Forumlar
Yeni Mesajlar
CerezExtra
EĞLENCE ↓
Şans Kurabiyesi
Renk Falınız
ÇerezRADYO
Sevgiliye Özel
ÇerezDERGİ
Hızlı Okuma Testleri
Pratik Çözümler
Yeniler
Yeni Mesajlar
Yeni ürünler
Yeni kaynaklar
Son Aktiviteler
İndir
En son incelemeler
Dükkan
Giriş
Kayıt
Yeniler
Yeni Mesajlar
Menu
Giriş
Kayıt
Uygulamayı yükle
Yükle
Forumlar
Tarih
Osmanlı Tarihi
Sorularla OSMANLI
JavaScript devre dışı bırakıldı. Daha iyi bir deneyim için, devam etmeden önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
You are using an out of date browser. It may not display this or other websites correctly.
You should upgrade or use an
alternative browser
.
Konuya cevap yaz
Mesaj
<blockquote data-quote="wien06" data-source="post: 86514" data-attributes="member: 4383"><p><strong>Füzenin kâşifi kabul edilen Lagarı veya Lagrî Hasan Çelebi’nin de idam edildiği veya Şeyhülislâm Yahya Efendi tarafından engellendiği söylenmektedir. Bu da doğru mudur?</strong></p><p></p><p>Lagari Hasan Çelebi, füzeciliğin atası sayılmaktadır. Füze ile uçan ilk Türk’tür. 1633 yılında IV. Murad’ın kızı Kaya Sultân’ın doğduğu gece yapılan şenlikler sırasında füzeyle uçma hünerini gösterdi. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde anlattığına göre, Hasan Çelebi 50 okkalık barut macunuyla dolu 7 kollu, kendi îcadı olan bir fişeğe binerek yardımcılarının ateşlemesiyle uçmayı başarmıştır. Füzenin barutu bitince de daha önce hazırlamış olduğu kanatları açmış, Sinan Paşa Sarayı önünde denize inmiştir. Bu gösteri üzerine IV. Murad tarafından mükâfatlandırılmış, sipahi sınıfına yazdırılmıştır. Daha sonra Lagarî Hasan Çelebi Kırım’a gitmiş, orada Selâmet Giray Hanın yanında ölmüştür.</p><p></p><p>Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Roketle uçma olayını şu şekilde anlatmaktadır:</p><p></p><p> </p><p></p><p>"Murad Hân’ın Kaya Sultân isimli kızı dünyaya geldiği gece akika kurbanı şenliği oldu. Bu Lagarî Hasan elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek îcad eyledi. Sarayburnu’nda Hünkâr huzurunda fişenge bindi ve şakirtleri (yardımcıları) fitili ateşlediler. Lagarî, "Padişahım seni Huda’ya ısmarladım. İsa Nebi ile konuşmağa gidiyorum" diyerek semaya fırladı. Yanında olan diğer fişekleri ateşleyip rûyu deryayı çırağan eyledi. Fişengi kebirinin barutu kalmayınca zemine doğru inerken kartal kanatlarını açarak Sinan Paşa Köşkü önünde deryaya indi ve padişahın huzuruna geldi. Zemini bûs ederek, "Padişahım, İsâ Nebî sana selam söyledi" diyerek şakaya başladı. Bir kese akçe İhsan olunup 70 akçe ile sipahi yazıldı.".</p><p></p><p>Bu konudaki en önemli kaynağımız olan Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde ne Hezarfen’in ve ne de Lagarî Hasan Çelebi’nin, bu ilmî buluşlarından dolayı idam edildiklerine dair bir kayda rastlanmamaktadır. Hatta tam tersine, bunların taltif edildiklerine dair izahlar vardır. O halde, şayet bunlardan biri idam edilmişse, başka bir sebepten dolayı olabilir. Ancak o sebebi de kesin belirlemek zordur. Ayrıca bir takım müfterilerin iddia ettiği gibi, ilim âşıkı Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin böyle bir hadise ile alakalı ilmin ve teknolojinin aleyhinde bir fetvası da mevcut değildir. Bu tür iddialar, ecdada ve tarihimize yapılan iftiralardan ibarettir.