Tarihi Değiştiren Başarısızlıklar

wien06

V.I.P
V.I.P
Tarihe adını iyi veya kötü, bir şekilde yazdırmış hatta tarihe ciddi anlamda yön vermiş insanlar var. Bu insanlar, acaba bu yaşam yolunda başka bir caddeden gitselerdi ne olurdu? Onlar için çizilmiş rotalardan, bugüne isimlerini yazdırmış seçenekler onlar için en iyisi olmuş belli ki... Peki ya başkaları için?.. Örneğin Adolf Hitler, inatla girmeye çalıştığı resim akademisine girebilseydi, yahudilerin şüphesiz daha farklı bir yaşantısı olurdu. Herhalde o zaman onun “üstün ırk” savunmaları okul ve sanat camiasında sınırlı kalırdı. Kötü bir ressam olur, ezilirdi belki. Kötü bir lider olup, ezmesinden daha iyi olurdu en azından...
Büyük adamların alınlarında “Büyük adam olacaktır” ibaresiyle doğmadıkları kesin. Nasıl büyük adam oldukları da tarih kitaplarının konusu. Biz, “nasıl oldular?” kısmına değil de, “olmasalardı ne olacaklardı?” kısmına takılmış durumdayız. Çünkü bu adamlardan bazıları ilk başta başka bir vasıf edinmeye çalışmış kendine. Ancak o büyük adamlar ilk önce denedikleri daha sıradan yolu başaramayıp, sonradan çok daha iddialı hedefler peşinde koşmuş. Belki de bu davranışları yaptıkları işlerden çok daha “olay” teşkil edebilecek seviyededir. Birinin papaz olmaya çalışıp, sonradan devrimci olması ya da diğerinin ressam olmaya çalışıp sonradan zalim olması hiç ama hiç azımsanmayacak “olay”lara sebep yaratmış çünkü...
“Zaman içinde yolculuk” kavramı fantastik filmlerin en güzel temalarından biridir. Zaman makinesiyle geri tarihlere gidilir, ileride olabilecek negatif etkili bir harekete müdahale edilir. Bizim gerçek dünyamızda da böyle şeyler olur mu olmaz mı bilmiyorum. Belki de bundan sekiz bin yıl sonra zaman makinesinin icadı gerçekleşir. Ve biz de bundan nasibimizi alırız. 2803 yılından bu zamanki dünyaya gelen biri, bizi tarihin başka bir yönde olması için ikna etmeye çalışabilir. Biz de bu dosyada teorik olarak bunu yapmayı deneyip tarihteki birkaç keskin adamı zaman makinesine sokacağız. Denedikleri ilk yolu başarsalardı, tarihe bu nasıl yansayacaktı?

Joseph Stalin
Neydi?
Topluma, babasına ve kilisenin otoritesine karşı nefret duyan bir gençti.
Sadece annesinin isteğiyle papaz okuluna yazılmıştı. Öğrenciyken iktidar tanımlarını ağır ağır işleyen kitaplar okumaya başlamıştı. Okuduğu gizli kitaplar yüzünden papaz okulunda sık sık hücreye konmuştu. Günlerce aç, susuz orada bırakılırdı. Okuldaki arkadaşlarının ona taktığı lakapla Soso’nun hücreye konulması pek bir işe yaramamıştı. Yasak kitapların dolaşımını artırarak, yanına birçok arkadaşını da çekerek eylemlerine devam etmişti. Ve en sonunda da papaz okulundan atılmıştı.

Ne oldu?
Gençliğinde “Soso” olarak bilinen bu papazın adı tarih kitaplarına “Joseph Stalin” olarak geçti. Stalin, tarihin gördüğü en acımasız kişilerden biri olmakla suçlanacaktı. Stalin, “iktidar için her yol meşrudur” sözünü tam anlamıyla uygulayarak binlerce insanın ölümüne sebep oldu. Milyonlarca insan bu yolda öldürüldü. Joseph Stalin, Sovyetler Birliği’nde; bir tek ülkede sosyalist kuruluşun savunucusu oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında parti liderliği, hükümet başkanlığı ve sovyet orduları başkomutanlığı görevlerini bir arada yürüttü.

