Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu(3)

muhsin iyi

Katılımcı
Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu(3)
Zikrin işlevi ile ilgili çeşitli tarihlerde yazdığımız iki yazıda belirgin bir eksiklik olarak zikrin ruha tesirinden gereği şekilde söz etmediğimiz ilgili yazıları bilahare okuyunca meydana çıktı.

Hâlbuki zikir önce ruha etki eder. Ruhu tasfiye (saflaştırma) ettikten sonra nefsi tezkiye (temizleme) eder. Çünkü zikir karşısında önce ruh harekete geçer. Ruh arındıktan, yani belli bir oranda saflaştıktan sonra sıra nefsin makamlarını kat etmesi için tezkiyesine gelir. Yukarıdaki makalelerimde bunun ne şekilde olduğunu yeterince açtığımız, açıkladığımız için burada ruhun zikir karşısında aldığı vaziyete odaklanacağız.

Ruh ibadet olmadan ölü gibidir. Varlığını pek göstermez. Nefis ile ruh aynı hali alır. Onun için psikoloji, psikanaliz, psikoterapi… gibi bilimler, disiplinler ruhu tanıyamadıkları, ayırt edemedikleri için nefsi incelemişler, nefsi ruh diye ele almışlardır. Dolayısıyla bunların vardıkları kanılar da hep nefisle ilgili olmuştur. Asla da bir insana şifa kaynağı olamamışlardır.

Ruh hiçbir zaman hastalanmaz. Psikolojik rahatsızlıklar nefisten kaynaklanır. Çünkü ruh Allah’tan ilahi bir nefhadır. İnsan nefsinin bu dünyaya aşırı şekilde ve yanlış yollarla bağlı olmasından dolayı psikolojik sıkıntılar, rahatsızlıklar ve hastalıklar yaşar. İnsan günahlara tövbe ettiğinde ve ibadetlerle yaratılış amacına yöneldiğinde ruh hızla manevi âlemlere doğru yükselir, nefis bu sayede dünyaya aşırı ve yanlış yollardan bağlı bulunduğu psikolojik rahatsızlıklardan, sıkıntılardan, hastalıklardan kurtulmaya başlar. Yoksa nefsi temel alan ve ruhu görmezden gelen modern bilimlerin ve disiplinlerin insana hiçbir şekilde belirgin bir şifa vereceğine kesinlikle inanmıyorum.

Bu dünyada gurbette olan ruhun ilahi âlemlere karşı olan iştiyakı ve özlemi ancak günahlara tövbe etme ve ibadetlere yapışmakla giderilir.

Ruh yükselişle kendisini belli eder. Durağan olduğu zaman nefsin egemenliği altına girip tanınmaz olur. Ruh ibadetlerle Allah’a (c.c.) doğru, asıl vatanına yolculuğa çıktığı zaman varlığı sezilir. O zaman bir insanda ruhtan söz edilebilir.

Yoksa nefsinin esiri olup da çeşitli günahların pençesindeki insanların ruhi bir hayatı olmadığı gibi böyle bir insanın ruhunun soluklarını duyması bile imkânsızdır. Günahkâr insanın hayatında ruhun varlığı silinmiş, adeta buhar olmuştur.

Kişi ne zaman günahlara gözyaşı ile nasuh tövbesi yaparsa ve ibadetlere başlarsa ruh adeta hayat bulup kendisini gösterir. Böyle bir kişinin ruhu yükselmeye başlamıştır.

Ruh yükselmezse varlığını göstermez. Nefsin elinde yok olup gider, adeta erir.