</p><p></p><p>Netice olarak şunu ifade edelim ki, "Kişi bilmediğinin düşmanıdır" kaidesince, doğru tarihimizi bilmeyenler, tarihimize ve medeniyetimize düşman kesilmektedirler. </p><p></p><p>Önemle ifade edelim ki, VVeekly Word News Dergisinin neşrettiğine göre, Norveçli âlim Roffavik, ilk uzay roketinin Türkler tarafından icad olunduğunu batıya kabul ettiren bir araştırma yapmıştır.</p><p></p><p></p><p><strong>IV. Murad’ın kendi döneminde uçma denemeleri yapan Hezarfen Ahmed Çelebi’yi idam ettirdiği söylenmektedir. Acaba doğru mudur?</strong></p><p></p><p>İdam iddiası doğru değildir; ancak sürgün edildiği doğrudur. Şöyle ki, IV. Murad’ın hükümdarlık yaptığı yıllarda Hezarfen Ahmed Çelebi adında bir Türk bilgini uçma teşebbüslerine girişti. İlk önce Ok Meydanından kısa mesafeli dokuz deneme yaptı. Hepsinde de başarılı oldu. Milâdî takvim 1636 yılını gösteriyordu. Hezarfen Ahmed Çelebi büyük uçuşunu yapmaya hazırlanmaya başladı. Galata Kulesi’nin üstüne çıktı. Kendini rüzgara bırakıp Üsküdar’a uçacaktı.</p><p></p><p>O gün İstanbul halkı deniz kıyısını doldurmuştu. Kısa bir zamanda mahşerî bir kalabalık toplandı. IV. Murad, sadrazam ve vezirleriyle birlikte Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkünden olup bitenleri seyrediyordu. Herkesi alabildiğine bir heyecan kaplamış, bütün gözler Galata Kulesinin tepesine dikilmiş, kendini boşluğa atacak kahramanı bekliyorlardı.</p><p></p><p>Nihayet beklenen an geldi. Hezarfen Ahmed Çelebi, "Bismillah" deyip kendini boşluğa bıraktı. Vücuduna taktığı kanatlarıyla Boğaza doğru süzüldü. Herkes hayretteydi. Hezarfen Ahmed Çelebi Lodos rüzgarının da yardımıyla bir kuş gibi uçup İstanbul Boğazını geçmiş, Üsküdar’daki Doğancılar’a inmişti. Onun bu başarısından hoşlanan Sultân IV. Murad, kendisine bir kese altın verdi. Maalesef bu ihsanına rağmen "Böyle kimselerin bekası caiz değil" diye Cezâir’e sürgün ettiği ve orada vefat ettiği Evliya Çelebi’nin kayıtları arasındadır. İdam edildiği ve deryaya atıldığı iddiası asla doğru değildir.</p><p></p><p>Hezarfen Ahmed Çelebi uçma tasarısını ilk gerçekleştiren bir bilgin olarak havacılık tarihinde yerini alırken, planörcülüğün de öncülüğünü yapmış oluyordu. Çünkü, o uçuşunda bir planörcü gibi rüzgarın esişini dikkate almış, ona göre uçmasını gerçekleştirmişti. Onun bu başarısını gören halk ona "bin fenli" mânâsında "Hezarfen" lâkabını taktı. Hezarfen Ahmed Çelebi bu uçma denemelerinde Türkistan’ın Fârâb şehrinde olan İsmail Cevheri’yi örnek almıştı.</p><p></p><p></p><p><strong>Murad’ın sefîh ve içkici olduğuna dair iddialar hakkında ne dersiniz?</strong></p><p></p><p>Konuyu iki açıdan incelemek yerinde olacaktır:</p><p></p><p>Birincisi, IV. Murad’ın sefîh olduğu iddiasıdır. Bilindiği gibi, sefâhet, şer’an yasak olan şeylere, zevk ve eğlenceye dalma manasına gelmektedir. Bugün ifade ettiği manayla, özellikle gayri meşru kadınlarla düşüp kalkmaya ve içkili alemlere katılmaya denir. Bu zikredilen manada IV. Murad’ın sefâhet içinde olduğunu söylemek tamamen yanlıştır ve hiç bir temel tarih kitabında, böyle bir şey kayd edilmemiştir. Maalesef Cumhuriyet döneminde yazılan tarih kitaplarının, "şakaya, nükteye, eğlenceye ve maalesef sefâhete düşkündü" demeleri, "MelâMb ve melâhîye" yani oyun ve eğlencelere düşkün olduğunu ifade eden Osmanlı tarihçilerinin bu beyânları, hep gayri meşru oyun, eğlence ve sefâhet olarak anlatılmıştır ki, tamamen yanlıştır.