Türkiye'nin gerçek kabadayıları kimler?

Suskun

V.I.P
V.I.P
Eskiden her mahallenin bir kabadayısı vardı. Kimilerine göre Tophane saldırısının bir sebebi de mahallenin bu adabının bozulmasıydı. İşte yiğit kabadayıların yerini devletle kol kola girmiş mafya babalarına bırakmasının öyküsü…

kabadayilar.jpg
ATV’nin ilgiyle izlenen dizisi Ezel’de bu sezon ana hikâyenin yanında, Ramiz Dayı’nın Kenan Birkan’la 70’lerin başında tanışmasını ve kabadayılığa giden yolculuğunu izliyoruz. Yakın çevresinde sevilen ve saygı duyulan, öte yandan korku salan Ramiz Dayı’nın “kabadayı” mı, “mafya babası” mı olduğu tartışılıyor. Aslında bu tartışma yeni değil, hatta “son kabadayı” olduğu söylenen Dündar Kılıç “mafya”lığı hep reddetti. Aslında onun bu hassasiyetini anlamak için mafya babalarının, kabadayıların, külhanbeylerin ve hatta hepsinin atası tulumbacıların hikâyelerine göz atmak gerekiyor.

Osmanlı’da, İstanbul’da dar sokaklara sıralanmış ahşap evler, yangın sırasında itfaiyenin önemini artırıyordu. Her mahallenin itfaiye görevini de yürüten kabadayılar, yani “tulumbacılar”, cesaretleri, güçleri ve çok hızlı koşmaları ile ünlüydü. Statüsünü cesaretine, bileğine ve silahına dayanarak kendi kazanırdı. Kariyeri için olur olmaz kavga çıkarmak yetmezdi, gereksiz yere zor kullanmak hoş karşılanmazdı. En önemli koşul namlı bir kabadayıyı mertçe bir kavgada yenmekti.

Racona uymayan düelloya Haklarını gözettikleri mahalle sakinleri ile iyi geçinirlerdi. Polisle başları sürekli dertteydi, ancak polisle ilişkileri her iki tarafın çıkarlarına uygundu. Kabadayı semtin içişlerini kendi usullerine göre yönetmekte serbestti, karşılığında ağır suçlarda polise yardım etmekle yükümlüydü. Cezaevi onlar için yeraltı hayatının kurallarını öğrendikleri bir okuldu, ne kadar yatarlarsa o kadar itibar görürlerdi. Çoğu iyi içer ama kontrolünü kaybetmezdi. Gece hayatında şehrin ünlü “yosma”larıyla takılırlardı. Aralarında bir anlaşmazlık olduğunda racon keserlerdi, yani kendilerinden yaşlı ve bilge bir kabadayı her ikisini de dinler, kimin haklı olduğuna karar verirdi, genelde karara kimse itiraz etmezdi, ancak eğer ederlerse tek seçenek vardı: Düello. Bir kabadayı için en kötü şey ise “madra” olması, yani itibarını kaybetmesiydi.

O devirlerde külhanbeyler makbul sayılmazdı, hatta kabadayılar birini küçültmek isterlerse “külhanbeyi” derlerdi. Sermet Muhtar Alus “30 Sene Evvel İstanbul” kitabında tulumbacıların kendilerine has kıyafetleri, argoları ve tavırları olduğunu yazıyor: “Sıfır kalıp, dar Beyoğlu, vişne çürüğü fes. Tepede ve yanlarda perçemler. Yakası büzme, omuzdan ilikli mintan. Kısa, dar ceket. Yenlerin içlerinde mor kadife. Yün kuşak. Bol pantolon. Yumurta ökçe ayakkabı yahut şıpıdık. Omuza asılmış saldırma veya belde kama. Ara sıra notasız bir sesle veyahut ıslıkla bir türkü ara nağmesi mırıldanmak. Sık sık, sol kolunu kıvırıp arkasından fıskiye gibi tükürüş. ”


İDRİS ÖZBİR ( KÜRT İDRİS )

B]
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yönetimin sert uygulamalarından kabadayılar da etkilendiler ve 1940’lara dek sesleri çıkmadı. Ancak 50’lerde yine özellikle İstanbul’da adları duyulmaya başlandı. Eski Emniyet Müdürü Erdoğan Alıveren, 1950’lerdeki kabadayıları şöyle hatırlıyor: “Şişli’de meydana bakan bir apartmanın kapısında kahve ocağı işleten ‘apartman’ Mustafa, Kürt İdris, Kurtuluş’ta kahvehanesi olan Tatavlalı Niko, Kasımpaşalı Ahmet ve Vezneciler’de kahvehane işleten Arap Nasri gibi şahıslardı. Terlikçi Ahmet’in Meyhanesi de bu kabadayıların toplanıp içki içtiği yer idi.”


