Forumlar
Yeni Mesajlar
CerezExtra
EĞLENCE ↓
Şans Kurabiyesi
Renk Falınız
ÇerezRADYO
Sevgiliye Özel
ÇerezDERGİ
Hızlı Okuma Testleri
Pratik Çözümler
Yeniler
Yeni Mesajlar
Yeni ürünler
Yeni kaynaklar
Son Aktiviteler
İndir
En son incelemeler
Dükkan
Giriş
Kayıt
Yeniler
Yeni Mesajlar
Menu
Giriş
Kayıt
Uygulamayı yükle
Yükle
Forumlar
Güncel
İlginç Bilgiler
Yorgunluğun statü haline gelmesi
JavaScript devre dışı bırakıldı. Daha iyi bir deneyim için, devam etmeden önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
You are using an out of date browser. It may not display this or other websites correctly.
You should upgrade or use an
alternative browser
.
Konuya cevap yaz
Mesaj
<blockquote data-quote="dderya" data-source="post: 906817" data-attributes="member: 112565"><p>18.yüzyılda bir ara, doktorlar ve filozoflar, bireyin zayıflığını takatsizliğin kaynağı olarak görmekten vazgeçtiler ve suçu toplumsal değişimlere atmayı tercih ettiler. O zamandan beri, takatsizlik modern hayatın talepleriyle ilişkilendiriliyor. Takatsizlik salgınları hakkında endişelenenler genellikle, eskiye, daha az hareketli günlere dönüş özlemi çeken kültürel muhafazakarlardır; hastalığı tedavi etmek için daha ilahi yollar keşfettiklerinden, teşhis koymaya da dünden hazırdırlar. Fakat Schaffner, birçok eleştirmenin -tedaviye ihtiyaç olduğunu söyleseler de- takatsizliği bir seçkinlik işareti olarak gördüklerini belirtiyor. Bu fikrin kökeni, Aristoteles’e kadar uzanıyor. “Felsefe, devlet adamlığı, şiir veya sanatta öne çıkan kişiler neden hep melankoliktir?” diye soruyor <em>Problemata’</em>da.</p><p></p><p>Amerikalı Nörolog ve önde gelen nevrasteni teorisyeni George M. Beard, hastalığı orta ve üst sınıflarla ilişkilendirmişti; 1881’de, nevrasteniye eğilimli insan tipini şöyle tarif ediyordu: “<em>ince, yumuşak saçlı, hassas ciltli, güzel, biçimli anatomiye sahip, ince kemikli… Bu, barbar, aşağı tabakadan ve eğitimsiz kişilerin yapısı (bünyesi) olmaktan ziyade; medeni, saf ve eğitimli bireyin bünyesidir</em>.” Nevrasteninin bir cazibe mevzusu haline gelmesine ve onu kendilerinde tespit edebileceklere üstünlük vaat etmesine şaşmamak gerek.</p><p></p><p><strong>Bugün, takatsizlik hala bir statü göstergesi olarak görülüyor; fakat farklı bir çeşit statü. Yorgun olduğunuzu söylemek önemli, talep gören ve başarılı biri olduğunuzu ima etmektir. Bu, kendinizi kederli bir biçimde “çok meşgul” olarak göstermekle alakalı ki doğal olarak, onca meşguliyetten sonra sizi bekleyen şey yorgunluktur. </strong>Schaffner’ın anlatısında, takatsizliğin prestijle ilişkilendirilmesi, duygusal tükenmişlik formunda belirginleşir. İlk olarak 1970’lerde, kamu sektöründeki çalışanların muzdarip olduğu yorgunluğu tarif etmek için kullanılan “tükenmişlik” giderek artan kötümserlik ve hissizliğin yanısıra, azalan kişisel başarı duygusuyla da karakterize edildi. O tarihten itibaren, bu uygulama, özellikle tükenmişliğin sıradan medya tartışmalarında popüler bir mevzu olduğu Almanya, İsveç ve Hollanda’da bütün yıpranmış, kapasitesinden fazla çalışan işçiler için genişletildi. Çalışanın zihinsel ve fiziksel niteliğinden ziyade, çalışma şartları nedeniyle oluşan tükenmişlik, depresyonun daha makul, daha prestijli bir kuzenidir. Alman gazeteci Sebastian Beck’in de belirttiği gibi: <em>“Sadece kaybedenler depresyona girer. Tükenmişlik, kazananların teşhisidir; özellikle de öncel kazananların.”