</p><p></p><p>IV. Murad’ın ve bütün Osmanlı Padişahlarının gayrı meşru kadınlarla beraber olmalarına ihtiyaç yoktur. Zira teserrî dediğimiz cariyelerle, meşru dairede hayat yaşamaları her zaman mümkündür. Nitekim IV. Murad’ın Ayşe Sultân isimli bir hanımı ve karıkoca hayatı yaşadığı yedi sekiz de cariyesi olduğu nakledilmektedir. 11 oğlu ve 4 kızı olduğu nakledilmektedir. Bunlardan Kaya Sultân, Safiye Sultân ve Rukıyye Sultân dışındakiler, küçük yaşta vefat etmişlerdir. Meşru dairede istediği ve başkasıyla evli olmayan her câriye ile beraber olması mümkün olan bir insanın, gayri meşru yollarla bir kadınla beraber olması mümkün değildir.</p><p></p><p>İkincisi, IV. Murad’ın içkici ve sarhoş olduğuna dair iddialardır. Sefih olması hususundaki yanlış izahlar, onun içkici birisi olduğu konusundaki izahlar gibidir. Osmanlı Padişahlarından I. Bâyezid ve IV. Murad, Osmanlı tarihçileri tarafından içki kullandıklarına dair nakiller bulunan iki Padişahtırlar. Ancak bunların açıktan içki kullandıklarına dair olan rivayetler de kesin doğru değildir. Bu konuda en doğru ifade Naima’nın şu tesbitleridir:</p><p></p><p>"Çocukluğunda örnek bir hâkân hayatı yaşayan IV. Murad, gençliğinin ilk yıllarından itibaren hevâ ve heveslerini tahrik eden kötü arkadaşlarının teşvikiyle (Silahdar ve Emir Güne oğlu gibi), rütbesine lâyık olmayan bazı işlere teşebbüs eyledi. Sohbetlerinde, hep ehli kemal bulunsaydı, selefleri olan Padişahları unuttururdu ve bu zamana kadar onun gibi bir Padişah görülmezdi".</p><p></p><p>Gizlice ve buhran dönemlerinde içki kullansa bile, açıktan içki içtiği ve bir sarhoş olduğu söylenemez. vBile’ diyoruz: çünkü IV. Murad’ın içki içtiğini kesin bir şekilde bilmiyoruz. Zira;</p><p></p><p>"(Bir seferden) İstanbul’a dâhil olduklarında, hamre yasağ olub cümle meyhaneleri yıkdırub bu bâbda mübalağa olundu. Ve bizzat kendüleri gece ve gündüzlerde gezüb buldukları sarhoşu kati ederlerdi. Hatta birini bizzat ok ile vurub deryaya düşdükde helak oldu deyü geçdiler. Ba’dehû ol biçare çıkub halâs buldı".</p><p></p><p>Böylesine içki düşmanı olan bir Padişahın, içkici ve sarhoş biri olduğunu söylemek çok zordur. Fakat yine de gençliğinde böyle bir günaha girdiğini de ihtimal dahilinde görüyoruz. Gizlice içse dahi, bundan pişmanlık duyduğunu anlıyoruz.</p><p></p><p>Bir kısım yazarların IV. Murad ile alakalı bazı kelimeleri ve tesbitleri yanlış yorumladıkları da bir gerçektir. Bunlara bir örnek verip konuyu kapatalım:</p><p></p><p>"Murad IV, 1 Şevvalde bayram tebriklerini kabulden ve Sinan Paşa köşkünde İç ağalarının türlü hünerlerini seyredip, biraz at koşturduktan sonra Atmeydanı’nda Silâhtar Mustafa Paşa’ya tahsis edilen saraya giderek, istirahat etti ve akşam yemekte yakınlarının (Silâhtar ve Emirgûneoğlu) teklifi ile, tövbeyi bozarak fazlaca içki içti; bu sefahat gecesinin ertesi günü hastalandı; bütün tedavilere ve kan alınmasına rağmen, gündengüne fenalaştı".