Türkçenin Öyküsü

OBir

MEB
Özel üye

Dilin Öyküsü:​

Ve bütün dünyanın dili bir ve sözü birdi. (Eski Ahit)

Dil, insanı tanımlayan özelliklerin başında gelir. Temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bu son derece karmaşık sistem, basit bir iletişim aracı olmanın çok ötesindedir. Dil aracılığıyla sadece mesaj aktarmayız; aynı zamanda dil bizi bir topluluğun üyesi yapar, biz kendimizi dil aracılığıyla tanımlarız. Bu gerçeklik dili, günlük kullanılan pratik bir araç olmanın çok ötesine taşır; kültürel, sosyal, siyasal, psikolojik süreçleri de içine alan çok kapsamlı bir olgu haline getirir. Dil, varoluşun en sıra dışı, en mucizevi öyküsüdür demek yanlış olmaz.

Günümüzde kullanmakta olduğumuz dillere benzer sistemlerin en azından 40.000 yıldır var olduğu bilinmektedir. Belki de çok daha eskiye gitmek gerekir. Bilim, modern insanın en az 40.000 yıldır günümüz insanı kadar mucit ve yaratıcı olduğunu söylüyor bize. Dil, bilgi, iletişim olmadan da mucit insandan söz edemeyiz.

Dillerin doğuşuyla ilgili mitolojiler, dinler çeşitli görüşler ortaya koymuştur. Örneğin Çin mitolojisine göre dili insanoğluna su kaplumbağaları öğretmiştir. Semavi dinler dili, Tanrı tarafından insana verilmiş bir armağan olarak anlatır. Modern bilim ise dillerin doğuşuyla ilgili kuramsal düzeyde değişik tezler ileri sürmektedir. Monojenistler dilin tek bir kaynaktan(kök dilden) doğduğunu, polijenistler dilin farklı zamanlarda birden çok kaynaktan doğup geliştiğini ileri sürer. Modern dil bilim; Yansıma Kuramı, Ünlem Kuramı, Doğuştanlık Kuramı, Beden Dili(Jest- Mimik) Kuramı, İş birliği Kuramı gibi birçok kuram aracılığıyla dillerin doğuşunu açıklamaya çalışır.

Bugün dünyada 7000’e yakın dil olduğu sanılmaktadır. Dil bilim bu dilleri köken bakımından ve yapı bakımından çeşitli sınıflandırmalara tabi tutar; bu diller arasındaki farklılıkları, benzerlikleri, etkileşimleri ortaya koymaya çalışır. Dilin izlenebilen tarihi yazının icadıyla başlar. Yazı, bütün tarihin ön koşulu olmakla kalmaz, fiilen dili yaratır. Yazı; dili biriktiren, üreten, sürekli kılan maddi bir olgudur. Yazıdan bağımsız büyük bir dilin varlığından söz etmek neredeyse olanaksızdır.

Dillerin yayılışında ve çeşitlenmesinde iki temel gelişmenin belirleyici olduğu sanılmaktadır: tarımın yayılması ve fetihler. Yunanca, Latince, Çince, Arapça gibi kadim diller başarılarını büyük oranda bu iki gelişmeye borçludur. Tarım ilk kez Irak, Türkiye, Suriye, İsrail topraklarının bir bölümünü kapsayan “Bereketli Hilal” denen bölgede ortaya çıktı. Çin, Mısır ve Amerika da insanlığın tarıma başladığı en eski coğrafyalar arasındadır. Zaten yazının da yoğun tarımın yapıldığı ve güçlü siyasal otoritelerin ortaya çıktığı bu coğrafyalarda icat edildiği bilinmektedir. Yazı; M.Ö 3000 dolaylarında Mezopotamya’da, M.Ö. 1500’lerde Çin’de ve M.Ö. 3-4. yüzyıllarda Amerika’da icat edilmiştir. Birçok dil bilimci ilk icadın sonrakilere kaynaklık etmiş olabileceği görüşündedir. Çünkü tüm bu yazı sistemleri çok temel noktalarda birbirlerine benzemektedir.

