Umutlara Değmez Kurşun

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
Koyu bir karanlıkta yürüyor gibiydi. Ağızsız, gözsüz ve duyma yetisinden sıyrılmış. Beyni durmuş, düşünceleri yıkılmış, duyguları buz kesmişti. El yordamıyla araladı içindeki geceyi. Sessizce kendi içine çekildi. Küçük bir kavanozun içinde nefessiz, iki büklüm saatlerce durduğunu duyumsadı. Hiçbir şey, hiçbir işaret, hiçbir ses, yıkılan o koskoca dünyadan ipuçları vermedi ona. Düşüncelerini yok etmek, duygularını bitirmek uğruna, o ağır. kaygan ve peltemsi sıvı içinde küçülüverip bir nokta, bir zerre olmayı düşledi. Kavanoz içinde, elleri, ayakları, başı ve ince bir çizgiden ibaret olan gözleriyle bir ceninden farkı yoktu. Cenin ?.. Bilinçaltına yerleşmiş bir resim mi ? Bir yazının etkileyen hayali mi yoksa ?.. Yoo, sorunun yanıtı bunlar olamazdı.

” Kavanoz içinde, elleri, ayakları, başı ve ince bir çizgiden ibaret olan gözleri ile cansız, sessiz bir cenin ?..” Şimdi bulanık düşüncelerin demir parmaklıkları içindeki hafızası, bu sorunun çözümü ile ölesiye bir savaşım içindeydi.

Sorunun yanıtını bulamadıkça bunaldı, rahatsızlık duydu. Beyni, sürekli değişen düşüncelerin ağırlığı altında ezildikçe, hafızası da eski parıltısını yitirir gibiydi. Artık eskisi gibi her aradığını bıraktığı yerde bulamıyordu. Nedensiz bir unutkanlık, karanlık geceler gibi beyninin üzerine çöreklenmişti. Önceleri alabildiğine net olarak algıladığı resimler, görüntülerini kaybetmiş, isimlerle insan yüzleri arasındaki bağıntılar yok olmuştu. Her zaman adlarıyla seslendiği insanları görünce adlarını anımsayamamanın utanç ve iç sıkıntısını yaşamaktan bıkmıştı. Bir video kaseti görüntülerinin adını bilmediği bilmem hangi manyetik bir akımla aniden zayıflaması ya da yok olması gibi.

“Kavanozdaki kaygan, peltemsi sıvı içinde, ağzı ve gözleri birbirine paralel ince iki çizgi gibi, cansız ve sessiz bir cenin ?..” Nerden gelip takılıvermişti usuna. İnatçı bir düşünce jimnastiğine daldı. Nerdeyse tüm bilgilerini tek tek elden geçirdi. Bir film gibi her bir görüntüyü yeniden izledi. Hepsini netleştirip aralarında ilgiler kurdu. İşe yaramayanları ivedi bir kızgınlıkla ayıkladı.

” Kavanoz içindeki cenin ?..”
” Kavanoz içindeki cenin ?..”

Belki yirmi, otuz kez bu cümleyi yineledi durdu. Nihayet aradığı görüntü, alabildiğine netliğiyle, alabildiğine acı ve hüzün veren gerçekliğiyle, karanlıklara boğulmuş düşünceleri arasından çıkıp geldi. Acılı yüreği bu anımsayışla bir anlık olsun rahatladı, mutlu oldu.

Kitabının basımını yaptırdığı matbaa yolunda rastlamıştı ona. Bir eczanenin camekanındaydı. İki ayrı kavanoz içindeydiler. Büyükçe iki ayrı kavanoz. Yüreği bunalarak, midesinde bulantılar duyarak bir süre incelemişti onları. Birinde kaygan, peltemsi bir sıvı içinde ağzı ve gözleri birer çizgiden ibaret, kim bilir kaçıncı ayında yaşamdan zoraki kopartılmış bir cenin vardı. Diğerinde ise rengi donuklaşmış ama yine de o soğuk ve ürküntü veren görünümünden hiçbir şey kaybetmemiş kocaman bir yılan…

Yılanlar ve insanlar…

Öyküleri hep kötülükler üzerineydi yılanların. Eskilerin masallarından, bugünün en yeni söylemlerine kadar bu hep böyleydi… Yalan, ikiyüzlülük acı ve ölümdü taşımak zorunda oldukları ağır yük. İnsanlardan uzaklara kaçıp ıssız bir taş dibinde mide sızıntısının çaresini düşünen en masum yılanın bile adı ağulanmış ölümdü.
Ya insanlar ?.. Adı sevgi, dostluk ve barış ile anılan insanlar ?.. Güzellikler, iyilikler ve ebem kuşağı renkli umutları, hayalleri ile öpücüklerle, gülücüklerle her şeye hükmeden insanlar ?..