İlahi aşk ruhun yükselmesi ile başlar. Ruhu yükselmeyen kimse dünya bataklığına saplanıp kalır. Materyalist olur. Allah’ı ve diğer inanması gereken şeyleri yavaş yavaş inkâr etmeye başlar. İnsanın inanması için bu dünyayı aşması, ruhunun ilahi âlemlere yükselmesi gerekir. Manevi yolculukta iman esasları gittikçe güçlenir. Ruh ileri manevi âlemlere yükseldikçe insanın gözünde madde düşmektedir. Onu hayal, rüya gibi bir şey olarak algılamaya başlamaktadır. Bu sayede büyük bela ve musibetleri de fazla sarsılmadan aşabilmektedir. İnsan kalbinden bu dünyayı çıkardığı oranda Allah’a karşı bir ilahi aşk duymaktadır.

Ruhun yükselmesi adeta bir el fenerinin ışıkları gibidir. Yani ruh el fenerinin elde olması gibi vücut ülkesindedir. Işık nasıl saniyede 300.000 km hızla harekete geçerse ruh da bundan daha hızlı bir şekilde letaifleri ile arş-ı alaya doğru yükselmeye başlar.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s) Mektubat’ında ruhun yükselmesine dair yazıları okuyunca bunun ne şekilde olduğunu çok merak ettim. Bu yolda bir makam sahibi olmadığımız halde yüce Allah (c.c.) sadat-ı kiramın himmetiyle defalarca kez yakaza halinde gösterdi ki ruh (letaifler) çok yüksek bir hızla göğe doğru yükselmektedir. O kadar yüksek bir hız ki belki ışık hızı yanında solda sıfır kalır. Önceleri bu hızlara tahammül edemeyip yüce Allah’tan (c.c.) bu isteğimden vaz geçip tövbe ettim. Çünkü insan o sırada aklını kaybedeceği vehmine kapılmaktadır. Hâlbuki bizim yaşadığımız hız, Allah’tan (c.c.) bir rahmet olarak bizim tahammül gösterebileceğimiz şekilde ayarlanmıştı. Gerçeğini insanın kaldırması zaten mümkün değildir.

İstisnasız her Müslüman günahlardan el çektiğinde (üzerindeki kul haklarını da ödemeye çalışma kaydıyla), farz ibadetleri yerine getirdiğinde bu ruhi yükselişini gerçekleştirmektedir. Tabii bunun farkında olmamaktadır. Bu insanlara gösterilmemektedir. Ama tabii ehl-i tasavvufa göre sıradan bir Müslüman’ın letaiflerinin göğe yükselme hızı biraz düşük olabilir, varacağı yer de yani makamı da biraz aşağıda kalabilir. Ama Allah’ın (c.c.) izni ile ölümden sonra sonu cennette biten bu ruhi yükseliş maksada varıncaya kadar devam eder. Hadis-i şeriflerde belirtildiği üzere bir kişi ölmeden önce gideceği yeri görmeden ruhunu teslim etmez. Yani sadece Müslümanların ruhları cennete doğru uçmuyor, inançsız veya günahkâr insanların ruhları da cehenneme doğru düşmektedir. Tıpkı halatları kopmuş bir asansör gibi. Rüyalarda bazen görülen düşme durumları buna işaret olabilir. Tabii bunu tövbeye vesile olması ve ihtiyat için söylüyoruz. Yoksa rüyalardaki düşmenin başka nedenleri de olabilir. Bunları şimdilik bilemiyoruz. Tövbe ettikten ve günahlardan uzak durduktan sonra bunu vesvese yapmamak da gerekiyor. Şunu itiraf ediyorum ki, bu tasavvuf yoluna girdiğimden beri bir kere olsun düşme rüyası görmedim. Allah’a sonsuz şükürler olsun. Bundan önce yani namazında niyazında bir Müslümanken bu düşme rüyalarını çok görürdüm. O zamanlar her ne kadar haramlardan uzak dursak da çoğu kez elimizde olamadan veya nefsimize biraz uyarak bilerek veya bilmeyerek bazen harama veya şüpheli şeylere bulaşıyor, nefsimizde de çoğu kez harama karşı büyük bir meyil ve iştiyak duyuyorduk. Tasavvuf nefsi tezkiye ettiği için şimdi günahlardan gerçek manada uzak durmaya çalışıyoruz. Allah’ın izni ve sadatların himmetiyle çok şükür günahlara karşı nefsimizde pek bir iştah da duymuyoruz. Tabii peygamberimizin (s.a.s) dualarında buyurduğu gibi yüce Allah bizi bir göz kırpma anı kadar da olsa nefsimizle baş başa bırakmasın. Âmin. Yoksa nefsimiz son nefese kadar adam olmaz. Şeytanın telkinlerine her zaman her makamda açık olarak yaratılmıştır. Tamamen ıslahı mümkün değildir. Nefsimize bir an güvensek bile imtihanı kaybedenlerden olabiliriz. Son nefeste imansız gidebiliriz. Allah korusun.

