Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var…

Gül 34

Usta

kuzey ışıkları... bir gün göreceğim onları!​

(100. yazımmış bu. O zaman özel bir yazı olması gerek ? Buyrun size gayet kişisel bir yazı…)
Ne güzel şiirdir, Ataol Behramoğlu’nun “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” şiiri. Hatta üniversite yıllarımda Can Yücel’den “Her şey sende gizli” ile birlikte yol göstericilerimden olmuştu… Ama bu yazıda ondan bahsetmeyeceğim. Bu yazıda size biraz ukalâlık taslayacağım! Evet ya, daha otuzuna bile gelmemiş bir insanın “yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” deyip yaşamla ilgili ahkâm kesmesi düpedüz ukalâlıktır bence! Bu yazıyı okuyan 50’lerinde, 60’larında teyzeler-amcalar varsa belki de içlerinden: “Hıh, kıçı boklu ufaklık hayat hakkında ahkâm kesiyor!” diyorlardır (tamam haklısınız da, ayıp oluyo yani, lütfen hakaret etmeyelim teyzecim aaaa!…) Ama bundan belki 20 sene, 30 sene sonra bu yazıyı yeniden okuyup bu yaşımda neler düşünmüşüm, 20’lerimin sonunda hayatta neleri bilirmişim, neleri öğrenmem için henüz vakit varmış, görmek istedim belki… Yani daha çok kendim için yazıyorum bu yazıyı. Yine de, 10’lu yaşlarını ya da 20’lerinin ilk yarısını süren genç arkadaşlara da faydası olacağı kanaatindeyim; bazen hayatta daha kolay ilerlemek için kestirmeden gitmek gerekir, bu kestirmelerin en güzeli de başkasının tecrübelerinden ders almaktır ? İyisi mi lâfı uzatmayayım, bilin bakalım ben bu yaşıma kadar hayatta neler öğrendim?

-Öncelikle, soğanları pembeleşinceye kadar kavurmak diye bir şey yok! Soğanlar pembeleşmiyor, önce sararıyor, sonra da direk kararıyorlar! Yemek kitaplarında yazanlar yalan, hepimizi kandırıyorlar, İlluminati, Gladio, derin devlet, ajsjsakjsakjsdhjsajhaskj!! ? ?
Tamam lan tamam, ciddi oluyorum bundan sonra. Valla bak. ? ? Asıl öğrendiklerim şunlar:

-Öncelikle, açık görüşlü olmayı öğrendim. Hayatta herkesin başka bir doğrusu var; ve kimse kendi doğrusunun bir başkasınınkinden daha iyi olduğunu iddia edemez! Kızılderili atasözüdür, birini yargılamadan önce onun makosenlerini giyip yürümen gerekir, yani hayata onun baktığı pencereden bakmalısın. Bunu yapabildiğin, karşındakiyle empati kurabildiğin kadarıyla insansın. Ama bu demek değil ki, kendi doğruların ve inandıkların olmasın. Olsun elbette. Hayatta bir duruşun olsun… Yalnızca; yaptıkları, düşündükleri sana çok aykırı da gelse insanları yargılamadan önce bir dur, bir düşün. Onun yerinde olsan sen nasıl hissederdin, bir düşün. Ve hemen ağzından salyalar saçarak birilerini suçlama. Çabuk gaza gelme! Sanırım toplumumuzun en büyük sorunu da bu; biz çok çabuk gaza geliyoruz arkadaş! Yapmayalım böyle, sonra yargısız infazlar, toz toprak gürültü, hepsi birbirine karışıyor… Saygı, hepimize biraz daha saygı lâzım: Karşımızdaki kişileri dinci/lâik, solcu/sağcı, alevi/sünni, Kürt/Türk diye yaftalamadan önce insan oldukları için saygı duymamız lâzım… Kendi adıma bu konuda başarılı olduğumu düşünüyorum. Yani tamam, herkes gibi benim de önyargılarım var, ben de bazen “Yahudiler şöyledir… Çinliler böyledir…” diye genellemelere gidiyorum, bunu inkâr edemem… Ama yine de tüm genellemelerin yanlış olduğunu, her memleketin iyisi de kötüsü de olduğunu iyi öğrendim. Bu yüzden birilerine saydırmaya başlamak konusunda hep çekimser davranmışımdır; sonuçta haksız olduğunu anlayıp büyük bir utanç ve vicdan azabı duymak da var…