Dil, bir dilbilim sistemi olduğu kadar toplumsal ve siyasal bir olgudur. Dillerin doğuşu, isimlendirilmesi, yükselişi ve yeni dillere kaynaklık etmesi daha çok siyasal bir olaydır. Yani diller, dil isimleri hakkında karar veren kişiler dil bilimcilerden, kültür, sanat ve bilim insanlarından çok siyasal iktidarı elinde bulunduranlardır. Güçlü ve merkezi siyasi otoritelerin geniş kitlere seslenen büyük dilleri doğurduğuna, otoritenin çöküşüyle birlikte dilin de parçalandığına, lehçelere bölündüğüne tarihte sıklıkla tanık oluruz. Bu duruma en iyi örnek Roma İmparatorluğu ve Latincedir. Tarihin en kudretli dillerinden biri olan Latince, İmparatorluk’un çöküşüyle gücünü kaybeder; yerini Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca gibi dillere bırakır. Dilin siyasi desteği kalmayınca o dili konuşanlar da dili kısa sürede terk eder. İnsanlığın en eski yazı dili olduğu sanılan Sümerce ve tarihin belli dönemlerine damga vurmuş birçok dilin bugün ölü dil olması siyasal süreçlerle ilgilidir.

Bir üst yapı kurumu olan dil; her tür siyasal, kültürel, iktisadi gelişmeye sıkı sıkıya bağlıdır. Çince günümüze ulaşmış en eski yazı dilidir. Çinliler karşılaştıkları insan topluluklarına kıyasla tarımda, teknolojide, sanatta, felsefede daha ileriydiler. Bu yüzden egemenlikleri altına aldıkları toplumları da egemenlikleri altına girdikleri toplumları da etkilemeyi başardılar. Yine Romalılar fethettikleri topraklara valiler, askerler, tahsildarlar, mühendisler, hekimler, din adamları da götürürlerdi. Bu yüzden Latince bir süre sonra fethedilen yerlerin egemen dili olurdu. Hâlbuki Moğollar ve Germenler işgal ettikleri yerlerde derin izler bırakamamış, fethettikleri topraklardaki daha ileri toplumların içinde zamanla erimişlerdir. Çünkü Moğollar ve Germenler “barbar” topluluklardı.

Özetle şunu söyleyebiliriz ki türümüzün en üstün yetilerinden biri olan dil, insanın kültürel, siyasal, sosyolojik, iktisadi tarihinden kopuk ele alınamaz. Somut örnekler de ortaya koyuyor ki dilin tarihi devletlerin tarihinden ayrı değildir.

Türkçenin Öyküsü:​

Türkler; Allah’ına Arapça, sevgilisine Farsça, ailesine Türkçe seslenir. (Batılıların Türklere bakışı)

M.Ö. 329 yılına ait bir Çin belgesinde iki dizelik bir Türkçe şiire yer verilir. Bu iki dize Türkçenin daha o zamanlarda duygu ve düşünceleri yansıtacak yetkinliğe ulaşmış olduğunun kanıtıdır. Orta Asya’da Türk diliyle yazılmış bilinen ilk yazılı belgeler Göktürk Yazıtları’dır. Türkologlar bu yazıtlardaki dilin olgunluğundan yola çıkarak Türk yazı tarihinin 8. yüzyıldan çok daha eskilere gittiğini söylerler. Orta Asya Türk dili zengin bir destan geleneğinin dilidir. Ancak yazı geleneği olmadığı ya da çok zayıf olduğu için bu destan edebiyatı günümüze özgün biçimiyle ulaşamamıştır.

Orta Asya’da atlı – göçebe bir kültürün dili olan Türkçenin asıl sınavı Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle başlar. Artık Türkçe, 10. yüzyıldan sonra Arapça ve Farsça gibi iki büyük yerleşik kültürün diliyle baş etmek, bu dillerin yoğun baskısı altında varlığını sürdürmek zorundadır. Bu süreçte İslam medreselerinde bilim dilinin Arapça olması, sanat çevrelerinin zamanının ileri bir edebiyat dili olan Farsçayı tercih etmesi Türkçeyi olumsuz etkileyecektir.