Papaz olsaydı...
Eğer Soso’ya papaz okulundaki öğretmenleri farklı davransaydı 20’inci yüzyılın tarihi inanılmaz ölçüde değişebilirdi. Öğrenme yeteneği çok gelişmişti. Gizli çalışma ve iş bitirme becerileri Kilise için kullanılabilirdi. Eğer papaz olsaydı, Rus Devrimi Stalin’in eksikliğinden olumsuz etkinlenmezdi. O zaman Lenin’den sonra kim gelecekti? Lenin’in yerine gelen kişi, Stalin gibi Rusya’ya zafer götürebilecek miydi? Bu soruların cevabını veremiyoruz; ancak Stalin papaz olsaydı o kadar insanın canının yanmayacağını da biliyoruz elbette...



John J. Sirica
Neydi?
John Sirica, Columbia ve Georgetown üniversitesi mezunuydu. Ancak onun tek bir amacı vardı; en kısa zamanda tanınmış bir boksör olmak. O istemeyerek de olsa, eğitimin önemine inanan ailesinin zoruyla üniversiteyi bitirmişti. Ama o, kahramanı Jack Dempsey gibi olmak istiyordu. Amacına ulaşmıştı; Miami'de bir spor merkezinde çalışıyor, dövüşlere katılıyordu.
Artık boksör olmuştu. Bu işin onun gerçekten yetenekli olduğunu ve sevdiği mesleği yaparak alnının teriyle para kazanabileceğini kanıtlamak için son fırsatı olduğunu düşünüyordu ki, Connecticut'dan gelen kuzenin getirdiği haberle avukatlık sınavını geçmiş olduğunu öğrendi. Ailesi kesinlikle aldığı eğitimi çöpe atmaması gerektiğini düşünüyordu. Ve bir seçim yaptı.

Ne oldu?
Genç boksör, John J. Sirica, yıllar sonra Washington'da ABD Bölge Hukuk Mahkemesi Başyargıcı oldu. Watergate gibi sansasyon yaratan birçok rüşvet ve ağır ceza davalarına başkanlık ederek tüm bu davaların altından başarıyla kalktı. Eski Anayasa Mahkemesi Yargıcı Felix Frankfurter'in "Federal yargıçlar, boks hakemleri değil, adaletin işlemesi için uğraşan görevliler olmalıdırlar." sözünün hatırladığında kendisiyle gurur duyacaktı.

Boksör olsaydı...
Şüphesiz Sirica'nın yargıç olması çok hayırlı olmuştu. Ailesinin bunda çok büyük çabası olduğu da kaçınılmaz bir gerçek. Çocuklarının iyi eğitim alması için çok uğraşmışlardı. John'a daha büyük amaçlara ulaşabilecekken azla yetinmemesini öğretmişlerdi. Azla yetinip, belki de iyi bir boksör olacaktı. Ama o da ileride topluma yararlı olacak bir yargıç olacağını bilseydi baştan bu yola sapardı. John Sirica mesleğinin sürdüdürürken bile boksa olan ilgisini hiçbir zaman yitirmedi. 1934 yılında kahramanı Jack Dempsey ile tanıştı ve hayatının sonuna kadar dostlukları devam etti. Hatta evlendiğinde Dempsey onun sağdıcı oldu. Sirica'nın ülkesine yaptığı hizmetler dolarlarla ölçülemeyecek kadar büyüktü. Sonuçta tarih hiçbir zaman, Watergate davasına Sirica'dan başkası başkanlık etseydi ne olabilirdi sorusunun cevabını veremeyecek.