</p><p></p><p>Değerli tarihçi hocamız Cavit Baysun’un bu bilgileri Naima’dan aktardığı çok açık. Onun için aktarma yaptığı yeri, biz de sadeleştirerek nakledeceğiz ve meselenin nasıl saptırıldığını daha rahat anlayacağız:</p><p></p><p>"Ramazan Bayramında erkân ve a’yân el öpüp gittiler. Kendileri mu’tâd üzere deryada Sinan Paşa Köşküne inip (okçuluk ve atıcılıkta) hünerli olan şahısların çeşitli (harp) oyunlarını ve eğlencelerini seyrettiler. Ol sâhibkırân gül gibi açılıp handan oldular ve bir mikdar at koşturdular. Daha sonra At Meydanı’na nazır Silahdar Paşa Sarayına varub meydana ve etrâfı âleme nazır Köşk’de oturup hava aldılar. Büyük ziyafet tertip olundu. Bu sırada Silahdar Paşa ve bazı özel sohbet arkadaşları, şevkini ve neşesini arttırmak ve gönlünü açmak kasdıyla, gül renkli kâseye bakmalarını rica ve niyaz ettiler. Nefsin kuvvelerini ferahlandırmak ve arzulan harekete getirmek iddiasıyla hafifmeşrep arkadaş sohbetlerine onu teşvik ettiler. O gün orada Padişahlara yakışır şekilde zevk ve sohbet edüp Saray’a geldiler. Ertesi günü durumları değişti ve şiddetli hastalıktan vücutları etkilenip zayıfladı.".</p><p></p><p>Şimdi ikisini mukayese edelim ve kendi kendimize soralım: Acaba tövbeyi bozup fazlaca içki içtiğini hangi ifadeden çıkarabilirsiniz? Sefâhet gecesi manasını hangi kelimelerden anlayabilirsiniz? Hele hele Ramazan Bayramında bir Osmanlı Padişahının içki alemi yapıp eğlendiğini, bu satırlardan sonra nasıl iddia edebilirsiniz? O halde gizliden gizliye içki içtiğini ve ancak bu halinden pişmanlık duyarak tevbeyi arzuladığını ifade etmek ile, içki meclisleri düzenleyip sefâhet alemlerinde yaşadığını söylemek arasında fark olsa gerektir.</p><p></p><p></p><p><strong>Osmanlı Padişahları neden hacca gitmemişlerdir? Genç Osman’ın öldürülmesinde hacca gitmek istemesinin rolü var mıdır?</strong></p><p></p><p>Bu soru çokça sorulmaktadır. Ancak bu sorunun cevaplandırılacağı en güzel yer, II. Osman meselesidir. Zira II. Osman’ın katli olayında bu sorunun cevabı da verilmiştir. Evvela haccın farz olmasının şartlarını özetleyelim: Müslüman olmak; akıllı olmak; ergen olmak; hac yolu için hem gıda ve hem de yol masraflarını karşılayabilecek kadar zengin olmak; haccın farz olduğunu bilmek; yol emniyeti bulunmak.</p><p></p><p>Bu kısa izahlardan sonra, Osmanlı Padişahlarının neden hacca gitmediklerinin cevabını arayalım:</p><p></p><p>1) İslâm Hukukuna göre, cihâd, Müslümanlar için farzı kifâyedir. Bu sebeple fert olarak bir Müslüman, açık bir düşman tehlikesi bulunmadığı müddetçe, farzı ayn olan haccı farzı kifâye olan cihâda tercih edebilecektir. Cihâd, fert olarak Müslümanların hac ibadetine engel olmayacaktır. Bunun tek istisnası, düşmanın bertaraf edilebilmesi için hacca gidecek Müslümanlara da ihtiyaç olmasıdır. İşte bu noktada halife ve sultânların hükmü, Müslüman fertlerden farklıdır ve onlar için cihâd yani düşmanların hücumunu bertaraf ederek Müslümanların emniyetini sağlamak ve bunun için gerekirse savaşmak, farzı ayndır. Hz. Peygamber’e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, sırasıyla, Allah’a ve Peygamberine iman, Allah yolunda cihad ve haccı mebrûr cevabını vermiştir. Sebebi bellidir; Müslümanların canını, malını ve namusunu korumak hukukullah da denilen kamu haklarındandır; yani cemiyete ait bir ibadettir. Bazan kamu haklarından olan bir mesele, şahsî farzlardan daha ehemmiyetli hale gelmektedir. İşte burada da durum budur.