muhsin iyi
Katılımcı
Dini Kuşkuların, Şüphelerin, Kuruntuların Kaynağı, Vesveselerin Nedenleri
İnsan bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. İmtihanı en başta nefis ve şeytanla olmaktadır. Müslümanların akıllarına gelen dini kuşkulara vesvese denir. Nefis ve şeytanla imtihan edildiğimiz için buna bağlı olarak vesvese de iki çeşittir: Nefis vesvesesi, şeytan vesvesesi.
Nefis bilindiği üzere küfür üzere bulunur. Hidayete gelmesi mümkün değildir. Daha doğrusu bir Müslüman nefsini daima böyle görmelidir. Elbette nefis tezkiye edilebilir. Sırasıyla emmareden, levvame, mülhime, mutmainne, raziye, marziye, kâmile gibi üst derecelere ulaştırılabilir. Tarikatların amacı nefsi tezkiye etmektir. Ruhu saflaştırmaktır. Emmare nefsi (yani kötülüğü emredici nefsi) en azından levvame nefis (günahlara tövbe edip hak yola giren nefis) durumuna getirmektir. Ama bir veli (nefsi en az mutmainne makamındadır) de, kâmile basamağına ulaşan bir zat da, nefsini daima bir düşman olarak görür, ona karşı tedbirli olur. Nefis hiçbir zaman tam anlamıyla ıslah olmaz. Hayvanat bahçesinde kafesinde evcilleştiği düşünülen bir arslanın bakıcısını parçalaması alışık olduğumuz haberlerdendir. Bu nefis için hangi makamda olursa olsun her zaman mümkündür.
Tabii insan sadece nefisten meydan gelmemiştir. İnsanda nefis dışında ilahi bir nefha (soluk) olan ruh da vardır. Allah, Kuran-ı Kerim’de nefis için ‘Kuşkusuz nefis kötülüğü emredicidir. (Yusuf Suresi, 53)’ diye bizi uyarmaktadır. Yine Allah Kuran- Kerim’de ruh için ise ‘Onu yaratıp düzene koydu, kendisine Ruh’undan üfürdü. (Secde Suresi, 9)’, ‘De ki ruh Rabbimin emrindedir. (İsra Suresi, 85).’ diyerek ruhu yüceltmekte, kaynağını Kendisi’ne izafe etmektedir.
Nefis yaratılışı ile topraktan gelmiştir. Daha doğrusu nefsin doğasında en ağır basan öğe topraktır. Nefse bedenin manevi atmosferi gözüyle bakabiliriz. Nefsin bileşenleri anasır-ı erbadandır (yani toprak, su, hava, ateş). Tabii herkesin yaratılışı birbirinden farklıdır. Bunda etken olan şey bu unsurlardan birisinin diğerine göre daha ağır basmasıdır. Tabiatında toprak öğesi ağır basan kişi tembeldir. Çalışma ve ibadet ağırına gider. Korkaktır. Asalaktır. Rahatına ve keyfine düşkündür. Muhafazakârlar genellikle bu cinstendir. Su öğesi ağırsa dönektir. Verdiği sözleri çabuk bozar. Her renge girer. Kolayca yalan söyler. Münafık tabiatlıdır. Dedikoduya düşkündür. Her devrin adamı genellikle bunlardan çıkar. Hava öğesi ağır basan kişi çok duygusaldır. Hemen kanar. Duygu ve coşkuları ile hareket eder. Hayatı ciddiye almaz. Değişkendir. Dünyasını şarkılar, aşklar oluşturur. Arzularına göre yaşamak ister. Sanatçılar genellikle bunlardan çıkar. Bunların siyasetle hiç alakaları yoktur. Ateş öğesi öfke, hırs, kibir, kin, şehvet gibi durumlara karşılık gelir ki bunlar sahibini cehenneme götürecek kadar tehlikelidirler. Hayatı çok ciddiye alırlar. Daha doğrusu dünya hayatı dışında başka bir yaşamın, ebedi hayatın olacağını pek düşünmezler. Dava adamları genellikle bunlardan çıkar. Yani her insanın yaratılışında bulunan nefis, evrenimizin de, dünyamızın da temelini oluşturan bu dört öğeden oluşmaktadır. Adeta bunların ruhuna nefis denir. Yani toprak, ateş, hava, su kendi doğalarını, özelliklerini insana vererek onda nefis dediğimiz varlığı meydana getirmişlerdir. Bu dört öğe bizi dünyaya, insanlara ve evrene bağlamaktadır. Kişiliğimizin çekirdeğini oluşturmaktadır. Her insanın nefsinde bu dört öğeden bir öğe diğerlerine göre biraz ağır bassa da aslında insan nefsinde bunların her biri belli oranda da bulunmaktadır. Başkalarında gördüğümüz her olumsuz ahlak, davranış bizlerde de tohum olarak mevcuttur. Uygun şartlar bulduğunda hemen nefis içerisinde kendisini göstererek yeşerir, boy atar. Onun için nefis küfür üzere yaratılmıştır. Onun İslam’a girmesi, hidayeti kabul etmesi düşünülemez.
Bunların hepsi, yani anasır-ı erba ve ona bağlı olarak nefis, Allah’ın ‘ol!’ emri ile yoktan yaratıldığı için insana vesvese veren özelliklere sahiptirler. Yani insanı Allah’tan uzaklaştıran birer tabiata maliktirler. Bundan dolayı nefsi temize çıkarma, nefsinden emin olma düşünülemez. Nefis bir düşmandır. Ölünceye kadar da bu durum böyledir. Onun için peygamberimiz (s.a.s.) insanın iki koltuğu altında taşıdığı nefsinden daha büyük bir düşmanı olmadığını söylemiştir.
Nefsin yaratılış amacı da bizi Allah’tan uzaklaştırmaktır. Ruh ise Allah’tan bir soluk olduğu için Allah’a inanmak ister. Ona kavuşmayı arzular. Bütün erdemler ruhtan kaynaklanır. İbadetler ona huzur verir. Güzel olan şeylerde Allah’ı bulduğu için onlara âşık olur. Onlarla meşgul olmak ister. Bu manada mecazi (yani dünyevi) aşklar da mutasavvıflarca geçilmesi gereken bir köprü olarak görülmüşlerse de yine de övülmüşlerdir. Nefis ise güzel olan şeyleri elde etmek için şehvet ateşiyle yanar. Elde edemediği zaman kudurur, öfkelenir, kin güder, intikam almaya çalışır. Ruh da yanar ama aşkla yanar. Elde etmek yada etmemek gibi bir amaç ruhun aşkında yoktur. Ruh nefis gibi olumsuz duygularla kavrulmaz. Olumsuz duygular ruhu incitir. Nefis cimridir, karşılıksız kimseye bir şey vermez. Ruh cömerttir. Paylaşmaktan sonsuz bir zevk alır. Nefis bencildir. Önce kendisini düşünür. Ruh diğerkâmdır. Kendinden önce başkalarını düşünür. Kısacası bütün pis huylar, kötülükler nefisten kaynaklanır, bütün güzellikler, faziletler ruhtan gelir.