Yılanlar ve İnsanlar…

Öyküleri işte böyleydi. Ak ve karanın, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin irice iki kavanoza sığdırılmış inanılmaz öyküleri… Öyküleri binlerce yıl öteden böyle yazılmış, böyle çizilmiş, bize de böylesine anlatılmıştı. Kimin yazdığını, kimin söylediğini hiç düşünmeden, bilinçsiz bir ön yargıyla, hep terazinin bir kefesinden yana yüklenmişiz. Hep bir yanda görmüşüz kendimizi. Yanlı olmayı da hak görmüşüz kendimize. Sahi kimler yazmıştı yılanların ve insanların öyküsünü?

Bu gece de düşünceleri karanlıklardan yanaydı. Gökleri kararmış, yıldızları sönmüş, yaşamı nankör bir sessizliğin yalnızlığına bürünmüştü. Ağızsız, dilsiz ve yorgundu. Yılanlardan ve insanlardan sıyrılıverdi düşünceleri. Gerçeğe döndü yine. Acılara, ateşlere ve uykusuzluklara gebe gecelere.

Yine insanlar yoktu sokaklarda. Adım sesleri bir bir sıcak düşlerle dolu evlere taşınmışlardı. Bir gök, bir yer vardı evrende. Bir de kendisi. Söylemleri yalnızlık üstünedir hep… Bitmeyen bir şarkı, değişmeyen notalar ve yalnızca onların duyabileceği sessiz bir müzik.

Hep bu saatlerde yıkılıverirdi içindeki tüm kaleler. Tüm siperler çöker, akıl ve mantık silâhları susardı. Gündüzleri çelik kesen sinirleri, hep bu saatlerde gevşer, laçkalaşır, kendini alabildiğine bırakıverirdi. En kötü güçsüzlük duygusallıktı galiba. Galibası da biraz fazlaydı. Ne zaman kendini duygusallığın kollarına bıraksa ölümle karşı karşıya kalmanın o ürkünç, o soğuk ve korku dolu huzursuzluğunu yaşardı. Düşünceler buz keserdi. Duygular yaşam sevgisinden uzaklaşır bilinmeyen bir yerlere doğru dört nala. uçar giderdi. Hep böylesi anlarda dönek bir hançer olurdu ölümüne düşünceler. Yüreğinin üzerine çöreklenen bu ağır yüke, bir nefes alımı zaman bile bulamadan teslim olurdu.

Yine öyle oldu. Yine sancıdı yüreği. Eski bir ağrılı düşteydi sanki. Acılar silâh kuşanmış, en Ölümcül yüzleri, en acımasız yürekleriyle peşindeydiler. Kurşun gibi ağırdı ayakları. Kolları deviniminden sıyrılmış, sessiz donuk ve güçsüzdü. Kızgın denizlerin tam ortasında sandı kendini. Ateş denizlerinde nefes alamadan; eli, kolu bağlı, ne yapacağını bilemeden çırpındı durdu. Ölümü düşündü binlerce kez. Yandı ama yok olmadı. Ölümü çare bildi ama ölemedi işte… İlk kez o soğuk, o korkunç yüzlü ölüm güzel göründü ona. Yaşamı boyunca hiç bir an böylesine istek duymadı ölüme. Böylesine sevgi duymadı böylesine gönül vermedi…

Bir el karanlık geceyi araladı. Işık yüzlü bir İhtiyar göründü ona. Gözlerinden sevgi ve umut kıvılcımları serpiliyordu dört bir yana. Doğrulup kalkmak istedi oturduğu yerden. Ama yapamadı. Beyninin içi alt üst oldu. Ölüm geriledi, düşünceler arınıp gizemli bir ışığa boğuldu. Sesi kadife gibi yumuşacık, tatlı ve sevecendi.

“Umutlara değmez kurşun, dedi ışık yüzlü ihtiyar. Bir kuş ölür yürek kafesinde, bir kuş uçar yücelere oğul. Umudunu kaybetme. Takıl peşine o umut kuşunun. Gör bakalım nere uçar, gör bakalım nere gider. Denemeden ölmek yakışır mı insan olana ? Görmeden, bilmeden kabullenmek var mıdır yazgıyı ?..”