</p><p></p><p>Osmanlı Padişahlarının II. Selim’e kadar gelenlerinin tamamı, ömürlerinin yarısını Allah yolunda cihâd için seferlerde geçirmişlerdir. Üzerlerine farzı ayn olan ve hukukullah mahiyetinde bulunan cihâdı ve nizâmı âlemin devamını, şahsî farz olan hacca tercih etmeleri için, Şeyhülislâmlar fetva vermişlerdir. II. Bâyezid Amasya’da vali iken hacca gitmeye niyetlenirken, sadrazam ve diğer devlet erkânının imzası ile gönderilen mektupta, hemen gelip tahta geçmesi gerektiğini, hacca gitmeyi halka ve devleti idare etme işi olmayanlara bırakması icab ettiğini tavsiye etmişler; aksi takdirde düşmanın cesaretlenerek Müslümanlara saldırmasına sebep olacağını ikaz eylemişlerdir.</p><p></p><p>Aynı şekilde ısrarla hacca gitmek isteyen ve bu niyetinin bedelini canıyla ödeyen II. Osman’a, Kayınpederi ve Şeyhülislâm olan Es’ad Efendi aynen şu fetvayı vermiş ve fıkıhtaki bu hükmü özetlemiştir: "Padişahlara hac lâzım değildir; oturup adi eylemek evlâdır. Caiz ki, bir fitne zuhur eyleye". Verilen bu fetvayı tasdik eden asrının kutbu Aziz Mahmûd HUdâyî Hazretleri de, II. Osman’ı fetvaya uyması için ciddi ikaz eylemiştir. Hatta bu meseleden dolayı Padişah’ın askeri tahrik ettiniz tarzında tahkirine hedef olan ve sonradan Şeyhülislâmlık makamına gelen Yahya Efendi’nin ifadeleri de tamamen fıkhın ölçülerine uygundur:</p><p></p><p>"Padişahım! Hâşâ ki, ulema duacılarınız eşkıyayı tahrik ede. Ancak içten gelerek bu niyetinizi istemezdik. Sebebi budur ki, ecdadınız etmemişler, bu tarike gitmemişler, günahımız varsa ol kadarcadır.".</p><p></p><p>Nitekim halk ve asker arasında yayılan dedikoduyu özetleyen şu cümleler de meseleyi açıklamaktadır:</p><p></p><p>"Nizâmı âlem içün padişahlar haccı terk edegelmiştir. Düşmanın ortaya çıkması ve düşmanların memleketi karıştırma ihtimali var iken, Memâliki Mahrûse’yi koyup gitmek hatadır.".</p><p></p><p>2) Bazı İslâm hukukçuları, bedeni sıhhatli olma şartını açarak, sıhhatli olsa bile tutuklu olma veya kendisini hacdan alıkoyan zâlim idareciden korkmanın da haccın edasını engelleyeceğini ifade ederken, sultân ve o manadaki devlet yetkililerinin de mahbus yani tutuklu gibi kabul edileceğini; sadece beytülmal dışında kendine ait malından haccın farz olacağını ve bu özür devam ettiği müddetçe ölünceye kadar hacca gidemeyebileceğini hükme bağlamışlardır. Günümüzdeki gibi ulaşım imkânlarının gelişmediği ve bir hac görevinin en az üç ay süreceği bir asırda, Osmanlı Padişahlarının hacca gitmeleri gerektiğini düşünmek, İslâm Hukukunu bilmemek olur. Kaldı ki, ömürlerinin yarısını cephede geçiren Padişahların, neden Mısır’a kadar cihâda gidip de hacca varmadıkları da ileri sürülemez; zira ordunun başında mücahid bir komutan olarak sefere giden padişahla, kendi şahsî ibadeti için üç ay memleketini yalnız bırakan padişah bir tutulamaz. Bunun en müşahhas misâli II. Osman’a karşı askerin ve hatta halkın duyduğu tepkidir. İslâm âlimleri, haccın şartlarından olan yol emniyetini ihlal eden Karamita grubunun isyanı sebebiyle, 326/937 tarihinden itibaren 20 yıl kadar haccın farz olmadığını, çünkü yollarda anarşi yaşanabileceğini ifade etmişlerdir.