Nefis ibadetlerden sıkılır, kaçar. Allah’a kul olmaktansa yok olmayı arzular. Çünkü aslı, mayası yokluktur. Ona ulaşmak ister. Allah ruhu Kendi nefhasından (soluk) yaratmışken nefsi ol emri ile yoktan meydana getirdiği anasır-ı erbadan yaratmıştır. Bu yüzden nefis daima Allah’a isyan üzeredir. Kendisine uyanı doğru cehenneme götürür. Bir Müslüman iç dünyasında daima nefsiyle cihat halindedir. Peygamberimiz (s.a.s) bu savaşı büyük cihat diye adlandırmıştır. Bu savaşı kaybeden nefsine uyar. Ebedi hayatını da zehir, zindan eder.
Ruh ile nefis ergenlik yaşlarına kadar insanın iç dünyasında eşit oranda etkilidirler. Ergenlikten sonra ruh bir kenara çekilir, iç dünyanın egemenliği ve kontrolü genellikle nefsin eline geçer. Nefs-i emmare kuvvet buldukça bu egemenlik ve kontrol de o nispette artar. Nefis artık ruhu hapis altına alır, iç dünyada tek başına iktidar olur.
Ruh Allah’ın rızası doğrultusunda meleklerden ilham alır, nefis ise şeytanlarla işbirliği yaparak insana vesvese verir. Ama nefsin vesvesesi ile şeytanların vesvesesi birbirinden farklıdır. En önemli fark, nefis vesvesesinde ısrar eder; ama şeytanlar vesvesesinden ısrar etmez, bir müddet devam ederler, başarılı olamadığını anlayınca o vesveseyi bırakırlar, başka vesveseye devam ederler.
Nefsin vesvesesi kendini savunma psikolojisi ile izah edilebilir. Çağdaş bilimlerin, psikoloji ve psikanaliz gibi, incelediği şey ruh değil, nefistir. Onlar Allah’ı inkâr ettikleri gibi ruhu da inkâr ederler. Ruh onları pek alakadar etmez. İnsan insanın kurdudur anlayışı ile insana bakarlar. İnsanın çıkarsız iyilik yapamayacağını düşünürler. Âşık olmak aptallıktır, bir çeşit hasatlıktır onlara göre. İnsan hayvandan farksızdır. Karşılıksız iyilikler ve güzellikler sadece birer saflıktır, budalalıktır onlar için. Bunların insan doğasında yeri yoktur. Onların bilinçdışı, bilinçaltı olarak adlandırdıkları şeyin İslam terminolojisindeki adı nefistir. Gerçi onlar nefsin kökenini ta ansır-ı erbaya kadar götürmezler. Bilinçdışının temel içgüdülerle olumsuz, bastırılmış geçmiş yaşantılardan oluştuğunu belirtirler. Müslümanlar olarak deneyle, gözlemle sabit olmuş her bilgiye kendi malımız gibi baktığımızdan nefis için bunları da düşünebiliriz. Yani nefis, anasır-ı erbadan genel karakteristik özelliklerini aldıktan başka bir de içgüdülerle donatılmıştır. Acıkma, susama, cinsel v.b. gibi. Ayrıca nefis bunların yanında yaşadığı hayattan hoşlanmadığı yaşantıları olumsuz duygusal yükleri ile birlikte bastırarak çeşitli kompleksler edinmektedir. Bu kompleksler nefsin adeta yaralarıdır. Dokununca kanarlar. Hassastırlar. İnsan ilişkilerinde sorun çıkarırlar. Kişinin hayatını zorlaştırırlar. Görünüşte çözümleri basittir. Ama bu durum görecelik oluşturduğu için ilgili kişiye aşılması zor bir engel olarak görünür. Zaten onlar da kişilikleri ile bütünleşen bu komplekslere sahip çıkralar, onları en değerli hazineleri gibi korurlar. İşte nefsin vesvesesi bunlardan kaynaklanır. Yani kişi bu komplekslerin etkisiyle kendisini bazen dine karşı savunmak ister. Kompleksi ona dinde bazı kuşkular doğurur. Bu kuşkular Kuran-ı Kerim’den, peygamberimizin (s.a.s.) hayatından olabileceği gibi Allah’a kadar uzanabilir. O da kompleksini savunmak için farkına varmadan dine hücum etmeye başlar. Din hakkındaki bu kuşkular günden güne büyür. Artık bir dünya görüşü halini almaya başlar. Tabii bu seyirde iç dünyasında ruh onu engellemeye çalışır. Çünkü ruh Allah’tan bir emanet olduğu için hiçbir zaman Allah’ı inkâr edemez. Dine karşı gelmez. Allah’ı ve dini savunur. Ama nefis iç dünyada egemenliği ele geçirdiğinden ruhu susturur, yaratılışının gereği olan yere yani yokluğa doğru onu yuvarlamaya çalışır. Başı sıkışan ateistin Allah’tan yardım umması bu yüzdendir. Nefis son bir ümitle ölmeyen ruhun dili ve kalbiyle Allah’tan yardım bekleyebilir. Bu durumlar bazen ateistin hayatında olabilir.
Şimdi nefsin komplekslerinin etkisiyle dinde kuşkulara gitmesini örnekleyelim. Zira yazımızda iddia ettiğimiz şeyler çok soyut oldu. Farz edelim ki bir eşcinsel. Tabii bununla bütün eşcinsellere ateistlik atfetme gibi bir amacımız yoktur. Zira inançlı eşcinseller de azımsanmayacak orandadır. Ayrıca bütün ateistleri de eşcinsellikle nitelendirmiyoruz. Zira ateistlerin çoğunun cinsel hayatı normal insanlarınınki gibidir. Kaldı ki İslam dininde eşcinsellik suç değildir. Suç olan şey, zinadır. Eşcinsel ilişkidir. Doğuştan gelen iktidarsızlık, bir engellilik durumudur. Kişi temiz, nezih bir hayatı seçerse normal insanların üzerinde bir karakter ve ahlaki olgunluğa ulaşabilir. Yani eşcinsellerde libido narsist bir karakter arz ettiği için bunların cinsel enerjiyle karakterlerini ve manevi yönlerini geliştirmeye yönelmeleri normal insanlara daha bir kolaydır, müsaittir. Biz bu örnekle tipik bir eşcinsellik olgusuna birkaç cümle ile değineceğiz. Benzerini Freud’un Olgu Öyküleri’nde bulabilirsiniz. İşte böyle birisini düşünelim. Kendimizi onun yerine bir an koyalım. Onu anlamaya çalışalım. Böyle birisi kendi kültür ve toplumu ile çatışma halindedir. İç dünyasında karşı cinse bir eğilim hissetmemekte, ama aynı cinse nefsi az da olsa bir eğilim duymaktadır. Nefsi bu durumu meşrulaştırmak için dine karşı vaziyet alacaktır. Çünkü din iç dünyada vicdan gibi işlev görür. Yani iç dünyanın hukukunu din meydana getirir. Nefis iç dünyada ruhun başını çektiği hukuku, yani dini ortadan kaldırmak için çeşitli dini kuşkuları gündeme getirir. Amacı çeşitli günahları vicdani bir rahatsızlık duymadan rahatlıkla işlemektir. Ruhun savunduğu dini değerleri hiçe indirgeyerek günahların zevkine dalmaktır.