Uçma kaçma hikâyelerine de pek bel bağlamamak gerekmektedir. Sonuçta bunlar birer haldir. Nefis makamlarına işaret etmezler. Tasavvuf yolunda amaç nefsi tezkiye etmektir. Nefis güzel ahlaklarla süslenirse meyve veren bir ağaca dönüşmüş olur. Böyle birisinin nefsinden herkes istifade eder. Böyle bir insan gerçek manada İslam’a da büyük hizmetler verir. Ama böyle uçma kaçma hikâyelerine bel bağlayıp da bu yola girenleri şeytanlar oynatıp dururlar. Onların tek derdi aslında nefislerine hizmettir. Kendisine hayrı olmayanın başkasına ne menfaati olabilir? Nefisleri onları acınacak vaziyetlere düşürür. Maalesef pek çok kişi tasavvuf yoluna nefsine hizmet için giriyor. Bazı üstün vasıflara erip keşif ve kerametlerle insanlara şov yapmak, meşhur olmak, üstünlük kurmak için yanıp tutuşuyorlar. Bir de bunun bir türlü farkına varamıyorlar. Tabii böyleleri İslam’a da çok büyük zararlar veriyorlar. Din ve tasavvuf yolunu istismar aracı olarak kullandıkları için yemedikleri nane de kalmıyor.

Yüce Allah (c.c.) hallerden asla razı olmaz. Bununla insanlara imtihan kapısı açabilir. Çünkü hallerin hiç kimseye bir faydası yoktur. Uçup kaçmışsın, cezbe ve vecd içinde zevkten dört köşe olmuşsun, keşif ve kerametle gaybı bilip suda yürümüşsün bunların kime ne hayrı olabilir?.. Allah (c.c.) bu tür halleri şeytanlarda da gösterebilir. Belli formüllerle nefislerine çile çektiren çeşitli dinlerdeki insanlara da verebilir. Ama tasavvuf yolu İslam’ın özüdür. Amacı Kuran-ı Kerim’in ve peygamberimizin (s.a.s) ahlakını elde edip insanlara hizmet etmektir. Yani tasavvuf yolunda ölçü kitap ve sünnet olmalıdır. Bunu yaşamak önemlidir. Bu olursa o zaman gerçek manada din ve tasavvuf söz konusu olur. Yoksa çeşitli hallerle yüce Allah (c.c.) bize öyle bir mekir (ilahi hile) kapısı açar ki cehennemde soluğu alırız da bundan oraya varıncaya kadar haberimiz bile olmaz.

