Yaz gecesi.
Berrak bir yaz gecesi. Yıldızlar gökyüzünden yere inmiş sanki. Sanki elini uzatsan tutulacak gibi.
Kardeşim Kenan’la damda yatıyoruz.
Sırtüstü yatmış yıldızlara bakıyoruz.
Hiç konuşmuyoruz.
Gece kuşları kesik kesik ötüyor, arada bir uzaklardan köpek sesleri geliyor.
Kenan aniden:
— Abi!
— Hı!
— Gökte herkesin bir yıldızı varmış diyorlar, doğru mu?
— Bilmem, doğrudur belki.
— Benim yıldızım hangisi acaba?
— Ohoo... Milyonla, milyarla yıldız var, ne bileyim ben.
— Olsun ben birini seçmek istiyorum, sen de seç.
Hoşuma gitti bu.
— Hadi seçelim.
Kenan’a yıldızlardan söz açıyorum.
Okulda öğrendiğim bilgileri bir bir sıralıyorum. Bak şu ters cezve biçiminde olan Küçük Ayı, onun yanındaki Büyük Ayı diyerek ve onun "Hani, hani, hangisi" demelerine aldırmayarak bilgiç bilgiç konuşuyorum.
Kenan henüz okula gitmiyor, seneye inşallah.
Sonunda bir parlak yıldız seçiyor.
"Bu benim yıldızım işte" diyor. Tam Keşiş Dağı’nın tepesine doğru sarkan yıldız. Yerini belliyoruz.
Ben de bir yıldız seçiyorum, saçmalık, ama olsun; o daha çocuk.
Derken bir yıldız kayıyor.
Ardından ışıklı bir iz bırakarak gözden kayboluyor.
Kenan heyecanla:
— Abi bak biri kaydı. Kayıp kayboldu. Yıldızlar nereye gidiyor, böyle?
— Onu bilmiyorum ama!...
— Ama!
— Bir yıldız kayarsa, derler ki o yıldızın sahibi ölmüştür.
— O anda mı?
— Evet.
Kenan üzülüyor, yüzünü bana dönerek:
— Bakmayalım abi. Hani olur ya, yine kayar belki.
— Peki, bakmayalım.
***
Dayım geldi.
Dayım Almanya’dan geldi ve bana bir bisiklet, Kenan’a da top getirdi.
Dayım benim küçüklüğümü biliyor, Kenan’ı hiç görmemiş. Dayım Almanya’ya gideli çok oluyormuş. Çoktandır gelmiyormuş. Şimdi izine geldi. Geldi ve evimiz şenlendi. Ama hemen dönecek. İzni çok kısa imiş. Dayım beni kucağına aldı, şöyle havada bir çevirdi, yüzü kızardı, nefesi daraldı:
— Ulan amma büyümüşsün be kerata, dedi.
Dayımın elini öptüm, teşekkür ettim.
Dayım Kenan’ın da saçını okşadı, anneme işaret ederek:
— Vay be, tıpkı ben, dedi.
Annem:
— Ee… Ne demişler, oğlan dayıya, kız bibiye çeker.
Bizim orada halaya bibi diyorlar.
Hep bir bisikletim olsun istemiştim. Ama biz varlıklı değiliz, alamadı babam. Ben büyürken kasabada bisikleti olan çocuklara imrenir, onların ardısıra koşar, "No’lur bir tur da ben bineyim" diye yalvarırdım. Vermezlerdi. Bizim kasaba çok küçük, çok az bisiklet var, onlar da memur çocuklarının.
Şimdi benim de bir bisikletim var işte. Hepsini çatlatacağım bindirmeyeceğim. Hergün silip parlatacağım. Zaten yepyeni, gıcır. Kasabanın en güzel bisikleti bu. Kendim bile binmeye kıyamıyorum. Ya düşersem, ya bisiklete birşey olursa.
Ama dayanamadım, ara sıra binmeye başladım. Kenan peşim sıra koşuyor "Abi beni de bindir, bana da öğret, no’lur" diye yalvarıyor. Hiç bindirir miyim. "Olmaz, sen daha küçüksün, bacakların yetişmez, git topunla oyna" diyorum. Ağlıyor, tepiniyor, "Napim topu, ben bisiklete binmek istiyorum" diye mızıldanıyor.
Hayır, olmaz.
Gitti anneme şikayet etti, annem bana hak verdi. Kenan büsbütün aksileşti, ağladı-tepindi, sonunda küstü.
Küsüp dama çıktı, güvercin uçurmaya daldı.
Oh... Uçursun. Beni rahat bıraksın da.
Kasabanın sokaklarında bisikletimle dolaşırken herkes bana bakıyor, çocuklar toplaşıyor, sağını solunu ellemeye kalkıyorlar. "Bırakın lan, dokunmayın pis ellerinizle" diye onları azarlıyorum. Onların bisikletleri eski-püskü. Hem yerli malı. Benimkisi öyle mi, Alman malı.
Sade Abdurrahman’a izin verdim.
Geldi bisikletin her yanını yokladı, hayırlı olsun dedi. Binmek istemedi, hem zaten sürmesini bilmiyor.
Abdurrahman yetim.
Babası hamaldı sebze halinde. Geçen yıl öldü. Bunlar çok fakir, anası hasta. Abdurrahman okulu bıraktı, bir tartı âleti ile çarşıda dikilmeye başladı. Üç-beş kuruş kazanıyor. İyi çocuk, dersleri de çok iyi idi.
Abdurrahman’ın durumuna üzülüyorum.
Valla sürmesini bilse bir tur bindirirdim.