Şimdi de başka bir örneğe geçelim. Farz edelim ki bu kişi kendisini toplumun küçük gördüğü bir etnik kimliğe sahip. Toplum küçük görüyor olabileceği gibi bu kişi de olguyu kendisi abartarak, alınarak da böyle bir komplekse girebilir. Hâlbuki İslam dini toplumdaki bu tür eğilimi ve anlayışı cahiliye pisliği olarak nitelemiş; ulusların, etnik kökenlerin birbirine kardeşliğini ve eşitliğini savunmuştur. Gelin görün ki bunu kompleks sahibi kişiye anlatamazsınız. Anlamak da istemez. Devası İslam dininde olduğu halde o önce İslam’a saldırır, toplumu suçlayacağı yerde dine hücum eder, dinde kuşkular aramaya başlar. Çünkü dinle toplumu iç dünyasında bir tutar. Hâlbuki her devirde olduğu gibi toplumda da bazı cahili alışkanlıklar, gelenekler, düşünce biçimleri, anlayışlar birer hastalık olarak yaygınlık kazanabilir. Toplum iyi insanların mücadeleleri ile rayına oturtulabilir. Yani toplumlar da bazen insanlar gibi hastalanabilirler. Böyle durumlarda İslam dininde bir kusur görmek yanlıştır. İşte böyle kompleksi olan bir kişi, yani etnik kimliğinden dolayı kendisini küçük gören birisi, toplumla mücadele atmosferinde dine karşı da vaziyet alır. Nefsinde dinle ilgili şüpheler duymaya başlar. Kompleksi dinle çatışma içerisine girer. Genellikle olduğu gibi dine karşı çıkan bir ideolojinin de savunuculuğunu yapar. Onun atmosferine sığınarak kendisini korumaya çalışır.
Genellikle uç örnekler verdiğimi biliyorum. Biraz da her insanın içerisinde bulunabileceği kuşkulara örnek verelim. Zira insanların büyük çoğunluğu dinin ana ilkelerinden kuşkulanmazlar. Ama dinin emir ve yasaklarına karşı duyarsızlardır. Nefisleri ahirette hiçbir cezaya tabi tutulmayacağı, Allah’ın geniş merhameti ile kendilerinin affedileceği vesvesesi ile bunları kandırmıştır. Hiçbir korku duymaksızın günahlara dalarlar. Günahlara daldıkları için dini yaşantıdan da uzaklaşırlar. Yani ibadetlere önem vermezler, haramları da gönül rahatlığı ile işlerler. Hâlbuki sonsuz güç kudret sahibi Allah’ın engin rahmetine güvenmenin yanında Cebrail, peygamberler, hatta peygamberimiz (s.a.s) dahi korkudan tir tir titremişler, hayatlarında hep bu korku ile ümit üzere olmuşlardır. İnsanın Allah’tan korkmaması, sadece Allah’ın rahmetine güvenmesi nefsin vesvesesi iledir. Nefis bu tür bir vesvese ile çoğu insanın ebedi hayatını karartmaktadır. Dine inanıp da böyle günah bataklığına dalan insanlar, kendilerini savunmak için şöyle düşünürler: ‘Allah günahları affeder. Zamanında susuz bir köpeğe su içiren bir fahişeyi Allah’ın affettiğine dair bir hikâye dinlemiştim. Biz de benzer bir şeyle yakayı kurtarabiliriz. Kaldı ki Allah yaptığına değil, kalbine bakar. Benim içim temiz…’ İşte çağımızda insanlar genellikle nefislerinin bu türde vesveselerine aldanıp ebedi hayatlarını karartmaktadırlar, kaybetmektedirler. Allah da Kuran-ı Kerim’de inananları şeytanların bu vesvesesine karşı şöyle uyarmaktadır: ‘Ey insanlar Allah’ın vadi haktır! Dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok hilekâr şeytan Allah’ın affı ile sizi kandırmasın. (Fatır Suresi, 5)’
Vesvesede şeytanın rolü sanıldığı kadar büyük değildir. Şeytan nefsin gölgesinden gider. O şunu iyi bilir: Dökme su ile değirmen dönmez. Yani nefsin kompleksine uygun olmayan vesvese işe yaramaz. İç dünyada bir etkiye sahip olmaz. Bunu bildikleri için nabza göre şerbet verirler. Şeytanlar insanların yaşamlarını, iç dünyalarını çok iyi bilirler. Kişinin komplekslerine uygun vesvese verirler. Uygun vesveseyi buldukları zaman bunu örneklerle pekiştirirler. Sürekli vurgu yaparlar. Herkes iç dünyasında bilinçli olarak bu vesveseleri algılamasa da bilinçdışında bunlara muhataptırlar. İçlerine sanki özgün bir düşünce gibi doğarlar. Kişi bu vesveseleri kendi düşünceleri gibi algılar. Kendilerine zeki, akıllı, düşünen, fikir üreten insan yanılsaması verirler. Hâlbuki konuşanlar şeytanlardır. Nefsin gölgesinde (yani bilinçdışında) konuştukları için olan bitenden kimse bir şey anlamaz. Amaçları kişiyi İslam’dan uzaklaştırıp son nefeste imansız götürmektir. Davaları budur. Şeytanların insan soyuna karşı sonsuz bir kinleri vardır.