Yüce Allah (c.c.) engin rahmetiyle ruhumuzun nefsin egemenliği altına girip hastalanmaması için ilahi kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiştir. İlahi kanunlarla ve ibadetlerle ruhumuzu harekete geçirmiştir. Ruhun harekete geçmesi demek, manevi âlemlere doğru yükselmesidir. İbadetlerin ruha dönük temel işlevi, bu uçuşu gerçekleştirme, bir nevi bu manevi uçuşta enerji kaynağı görevi yapmaktadır. Namaz peygamberimizin (s.a.s) tarifi ile müminin miracıdır. Yani bu tarifte bir benzetme yapılmamıştır. Bir gerçek dile getirilmiştir. Müminin ruhu namaz sırasında manevi âlemlere doğru sonsuz bir hızla yükselmektedir. Oruç içgüdülerimizle bağlı olduğumuz masivadan (dünyadan) nefsin bağlarını çözmektir. O da ruhun manevi yolculuğunda ayak bağı olan nefsi belli bir zamanda belli bir derecede devre dışı bırakmaktadır. Zekât nefsimizin dünyaya en sıkı bir şekilde bağlandığı paranın esaretinden bir derece kurtulmasıdır. Bu bir derece kurtulma ruhun manevi yolculuğunda büyük bir ivme kazandırmaktadır. Onun için üzerine zekât düşmeyen kişilerin sadakayı asla ihmal etmemesi gerekir. Hac ise hem görünüşte gerçek bir yolculuktur hem de ruhun manevi bir yolculuğudur. Turistik bir gezi değildir. Hacdan gelenler ruhlarının tattığı manevi yolculuktan ötürü imanları daha bir güçlenmiş olarak dönerler. Gördükleri şeylerin ötesinde ruhlarının manevi yolculuğu sırasında yaşadıklarını kelimelere dökemezler. Onun için çok büyük bir ibadeti yapmış olurlar. Peygamberimiz (s.a.s) kabul edilmiş bir haccın karşılığının cennet olduğunu bildirmiştir.

Kısacası haramlardan kaçınma ve ibadetleri yapma ruha bir anlam verir. Onu nefsin egemenliği altında kurtarır. Asli vatanına doğru bir manevi yolculuğa çıkartır. Tabii bu noktada ruhun yükselişi zikir ehline göre yavaştır. Kişinin bunun farkına varması adeta imkânsızdır. Ama bu yol kişiyi eninde sonunda Allah’ın rızasına ve cennete ulaştırır Allah’ın izniyle.

Kişinin haramlara tövbe etmeden, İslam’ın şartlarına yapışmadan cennete gireceğini düşünmesi boş bir hayaldir, şeytanın insanı Allah’ın (c.c.) rahmeti ile kandırmasıdır. İsterse bu kişiler her gün rüyalarında uçup kaçsınlar, cezbe ve vecd, keşf ve keramet ehli olsunlar. Kitap ve sünnet ölçü olmadan kişinin nefsini tezkiye etmesi, Allah’ın rızasına ermesi mümkün değildir.

Ruhun yükselmesi gerçek anlamıyla zikirle olur. Onun için zikrin en temel işlevi; ruhu, yani onun manevi organları olan letaifleri manevi âlemlere doğru yükseltmesidir. Ruh yükseldiği zaman kişide cezbe ve vecd halleri görülür. Cezbe ve vecd halleri ruhun yükselmesi ile buna karşı koyan nefsin etkileşimi sonucu meydana gelir. Yani iki zıt gücün, itme ve çekim güçlerinin etkisi altında kalan ruhun hallerine cezbe ve vecd denmektedir. Tabii ruhun, nefsin özellikleri birbirinden farklı olduğu için cezbe ve vecd halleri de birbirinden farklı olmakta, bunların yüzlerce çeşidi bulunmaktadır. Cezbe ve vecdin ayırıcı ve ortak özelliği zikir sırasında duyulan aşırı duygusal ve coşkusal hallerdir. Her ne kadar bu hallere pek fazla kafayı takmamayı, bunlara takılmamayı önersek de, bunlar aslında büyük sermayelerdir. Zira cezbe ve vecd ruhun sonsuz bir hızla manevi yolculuğunda olduğunun işaretidir. Haller nefis makamları karşısında o kadar önemli olmasa da sonuçta nefis makamları bu hallerle aşılmaktadır. Hele Nakşibendiyye tarikatında cezbe ve vecd olmadığı zaman işler daha bir zorlaşmaktadır.