-Enerjini tüketen insanlardan uzak dur! Sanırım en iyi öğrendiğim şeylerden biri de bu. Aslında hayır demeyi çok da becerebilen bir insan değilimdir (biraz fazla naziğim…); ama yakın arkadaşım, dostum yapacağım insanları iyi seçerim. Mızmız, kıskanç, kendini dünyanın merkezi zanneden insanlardan arkama bile bakmadan kaçarım! ? Tamam, bunlardan kaçmak her zaman mümkün olamıyor, kabul. Ama kaçamasam bile ilişkiyi meraba-meraba kıvamında tutmaya çalışırım, evet bunu iyi yapıyorum galiba ? Arkadaş dediğin seni geliştirmeli, birlikte eğlenmelisiniz, birbirinize iyi gelmelisiniz. Sürekli depresif takılan, sürekli seni iğneleyen ya da sürekli seninle yarışan insanlar seni yorar, moralini bozar. Ne gerek var yahu? Pozitif, tatlı insanlarla birlikte olmak varken böyleleriyle ömür tüketmeye ne gerek var?? Bu dediğim sevgili seçiminde de geçerli elbette: Kaprisli, kıskanç, sizi yoran birisi, ne güzel yüzünün, ne parasının, ne de ona olan aşkınızın hatrına çekmeye değer! Vallahi yazık gençliğinize ?

-Pareto principle: Endüstri mühendisliği eğitiminin bana kattığı en büyük şey bu prensiptir arkadaş! İleride her şeyi unuturum da; bir türev alıp sıfıra eşitlemeyi unutmam, bir de Pareto prensibini! ? ? Pareto prensibi şöyle der: “Bir işi tamamlamak için 100 birim zamana ihtiyacınız varsa, bu işin yüzde 80’i, 20 birimlik zamanda yapılır. İşin geri kalan %20’si ise vaktin %80’ini alır.” (ya da değişik versiyonları vardır bu prensibin; işte mesela en önemli envanterler (malzemeler), toplam ürünlerinizin %20’sini oluşturur; eğer onları iyi yönetebilirseniz kârınızın %80’ini iyi yönetiyorsunuz demektir, vs. vs.) Bu prensibi iyi anlayın millet; “time management” denen nanenin özü işte burda yatıyor! Var ya, bu Paretoculuk benim pek çok kez hayatımı kurtarmıştır! ? Yüksek not ortalamamı böyle yaptım mesela (öhöm): Dersin birinin midterm’ünün %30, her ödevininse %5 etkili olduğunu görünce ödevleri yalapşap yapıp midterm’e çalışırdım; böylece yüksek notlar alırken gezip tozmaya da vaktim kalırdı… Ya da mesela temizlik mi yapıyorum? Uygula pareto prensibini, eskiden 10 saat süren temizlik 2 saate insin! ? Bırak banyo fayansları da pırıl pırıl parlamayıversin canım, azıcık mat kalsın; ya da perdeleri her ay bir kez yıkamak zorunda değilsin, vs vs. ? (Tamam, kabul ediyorum, bu prensip aşırı titiz ev hanımlarına göre değil, benim gibi pratik insanlara göre ? ? N’apalım oğlum, çalışan kadınlar bunca işe ancak böyle yetişebilirler! :D) Kısacası mükemmeliyetçilik insanı yorar ve üzer. Hiç gerek yok… Yıpratmayın kendinizi. Sakıp Sabancı amcanın dediği gibi: “Mükemmel, iyinin düşmanıdır.” Önemli olan kısma odaklanın, detaylarda vakit kaybetmeyin. İşin özü bu.