Şimdi de bu vesveselerden nasıl kurtuluruz, onu biraz tartışalım. Vesvese olan düşüncelerin dine uygun cevaplarını kitaplardan okuyabiliriz. Geçici de olsa kişileri bu yol rahatlatabilir. Ama vesveseye tutulmuş kişi böyle bir arayışa girmez. Vesvesesini bastırmaya çalışır. Araştırmak şurada dursun, hiç konuyu kimseye açmak bile istemez. Çünkü bu onun sırrıdır, kendisi ile alay edileceğini sanır. Bir de boşu boşuna bir suçluluk duygusuna girer. Hatayı kendisinde arar. Ezilir, büzülür. Kendisini lanetli gibi bir şey sanır. Bu dindar kesim için ne yazık ki böyledir. Bazıları vesveseden kurtulmak için ibadetlerini bile terk ederler. Çünkü ibadet hayatı ile birlikte musallat olmuş sivrisinekler gibi vesveselerin kendilerini rahatsız ettiğini tecrübeleri ile anlamışlardır. Şu kesin ki vesvese inançsız insana gelmemektedir. Vesvese kişideki imanın belirtisidir. Böyleleri kafalarındaki vesveselere cevap bulduklarında biraz yatışabilirler; ama ibadet hayatları zenginleşmedikçe vesveseden tamamen kurtulamazlar. Yani bataklığı kurutmadıkça sivrisinekler eksik olmaz. Vesveseye karşı en pratik yöntem ilgisiz kalmaktır. Vurdumduymaz olmaktır. Tabii bu o an, yani vesvese anında gösterilecek bir tavırdır. Uzun vadeli bir çözüm değildir. Tedavi metodu da olamaz. Vesvesenin asıl nedeni nurdaki eksikliktir. Nur iman demektir. İmanı ancak ibadetlerle yakinleştirebiliriz. İslam hakkında çokça kitap okumak sanıldığı kadar etkili bir yöntem değildir. Aksi tesirler de yapabilir. İbadet hayatı biraz zenginleşince nur insanın bedenini, derken nefsini sarar, şeytanları etkisiz hale getirir. Çünkü iman nuru kişinin kalbinde hikmet pınarlarını açar, bunlar vesveseleri siler, süpürür. Vesveselere akılsal planda yanıt bulmak sivrisinekleri tek tek yakalayıp öldürmek gibidir. Bu yolla bunları bitirmek, sonunu getirmek imkânsızdır. Şeytanların vesvese vermek dışında başka bir işleri olmadığı gibi nefis de kompleksleri ile bunları üzerine adeta davet eder. Ama ibadet hayatını biraz zenginleştirerek vesvesenin üzerine gitmek bataklığı kurutmak gibidir. İman güneşi nefsin üzerine doğunca nefis komplekslerinin farkına varır, usulüne göre İslam eczanesinin ilaçları ile tedavi olur, şeytanın yol bulacağı hastalıklar ortadan kalkar. Sağlığına kavuşur.
Vesvese günah değildir. Ne türden olursa olsun bu böyledir. Kişinin suçluluk duygusuna girmesi boşunadır. Tövbe etmesine bile lüzum yoktur. Ama vesvese akla geldiğinde kişinin edeben ‘estağfurullah, subhanallah’ demesi yerinde bir davranıştır. Çünkü gelen vesveseler kişiye ait değildiler. Nefis ve şeytandan kaynaklanmışlardır. Kişi bu vesveselerden rahatsız olmuştur. Bunları benimsememiştir. Kovmak istemiştir. Ama başarılı olamamıştır. Gücü yetmemiştir. Bir de bunların yanında suçluluk duygusuna girip kendisini büyük bir günahkâr addetmesi ancak şeytanları sevindirir. Şeytanların da vesvese ile amaçladığı şey zaten budur. Onun Allah’a karşı ümidini yitirmesini sağlamaktır. Zira ayetle sabittir ki, ‘Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler topluluğu ümitlerini keserler (Yusuf Suresi, 87).’ Vesveselerin etkisiyle ibadetlerden uzaklaşmak şeytanları kendine güldürmektir. Nefisle ve şeytanla savaşı terk etmektir. Meydanı onlara bırakmaktır. Bu bir Müslüman için çok acıklı bir durumdur. Akla gelen vesvesede ibadetlere sarılmak, ibadet hayatını zenginleştirmek şeytanı ve nefsi kahreder, onların bu yolu bir daha kullanmalarının önüne geçer. Ayrıca bu yolla kalbe gelecek nurla kişinin nefsindeki hastalıklar, yani kompleksler de iyileşeceği için vesvese için gerekli zemin de ortadan kalkacaktır. Kaldı ki vesvese belasını Müslüman kullarının başlarına salan bu dünyayı bir imtihan yurdu kılan Allah Celle Celaluhudur. Başa gelen şerlere de sabrederek doğru yoldaki istikameti bozmamak Allahın muradıdır. Vesvese bir imtihandır. Allah’tan yardım umarak bu imtihandan başarılı çıkmak gerekir. Morali bozup da suçluluk duygusuna girmeye hiç gerek yoktur. Allah’ı suçlamak, kadere isyanla mukabele etmek, ibadetleri terk etmek imtihanı kaybetmektir; nefis ve şeytanı sevindirmek demektir. Bunun cezası ebedi bir pişmanlık olabilir. Allah bizleri korusun.
Ateist insanlara gelen din bakımından aykırı düşüncelere vesvese değil, kuşku denir. Bu kuşkuların cevaplarını bulsalar da onlar yine de dine yönelmezler. Onların bu kuşkuları dillendirmelerinin amacı bu kuşkulardan arınıp dine dönmek değildir. Eğer öyle olsa idi buna vesvese diyecektik. Bunların amaçları bu kuşkularla kendileri gibi taraftar toplamaktır. İnançlı insanların zihinlerini bulandırıp ateist yapmaktır. Hâlbuki Müslümanlar vesveseden rahatsız olup bundan kurtulmaya çalışırlar. Agnostik, teist ve deistlerinkine ise doğruyu arayıp aramamalarına, amaçlarına göre kuşku veya vesvese denir. Eğer amaçları aydınlanıp dine girmekse buna vesvese, yok gayeleri insanları inançsızlığa teşvik ise buna kuşku denir.
Nefsin ateist olduğunu ikrar etmesi öyle kolay bir şey değildir. Uzun evreleri, ruhla uzun mücadeleleri gerektirir. Herhalde nefis ve şeytanlar en sonunda onlara öyle bir hal veriyor ki kendilerinden emin oluyorlar. Ruhun etkisinden tamamen kurtuluyorlar. İç dünyalarına nefis tamamen egemen oluyor. Bu sayede vesveselerden de kurtuluyorlar. Rahatlıyorlar. Vesveseler kuşku niteliği kazanıyor. Kuşkular onlar için artık birer zihin jimnastiğine dönüşüyor. Din adamlarının o kuşkulara verdiği akıl ve mantığa, bilimsel gerçeklere uygun cevapları onlara sivrisinek vızıltısı gibi gelmeye başlıyor.