</em></p><p></p><p>Schaffner, 20.yüzyıl başlarına geldiğinde, kitabındaki en büyük problemi ortaya serer: takatsizlik teorileri ve takatsizliğe dair gerçek deneyimler arasındaki büyük görüş ayrılığını. Bu ayrılık, kronik yorgunluk sendromu’nu anlatan bölümde doruk noktasına ulaşır. Ki, bu konuda tıbbi uygulayıcılar ve hastalar sıklıkla son derece farklı görüşler belirtirler. Birçok doktor ve araştırmacı, sendromu tetikleyen mikrobiyolojik bir unsur olduğunda hemfikir olsa da, aynı zamanda, hastanın davranışsal ve psikolojik tepkilerinin durumu sürekli kıldığını görüyorlar. Uç noktalarda, bu görüş, KYS’nin (Kronik Yorgunluk Sendromu) fiziksel semptomlar gösteren psikolojik bir hastalık olduğunu kabul ediyor. Bu sırada, birçok hasta -genellikle eve mahkum, hatta yatalak, en basit işi bile zayıflatıcı yorgunluğa düşmeden yapamayan kişiler- bu modeli şiddetle reddederek, KYS’nin sadece fiziksel bir hastalık olduğunu savunuyorlar.</p><p></p><p>Schaffner, KYS hakkında yazarken, girişte bahsettiği tıp tarihçisi Edward Shorter’dan ödünç alınan bir fikre geri dönüyor: hastaların zamanlarının medikal ve kültürel söylemlerini özümseyerek, bilinçsizce, doktorların ciddiye alacağı psikosomatik semptomları sergiledikleri fikri. Shorter, KYS’nin bütünüyle zihinde ve histerinin, aksinin kanıtlanması imkansız ve santral sinir paradigmasının etkisi altındaki doktorların fikirleriyle bağdaşan, öznel semptomlar (tükenmişlik, kas ağrısı) gösteren 20. yüzyıl versiyonu olduğuna inanıyordu.</p><p></p><p>Tükenmişliğe dair otobiyografik hikayeler ve ilişkilendirildiği hastalıklar, Schaffner’ın kitabının en canlı kısımlarını oluşturuyor ve psikolojik durumlar hakkında düşünmekle onları deneyimlemek arasındaki farkı vurguluyor. “<em>The Noonday Demon: An Atlas of Depression</em>” (Öğle Vakti Şeytanları: Bir Depresyon Atlası) adlı kitabında Andrew Solomon, depresyonun zihninde kök salışını meşe ağacını kaplayan sarmaşık örneğiyle açıklar: “ağacı belli bir mesafeden ayırt edilmeleri olanaksız hale gelene kadar çevreler.” Schaffner’ın anlattığı modellerden hiçbiri, tükenmiş bireyin bunalımını ve çaresizliğini yansıtmaya yaklaşamaz.</p><p></p><p>Bu bakımdan, Schaffner’ın geçtiğimiz yüzyıldan ve elli yıl öncesinden (kitabın yarısından fazlası bu döneme odaklanıyor) derlediği tükenmişlik hikayeleri hayal kırıklığı yaratıyor. Kitabın başından itibaren, tükenmişliğin anahtar tema olduğu edebi eserleri tartışır. Bunlara Canterbury Hikayeleri ve İlahi Komedya da dahildir. Fakat, 19. yüzyıl ortalarına ulaşana kadar, bu çalışmalar, en azından Schaffner’ın yorumuyla, büyük ölçüde ortaya çıktıkları zamanlara özgü olarak tanımladığı teorileri tasvir etmeye hizmet ediyorlardı. Çoğunlukla, örneğin, tükenmişliğinin günah olduğuna inanan yorgun bir 14. yüzyıl keşişi ya da bir 19. yüzyıl işçisi gibi hissetmenin nasıl olduğuna dair bir ipucu vermek ve uyumaktan yemek yemeye endüstrileşmeyle değişen hayat tarzını yansıtmak yerine, şematik yada dogmatik bir yapı çiziyorlardı.