Ulysses Simpson Grant
Neydi?
West Point Akademisi'ndeki (Harp Okulu) notları disiplin ve akademik başarı yoksunluğunu gösteriyordu. Buna rağmen binicilikte ve eskrimde çok başarılıydı. Askerleri idare etmede de yetenekliydi. İçki yüzünden ordudan uzaklaştırılmıştı. Ve çiftçilik macerası başlamıştı. Ancak çifçiyken de iyi giden pek bir şey yaşamamıştı. O dönemlerde açlık, sefalet içinde bir hayat yaşamıştı. Askerlikte başarısız olmuştu ve çiftçi olarak hayatını sürdürümeye mahkumdu. Ancak kendi çiftliğinin yakınındaki başka bir çiftlikte çıkan talihsiz bir yangınla hayatını bu şekilde sürdüremeyeceğini anladı. Asker hayatına geri dönmek için elinden geleni yaptı.

Ne oldu?
Kuzey ordusu, İllinois'den gelen gönüllere komutanlık yapması için albaylık rütbesiyle Grant'i geri aldı. Kısa bir süre içinde Lincoln, Grant'i tuğgeneralliğe yükseltecekti. Birçok önemli zafer kazandı. Lincoln öldüğünde politikacılar Grant'e yöneldi. Grant başkanlığa adaylığını koydu. Sekiz yıllık görevi boyunca Amerika'nın gördüğü en beceriksiz başkanlardan biri oldu. Grant yönetiminin skandallarını ancak 100 yıl sonra yaşanacak Watergate skandalı geride bırakabildi. Savaşlardaki başarısını politikada gösteremedi.

Çiftçi olsaydı...
Başkan olmayıp asker olarak kalsaydı çok daha farklı ve sadece başarıyla dolu bir hayatı olacaktı. Ancak kesinlikle çiftçi de olmaması gereken bir adamdı. Çünkü bu adam, Amerikan İç Savaşını içgüdüsel olarak geliştirdiği stratejiyle kazanan adamdı. Çiftçiyken geliştirdiği içgüdüsel stratejiler bu kadar başarılı olmayacaktı. Savaşı bütünüyle kavrayabilme yeteneğine sahipti. Bu özellikleri sayesinde Güney kuvvetlerini mağlup etmiş ve Konfederasyonun eyaletlerini birbirinden ayrı ve özerk parçalara ayırmıştı. Grant hayatı boyunca zengin insanlara hayranlık duydu ve iş hayatında başarı kazanan insanların gölgesinde kaldı. Mark Twain, Grant'in savaş anılarını yayınlayarak onu kurtarmak istediyse de Grant bu işten para kazanmadan vefat etti.



Georges Clemenceau
Neydi?
Babası tarafından tıp okuması için Paris'e gönderilmişti. Ancak onun düşünceleri hep devrim üzerineydi. "İmparatorluk", "Kraliyet" gibi kelimeler onun hoşlanmadığı kelimelerdi. Paris'in imparatorluk karşıtı cumhuriyet isteyen öğrenci grubuna katılmıştı. Genç öğrenci tıp eğitimini sürdüdürken radikal eylemlerine devam ediyor ve yandaşlarının sayısını artırıyordu. Hükümetin dikkatini çekmiş, gizli polis peşine düşmüştü. "Le Travail" adını verdiği gazeteyi kurmuştu. Gazetesinde tarih, sanat üzerine yazıyormuş gibi siyasi saldırılarını dolambaçlı yollarla ifade etmişti. En sonunda gazetesi kapatılmış kendisi de hapse atılmıştı. 73 gün yattığı hapisten çıktıktan sonra tıp fakültesini bitirebilmişti.

Ne oldu?
Tam mesleğe adım atacaktı ki birdenbire ülkeyi terk ederek önce İngiltere'ye ardından Amerika'ya gitti. Doktor Amerika'da kalmaya karar verdi. Parasızdı, babasından para istedi ancak kabaca geri çevrildi. Connecticut'da genç kızlara eğitim veren bir yüksekokulda Fransız tarihi ve edebiyat dersleri vererek para kazanmaya çalışırken öğrencisiyle evlendi. Karısıyla birlikte III. Napolyon'un 1870'teki Sedan yenilgisinden sonra Fransa'ya döndü. Doktor hayallerine kavuşmak üzereydi. Yazdığı başyazılarından dolayı Kaplan lakabı takılmış doktor, Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa Başkanı Georges Clemenceau idi. Günümüzde Birinci Dünya Savaşı sırasındaki bombardımanda Paris'in yaşadığı zor günlerde Fransız halkının en büyük yol göstericisi olarak hatırlanmaktadır. Almanların en büyük düşmanı ve Versay Anlaşması'nın en önemli karakteridir.

