Yalnızlık:köşesiz kafes...
Parmak izlerim alındı, sağlık raporlarım istendi. Bedenim sağlamdı ve şimdi ruhumun kontrolüne geldi sıra. Kırbaçlarla dövüldü ruhum, dalgalı bir denizin içine atıldım çürük bir tekne iken. Derinlerden gelen bir sesle göklerden inen bir seda kulaklarımda birleşti: "imtihan olunuyorsun". Köşe başlarında haram yiyicilere yem oldum sonra. İşkencelerle ateşle dağlanmış demirlerle sınadılar ruhumu. Kemiklerimin yanık kokularını duyduğumda teslim oldum boynumdaki tasmaya, sahibime. Ellerimi göğsümde kenetleyip söz verdim, dua ettim. Rüzgarlı tepelerde bir yeldeğirmeniydim ardından; sabrımla zincirledim ruhumu sancılı bir bekleyişe, bekledim. Her akşam altı yönden esen rüzgar bana aynı şeyi söyledi:
"imtihandasın". Bekledim...
Evet yalnızdım artık. Yalnızlığımdan çıkardıkça ellerimi, kollarımı, bacaklarımı... Ve sonra tüm bedenimi yavaş yavaş: Çoğaldım ve bekledim, bekledikçe çoğaldım, çoğaldıkça beklemeye olan inancım da arttı. Bedenim de ruhumu yalnızlaştırdıkça, ondan uzaklaştıkça zincirleri de, prangaları da, işkenceleri de duymadığımı hissettim.
Bedenim bir yumurtanın kabuğu gibi çatlayıp kırıldıkça ruhum çıkıyordu ortaya: meraklı, heyecanlı ve tecrübesiz üstelik. Bedenimin çeperleri yırtıldıkça, özgürleştiğimi hissettim. Özümün gürleştiğini, çoğaldığını, bilgiye, sevgiye koşuşunu duyumsadım. Genişledi sınırlarım, ihtilallerin en beyazıyla yıkıldı zorba krallıkları gönlümün. Acılar, çileler güzelleştirirmiş ya çehreleri. Gülümseyişimle insanları gülümsetmeye başlamıştım. Marifet mi derseniz, evet marifet!
Yıllar geçti, zaman coşkun bir ırmak gibi, suyuna karıştırarak tüm yaşananları akıp gitti. Tarih, gözden kayboldukça kalın bir romandan çok ince bir şiire dönüştü. Zaman tünelinde ilerledikçe yaşam suyu yitirdi duruluğunu; ilerledikçe hep kayboldu Son Habercinin göksel soluğu. gürültüler çoğalıp ta o sesi duymaz olunca kulaklarımız, ayağa kalkacaktı dünya. Yere uzanacaktı gökler. Ayaktakiler devrilecekti ve yıkılanlar dirilip fırlayacaktılar meydanlara. Ayetlerde yazılı olan ve okunanların tanıklığında. İnanıyordum buna, inanıyorum.
Şimdi daha bir duyumsayarak-eli kulağında bir yağmurun gök gürültülerini ve yaklaşmakta olanın ayak seslerini duyar gibi- işitiyorum yalnızlığımı. Yalnızlık; köşesi olmayan bir kafes. Soluyorum yalnızlığımı, sensizliğimi. Soludukça öksürüyorum bu oksitli, simsiyah, kirli havayı. Boğulacağım sanki. Seni istiyorum seni, seni, seni!.. Seni çok...
Parmak izlerim alındı, sağlık raporlarım istendi. Bedenim sağlamdı ve şimdi ruhumun kontrolüne geldi sıra. Kırbaçlarla dövüldü ruhum, dalgalı bir denizin içine atıldım çürük bir tekne iken. Derinlerden gelen bir sesle göklerden inen bir seda kulaklarımda birleşti: "imtihan olunuyorsun". Köşe başlarında haram yiyicilere yem oldum sonra. İşkencelerle ateşle dağlanmış demirlerle sınadılar ruhumu. Kemiklerimin yanık kokularını duyduğumda teslim oldum boynumdaki tasmaya, sahibime. Ellerimi göğsümde kenetleyip söz verdim, dua ettim. Rüzgarlı tepelerde bir yeldeğirmeniydim ardından; sabrımla zincirledim ruhumu sancılı bir bekleyişe, bekledim. Her akşam altı yönden esen rüzgar bana aynı şeyi söyledi:
"imtihandasın". Bekledim...
Evet yalnızdım artık. Yalnızlığımdan çıkardıkça ellerimi, kollarımı, bacaklarımı... Ve sonra tüm bedenimi yavaş yavaş: Çoğaldım ve bekledim, bekledikçe çoğaldım, çoğaldıkça beklemeye olan inancım da arttı. Bedenim de ruhumu yalnızlaştırdıkça, ondan uzaklaştıkça zincirleri de, prangaları da, işkenceleri de duymadığımı hissettim.
Bedenim bir yumurtanın kabuğu gibi çatlayıp kırıldıkça ruhum çıkıyordu ortaya: meraklı, heyecanlı ve tecrübesiz üstelik. Bedenimin çeperleri yırtıldıkça, özgürleştiğimi hissettim. Özümün gürleştiğini, çoğaldığını, bilgiye, sevgiye koşuşunu duyumsadım. Genişledi sınırlarım, ihtilallerin en beyazıyla yıkıldı zorba krallıkları gönlümün. Acılar, çileler güzelleştirirmiş ya çehreleri. Gülümseyişimle insanları gülümsetmeye başlamıştım. Marifet mi derseniz, evet marifet!
Yıllar geçti, zaman coşkun bir ırmak gibi, suyuna karıştırarak tüm yaşananları akıp gitti. Tarih, gözden kayboldukça kalın bir romandan çok ince bir şiire dönüştü. Zaman tünelinde ilerledikçe yaşam suyu yitirdi duruluğunu; ilerledikçe hep kayboldu Son Habercinin göksel soluğu. gürültüler çoğalıp ta o sesi duymaz olunca kulaklarımız, ayağa kalkacaktı dünya. Yere uzanacaktı gökler. Ayaktakiler devrilecekti ve yıkılanlar dirilip fırlayacaktılar meydanlara. Ayetlerde yazılı olan ve okunanların tanıklığında. İnanıyordum buna, inanıyorum.
Şimdi daha bir duyumsayarak-eli kulağında bir yağmurun gök gürültülerini ve yaklaşmakta olanın ayak seslerini duyar gibi- işitiyorum yalnızlığımı. Yalnızlık; köşesi olmayan bir kafes. Soluyorum yalnızlığımı, sensizliğimi. Soludukça öksürüyorum bu oksitli, simsiyah, kirli havayı. Boğulacağım sanki. Seni istiyorum seni, seni, seni!.. Seni çok...