Nakşibendiyye tarikatında nefse yüklenilmemektedir. Halvet olmadığı gibi nafile oruçlar konusunda da müritler pek teşvik edilmez. Dolayısıyla Nakşibendiyye tarikatında rabıta ve zikir ile sofiler manevi yolculukta gıdalarını alırlar. Zikir ise cezbe ve vecd olamadığında kolay çekilmez. Hele sofi letaif zikrine geçtiğinde bu zikir zamanı bir iki saati bulacak, belki duruma göre daha da artırılacaktır. Onun için bu zikrin cezbe ve vecd halleri olmadan çekilmesi kolay olmayacaktır. Zira cezbe ve vecd halleri zikre doyulmaz bir tat katarlar. Ama bunun, yani cezbe ve vecdin bir insanda, zikir ehlinde olmaması çok enderdir. Çoğu kişide farklı bir nitelikte olsa da vardır. Bu cezbe ve vecd halleri zamanla da ortaya çıkabilir. Onun için zikre biraz sabretmek gerekir. Ne zaman zikirden az da olsa zevk almaya başlamışsak demek ki bizde bir çeşit cezbe ve vecd hali başlamış demektir. Buna da çok şükretmek gerekir. Çünkü büyük bir devlettir.

Ruh önce zulmani perdeleri, sonra da nurani perdeleri aşar. Yani sofi letaif nurlarını gördüğünde aslında bunlar da manevi yolculukta aşılması gereken perdelerdir. Bir son olamadığı gibi işe daha yeni koyulmak sayılsa yeridir.

Ruh yükselince pek çok âlemi geçer. Misal âlemine ulaştığında rüyalarının büyük kısmı hak olmaya başlar. Daha doğrusu burada hak rüyaları görme oranı sıklaşır.

Cinler âlemi de Misal âlemine yakındır. Ruh belli bir makam elde edince şeytanlarla imtihan edilebilir. Tabii şeytanlar her sofiye musallat olmazlar. Ama şunu unutmamak gerekir ki, insanlar şeytanlardan çok üstün olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla sofiler feyz ve nur kaynaklarına çokça yapışarak; yani zikir, rabıta ve murakabe ile bunları perişan ederler.

Tarih boyunca hiçbir sofinin bu şeytan musallatları yüzünden tımarhaneye (akıl hastanesine) düştüğünü sanmıyorum. Çünkü sofi biraz sıkıştı mı zikri, rabıtayı, murakabeyi artırarak rahatlama yoluna gider. Zaten şeytanların elindeki tek koz karşı cinsten olanları ile sofiyi zinaya düşürüp üzerindeki nur ve feyzi azaltmak, manevi yükselmesini önlemektir. Bunun için olmadık yalanlara başvururlar. Özellikle bu âlemde evlendin, çocukların oldu, şeyhülislamımızsın, liderimizsin… yalanları ile sofileri kendilerine bağlamaya çalışırlar. Bütün bunların nedeni de şeytanların insan soyuna olan amansız düşmanlıkları, kinleri ve kıskançlıklarıdır. Çünkü bir insanın Allah (c.c.) yolunda yürümesi, yükselmesi onları çıldırmaktadır.

Elbette cin ve şeytan musallatları ile tımarhaneye düşmüş insanlar vardır. Ama bunlar genellikle namazdan niyazdan uzak kimselerdir. Yani ellerinde zikir, rabıta, murakabe gibi nur ve feyz kaynakları olmadığı gibi dinden diyanetten uzak oldukları için çaresizlikle onların elinde oyuncak olurlar. Şeytanlar cinlerin inançsızlarına denir. Şeytanlar kesinlikle bir insanı öldüremezler. Sadece sinirler üzerinde yaptıkları etkilerle bazı organlarda ağırlık ve acı uyandırabilirler. Tabii böyle namazdan niyazdan uzak insanlar çok çaresiz oldukları için bu yükü kaldıramazlar, delirebilirler. Bunların onların ellerine düşmeleri de genellikle dayak, boşanma, yakınların kaybı… gibi büyük travmatik acılardır. Kişi kaldıramayacağı büyük bir psikolojik sıkıntı yaşadığı zaman genellikle şeytanlar onun bu çaresizliği üzerine musallat olabilmektedirler. Ama sofide ise durum tamamen farklıdır. Şeytanlar onu günaha düşüremedikleri için yani bu konuda yaşadıkları çaresizlikten dolayı sofiye musallat olurlar. Bu musallatları sırasında sofi uçkuruna sahip çıkarsa onları hezimete uğratır. Böylece daha yukarı manevi âlemlere ve makamlara yükselir. Yoksa zinaya düşerse manevi olarak olduğu yerde saymaya, gün be gün gerilemeye başlar. Yani şeytanlar sofiye musallat oldukları zaman sofi bunlar üzerine zaten galip durumdadır. Sofinin sürçmeleri zina ile meydana gelmektedir.