Allah bizleri nefsin ve şeytanların vesveselerinden, şerrinden muhafaza buyursun. Amin. Dualarınızı istirham ediyorum.
İnsan bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. İmtihanı en başta nefis ve şeytanla olmaktadır. Müslümanların akıllarına gelen dini kuşkulara vesvese denir. Nefis ve şeytanla imtihan edildiğimiz için buna bağlı olarak vesvese de iki çeşittir: Nefis vesvesesi, şeytan vesvesesi.
Nefis bilindiği üzere küfür üzere bulunur. Hidayete gelmesi mümkün değildir. Daha doğrusu bir Müslüman nefsini daima böyle görmelidir. Elbette nefis tezkiye edilebilir. Sırasıyla emmareden, levvame, mülhime, mutmainne, raziye, marziye, kâmile gibi üst derecelere ulaştırılabilir. Tarikatların amacı nefsi tezkiye etmektir. Ruhu saflaştırmaktır. Emmare nefsi (yani kötülüğü emredici nefsi) en azından levvame nefis (günahlara tövbe edip hak yola giren nefis) durumuna getirmektir. Ama bir veli (nefsi en az mutmainne makamındadır) de, kâmile basamağına ulaşan bir zat da, nefsini daima bir düşman olarak görür, ona karşı tedbirli olur. Nefis hiçbir zaman tam anlamıyla ıslah olmaz. Hayvanat bahçesinde kafesinde evcilleştiği düşünülen bir arslanın bakıcısını parçalaması alışık olduğumuz haberlerdendir. Bu nefis için hangi makamda olursa olsun her zaman mümkündür.
Tabii insan sadece nefisten meydan gelmemiştir. İnsanda nefis dışında ilahi bir nefha (soluk) olan ruh da vardır. Allah, Kuran-ı Kerim’de nefis için ‘Kuşkusuz nefis kötülüğü emredicidir. (Yusuf Suresi, 53)’ diye bizi uyarmaktadır. Yine Allah Kuran- Kerim’de ruh için ise ‘Onu yaratıp düzene koydu, kendisine Ruh’undan üfürdü. (Secde Suresi, 9)’, ‘De ki ruh Rabbimin emrindedir. (İsra Suresi, 85).’ diyerek ruhu yüceltmekte, kaynağını Kendisi’ne izafe etmektedir.
Nefis yaratılışı ile topraktan gelmiştir. Daha doğrusu nefsin doğasında en ağır basan öğe topraktır. Nefse bedenin manevi atmosferi gözüyle bakabiliriz. Nefsin bileşenleri anasır-ı erbadandır (yani toprak, su, hava, ateş). Tabii herkesin yaratılışı birbirinden farklıdır. Bunda etken olan şey bu unsurlardan birisinin diğerine göre daha ağır basmasıdır. Tabiatında toprak öğesi ağır basan kişi tembeldir. Çalışma ve ibadet ağırına gider. Korkaktır. Asalaktır. Rahatına ve keyfine düşkündür. Muhafazakârlar genellikle bu cinstendir. Su öğesi ağırsa dönektir. Verdiği sözleri çabuk bozar. Her renge girer. Kolayca yalan söyler. Münafık tabiatlıdır. Dedikoduya düşkündür. Her devrin adamı genellikle bunlardan çıkar. Hava öğesi ağır basan kişi çok duygusaldır. Hemen kanar. Duygu ve coşkuları ile hareket eder. Hayatı ciddiye almaz. Değişkendir. Dünyasını şarkılar, aşklar oluşturur. Arzularına göre yaşamak ister. Sanatçılar genellikle bunlardan çıkar. Bunların siyasetle hiç alakaları yoktur. Ateş öğesi öfke, hırs, kibir, kin, şehvet gibi durumlara karşılık gelir ki bunlar sahibini cehenneme götürecek kadar tehlikelidirler. Hayatı çok ciddiye alırlar. Daha doğrusu dünya hayatı dışında başka bir yaşamın, ebedi hayatın olacağını pek düşünmezler. Dava adamları genellikle bunlardan çıkar. Yani her insanın yaratılışında bulunan nefis, evrenimizin de, dünyamızın da temelini oluşturan bu dört öğeden oluşmaktadır. Adeta bunların ruhuna nefis denir. Yani toprak, ateş, hava, su kendi doğalarını, özelliklerini insana vererek onda nefis dediğimiz varlığı meydana getirmişlerdir. Bu dört öğe bizi dünyaya, insanlara ve evrene bağlamaktadır. Kişiliğimizin çekirdeğini oluşturmaktadır. Her insanın nefsinde bu dört öğeden bir öğe diğerlerine göre biraz ağır bassa da aslında insan nefsinde bunların her biri belli oranda da bulunmaktadır. Başkalarında gördüğümüz her olumsuz ahlak, davranış bizlerde de tohum olarak mevcuttur. Uygun şartlar bulduğunda hemen nefis içerisinde kendisini göstererek yeşerir, boy atar. Onun için nefis küfür üzere yaratılmıştır. Onun İslam’a girmesi, hidayeti kabul etmesi düşünülemez.
Bunların hepsi, yani anasır-ı erba ve ona bağlı olarak nefis, Allah’ın ‘ol!’ emri ile yoktan yaratıldığı için insana vesvese veren özelliklere sahiptirler. Yani insanı Allah’tan uzaklaştıran birer tabiata maliktirler. Bundan dolayı nefsi temize çıkarma, nefsinden emin olma düşünülemez. Nefis bir düşmandır. Ölünceye kadar da bu durum böyledir. Onun için peygamberimiz (s.a.s.) insanın iki koltuğu altında taşıdığı nefsinden daha büyük bir düşmanı olmadığını söylemiştir.
Nefsin yaratılış amacı da bizi Allah’tan uzaklaştırmaktır. Ruh ise Allah’tan bir soluk olduğu için Allah’a inanmak ister. Ona kavuşmayı arzular. Bütün erdemler ruhtan kaynaklanır. İbadetler ona huzur verir. Güzel olan şeylerde Allah’ı bulduğu için onlara âşık olur. Onlarla meşgul olmak ister. Bu manada mecazi (yani dünyevi) aşklar da mutasavvıflarca geçilmesi gereken bir köprü olarak görülmüşlerse de yine de övülmüşlerdir. Nefis ise güzel olan şeyleri elde etmek için şehvet ateşiyle yanar. Elde edemediği zaman kudurur, öfkelenir, kin güder, intikam almaya çalışır. Ruh da yanar ama aşkla yanar. Elde etmek yada etmemek gibi bir amaç ruhun aşkında yoktur. Ruh nefis gibi olumsuz duygularla kavrulmaz. Olumsuz duygular ruhu incitir. Nefis cimridir, karşılıksız kimseye bir şey vermez. Ruh cömerttir. Paylaşmaktan sonsuz bir zevk alır. Nefis bencildir. Önce kendisini düşünür. Ruh diğerkâmdır. Kendinden önce başkalarını düşünür. Kısacası bütün pis huylar, kötülükler nefisten kaynaklanır, bütün güzellikler, faziletler ruhtan gelir.