İşte böyle dedi ışık yüzlü ihtiyar.Ya da ona mı öyle gelmişti acaba ?.. Uçurumun ucuna kadar sürüklenmiş bir yaşam kendini boşluğa bırakmadan geriye dönüşün hesabını mı yapıyordu ?

Her neyse, öyle ya da böyle. Yeniden atmaya başladı yüreği. Yeniden yaşama döndü sanki. ” Umutlara değmez kurşun. ” dedi. Kitaplar, kağıtlar ve kalemler yanındaki sehpanın üzerinde sere serpeydiler. önce bir sigara yaktı. Dumanını derin derin ciğerlerine çekti bıraktı. Sonra kağıt ve kaleme sarıldı. İlk dizeler birkaç kalem darbesiyle beyaz kâğıt üzerine dökülmüştü.

”umutlara değmez kurşun
bir kuş ölür
ve bir kuş uçar yücelerden
dikilir burçlarına düşüncenin.”

Pek beğenmişti yazdıklarını. Zorladı ama gerisini getiremedi. Hep böyle olurdu zaten. Ne kadar uğraşsa boş. Söz bitti mi, ilham perilerinde dil susar, ağız mühürlenir, dizeler eski tılsımını kaybederdi. Yazmak olanaksızdır dizelerin geri kalanını. Artık kim bilir daha ne zamana tamamlanacaktır bu şiir ?..

Televizyonun kısık sesini yükseltti. Haberler okunuyordu, kulak verdi: ” Bosna-Hersek’te yaşanan kıyımın on yedi bin kurbanı çocuk…”

On yedi bin çocuk … Acıdan yana, ölümden yana çizilmişti yazgıları. Meyvaya duran çiçeklerin kar vurgununa gelmesi gibi dökülüp gitmişlerdi. Artık toprak üzerinde ilkbaharın muştucusu erik ve badem çiçeklerinden eser yok. Yürek acılarına tuz bassın anneler. Yürek acılarına tuz bassın babalar. Gözyaşları denizler doldururken çığlıklar gökyüzünü tutarken, hangi mutlu haber unutturacak bu gerçekleri ? O acılı haykırışların hesabını kimler üstlenecek ?

Kör dünya, sağır ve duyarsız dünya, dilsiz ve korkak dünya…

Bir bir kalelerimiz düştü işte. Vuruşarak çekilsek neyse. Hem ezildik, hem yaralandık, hem öldük. Ama ölülerin sessizliğinde, mezarlıkların suskunluğunda. Hep geriye kaçtık Hep geriye, hep geriye… Kaça kaça, kaçacak yerimiz kalmadı. Ardımız dört duvar, ardımız kör karanlık…

Aydınlıkları darağacına çekti kötüler. Sesleri gür, silâhları güçlü. Çamur ve pislik dolu yürekleriyle dünyayı kana buladılar. Kan ve ölüm kokan en iğrenç yüzleriyle İşte bahçemizdeler. İşte bir, iki, üç adım sonra da evimizdeler.

Biz sessiz, biz korkak, biz duyarsız… Yürekler kilitli, gözler kör, kulaklar sağır.

Bu düşünceler içinde yine o ışık yüzlü ihtiyarı görür gibi oldu. Bu kez konuşmadı ihtiyar, ama o söylemek istediklerini yüreğinde duyumsadı. Yine kağıda ve kaleme sarıldı.

”bir darağacı kurulur aydınlık düşlere inat
kan dolu sabahlar kucaklar ölümü
ve alıcı kuşları ihanetin, leş kargaları
çöreklenir aydınlıklar üstüne

sözler sıyrılıp da kınından
dönek bir hançer olur
gök yıkılır, su bulanır ,gün döner
çığlıklar kucaklar ölümü
bir kuşun kanadından

bir kuş çırpınır
yankılanır çığlıkları
suskun sahralarda
tüm gözler kör olur
kulaklar sağır
diller korkuya tutsak
diriler gömülür toprağa habire
ölülerin suskunluğunda.”

Spiker haberleri okumaya devam ediyordu: "... da savaş birinci ayını doldururken ölü sayısı … aştı … tam bir soykırım yaşanmakta.”

Ne kadar da uzaklara kaçmıştı sevgi kuşu. Acılar yaklaştıkça, gözyaşları arttıkça o, uzaklara çok uzaklara uçmasını sürdürüyordu işte.