Berrak bir yaz gecesi. Yıldızlar gökyüzünden yere inmiş sanki. Sanki elini uzatsan tutulacak gibi.
Kardeşim Kenan’la damda yatıyoruz.
Sırtüstü yatmış yıldızlara bakıyoruz.
Hiç konuşmuyoruz.
Gece kuşları kesik kesik ötüyor, arada bir uzaklardan köpek sesleri geliyor.
Kenan aniden:
— Abi!
— Hı!
— Gökte herkesin bir yıldızı varmış diyorlar, doğru mu?
— Bilmem, doğrudur belki.
— Benim yıldızım hangisi acaba?
— Ohoo... Milyonla, milyarla yıldız var, ne bileyim ben.
— Olsun ben birini seçmek istiyorum, sen de seç.
Hoşuma gitti bu.
— Hadi seçelim.
Kenan’a yıldızlardan söz açıyorum.
Okulda öğrendiğim bilgileri bir bir sıralıyorum. Bak şu ters cezve biçiminde olan Küçük Ayı, onun yanındaki Büyük Ayı diyerek ve onun "Hani, hani, hangisi" demelerine aldırmayarak bilgiç bilgiç konuşuyorum.
Kenan henüz okula gitmiyor, seneye inşallah.
Sonunda bir parlak yıldız seçiyor.
"Bu benim yıldızım işte" diyor. Tam Keşiş Dağı’nın tepesine doğru sarkan yıldız. Yerini belliyoruz.
Ben de bir yıldız seçiyorum, saçmalık, ama olsun; o daha çocuk.
Derken bir yıldız kayıyor.
Ardından ışıklı bir iz bırakarak gözden kayboluyor.
Kenan heyecanla:
— Abi bak biri kaydı. Kayıp kayboldu. Yıldızlar nereye gidiyor, böyle?
— Onu bilmiyorum ama!...
— Ama!
— Bir yıldız kayarsa, derler ki o yıldızın sahibi ölmüştür.
— O anda mı?
— Evet.
Kenan üzülüyor, yüzünü bana dönerek:
— Bakmayalım abi. Hani olur ya, yine kayar belki.
— Peki, bakmayalım.
***
Dayım geldi.
Dayım Almanya’dan geldi ve bana bir bisiklet, Kenan’a da top getirdi.
Dayım benim küçüklüğümü biliyor, Kenan’ı hiç görmemiş. Dayım Almanya’ya gideli çok oluyormuş. Çoktandır gelmiyormuş. Şimdi izine geldi. Geldi ve evimiz şenlendi. Ama hemen dönecek. İzni çok kısa imiş. Dayım beni kucağına aldı, şöyle havada bir çevirdi, yüzü kızardı, nefesi daraldı:
— Ulan amma büyümüşsün be kerata, dedi.
Dayımın elini öptüm, teşekkür ettim.
Dayım Kenan’ın da saçını okşadı, anneme işaret ederek:
— Vay be, tıpkı ben, dedi.
Annem:
— Ee… Ne demişler, oğlan dayıya, kız bibiye çeker.
Bizim orada halaya bibi diyorlar.
Hep bir bisikletim olsun istemiştim. Ama biz varlıklı değiliz, alamadı babam. Ben büyürken kasabada bisikleti olan çocuklara imrenir, onların ardısıra koşar, "No’lur bir tur da ben bineyim" diye yalvarırdım. Vermezlerdi. Bizim kasaba çok küçük, çok az bisiklet var, onlar da memur çocuklarının.
Şimdi benim de bir bisikletim var işte. Hepsini çatlatacağım bindirmeyeceğim. Hergün silip parlatacağım. Zaten yepyeni, gıcır. Kasabanın en güzel bisikleti bu. Kendim bile binmeye kıyamıyorum. Ya düşersem, ya bisiklete birşey olursa.
Ama dayanamadım, ara sıra binmeye başladım. Kenan peşim sıra koşuyor "Abi beni de bindir, bana da öğret, no’lur" diye yalvarıyor. Hiç bindirir miyim. "Olmaz, sen daha küçüksün, bacakların yetişmez, git topunla oyna" diyorum. Ağlıyor, tepiniyor, "Napim topu, ben bisiklete binmek istiyorum" diye mızıldanıyor.
Hayır, olmaz.
Gitti anneme şikayet etti, annem bana hak verdi. Kenan büsbütün aksileşti, ağladı-tepindi, sonunda küstü.
Küsüp dama çıktı, güvercin uçurmaya daldı.
Oh... Uçursun. Beni rahat bıraksın da.
Kasabanın sokaklarında bisikletimle dolaşırken herkes bana bakıyor, çocuklar toplaşıyor, sağını solunu ellemeye kalkıyorlar. "Bırakın lan, dokunmayın pis ellerinizle" diye onları azarlıyorum. Onların bisikletleri eski-püskü. Hem yerli malı. Benimkisi öyle mi, Alman malı.
Sade Abdurrahman’a izin verdim.
Geldi bisikletin her yanını yokladı, hayırlı olsun dedi. Binmek istemedi, hem zaten sürmesini bilmiyor.
Abdurrahman yetim.
Babası hamaldı sebze halinde. Geçen yıl öldü. Bunlar çok fakir, anası hasta. Abdurrahman okulu bıraktı, bir tartı âleti ile çarşıda dikilmeye başladı. Üç-beş kuruş kazanıyor. İyi çocuk, dersleri de çok iyi idi.
Abdurrahman’ın durumuna üzülüyorum.
Valla sürmesini bilse bir tur bindirirdim.