Nefis ibadetlerden sıkılır, kaçar. Allah’a kul olmaktansa yok olmayı arzular. Çünkü aslı, mayası yokluktur. Ona ulaşmak ister. Allah ruhu Kendi nefhasından (soluk) yaratmışken nefsi ol emri ile yoktan meydana getirdiği anasır-ı erbadan yaratmıştır. Bu yüzden nefis daima Allah’a isyan üzeredir. Kendisine uyanı doğru cehenneme götürür. Bir Müslüman iç dünyasında daima nefsiyle cihat halindedir. Peygamberimiz (s.a.s) bu savaşı büyük cihat diye adlandırmıştır. Bu savaşı kaybeden nefsine uyar. Ebedi hayatını da zehir, zindan eder.
Ruh ile nefis ergenlik yaşlarına kadar insanın iç dünyasında eşit oranda etkilidirler. Ergenlikten sonra ruh bir kenara çekilir, iç dünyanın egemenliği ve kontrolü genellikle nefsin eline geçer. Nefs-i emmare kuvvet buldukça bu egemenlik ve kontrol de o nispette artar. Nefis artık ruhu hapis altına alır, iç dünyada tek başına iktidar olur.
Ruh Allah’ın rızası doğrultusunda meleklerden ilham alır, nefis ise şeytanlarla işbirliği yaparak insana vesvese verir. Ama nefsin vesvesesi ile şeytanların vesvesesi birbirinden farklıdır. En önemli fark, nefis vesvesesinde ısrar eder; ama şeytanlar vesvesesinden ısrar etmez, bir müddet devam ederler, başarılı olamadığını anlayınca o vesveseyi bırakırlar, başka vesveseye devam ederler.
Nefsin vesvesesi kendini savunma psikolojisi ile izah edilebilir. Çağdaş bilimlerin, psikoloji ve psikanaliz gibi, incelediği şey ruh değil, nefistir. Onlar Allah’ı inkâr ettikleri gibi ruhu da inkâr ederler. Ruh onları pek alakadar etmez. İnsan insanın kurdudur anlayışı ile insana bakarlar. İnsanın çıkarsız iyilik yapamayacağını düşünürler. Âşık olmak aptallıktır, bir çeşit hasatlıktır onlara göre. İnsan hayvandan farksızdır. Karşılıksız iyilikler ve güzellikler sadece birer saflıktır, budalalıktır onlar için. Bunların insan doğasında yeri yoktur. Onların bilinçdışı, bilinçaltı olarak adlandırdıkları şeyin İslam terminolojisindeki adı nefistir. Gerçi onlar nefsin kökenini ta ansır-ı erbaya kadar götürmezler. Bilinçdışının temel içgüdülerle olumsuz, bastırılmış geçmiş yaşantılardan oluştuğunu belirtirler. Müslümanlar olarak deneyle, gözlemle sabit olmuş her bilgiye kendi malımız gibi baktığımızdan nefis için bunları da düşünebiliriz. Yani nefis, anasır-ı erbadan genel karakteristik özelliklerini aldıktan başka bir de içgüdülerle donatılmıştır. Acıkma, susama, cinsel v.b. gibi. Ayrıca nefis bunların yanında yaşadığı hayattan hoşlanmadığı yaşantıları olumsuz duygusal yükleri ile birlikte bastırarak çeşitli kompleksler edinmektedir. Bu kompleksler nefsin adeta yaralarıdır. Dokununca kanarlar. Hassastırlar. İnsan ilişkilerinde sorun çıkarırlar. Kişinin hayatını zorlaştırırlar. Görünüşte çözümleri basittir. Ama bu durum görecelik oluşturduğu için ilgili kişiye aşılması zor bir engel olarak görünür. Zaten onlar da kişilikleri ile bütünleşen bu komplekslere sahip çıkralar, onları en değerli hazineleri gibi korurlar. İşte nefsin vesvesesi bunlardan kaynaklanır. Yani kişi bu komplekslerin etkisiyle kendisini bazen dine karşı savunmak ister. Kompleksi ona dinde bazı kuşkular doğurur. Bu kuşkular Kuran-ı Kerim’den, peygamberimizin (s.a.s.) hayatından olabileceği gibi Allah’a kadar uzanabilir. O da kompleksini savunmak için farkına varmadan dine hücum etmeye başlar. Din hakkındaki bu kuşkular günden güne büyür. Artık bir dünya görüşü halini almaya başlar. Tabii bu seyirde iç dünyasında ruh onu engellemeye çalışır. Çünkü ruh Allah’tan bir emanet olduğu için hiçbir zaman Allah’ı inkâr edemez. Dine karşı gelmez. Allah’ı ve dini savunur. Ama nefis iç dünyada egemenliği ele geçirdiğinden ruhu susturur, yaratılışının gereği olan yere yani yokluğa doğru onu yuvarlamaya çalışır. Başı sıkışan ateistin Allah’tan yardım umması bu yüzdendir. Nefis son bir ümitle ölmeyen ruhun dili ve kalbiyle Allah’tan yardım bekleyebilir. Bu durumlar bazen ateistin hayatında olabilir.
Şimdi nefsin komplekslerinin etkisiyle dinde kuşkulara gitmesini örnekleyelim. Zira yazımızda iddia ettiğimiz şeyler çok soyut oldu. Farz edelim ki bir eşcinsel. Tabii bununla bütün eşcinsellere ateistlik atfetme gibi bir amacımız yoktur. Zira inançlı eşcinseller de azımsanmayacak orandadır. Ayrıca bütün ateistleri de eşcinsellikle nitelendirmiyoruz. Zira ateistlerin çoğunun cinsel hayatı normal insanlarınınki gibidir. Kaldı ki İslam dininde eşcinsellik suç değildir. Suç olan şey, zinadır. Eşcinsel ilişkidir. Doğuştan gelen iktidarsızlık, bir engellilik durumudur. Kişi temiz, nezih bir hayatı seçerse normal insanların üzerinde bir karakter ve ahlaki olgunluğa ulaşabilir. Yani eşcinsellerde libido narsist bir karakter arz ettiği için bunların cinsel enerjiyle karakterlerini ve manevi yönlerini geliştirmeye yönelmeleri normal insanlara daha bir kolaydır, müsaittir. Biz bu örnekle tipik bir eşcinsellik olgusuna birkaç cümle ile değineceğiz. Benzerini Freud’un Olgu Öyküleri’nde bulabilirsiniz. İşte böyle birisini düşünelim. Kendimizi onun yerine bir an koyalım. Onu anlamaya çalışalım. Böyle birisi kendi kültür ve toplumu ile çatışma halindedir. İç dünyasında karşı cinse bir eğilim hissetmemekte, ama aynı cinse nefsi az da olsa bir eğilim duymaktadır. Nefsi bu durumu meşrulaştırmak için dine karşı vaziyet alacaktır. Çünkü din iç dünyada vicdan gibi işlev görür. Yani iç dünyanın hukukunu din meydana getirir. Nefis iç dünyada ruhun başını çektiği hukuku, yani dini ortadan kaldırmak için çeşitli dini kuşkuları gündeme getirir. Amacı çeşitli günahları vicdani bir rahatsızlık duymadan rahatlıkla işlemektir. Ruhun savunduğu dini değerleri hiçe indirgeyerek günahların zevkine dalmaktır.