– Baby steps: Dünya üzerinize üzerinize geliyorsa, yapacak tonlarca işiniz varsa, bu prensibi hatırlayın: “Bebek adımları”. Yani sakin olup enerjinizi paniklemekle harcamak yerine ufacık da olsa adım adım bir şeyler yapmaya çabalayın. İşler ancak böyle yürüyor… İnsan ufak da olsa bir şeyler başardıkça kendini iyi hissediyor… Ve işte tam bu noktada bir özlü söz üretmek istiyorum, “yüce insan ulu hikaru’dan aforizmalar” isimli kitabıma (!) koymayı düşündüğüm söz bu: “Hayat bir kısa mesafe koşusu değil, bir maratondur: Enerjini bir atımlık barut gibi sarf etme, başkaları senden daha çabuk koşup ilerledi diye üzülme, ama en önemlisi, düştüğün zaman mutlaka tekrar kalk ve koşmaya başla.”

-Elindekilerle mutlu olmak… Anın tadını çıkarmak… Bunları söylemek kolay, yapmak zordur, çünkü gerçekten hırsını törpüleyebilmiş, az-çok kalender insanlar olmak gerekir. Ama mutlu olabilmek için sahip olmadıklarımıza üzülmek yerine sahip olduklarımıza odaklanmanın önemini öğrenmemiz gerek. “Anın tadını çıkarma” konusunda hâlâ çok iyi değilim; kaygılar (özellikle iş bulma, tez yazma konusunda…) ne yazık ki hep aklımın bir köşesinde kıymık gibi duruyor ? Ama ufacık şeylerle mutlu olma konusunda iyiyimdir; eğer beni mutlu etmek istiyorsanız açın önüme güzel bir dizi, verin elime bir çikolata, mırmır mırmır yaşar giderim ? ?

– Ama bunun ardından, hemen bir başka şey geliyor aklıma: Elindekilerle yetinmek ayrı, önüne çıkan fırsatları değerlendirmek ayrı! Yani, kendimizi geliştirmek ve daha iyi şeyler yapmak adına elimizden geleni yapmak da çok önemli. İnsanın yeteneklerini, isteklerini ve imkânlarını keşfedip ona göre tavır alması çok, ama çok önemli! Hayatta bizi başarıya ve mutluluğa götüren yegâne yol bu… Ve bu yolda ilerlememiz esnasında bizi geride bırakan iki şey var, korku ve tembellik. Korku, “acaba yapabilir miyim, acaba insanlar hakkımda ne der?” gibi sorulardan kaynaklanıyor. Tembellikse, mâlum… Yani açıkçası evde üçlü kanepeye uzanıp aburcubur yiyerek en sevdiğim dizileri izlemek benim de en çok sevdiğim şeylerden biri, ve bıraksanız hiç sıkılmadan senelerce böyle yaşayabilirim ? Ama şimdi geriye dönüp baktığımda görüyorum ki, en güzel günlerimi, torunlarıma anlatacağım en renkli anılarımı yaşadığım zamanlar, kıçımı kaldırıp gerçekten bir şeyler yaptığım, değişik şeyler denediğim, hayata karıştığım anlar imiş! İyi ki gözümü karartıp tek başıma Macaristan’a gitmişim! İyi ki DAAD bursuna başvurmuş, sınavına girmiş, Almanya’da dil kursu fırsatını kazanmışım! İyi ki izci olup kıçım dona dona kamplara katılmışım, iyi ki sualtı topluluğuna girip Kaş’ta dalmaya gitmişim, iyi ki Interrail yapmışım, bütün bunlar hayatımın en güzel anılarını armağan etti bana… Aktif olun, yeni şeyler denemeden yeni şeyler öğrenemezsiniz, tembellikle yerinizde sayarsınız, korkular yüzünden potansiyelinizi boşa harcarsınız. Aktif olun!