Doktor olsaydı...
Georges Clemenceau doktor olmaya yönlendirilmişti. Ama o seçimlerinden hiçbir zaman vazgeçmeyerek başbakanlığa kadar yükselmişti. Aynı zamanda çok iyi yazar ve filozoftu. Hiçbir zaman yapmadığı mesleği yani doktorluğu yapsaydı, belki kurtaracağı canlar, ülkesine yararlı olacaktı. Ama tarih onu buralara getirmişti. O, Fransa'yı monarşiden uzak tutmada etkili olan adamdı.



Adolf Hitler
Neydi?
Ressam olmak için Viyana'ya gelmiş azimli bir gençti. Ancak Güzel Sanatlar Akademisi'ne bir türlü girememişti; her defasında yetersiz bulunuyordu. Ve bu da onu çok kızdırıyor etrafına karşı öfkelendiriyordu. Beş yıl boyunca yılmadan akademiye girmeyi denemişti, ancak sonuç yine başarısızlıktı. Bu arada perişan ve sefil olarak geçen çok zamanı olmuştu. Çünkü ailesinden para almak istemiyordu. Parklarda, kapı kenarlarında, banklarda ve yoksullar için yapılmış ucuz otellerde uyuyordu. Bir gün kaldığı bir barınakta ressam biriyle tanıştı ve onunla turistlere tablolar yapıp satmaya başladılar. Aralarındaki konuşmalar çok geçmeden siyasete yönelmeye başlamıştı. Uzun süredir uyuşmuş düşünceleri bir tartışma grubunun lideri olana kadar gelişmişti. Genç ressem akademiye girebilmek için son bir çabada daha bulundu. O da boşa çıktı. viyana'yı ressam olarak terk etmişti; ama dönecekti.

Ne oldu?
Viyana'nın en şaşalı günlerinde kendine bir yer edinmeye çalışan bu ressam tarihin en gaddar ve kötü adamı olarak kabul edilen Adolf Hitler'di. Bu adam biçok ülkenin nüfusundan da fazla sayıda insanın ölümünden sorumluydu. Tek başına karar vererek bir ırka, Musevilere karşı soykırımı resmi hükümet politikası yaptı. İngiliz ve Fransız sömürge imparatorluklarının parçalanmasından ve savaştan sonra iflaslarından sorumluydu.

Ressam olsaydı...
Çok az bir çevre ressam olmasını istemezdi herhalde. Ressam olsaydı da kendi çapında yine faşist bir insan olur, küçük gruplara liderlik yapardı belki. Ancak tarihi bu kadar etkileyecek faktörler yaratmazdı. Çünkü ressam olmak onun ilk ve en çok istediği tercihiydi ve bunu içinde çok uzun bir süre uğraşmıştı. Ya da 1930'ların başında ölseydi, yani Yahudilere saldırıya geçmeden önce, bugün sadece Alman bir lider olarak anılıyor olurdu. Çünkü o, Alman ekonomisini yaşadığı en korkunç enflasyondan da kurtarmıştı aynı zamanda. Tarihçiler yıllardır Hitler'in yaptığı bu gaddarlığı açıklamaya çalıştı. Acaba damarlarında Yahudi kanı dolaştığına dair gizli korkusu mu sebep olmuştu? O günlerde bazı yahudilerin onu küçümsemesi mi? Genetik bir bozukluğu mu vardı? Deli miydi? Yoksa Viyana'da yaşadığı zor günler mi sebep olmuştu? Sonuç olarak zaman böyle ilerlemişti ve kaçınılmaz acılar yaşanmıştı, zaman makinemiz olsaydı şayet, en iyi sonucu Adolf Hitler'den alırdık şüphesiz...



