve gezi platformunun yapılmasıyla birlikte 1987 yılında tamamlanmış ve tekrar ziyarete açılmıştır.Basilika Sarnıcı 1994 Mayısında yeniden büyük bir temizlik ve bakımdan geçerek bundan sonraki yaşam serüvenine tıpkı geçmişteki gibi balıklarla birlikte devam etmeye başladı.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
-İbrahim Paşa Sarayı
Hipodrom'la Adliye Sarayı arasında kalan İbrahim Paşa Sarayı, hanedan dışında birinin sahip olabildiği tek saray denebilecek konuttur ve nüfusunun göstergesidir. Ancak sahip olduğu bu ayrıcalıklar, kendisini pek çok sadrazamın başına gelenden kurtarmaya yetmemiş, ve sevgilisi Hürrem Sultan'ın etkisiyle Kanuni, arkadaşını boğdurmuş, servetine de devlet el koymuştur.Bir dönem Acemi Oğlan kışlası olarak kullanılan İbrahim Paşa Sarayı, restorasyonu tamamlandıktan sonra Türk-İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılmaya başlandı. Müzede sergilenen çok değerli parçalar ve iç havlusu görülmeye değer.

-Tekfur Sarayı
Roma ve erken devir Bizans sarayları , şehrin merkezinde Hipodrom civarında bulunurdu. 7-8 yy. itibaren Haliç kıyılarından tepeye devam eden surlara bitişik bölümde, geniş bir alana yayılmış Blakhernai saray kompleksi, fethe kadar kullanıldı. Sarayın günümüze gelen tek pavyonu, surlara bitişik inşa edilmiş Tekfur sarayıdır. Çatısı olmayan 3 katlı yapı 12yy .da inşa edilmişti. Önünde küçük bir avlunun bulunduğu renkli cephe, taş ve tuğla sıraları ile dekorludur. Pencere üstlerinde süs kemerleri sıralıdır. Pavyonun giriş katı, şehir surlarına bitişik olup 4 büyük kemerler avluya açılır. 18.y.y’da bir süre çini atölyesi olarak kullanılmıştı. 1955-1970 yılları arasında onarım görmüştür. Tekfur Sarayı Bizans Döneminden zamanımıza gelen tek örnektir.
 
Top