Şimdi de başka bir örneğe geçelim. Farz edelim ki bu kişi kendisini toplumun küçük gördüğü bir etnik kimliğe sahip. Toplum küçük görüyor olabileceği gibi bu kişi de olguyu kendisi abartarak, alınarak da böyle bir komplekse girebilir. Hâlbuki İslam dini toplumdaki bu tür eğilimi ve anlayışı cahiliye pisliği olarak nitelemiş; ulusların, etnik kökenlerin birbirine kardeşliğini ve eşitliğini savunmuştur. Gelin görün ki bunu kompleks sahibi kişiye anlatamazsınız. Anlamak da istemez. Devası İslam dininde olduğu halde o önce İslam’a saldırır, toplumu suçlayacağı yerde dine hücum eder, dinde kuşkular aramaya başlar. Çünkü dinle toplumu iç dünyasında bir tutar. Hâlbuki her devirde olduğu gibi toplumda da bazı cahili alışkanlıklar, gelenekler, düşünce biçimleri, anlayışlar birer hastalık olarak yaygınlık kazanabilir. Toplum iyi insanların mücadeleleri ile rayına oturtulabilir. Yani toplumlar da bazen insanlar gibi hastalanabilirler. Böyle durumlarda İslam dininde bir kusur görmek yanlıştır. İşte böyle kompleksi olan bir kişi, yani etnik kimliğinden dolayı kendisini küçük gören birisi, toplumla mücadele atmosferinde dine karşı da vaziyet alır. Nefsinde dinle ilgili şüpheler duymaya başlar. Kompleksi dinle çatışma içerisine girer. Genellikle olduğu gibi dine karşı çıkan bir ideolojinin de savunuculuğunu yapar. Onun atmosferine sığınarak kendisini korumaya çalışır.
Genellikle uç örnekler verdiğimi biliyorum. Biraz da her insanın içerisinde bulunabileceği kuşkulara örnek verelim. Zira insanların büyük çoğunluğu dinin ana ilkelerinden kuşkulanmazlar. Ama dinin emir ve yasaklarına karşı duyarsızlardır. Nefisleri ahirette hiçbir cezaya tabi tutulmayacağı, Allah’ın geniş merhameti ile kendilerinin affedileceği vesvesesi ile bunları kandırmıştır. Hiçbir korku duymaksızın günahlara dalarlar. Günahlara daldıkları için dini yaşantıdan da uzaklaşırlar. Yani ibadetlere önem vermezler, haramları da gönül rahatlığı ile işlerler. Hâlbuki sonsuz güç kudret sahibi Allah’ın engin rahmetine güvenmenin yanında Cebrail, peygamberler, hatta peygamberimiz (s.a.s) dahi korkudan tir tir titremişler, hayatlarında hep bu korku ile ümit üzere olmuşlardır. İnsanın Allah’tan korkmaması, sadece Allah’ın rahmetine güvenmesi nefsin vesvesesi iledir. Nefis bu tür bir vesvese ile çoğu insanın ebedi hayatını karartmaktadır. Dine inanıp da böyle günah bataklığına dalan insanlar, kendilerini savunmak için şöyle düşünürler: ‘Allah günahları affeder. Zamanında susuz bir köpeğe su içiren bir fahişeyi Allah’ın affettiğine dair bir hikâye dinlemiştim. Biz de benzer bir şeyle yakayı kurtarabiliriz. Kaldı ki Allah yaptığına değil, kalbine bakar. Benim içim temiz…’ İşte çağımızda insanlar genellikle nefislerinin bu türde vesveselerine aldanıp ebedi hayatlarını karartmaktadırlar, kaybetmektedirler. Allah da Kuran-ı Kerim’de inananları şeytanların bu vesvesesine karşı şöyle uyarmaktadır: ‘Ey insanlar Allah’ın vadi haktır! Dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok hilekâr şeytan Allah’ın affı ile sizi kandırmasın. (Fatır Suresi, 5)’
Vesvesede şeytanın rolü sanıldığı kadar büyük değildir. Şeytan nefsin gölgesinden gider. O şunu iyi bilir: Dökme su ile değirmen dönmez. Yani nefsin kompleksine uygun olmayan vesvese işe yaramaz. İç dünyada bir etkiye sahip olmaz. Bunu bildikleri için nabza göre şerbet verirler. Şeytanlar insanların yaşamlarını, iç dünyalarını çok iyi bilirler. Kişinin komplekslerine uygun vesvese verirler. Uygun vesveseyi buldukları zaman bunu örneklerle pekiştirirler. Sürekli vurgu yaparlar. Herkes iç dünyasında bilinçli olarak bu vesveseleri algılamasa da bilinçdışında bunlara muhataptırlar. İçlerine sanki özgün bir düşünce gibi doğarlar. Kişi bu vesveseleri kendi düşünceleri gibi algılar. Kendilerine zeki, akıllı, düşünen, fikir üreten insan yanılsaması verirler. Hâlbuki konuşanlar şeytanlardır. Nefsin gölgesinde (yani bilinçdışında) konuştukları için olan bitenden kimse bir şey anlamaz. Amaçları kişiyi İslam’dan uzaklaştırıp son nefeste imansız götürmektir. Davaları budur. Şeytanların insan soyuna karşı sonsuz bir kinleri vardır.