James McNeill Whistler
Neydi?
West Point Akademisi'ne 1,65'lik boyuyla standartların biraz altında kalmasına rağmen kabul edilmiş bir öğrenciydi. Uzun, kıvırcık saçlarına akademide kalacağı süre için veda etmişti. Akademi'nin disiplin kuralları ağırdı; ancak annesinin kurallarından da daha ağır olamazdı. Akademiyi annesinin evine tercih edebilirdi. Akademide onu mutlu eden tek şey, tanınmış bir ressam olan profesör hocasından aldığı çizim dersleriydi. Genç öğrenciyi savaş alanı çizimleri ve haritalarının hazırlanması işi büyülemişti. Spor faaliyetlerindeki beceriksizliği ve diğer derslerdeki ilgisizlik, yerini resme verdiği ilgiye bırakmıştı. Ancak diğer deslerdeki notlarının düşmesi dışında aldığı ihtarlar çok fazla olmaya başlamıştı; bu da onun okuldan atılması için gerekçe oluşturmuştu.

Ne oldu?
1850'lerde West Point'in kendisine çok yabancı olan dünyasına düşen genç öğrenci, Amerika'nın en ünlü, en önemli ressamlarından biri olan James Abbot McNeill Whistler'dı. "The White Girl", "The Music Room", "The Young Amerikan" gibi ünlenmiş yüzlerce resmi vardır. Londra ve Paris sosyetesinin üst tabakası arasına girmiş olması, dostlarını da düşmanlarını da artırdığı gibi aynı zamanda erkek modasını belirleyen ve sosyete tarafından aranılan biri de yapmıştır.

Asker olsaydı...
Resme harcadığı enerjiyi askeri kariyeri için harcamış olsaydı herhalde döneminin ve İç Savaş'ın önemli isimleriyle bir arada anılırdı. Savaş sırasında öldürebilme ihtimali çok yüksekti. Ancak renkli ve ilginç bir asker olacağını da düşünmek gerekir. Whistler aslında bütün "büyük" adamların asker, siyasetçi ya da bilim adamı olmasına gerek olmadığının bir örneğidir.



Winston Leonard Spencer Churchill
Neydi?
Bolluk içinde yaşamış, ancak şimdi iflasın eşiğinde olan yaşlı bir adamdı.
Artık emekli olduğunu düşünüyordu. Geriye dönüp baktığındaysa hayata dair pek de kalıcı şeyler yapmamıştı. Kraliyet Harb Okulunu bitirmiş, ardından orduya girmişti. Okulda çok başarılı olamamıştı. Boerler savaşında esir düşmüş ancak sonra kaçarak milli kahraman haline gelmişti. Siyasi kariyeri 1916 Gelibolu yenilgisinden sonra düşüşe geçmiş, İngiliz halkına karşı zor durumda kalmıştı. Çeşitli işler de başarılı olmayı denemişti ama hiçbirinde uzun süre tutunamamıştı. Hatta hapse bile girmişti. Uzun süre hayatı inişli çıkışlı olmuştu. Kendini hayata karşı yenilmiş hissediyordu.
Şaşalı geçen hayatını geride mi bırakmak zorunda kalacaktı?; evinde çalışan uşaklara verecek parası yoktu. Her şeyden önemlisi de evini satmak zorundaydı. Tek avuntusu, hayatta her zaman onun yanında olmuş anlayışlı karısıydı. Depresyonun dibine vurmak üzereyken varlıklı bir dostundan yüklü miktarda borç alarak hayatın bir yerinden tutmaya karar vermesi onun hayatının dönüm noktası olmuştu. Aklı daha önemli konulara kaymıştı, artık emekliliği aklından çıkarmıştı. Hayatı boyunca istediği işi yapabilcekti belki de.. Onun yaşında böyle bir işi üstlenen ilk adam olmayacaktı.