Şayet bir kişi şeytan musallatlarına maruz kalmadan veli olmuşsa derecesi hiçbir zaman şeytan musallatına maruz olanlar kadar olamaz. Bu da tabii işin ayrı bir yönüdür. Şer olarak gördüğümüz bir durum büyük makamlara vesile olmaktadır.

Yüce Allah (c.c.) manevi yolculukta taşıyamayacağımız yüklerle bizleri imtihan etmez. Nefsimizi imtihan için bazı yollar açar. Biz biraz gayret gösterdik mi yüce Allah (c.c.) üzerimizdeki ağırlığı kaldırır, bu sefer başka bir şeyle imtihan eder. Çünkü bu dünya imtihan yurdudur. Ahret için sermaye biriktirme yeridir. Ödül ve ceza yurdu değildir. Sermaye de imtihanlarla elde edilmektedir. Elbette O’nun rızasını kazanmak kolay değildir. Şairin de dediği gibi herkes haddini bilmelidir:

‘Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?’

Rıza biliyorsunuz usul-i aşerede en yüksek makam. Allah’tan iyi imtihanda olduğu gibi başımıza gelen bela ve musibetten de razı olmaktır. Oysa bizler bela ve musibetlere sabır bile gösterememekteyiz. Nerede kaldı bunlardan razı olmak… İnsan manevi âlemlerde uçar kaçar ama nefsi böyle rıza lokmasında tıkanır kalır. Bela ve musibet lokmaları bir türlü boğazından aşağı inmez. Son nefeste Allah’a (c.c.) isyan bile edebilir.

Melekût ve Ruhlar âlemi ise ruhun dünyaya gönderilmeden önce Allah’ın (c.c.) hitabına mazhar olduğu, biraz eğleştiği, büyük hazları yaşadığı yerlerdir. Buralar ruhun asli mekânları olduğu için ruh bu makamlara ulaştığında büyük bir huzur ve sevinç duyar. Bu âlemlerde türlü zevklerin yanında melekleri görmek ve onların Kuran-ı Kerim’i okumalarına şahit olmak gibi türlü zevkler de vardır. Kuran-ı Kerim’de yüce Allah’ın (c.c.) ruhlara bu dünyaya inmeden önce ilgili mekânda yaptığı sözleşme şöyle geçmektedir: ‘Hani Rabb’in (yaratılmazdan önce) Âdemoğullarının soy soplarını (n ruhlarını) almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin.)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü ‘Biz bundan habersizdik.’ dememeniz içindir (A’raf suresi, 172). İşte bu öyle bir hitap ki bunu hiçbir insan hatırlamasa da ruhu Allah’ın (c.c.) bu hitabıyla mest olmuş, dünyada hep bu ilahi âleme karşı bir özlem ve aşk içerisinde olmuştur. Ruhun tövbe etme ile ibadetlerle yükselmesinde bu aşk ve özlem birinci derecede rol oynamaktadır.