</p><p></p><p>Bu işçinin, yorgunluğu benim kendi tükenmişliğimi hissettiğimden nasıl farklı bir şekilde hissettiğini bilmiyorum. Dizüstü bilgisayarımın başında geçirdiğim bir günden sonra, stres içinde bu makaleyi yazıp bir yandan da elektronik postalara cevap veriyor, haberleri ve Twitter’ı takip ediyorum. Eğer her birimiz farklı yorgunluk deneyimlerine sahipsek, her ikisi de doğru olmalı çünkü günlerimizi farklı şekillerde değerlendiriyoruz ve durumumuz hakkında farklı şeylere inanıyoruz. Fark şu ki, eğer varsa, yorgunluğunuzun, bir gezegenden ya da zayıf sinirlerden veya seks hakkında çok fazla düşünmekten kaynaklandığını belirten kültürel söylemleri bilinçsizce özümsemek sizi yoruyor mu/yorgun hissetmenize neden oluyor mu? Schaffner bunun üzerine düşünmüyor. Fakat, bunun bize bireysel tükenmişlik deneyimlerimiz hakkında daha berrak bir bakış açısı verebileceğini bilmek, bu duygunun, çevremizin ya da daha evrensel bir şeyin ürünü mü yoksa, bütün insan topluluklarında yer edinebilen değişmez bir sıkıntı mı olduğunun göstergesi olacaktır. Tükenmişliğin modern bir fenomen olmadığına ilişkin ısrarına rağmen, Shaffner’ın kitabı, bu durumun yakın zamana kadar yaşanmış olmaktan çok teorize edilmiş olduğuna dair yanıltıcı bir his yaratıyor. “Tükenmişlik” teoriyi ve deneyimi birleştirdiğinde, oldukça sürükleyici bir hal alıyor ki bu durum, tükenmiş atalarımızın yüzyıllar boyunca sessiz kaldığını düşünürsek, daha üzücü bir boyut kazanıyor.</p><p></p><p><strong>Yazar:</strong> Hannah Rosefield, yazar ve Harvard Üniversitesi İngilizce bölümü doktora adayı.</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="dderya, post: 906817, member: 112565"] 18.yüzyılda bir ara, doktorlar ve filozoflar, bireyin zayıflığını takatsizliğin kaynağı olarak görmekten vazgeçtiler ve suçu toplumsal değişimlere atmayı tercih ettiler. O zamandan beri, takatsizlik modern hayatın talepleriyle ilişkilendiriliyor. Takatsizlik salgınları hakkında endişelenenler genellikle, eskiye, daha az hareketli günlere dönüş özlemi çeken kültürel muhafazakarlardır; hastalığı tedavi etmek için daha ilahi yollar keşfettiklerinden, teşhis koymaya da dünden hazırdırlar. Fakat Schaffner, birçok eleştirmenin -tedaviye ihtiyaç olduğunu söyleseler de- takatsizliği bir seçkinlik işareti olarak gördüklerini belirtiyor. Bu fikrin kökeni, Aristoteles’e kadar uzanıyor. “Felsefe, devlet adamlığı, şiir veya sanatta öne çıkan kişiler neden hep melankoliktir?” diye soruyor [I]Problemata’[/I]da. Amerikalı Nörolog ve önde gelen nevrasteni teorisyeni George M. Beard, hastalığı orta ve üst sınıflarla ilişkilendirmişti; 1881’de, nevrasteniye eğilimli insan tipini şöyle tarif ediyordu: “[I]ince, yumuşak saçlı, hassas ciltli, güzel, biçimli anatomiye sahip, ince kemikli… Bu, barbar, aşağı