Ne oldu?
İflasla flört eden bu adam Winston Leonard Spencer Churchill'di. Ressam, yazar, savaş muhabiri, asker, deniz kuvvetlerinde yönetici, politikacı, devlet adamı, adı sonsuza dek tarih sayfalarında yazacak adam. Batı medeniyetini karşı karşıya kaldığı en korkunç tehditten kurtardığı söylenmiştir. Kişisel skandala hiçbir zaman adı karışmadı. Amerikan Başkanı Churchill, Birinci Dünya Savaşı'nda Gelibolu gibi bir felaketi yaşayıp, siyasi kişilik olarak hayatta kalmış, üzerine bir de partisi değiştirebilmiştir. İkinci Dünya Savaşında izlediği savaş politikası ve Roosevelt ile kurduğu iyi ilişkiler onu İngiliz tarihinin en önemli devlet adamları arasına soktu.

Emekli olarak kalsaydı...
Churchill hayatında birçok siyasi yenilgi yaşamış ama her zaman kendini kısa sürede toparlayıp tekrar düzlüğe çıkmıştı. Pek tabii ki iflasa yenik düşerek siyaset sahnesinde kendini gösteremeyebilirdi. İşte o zaman ne kendi hayatı ne de İngiliz halkı için bir şey yapabilirdi. Churchill'in yaşam tarzını ve savurganlığını arkadaşları ve partisinin ileri gelenleri biliyordu ama halk bilmiyordu. Bu tutumunu halkı hiçbir zaman bilmedi.
Zaten eğer bilseydi bugün burada Churchill'i konu bile etmezdik. Kim ister başında savurgan ve tutumsuz bir başkan olmasını?.. Bu durum açığa çıksa ciddi siyasal ve sosyal çalkantıya yol açar ve başkanlık elinden giderdi.
Onu buralara getiren yılmaz kişiliği mi yoksa kader miydi?; kimse bilemeyecek...



Henry Ford
Neydi?
Uzun bir süre çiftçilik yapmış, gemi yapım şirketinde çalışan genç bir çıraktı. Bir hobisi vardı; saat tamiri. Beyni tamirat ve makineler konusunda çok iyi çalışıyordu. Yıllarca az yövmiyeyle çalıştığı işlerden çok bilgi edinmeye çalışarak kazançlı olmayı başardı. Parası yoktu; ama bilgi ve yetenek yönünden çok gelişmişti. O belki de gemi yapımcısı olması beklenen biriydi; makine ustası, ustabaşı ya da mühendis de olabilirdi. Ya da yapmaktan çok zevk aldığı saat tamircisi...

Ne oldu?
O, yukarıda saydığımız hiçbir mesleği seçmedi. Bir zamanların çiftçisi, tersane işçisi, saat tamircisi olan bu genç, araba üreticisi, yenilikçi mucit Henry Ford'du. Ford, benzinle çalışan motoru icat etmedi; otomobili de, montaj makinesini de... Aslında onun yaptığı şey, bilgisini enerjisini doğru zamanlamayla kullanmaktı. "Atsız araba" düşüncesiyle yola çıkarak, mühendislik bilgisiyle doğru insanları bir araya getirdi. Yenilikçi bir insandı, araba yarışlarını bedava reklam aracı olarak kullanmıştı. Montaj makinesi fikrini montaj bandına çevirmişti.

Gemi yapımcısı olsaydı...
Henry Ford, gemi yapımcısı olsaydı bile bulunduğu şirketin sahibi olmayı değil, işletmecisi olmayı tercih ederdi. Saat imalatı yapmayı da düşünmüştü. Ancak birçok kişinin saati lüks tüketim maddesi olarak düşündüğü sonucuna varıp bu işten vazgeçmişti. Onun amacı, kaliteli, kullanımı kolay ve özellikle ortalama bir vatandaşın satın alıp keyifle kullanacağı bir üretim yapmaktı; bu standartlara uygun otomobil üretti.
Ford, kitleler için en güvenilir ve ucuz arabayı üreterek önemli bir marka olmuştur.
 
Top