-Ve insan, yaşamadığı her şeyin acemisidir. Bunu şimdi benden birkaç yaş küçük olup da bebek büyüten arkadaşlarımı gördükçe daha iyi anlıyorum; lan adamlar (kadınlar?) resmen benden daha olgun! Ama bu fikrin kafama ilk kez dank ettiği zaman, Dawson’s Creek’i izlediğim günlere rastlar: Elemanlar benle yaşıt 15-16 yaşında zibidiler oldukları halde boylarından büyük öyle laflar ederlerdi ki, ekran başında ağzım açık kalırdı! Yani tabii senarist onlara nasıl replikler yazıyorsa onu oynuyorlardı, orası ayrı da, bu durum bir de bana şunu fark ettirmişti: İnsanın büyümesi yaşla falan ilgili değil arkadaşım. Gayet de yaşadıklarınla ilgili: Yani o dizideki 16’lık ufaklıkların o yaşta yaşadıklarının onda birini ben bu yaşımda yaşamamış olduğumdan (ki tahtalara vuruyorum! kim ister ki joey potter gibi annesinin erken yaşta ölüp/babasının hapse düşüp/hamile olduğuna dair iftira atılmasını/ilk sevgilisinin gay çıkmasını/en yakın arkadaşıyla sevgili olup ayrılınca dostluğunun da bozulmasını/16’sında bekaretini kaybetmeyi/yirmi yaşına kadar çarşaf gibi elli tane sevgili değiştirmeyi… vs. vs. vs.) hayat hakkında ahkâm kesmelerine de aldırmamaya karar verdim! He gülüm he, siz daha iyi bilirsiniz. Ve açıkçası bazı konularda acemi olmaktan, çocuksu olmaktan memnunum. Zamanı gelince hayat insana her şeyi öğretiyor zaten; o halde acele etmek niye? Acele ettikçe daha çabuk büyümek zorunda kalıyorsunuz, bu da daha çok sorumluluk, daha çok acı demek… O yüzden bu lafım özellikle teenager çıtırlara olsun: Büyümek için sakın acele etmeyin, büyüklerin dünyasında bi bok yok. Tamam yirmi beş yaşına kadar üniversitede oyalanıp baba parası yiyin de demiyorum ama siz ne demek istediğimi anladınız işte, hayata fazla erken atılmak, erken yaşta evlenmek, çoluk-çocuğa karışmak (bence, şahsi fikrimdir) pek öyle matah bir şey değil…

İşte öğrendiklerim böyle… Kısacası hayat “dengelemek” üzerine kurulu: İşle eğlenceyi, aileyle arkadaşları, aşkla yalnızlığı dengeleme sanatı… Bunu iyi yapabilirseniz kendinizi daha çok tatmin olmuş hissediyorsunuz.

Ve bir de (öğrenip de) öğrenemediklerim var elbette: Mesela fark ediyorum ki ben çok nazlı büyütülmüşüm. Her şeyi çok kolay elde etmişim. Başarısızlıklarla pek fazla yüzleşmemişim, o yüzden şimdi en ufak şey bile moralimi bozabiliyor, derin bir nefes alıp gülümseyerek “bu da geçer yahu…” diyeceğim yerde mızmızlanıp duruyorum. Hayır ilk darbenin etkisi geçince kendime geliyorum neyse ki, ama mümkün olsa bu mızmızlanmalarımı azaltmak isterdim (olan bana değil zavallı aşkıma oluyor, ahah!) ? İkincisi, insanların sana kendini övdüğün miktarda değer verdiklerini çooook iyi anladığım halde ben bunu hiç yapamıyorum. Kanımda 19. yy İngiliz asilzadeliği (ya da enayiliği?) var galiba, kendi reklamımı yapmak küçük düşürücü geliyor (oysa yaşadığımız kapitalist dünyada fark edilmek için doğal şeyler bunlar…) Bir başka madde, hayatın bir çeşit “insanları idare etme sanatı” olduğunu bildiğim halde bunu beceremiyorum… Herkesin suyuna gidemiyorum abi ben; ayrıca sabırsızım, fazla zorlanmaya ve strese gelemiyorum. Özür dilemeyi pek beceremiyorum. Ve hâlâ, çok çabalamama rağmen kaygılarımı bir kenara atıp an’a odaklanmayı başaramıyorum! Ama şu doktora bitsin, söz; artık her güzel şeyi birkaç ay sonraki teslim tarihine ertelemek yerine o an oracıkta keyfini çıkarmaya bakacağım! ? O zamana kadar siz imamın dediğini yapıp yaptığını yapmamaya devam edin, ve harika, mutlu, eğlence dolu hayatlar yaşayın e mi? ?
 
Top