tabakadan ve eğitimsiz kişilerin yapısı (bünyesi) olmaktan ziyade; medeni, saf ve eğitimli bireyin bünyesidir[/I].” Nevrasteninin bir cazibe mevzusu haline gelmesine ve onu kendilerinde tespit edebileceklere üstünlük vaat etmesine şaşmamak gerek. [B]Bugün, takatsizlik hala bir statü göstergesi olarak görülüyor; fakat farklı bir çeşit statü. Yorgun olduğunuzu söylemek önemli, talep gören ve başarılı biri olduğunuzu ima etmektir. Bu, kendinizi kederli bir biçimde “çok meşgul” olarak göstermekle alakalı ki doğal olarak, onca meşguliyetten sonra sizi bekleyen şey yorgunluktur. [/B]Schaffner’ın anlatısında, takatsizliğin prestijle ilişkilendirilmesi, duygusal tükenmişlik formunda belirginleşir. İlk olarak 1970’lerde, kamu sektöründeki çalışanların muzdarip olduğu yorgunluğu tarif etmek için kullanılan “tükenmişlik” giderek artan kötümserlik ve hissizliğin yanısıra, azalan kişisel başarı duygusuyla da karakterize edildi. O tarihten itibaren, bu uygulama, özellikle tükenmişliğin sıradan medya tartışmalarında popüler bir mevzu olduğu Almanya, İsveç ve Hollanda’da bütün yıpranmış, kapasitesinden fazla çalışan işçiler için genişletildi. Çalışanın zihinsel ve fiziksel niteliğinden ziyade, çalışma şartları nedeniyle oluşan tükenmişlik, depresyonun daha makul, daha prestijli bir kuzenidir. Alman gazeteci Sebastian Beck’in de belirttiği gibi: [I]“Sadece kaybedenler depresyona girer. Tükenmişlik, kazananların teşhisidir; özellikle de öncel kazananların.”[/I] Schaffner, 20.yüzyıl başlarına geldiğinde, kitabındaki en büyük problemi ortaya serer: takatsizlik teorileri ve takatsizliğe dair gerçek deneyimler arasındaki büyük görüş ayrılığını. Bu ayrılık, kronik yorgunluk sendromu’nu anlatan bölümde doruk noktasına ulaşır. Ki, bu konuda tıbbi uygulayıcılar ve hastalar sıklıkla son derece farklı görüşler belirtirler. Birçok doktor ve araştırmacı, sendromu tetikleyen mikrobiyolojik bir unsur olduğunda hemfikir olsa da, aynı zamanda, hastanın davranışsal ve psikolojik tepkilerinin durumu sürekli kıldığını görüyorlar. Uç noktalarda, bu görüş, KYS’nin (Kronik Yorgunluk Sendromu) fiziksel semptomlar gösteren psikolojik bir hastalık olduğunu kabul ediyor. Bu sırada, birçok hasta -genellikle eve mahkum, hatta yatalak, en basit işi bile zayıflatıcı yorgunluğa düşmeden yapamayan kişiler- bu modeli şiddetle reddederek, KYS’nin sadece fiziksel bir hastalık olduğunu savunuyorlar. Schaffner, KYS hakkında yazarken, girişte bahsettiği tıp tarihçisi Edward Shorter’dan ödünç alınan bir fikre geri dönüyor: hastaların zamanlarının medikal ve kültürel söylemlerini özümseyerek, bilinçsizce, doktorların ciddiye alacağı psikosomatik semptomları sergiledikleri fikri. Shorter, KYS’nin bütünüyle zihinde ve histerinin, aksinin kanıtlanması imkansız ve santral sinir paradigmasının etkisi altındaki doktorların fikirleriyle bağdaşan, öznel semptomlar (tükenmişlik, kas ağrısı) gösteren 20. yüzyıl versiyonu olduğuna inanıyordu. Tükenmişliğe dair otobiyografik hikayeler ve ilişkilendirildiği hastalıklar, Schaffner’ın kitabının en