Türk dili araştırmacıları Türkçenin Arapça ve Farsçadan çok fazla etkilenmesini birçok sebebe bağlar. Kutsal kitabı anlama isteği, İslam kültürü ve imparatorlukları içindeki baskın eğilimler, resmi dil sorunu, Türklerin Anadolu’yu fethiyle birlikte bu zengin ülkeye çok sayıda İranlı bilginin gelmesi, bireysel ve toplumsal dürtüler, 15. yüzyıl’dan sonra çok uluslu bir imparatorluğa dönüşen Osmanlının yeni bir dile ihtiyaç duyması, halifeliğin Osmanlı’ya geçmesiyle Osmanlı sultanlarının Arapçayı önemsemesi bu sebepler arasında gösterilir.

11. yüzyıl’dan sonra Arapça ve Farsçanın Türkçe üzerindeki yoğun etkisinden rahatsız olan Türk aydınlarının bu “akıntıya kapılma hali”ne karşı çıkışlarına tanık oluruz. Dîvânü Lugati’t-Türk’te Kaşgarlı Mahmut, Türkçenin de Arapça kadar yetkin bir dil olduğunu söyleyerek Türkçeyi Arapçaya karşı savunur. 13. yüzyılda Karamanoğlu Mehmet Bey bir ferman yayımlayarak Türkçe dışındaki dillerin konuşulmasını yasaklar. 15. yüzyılda büyük Çağatay şairi Ali Şir Nevai Muhakemet’ül Lugateyn’de Türkçenin Farsçadan daha üstün bir dil olduğunu söyler, Türk şairlerinin ana dillerine emek vermek yerine Farsçaya özenmelerinden yakınır. 16. yüzyılda divan şairleri arasından da yalın Türkçeyle yazma eğilimi gösterenler çıkar. Nazmi, Mahremi, Visali gibi şairlerin öncülük ettiği “Türk-i Basit” adıyla bilinen bu çaba da kalıcı bir etki bırakamaz. Nihayet 18. yüzyıl’ın renkli divan şairi Nedim, Mahallileşme hareketiyle divan şiirinin dilini halk diline yaklaştırmayı başarır. Bu yüzyıllarda yalın Türkçe Yunus Emre gibi oldukça yetkin sufi şairlerin ve Karacaoğlan gibi gelenek yaratmayı başarmış saz şairlerinin şiirlerinde hayat bulur.

11. yüzyılda Türkler Batı uygarlığıyla yoğun etkileşim içerisine girmiştir. 1839’da Mustafa Reşit Paşa’nın yayımladığı Tanzimat Fermanı biz Türklerin Batı uygarlık dairesi içerisine girişimizin resmi belgesi niteliğindedir. Bu yüzyıldan sonra artık Türkçe, Fransızca gibi Batı uygarlığının ileri sanat ve bilim dillerinden etkilenecektir. Arapça ve Farsça sözcük akını yerini Fransızcaya bırakacaktır. 13-19. yüzyıllar arasında Türkçe; Arapçadan 6455, Farsçadan 1361 ödünçleme sözcük almıştır. Oysa Türkçe, sadece yüzyılda Fransızcadan 4702 ödünçleme sözcük almıştır. 1950’li yıllardan sonra ise Türkçe, İngilizceden 500 dolaylarında ödünçleme yapmıştır.

Türkçe üzerine etraflıca kafa yoran ilk aydın kuşağı Tanzimat aydınıdır. Tanzimat edebiyatının güç kaynağı halktır. Kendisi de geniş bir halk yığınına seslenerek ona güç vermek ister. Bunun içindir ki bu edebiyatın en ileri vasfı sanatta yarar ve dilde sadeliktir. Şinasi, Ali Suavi, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Şemsettin Sami, Necip Asım gibi aydınlar yazı diliyle konuşma dili arasındaki uçurumu ortadan kaldırmak için çabalarlar. Ancak yüzyılların ihmal edilmişliğini onararak halk Türkçesini yetkin bir yazı dili haline getirmek hiç de kolay olmayacaktır. Bu savaşım 1910’lu yıllara, Yeni Lisancılara dek sürmüştür. Türk dili, Yeni Lisan hareketiyle konuşma dili ile yazı dili arasındaki ikiliği yenmiş, savaşımı halk Türkçesi lehine sonuçlandırmıştır. Mehmet Emin Yurdakul’un şiirleri, Ömer Seyfettin ve Refik Halit’in öyküleri yalın Türkçenin bu dönemdeki öne çıkan verimleridir.

Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.( K. ATATÜRK)

Dil çalışmaları Cumhuriyet döneminde 1932’de Atatürk’ün manevi koruyuculuğunda kurulan Türk Dil Kurumuyla yeni bir aşamaya evrilir. Türk dili çalışmaları özerk bir dernek çatısı altında sistemli bir biçimde yürütülmeye çalışılır. Türk Dil Kurumu kuruluş amaçlarını açıklayan raporunda şu maddelere yer verir:

  • Türkçenin Sümer ve Eti gibi eski dillerle, Hami-Sami ve Hint Avrupa dilleriyle karşılaştırması yapılmalıdır.
  • Türkçenin tarihi gelişim süreçleri araştırmalı, karşılaştırmalı grameri yazılmalıdır.
  • Türkçenin tarihi grameri yazılmalıdır.
  • Doğu ve Batı dillerinde Türkçe ile ilgili yazılmış eserler toplanmalı, gerekli görülenlerin çevirisi yapılmalıdır.
  • Kurum, çalışmalarını bir yayın aracığıyla kamuoyuyla paylaşmalıdır.
  • Ülke gazetelerinde dil işlerine özel bir önem verilmelidir.

Ancak Tanzimat’la başlayan Türkçenin özleşmesi tartışmaları Türk Dil Kurumu içinde de devam eder. Kurum içerisinde ana çizgileriyle üç farklı anlayıştan söz edebiliriz:

a) Türkçedeki tüm yabancı kökenli sözcükleri ve kuralları atmaktan yana olanlar vardı. Bunlara “tasfiyeciler” denmekteydi. Fuat Köseraif, Nurullah Ataç gibi isimler bu görüşteydi.

b) Dile en ufak bir müdahalede bulunulmasına kaşı çıkan, “tutucular” denen anlayışın öncüsü Süleyman Nazif’ti.

c) Dile mal olmuş, yaşayan dil ögelerinin dilde kalmasını, anlaşılmayı ve dili kullanmayı zorlaştıran ögelerin atılması gerektiğini söyleyenler ise Yeni Lisancı anlayışı sürdürenlerdi.

1950’den sonra Türk Dil Kurumu çevresinde evrimciler ve devrimciler olarak adlandırabileceğim iki farklı eğilim arasında sert tartışmaların yaşandığına tanık oluruz. Fuat Köprülü, Hüseyin Cahit Yalçın gibi evrimciler dilde özleşme çabalarında aşırıya gidildiğini, dilin doğal akışına müdahale edilmemesi gerektiğini söylüyorlardı. Devrimciler ise dilin kendi haline bırakılması durumunda geçmişte olduğu gibi yabancı sözcüklerin istilasına uğrayacağını, ilgisizlik nedeniyle Türkçenin ek ve kök sisteminin atıl kaldığını ve dilin bu potansiyelinden yararlanılması gerektiğini söylüyorlardı. Kendilerine yönelik “tasfiyeci” suçlamasını reddediyorlardı.

Nihayet 1983’te Türk Dil Kurumu’nun özerk statüsüne son verilerek kurum doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır. Türk Dil Kurumu o tarihten günümüze resmi devlet kurumu olarak çalışmalarını sürdürmektedir. 1983’te Kurum’dan ayrılan ya da ayrılmak zorunda kalanlar ise Dil Derneği çatısı altında toplanmışlardır.

1983’te yapılan bir araştırmada Türk Dil Kurumunun önerdiği 245 sözcükten 146’sı dile başarıyla tutunmuş, 39’u biraz değişikliğe uğrayarak kullanıma girmiş, 60’ı ise başarısız olmuştur. İl, ilçe, danıştay, sayıştay, konut, özel, evrensel, yazar, uçak, bilim, eğitim gibi sözcükler başarılı olmuşken; ilbay, ilçebay, kamutay, duyurumluk, görümsetme, yeğni gibi sözcükler başarısız olmuştur. Türk Dil Kurumu türettiği sözcükleri halka öneriyordu, son kararı halk veriyordu. Çünkü hiç kimse halka rağmen dilden sözcük atamaz, yine halka rağmen dile tek bir sözcük sokamaz.