Haberin tam orta yerinde "kurşun adres sormaz" diyordu kurşun yürekli biri. Kurşunlara yol veriyordu binler. Yüz binlerin, milyonların haykırışları, tetik yürekli, namlu gözlü, dinamit beyinli insanların gürültüleri arasında yitip gidiyordu.

Ateş almaya hazır barut gibiydi insanlar. Bir kıvılcım tüm sınırları, tüm bağları, tüm engelleri yerle bir edecekti sanki. Bilmem hangi canlı programda, sunucunun aptalca söylenmiş bir sözü ile kitleler ayağa kalkmış, televizyon binasının cam çerçevesi alaşağı edilmişti. Ne ilginçti şu insanlar. Susmayı ağırbaşlılık, hak aramayı dik başlılık sayan bizim insanımız. Onca adaletsizliğe, onca yoksulluğa, onca yanlışlığa karşın mırıldanmaktan öte tepki göstermeyen insan yığınları bir anda alev almış ateşten bir top gibi hedef üzerine yönelmişti.

Spiker haberleri okumaya devam ediyordu: "... sapık kendisini linç. etmek isteyen halkın elinden, güvenlik güçleri tarafından zor kurtarıldı... köye baskın yapan teröristler … vatandaşımızı öldürdükten sonra kaçtılar."

Yine içi bunaldı haberlerden. Yine midesi bulandı. Öfkeyle televizyonu kapattı.

İnsanları gördükleri sonra yılanlardan nefret etmedi artık. O, içine tiksinti veren korku silindi gitti. Soğukluğu, ona insanlar tarafından yapılan haksızlıkların utanç ateşinde sımsıcak oldu. Ona dokunmaya hazırlıklı değildi; ama ilk kez onu uzaklara itmedi. Kaçmadı ondan. Yaşamının tehlikelerle dolu savaşımını düşünüp sempati bile duydu ona. İlk kez düşlerinde yılanlar kovalamadı onu. İlk kez abartılmış, korkunç düşleriyle zehirlerini vücuduna akıtmak için ayaklarına dolanmadı yılanlar. Korkulu düşleri silindi yılanlardan yana.

Silah seslerinden, kandan ve baruttan yana suçları yoktu yılanların. Evrenin en insancıl nötron bombalarını patlatan, en akıllı roketlerini ölümlerle yükleyip, silâhsız insanların üzerlerine gönderenler de onlar değildi. Uzun menzilli silahlarıyla spor niyetine çoluk çocuk demeden insanları avlayanları gördükten sonra yılanlar dost geldi ona. İnsanlığından utandı. Yılanlar ve insanlar üzerine yazılmış öykünün utancını duyumsadı yüreğinin en uzak köşelerinde.

Özür dilemek silebilir miydi binlerce yılın ters yüz edilmiş bu yalancı söylemini?..

İnsanlardan korktu bu kez. Yılanlar gözüne dost göründü.

İhtiyar şiirinin son dizelerini fısıldadı ona :

” Umutlara değmez kurşun
bir kuş ölür
ve bir kuş uçar yücelerden
dikilir burçlarına düşüncenin
Silahlar gömülür toprağa
yürekler dile gelir
yıkanır sevginin bengi suyunda.”

Sonra çekilip gitti. Bir tutam ışık asılı kaldı karanlık duvarların ötesinde.

Zekeriya Çavuşoğlu

Yasal Uyarı: Sitedeki tüm içeriğin telif hakkı şairin kendisine ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre korunmaktadır. Şairin izni olmadıkça içeriğin tamamı ya da bir kısmı kopyalanamaz, yayınlanamaz, alıntı yapılamaz!
 
Son düzenleme:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Her satırını sıkılmadan okudum. Çok güzel yazmış yine.. Tabi şu sözlerde ayrı bi güzel..

” Umutlara değmez kurşun
bir kuş ölür
ve bir kuş uçar yücelerden
dikilir burçlarına düşüncenin
Silahlar gömülür toprağa
yürekler dile gelir
yıkanır sevginin bengi suyunda.”
 

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
“Umutlara değmez kurşun, dedi ışık yüzlü ihtiyar. Bir kuş ölür yürek kafesinde, bir kuş uçar yücelere oğul. Umudunu kaybetme. Takıl peşine o umut kuşunun. Gör bakalım nere uçar, gör bakalım nere gider. Denemeden ölmek yakışır mı insan olana ? Görmeden, bilmeden kabullenmek var mıdır yazgıyı ?..”

okumuştum ben bunu en etkilendiğim kısımlarından biri bu kısımdı...
 
Top