Oflu Hasan
İstanbul’un ilk “baba”sı

oflu-hasan.jpg
“Türkiye’nin Mafyası” kitabında kentleşme ile birlikte bu “romantik kabadayılar”ın giderek yerini zor uygulayan, baskıcı kişilere bıraktığı belirtiliyor. Ateşli silahlar yeraltı dünyasını kaçınılmaz olarak değiştirdi ve kabadayı, “baba”ya dönüşmeye başladı. Ancak elbette bu geçiş hemen olmadı. “Babalar Senfonisi” kitabının yazarı gazeteci Engin Bilginer’in “İstanbul’un ilk babası” dediği Oflu Hasan, 50’li yılların en güçlü kabadayılarından idi. 1950’lerde Tophaneli Araplar ile Galatalı Lazlar arasında, çok ölü ve yaralıya mal olan çete savaşında racon kesmiş ve anlaşmazlığı bitirmişti. 1968’de ölen Oflu Hasan’ın cenaze töreninde 20’ye yakın Emniyet müdürü, 50 polis şefi, CHP’li Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner ve devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın oğlu Kaya Sunay’ın gönderdiği çelenk vardı. Kent şövalyeliği yerini ülke çapında yöneticilerle bağlantı içerisinde olan “baba” figürüne bırakıyordu.

Bilginer’in kitabında dönemin kabadayı ve mafya babalarına dair çarpıcı bilgiler yer alıyor. Örneğin Tophane baskınından sonra adı geçen, tüm ısrarlarımıza rağmen röportaj vermeyi kabul etmeyen Arap Nasri’nin 1968’de Maltepe’de büyük bir kumarhanesi vardır. Dönemin Emniyet Müdür Muavini İbrahim Vural kumarhaneyi trenden inen polislerle bastı ancak daha sonra görevden alındı. Arap Nasri uzun süre Tophane ve Kemeraltı’ndaki genelevleri haraca kesti, İstanbul’a gelen yabancı gemilere kumanya veren firmalardan da haraç alıyordu. Sonra kendisi kumanya satmaya başladı. Bir süre sonra ise Bilginer’in deyimiyle, “bütün pisliklerden elini tamamen çekmiş, ticaretle uğraşıyordu. O artık bir beyefendiydi!”


Dündar Kılıç
Hümanist kabadayı

dundar-kilic.jpg
Bir başka ünlü “kabadayı” Dündar Kılıç, en az 38 kere hapse girdi, çıktı, generallerle tutuklandığı da oldu, aynı generallerle yasadışı iş yaptığı da iddia edildi. Günlerce süren işkencelerden de geçti, Turgut Özal’ın karısı ve çocukları kendisinden yardım da istedi. Trabzon’da doğan, kabadayılığı hapiste Oflu’lardan öğrenen Kılıç, kısa sürede İstanbul’un yeraltı dünyasında önemli yer edindi. Eğlence dünyasının, Beyoğlu’nun huzur ve emniyetinin “garantisi” oldu. Toplam 21 yıl hapis yattı, cezaevinde “onlardan çok şey öğrendim” dediği Yaşar Kemal, Selahattin Eyüboğlu, Yılmaz Güney gibi isimlerle arkadaş oldu ve MİT tarafından “solcu baba” diye fişlendi. Ancak o solcu olmadığını söyler ve şöyle der: “Ben insan sevgisine dayalı hümanist felsefeyi benimserim.”

Bilginer’in tam 20 yıl öncesine dair şu yorumları kulağınıza tanıdık geliyor mu? “Kabadayıların ‘baba’ adını aldıkları, mafya düzeninin ülkemize belki de hiç ayrılmayacak şekilde yerleştiği, rüşvetin, uyuşturucunun, kaçakçılığın, hayalicinin kol saldığı, cinayetlerin satın alındığı, devlet görevlilerinin babaların silahlarını taşıdığı, sayılmamış para tomarlarının havada uçuştuğu, mahkemesiz, temyizsiz infazların yapıldığı bir dönem.”


Hrisantos
İstanbul polisinin kâbusu

Hrisantos.jpg
1900’lerin başında İstanbul’daki Rum azınlığa sahip çıkarak ünlenen Hrisantos, kabadayılar üzerine yazanlar tarafından bir asi, katil, cani olarak anlatılıyor. Kurnazlığı ve korkusuzluğuyla nam salan Hrisantos, kabadayılığın bütün özelliklerini taşıyor.

Hakkında geniş bilgi, dönemin gizli polis teşkilatı Teşkilat-ı Mahsusa’nın şefinin anılarında yer alıyor. 1898’de doğan Hrisantos, eğitimini bir barda alır, 16 yaşında haraç ödemek istemeyen bir dükkân sahibinin boğazını keser. Osmanlı polisi peşine düşer ancak nice vukuattan sonra bile yakalayamaz. “Onu yakalayıp öldüreceğim” diyen polis İsmail’in bürosunu basıp “bir kurşun yeterince uyarıcı olmalıdır” sözleriyle ayrılması ününe ün katar. Rum azınlığın kahramanı olan Hrisantos, öldürdüğü dördüncü polis Muharrem’den sonra Aynalıçeşme Polis Karakolu’nu basar ve içerideki polisleri silahsızlandırarak nezarete koyar.

Yakalanamayan Hrisantos, bir çatışmada yaralanır ve karısına değil, ilk aşkı Eftimya’ya gider ve orada ölür. Hrisantos’un ünlü oyuncu Selda Alkor’un dedesi Muharrem Alkor olduğu söyleniyor.
 
Top