Şimdi de bu vesveselerden nasıl kurtuluruz, onu biraz tartışalım. Vesvese olan düşüncelerin dine uygun cevaplarını kitaplardan okuyabiliriz. Geçici de olsa kişileri bu yol rahatlatabilir. Ama vesveseye tutulmuş kişi böyle bir arayışa girmez. Vesvesesini bastırmaya çalışır. Araştırmak şurada dursun, hiç konuyu kimseye açmak bile istemez. Çünkü bu onun sırrıdır, kendisi ile alay edileceğini sanır. Bir de boşu boşuna bir suçluluk duygusuna girer. Hatayı kendisinde arar. Ezilir, büzülür. Kendisini lanetli gibi bir şey sanır. Bu dindar kesim için ne yazık ki böyledir. Bazıları vesveseden kurtulmak için ibadetlerini bile terk ederler. Çünkü ibadet hayatı ile birlikte musallat olmuş sivrisinekler gibi vesveselerin kendilerini rahatsız ettiğini tecrübeleri ile anlamışlardır. Şu kesin ki vesvese inançsız insana gelmemektedir. Vesvese kişideki imanın belirtisidir. Böyleleri kafalarındaki vesveselere cevap bulduklarında biraz yatışabilirler; ama ibadet hayatları zenginleşmedikçe vesveseden tamamen kurtulamazlar. Yani bataklığı kurutmadıkça sivrisinekler eksik olmaz. Vesveseye karşı en pratik yöntem ilgisiz kalmaktır. Vurdumduymaz olmaktır. Tabii bu o an, yani vesvese anında gösterilecek bir tavırdır. Uzun vadeli bir çözüm değildir. Tedavi metodu da olamaz. Vesvesenin asıl nedeni nurdaki eksikliktir. Nur iman demektir. İmanı ancak ibadetlerle yakinleştirebiliriz. İslam hakkında çokça kitap okumak sanıldığı kadar etkili bir yöntem değildir. Aksi tesirler de yapabilir. İbadet hayatı biraz zenginleşince nur insanın bedenini, derken nefsini sarar, şeytanları etkisiz hale getirir. Çünkü iman nuru kişinin kalbinde hikmet pınarlarını açar, bunlar vesveseleri siler, süpürür. Vesveselere akılsal planda yanıt bulmak sivrisinekleri tek tek yakalayıp öldürmek gibidir. Bu yolla bunları bitirmek, sonunu getirmek imkânsızdır. Şeytanların vesvese vermek dışında başka bir işleri olmadığı gibi nefis de kompleksleri ile bunları üzerine adeta davet eder. Ama ibadet hayatını biraz zenginleştirerek vesvesenin üzerine gitmek bataklığı kurutmak gibidir. İman güneşi nefsin üzerine doğunca nefis komplekslerinin farkına varır, usulüne göre İslam eczanesinin ilaçları ile tedavi olur, şeytanın yol bulacağı hastalıklar ortadan kalkar. Sağlığına kavuşur.
Vesvese günah değildir. Ne türden olursa olsun bu böyledir. Kişinin suçluluk duygusuna girmesi boşunadır. Tövbe etmesine bile lüzum yoktur. Ama vesvese akla geldiğinde kişinin edeben ‘estağfurullah, subhanallah’ demesi yerinde bir davranıştır. Çünkü gelen vesveseler kişiye ait değildiler. Nefis ve şeytandan kaynaklanmışlardır. Kişi bu vesveselerden rahatsız olmuştur. Bunları benimsememiştir. Kovmak istemiştir. Ama başarılı olamamıştır. Gücü yetmemiştir. Bir de bunların yanında suçluluk duygusuna girip kendisini büyük bir günahkâr addetmesi ancak şeytanları sevindirir. Şeytanların da vesvese ile amaçladığı şey zaten budur. Onun Allah’a karşı ümidini yitirmesini sağlamaktır. Zira ayetle sabittir ki, ‘Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler topluluğu ümitlerini keserler (Yusuf Suresi, 87).’ Vesveselerin etkisiyle ibadetlerden uzaklaşmak şeytanları kendine güldürmektir. Nefisle ve şeytanla savaşı terk etmektir. Meydanı onlara bırakmaktır. Bu bir Müslüman için çok acıklı bir durumdur. Akla gelen vesvesede ibadetlere sarılmak, ibadet hayatını zenginleştirmek şeytanı ve nefsi kahreder, onların bu yolu bir daha kullanmalarının önüne geçer. Ayrıca bu yolla kalbe gelecek nurla kişinin nefsindeki hastalıklar, yani kompleksler de iyileşeceği için vesvese için gerekli zemin de ortadan kalkacaktır. Kaldı ki vesvese belasını Müslüman kullarının başlarına salan bu dünyayı bir imtihan yurdu kılan Allah Celle Celaluhudur. Başa gelen şerlere de sabrederek doğru yoldaki istikameti bozmamak Allahın muradıdır. Vesvese bir imtihandır. Allah’tan yardım umarak bu imtihandan başarılı çıkmak gerekir. Morali bozup da suçluluk duygusuna girmeye hiç gerek yoktur. Allah’ı suçlamak, kadere isyanla mukabele etmek, ibadetleri terk etmek imtihanı kaybetmektir; nefis ve şeytanı sevindirmek demektir. Bunun cezası ebedi bir pişmanlık olabilir. Allah bizleri korusun.
Ateist insanlara gelen din bakımından aykırı düşüncelere vesvese değil, kuşku denir. Bu kuşkuların cevaplarını bulsalar da onlar yine de dine yönelmezler. Onların bu kuşkuları dillendirmelerinin amacı bu kuşkulardan arınıp dine dönmek değildir. Eğer öyle olsa idi buna vesvese diyecektik. Bunların amaçları bu kuşkularla kendileri gibi taraftar toplamaktır. İnançlı insanların zihinlerini bulandırıp ateist yapmaktır. Hâlbuki Müslümanlar vesveseden rahatsız olup bundan kurtulmaya çalışırlar. Agnostik, teist ve deistlerinkine ise doğruyu arayıp aramamalarına, amaçlarına göre kuşku veya vesvese denir. Eğer amaçları aydınlanıp dine girmekse buna vesvese, yok gayeleri insanları inançsızlığa teşvik ise buna kuşku denir.
Nefsin ateist olduğunu ikrar etmesi öyle kolay bir şey değildir. Uzun evreleri, ruhla uzun mücadeleleri gerektirir. Herhalde nefis ve şeytanlar en sonunda onlara öyle bir hal veriyor ki kendilerinden emin oluyorlar. Ruhun etkisinden tamamen kurtuluyorlar. İç dünyalarına nefis tamamen egemen oluyor. Bu sayede vesveselerden de kurtuluyorlar. Rahatlıyorlar. Vesveseler kuşku niteliği kazanıyor. Kuşkular onlar için artık birer zihin jimnastiğine dönüşüyor. Din adamlarının o kuşkulara verdiği akıl ve mantığa, bilimsel gerçeklere uygun cevapları onlara sivrisinek vızıltısı gibi gelmeye başlıyor.
Allah bizleri nefsin ve şeytanların vesveselerinden, şerrinden muhafaza buyursun. Amin. Dualarınızı istirham ediyorum.