1945- 1983 arasında 7 kez ve milyonlarca basılan Türkçe sözlük içinde 38.000 sözcüğün 20.000’i Türkçedir. 80 yıl önce dil dağarcığımızda %34 Türkçe sözcük varken yazı dilimiz %35-40 Türkçeydi. 1983’teki saptamalara göre dil dağarcığımızda %67 Türkçe sözcük bulunmaktadır. 7000 yeni sözcük türetilmiş ya da halk ağzından, eski yapıtlardan alınmış, Türkçe sözlük kanalıyla dilimize kazandırılmıştır.

Sonuç:​

Türkçenin “bitmeyen kavga”sı devam ediyor. Bugün Türkçenin herkesçe üzerinde anlaşılmış bir yazım kılavuzunun olmaması, yazımın yapboza dönüşmüş olmasının bile en az 150 yıllık bir arka planı vardır. Biz Türkler var olduğumuz sürece de bu kavga devam edecek, çünkü dil son derece canlı ve her türlü toplumsal değişmeden doğrudan etkilenen bir kurumdur. Türkçenin tarihini, Türk dilinin Orta Asya’dan günümüze uzanan uzun öyküsünü bütün cepheleriyle bilmeden Türkçenin tarihsel ve güncel sorunlarını da anlayamayız, doğru çözümler üretemeyiz.

Küreselleşmeyle birlikte birçok küçük dilin önümüzdeki yüzyıl içinde yok olacağı öngörülmektedir. Çünkü teknolojik gelişme büyük bir ortak dil talebini zorunlu kıldı. Son 50 yıldaki gelişmeler İngilizcenin önümüzdeki dönemde de baskın bir dil olmaya devam edeceğini göstermektedir. Artık bugün gitgide tek dillilik yerini çok dilliliğe bırakmaktadır ve İngilizce dünyadaki en çok tercih edilen “ikinci dil”dir. Günümüzde birçok dil gibi Türkçe de küreselleşmenin ve teknolojik gelişmelerin yarattığı yeni sorunlarla baş etmek zorundadır.

Türkçe; köklü bir geçmişi olan, dünyada en çok konuşulan 10 büyük dilden biridir. Yine Türkçe bin yıldır birçok büyük badireyi atlatmış, rüşdünü ispatlamış bir dildir. Gelecekte Türkçenin öyküsünün nasıl devam edeceği, biz Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti devletinin öyküsüyle yakından ilişkili olacaktır. Çünkü geçmiş bize dillerin tarihinin devletlerin tarihinden ayrı olmadığını göstermektedir.

TURGAY ÇİMEN

Kaynakça:
  • Dillerin Tarihi, ToreJanson
  • Dilin Tarihi, S. R. Fischer
  • Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Agâh Sırrı levent
  • Çağdaş Türk Dili, Süer Eker
  • Türkçenin ve Dil Devriminin Öyküsü, Şerafettin Turan, Sevgi Özel
 

OBir

MEB
Özel üye
Konu başlığında geçmişken hemen bir konuya da açıklık getirelim.

Türkçe kelimesine gelen ek ayrılır mı?​


Türkçe sözcüğüne gelen ekler kesme imiyle ayrılmaz, bu nedenle Türkçeyi, Türkçeden, Türkçenin şeklindeki yazımlar doğrudur.

Kural şudur:

''Yapım ekinden sonra gelen çekim ekleri kesme imiyle ayrılmaz."

Türk sözcüğüne +çe yapım eki gelmiştir.

İşte oluşan bu tür bir sözcüğe çekim eki geldiğinde kesme imi kullanılmaz.

Türkçe'yi biçimindeki yazılış yanlıştır.

Doğrusu Türkçeyi olmalıdır.

Bunun gibi, Türkçenin sözcüğü de kesme imi ile ayrılmaz ve Türkçenin olarak yazılır.

Ayrıca Türkçede, Türkçeye, Türkçeden, Türkçemiz, Türkçemizin, Türkçemizde gibi sözcükler kesme imi olmadan yazılır.
 

KaderKatibi

Dürüstlük insanın kartvizitidir, Matbaada basılmaz
Özel üye
Verdiğiniz bilgiler çok teşekkür ederim.
Yazım hatası yapmamak için elimden geleni yapsamda bazen bilmeden yapıyorum.
 
Top