canlı kısımlarını oluşturuyor ve psikolojik durumlar hakkında düşünmekle onları deneyimlemek arasındaki farkı vurguluyor. “[I]The Noonday Demon: An Atlas of Depression[/I]” (Öğle Vakti Şeytanları: Bir Depresyon Atlası) adlı kitabında Andrew Solomon, depresyonun zihninde kök salışını meşe ağacını kaplayan sarmaşık örneğiyle açıklar: “ağacı belli bir mesafeden ayırt edilmeleri olanaksız hale gelene kadar çevreler.” Schaffner’ın anlattığı modellerden hiçbiri, tükenmiş bireyin bunalımını ve çaresizliğini yansıtmaya yaklaşamaz. Bu bakımdan, Schaffner’ın geçtiğimiz yüzyıldan ve elli yıl öncesinden (kitabın yarısından fazlası bu döneme odaklanıyor) derlediği tükenmişlik hikayeleri hayal kırıklığı yaratıyor. Kitabın başından itibaren, tükenmişliğin anahtar tema olduğu edebi eserleri tartışır. Bunlara Canterbury Hikayeleri ve İlahi Komedya da dahildir. Fakat, 19. yüzyıl ortalarına ulaşana kadar, bu çalışmalar, en azından Schaffner’ın yorumuyla, büyük ölçüde ortaya çıktıkları zamanlara özgü olarak tanımladığı teorileri tasvir etmeye hizmet ediyorlardı. Çoğunlukla, örneğin, tükenmişliğinin günah olduğuna inanan yorgun bir 14. yüzyıl keşişi ya da bir 19. yüzyıl işçisi gibi hissetmenin nasıl olduğuna dair bir ipucu vermek ve uyumaktan yemek yemeye endüstrileşmeyle değişen hayat tarzını yansıtmak yerine, şematik yada dogmatik bir yapı çiziyorlardı. Bu işçinin, yorgunluğu benim kendi tükenmişliğimi hissettiğimden nasıl farklı bir şekilde hissettiğini bilmiyorum. Dizüstü bilgisayarımın başında geçirdiğim bir günden sonra, stres içinde bu makaleyi yazıp bir yandan da elektronik postalara cevap veriyor, haberleri ve Twitter’ı takip ediyorum. Eğer her birimiz farklı yorgunluk deneyimlerine sahipsek, her ikisi de doğru olmalı çünkü günlerimizi farklı şekillerde değerlendiriyoruz ve durumumuz hakkında farklı şeylere inanıyoruz. Fark şu ki, eğer varsa, yorgunluğunuzun, bir gezegenden ya da zayıf sinirlerden veya seks hakkında çok fazla düşünmekten kaynaklandığını belirten kültürel söylemleri bilinçsizce özümsemek sizi yoruyor mu/yorgun hissetmenize neden oluyor mu? Schaffner bunun üzerine düşünmüyor. Fakat, bunun bize bireysel tükenmişlik deneyimlerimiz hakkında daha berrak bir bakış açısı verebileceğini bilmek, bu duygunun, çevremizin ya da daha evrensel bir şeyin ürünü mü yoksa, bütün insan topluluklarında yer edinebilen değişmez bir sıkıntı mı olduğunun göstergesi olacaktır. Tükenmişliğin modern bir fenomen olmadığına ilişkin ısrarına rağmen, Shaffner’ın kitabı, bu durumun yakın zamana kadar yaşanmış olmaktan çok teorize edilmiş olduğuna dair yanıltıcı bir his yaratıyor. “Tükenmişlik” teoriyi ve deneyimi birleştirdiğinde, oldukça sürükleyici bir hal alıyor ki bu durum, tükenmiş atalarımızın yüzyıllar boyunca sessiz kaldığını düşünürsek, daha üzücü bir boyut kazanıyor. [B]Yazar:[/B] Hannah Rosefield, yazar ve Harvard Üniversitesi İngilizce bölümü doktora adayı. [/QUOTE]
Alıntıları ekle...
İsim
Spam kontrolü
En iyi yönetim şekli?
Cevapla
Forumlar
Güncel
İlginç Bilgiler
Yorgunluğun statü haline gelmesi
Top