Bu sözleşmeden çıkan bir sonuç da hiçbir insanın ruh boyutunda Allah’ı inkâr edememesidir. Madde bataklığına batmış insanlar, ancak günahları daha bir rahat şekilde işlemek için büyük bir enerji ile ruhlarının bu seslerine kulaklarını tıkarlar. Fakat büyük bir sıkıntı ile karşılaştıklarında ruhlarının sesine uyarak gizlice Allah’a (c.c.) dua ederler. O zor durumdan kurtulunca bunu unuturlar. Genellikle eski yaşantılarına dönerler.

Allah’tan (c.c.) daima kolay bir imtihan istemeliyiz. Dini kendimize zorlaştırmamalıyız. Kitap ve sünnet dışına çıkmamalıyız. Tasavvuf yoluna girmişsek gayemizin de kitap ve sünnet olduğunu unutmamak gerekir. İslam’ın da tasavvufun da gayesi aynıdır. Kitap ve sünneti yaşamaktır. Tabii ehl-i tasavvuf bu konuda daha bir itina göstermelidir. Uçmanın kaçmanın ne tasavvufun gayesiyle ne de İslam’la bir ilgisi yoktur.

Tasavvuf yolu Allah (c.c.) rızası için nefsimizin şerrinden insanları kurtarmaktır. Kendimizi ıslah etmek, tasavvufun en temel davasıdır. Çünkü haller nefsin makamlarına hizmet ediyorsa bir işleve sahiptir. Yoksa çekilen şeyler, verilen emekler boştur. O zaman yaşanan haller de havaya gider. Bir şeye yaramaz.

Vahdet-i vücut ruhun yükselmesi, manevi âlemleri geçmesi üzerine duyulan, yaşanılan bir haldir. Bu dünyayı ve nefsi hiç olarak görmedir. Allah’tan başka tüm varlık âlemini ve nefsi yok saymaktır.

Allah’ın (c.c.) zatının ne varlık âlemi ile ne de kişinin varlığı ile bir ilgisi yoktur. Allah (c.c.) her şeyi ilim sıfatı ile yoktan var kılmıştır. Büyük velilerin ağzından ilahi sarhoşluk eseri çıkan sözlerde kesinlikle yüce Allah’ın (c.c.) zatının varlık âlemi ile veya kendileri ile bir ilgisinin oldukları söylenilmemiş, kendilerini ve varlık âlemini yokluğa verip yüce Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği duygusu anlatılmak istenmiştir.

Vahdet vücut hali çok mübarek bir haldir. Tasavvufun kalbi, ideolojisidir. Tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat konularına vakıf olmak bir sofi için şarttır. Bunlar hakkında yazılarımız sitede vardır. Ama özellikle her halde nefsini ve dünyayı yok kılmak, özellikle tevhit ve nefy ü ispat zikrinde bu düşünceyle ve duyguyla zikretmek büyük yararlar sağlar. Ruhu sonsuz bir hızla istikamete doğru yükseltir.

Bir insan ibadetlerini fena hali ile (kendisini sanki yok kılarak) yaparsa ruhu daimi zikirde olduğu gibi yükselir.

Letaifler Emir (Ceberut) âlemindeki yerlerine vardıktan sonra ruh ayan-ı sabitesine (varlık nedeni, değişmez varoluşuna) ulaşır. Bu nefsin fenafillâh mertebesine işarettir. Kişi bu sırada zikirde Allah dışında bütün varlık âlemini ve kendisini yok hükmünde sayar. Böyle bir halet-i ruhiyeye bürünür. Bundan sonra Allah’ın (c.c.) isimlerinde ve sıfatlarında seyir başlar. Nefsin bekabillah ile şereflendiği yani üstün ahlaki özellikler kazandığı dönemdir bu. Bu dönemde usul-i aşeredeki hususlar nefiste karakter olarak kendisini gösterir. Velilik bu aşamadan sonra söz konusu olur.

Yüce Allah (c.c.), İslam’ı yaşamayı, bu sayede başkalarına örnek olarak yaşatmayı nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
 
Top