</p><p></p><p>Özetle Osmanlı Padişahlarına dinen bizzat hacca gitmeleri farz olmamıştır. Ancak kendi yerlerine bedel olarak başkalarını mutlaka göndermişlerdir. Ayrıca Sultân Abdülaziz’in gizlice tebdili kıyafet ederek hacca gittiği söylenmektedir. Ancak elimizde bunu doğrulayacak bir vesika bulunmamaktadır.</p><p></p><p></p><p><strong>Hâile-i Osmaniye adı verilen Genç Osman olayını kısaca özetler misiniz?</strong></p><p></p><p>Hâile-i Osmaniye, yeniçerilerin kazan kaldırarak II. Osman’ın canına kıydıkları acı musibet demektir. Bilindiği gibi, II. Osman, I. Ahmed’in oğlu olup Hatice Mahfirûze Sultân’dan Kasım 1604 yılında dünyaya gelmişti. 14 yaşında yani Şubat 1618’de tahta geçen ve Genç Osman diye de bilinen II. Osman, Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca bilecek kadar âlim ve Fâris yahut Fârisî mahlaslarıyla şiir yazacak kadar da edibdi. Üzerinde müessir olan üç şahsiyetten birisi Hocası Ömer Efendi ve diğeri de Kızlar Ağası Mustafa Ağa ile Süleyman Ağa idi.</p><p></p><p>Sadrazam Halil Paşa’yı yerinde bırakan Padişah, Kaimmakam Sofi Mehmed Paşa’nın yerine Kara Mehmed Paşa’yı getirdi. İlk işi 1612 Nasuh Paşa anlaşması ile sona ermiş gibi görünen ve ancak devam eden İran’la olan ihtilafı sona erdirmek oldu ve Eylül 1618’de anlaşma imzalandı.</p><p></p><p>Sıra 1617 yılından beri devam eden Lehistan problemine gelmişti. Veziri azam İstanköylü Ali Paşa harp açılmasına taraftardı, diğer erkânı devlet ise istemiyorlardı. Seferden önce Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzâde Kemâlüddin Efendi’den fetva alarak kardeşi Şehzade Mehmed’i kati ettirdi ve ahım aldı. Eylül 1620 tarihinde başlayan Lehistan seferi, Ekim 1621 tarihinde barış antlaşması ile sona erdi. Budin Beylerbeyi Karakaş Mehmed Paşa şehid olmuş ve ordu moralsiz kaldığından istenen zafer elde edilememişti. II. Osman askerlere ve asker de kara hadımların sözlerine inandığı için II. Osman’a kırılmışlardı.</p><p></p><p>II. Osman bazı ıslâhatları yapmak niyetindeydi ve bu ıslahata tamamen bozulmaya başlayan kapı kulu ocaklarından başlamak niyetindeydi. Hatta Halep, Şam ve Mısır beylerbeylerine emirler göndererek Padişah’a sadık yeni bir ordu teşkili için gizliden gizliye hazırlıklara başlamıştı.</p><p></p><p>Kızlar ağası Süleyman Ağa ile Hocası Ömer Efendi padişahı hacca gitmesi için ikna etmeye başladılar. Hacca gitmesine, askerler, Kayınpederi ve Şeyhülislâm Es’ad Efendi ile Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri şiddetle karşı çıkıyordu. Devreye kapıkulu askerleri girdi ve Padişah’ı hacca göndermek isteyen Ömer Efendi, Süleyman Ağa ve Veziriazam Dilâver Paşa’nın başını isteyerek başta Rumeli Kazaskeri Yahya Efendi olmak üzere ulemayı araya soktular. Fayda vermedi ve sonunda askerler isyan ederek Bâbı Hümâyun’dan içeri girdiler. Sultân Mustafa’ya zorla bî’at gerçekleştikten sonra, II. Osman Orta Camiye getirildi. Burada yeni Sadrazam olan Kara Davud Paşa’nın talimatıyla kemend ile boğulmak istendi. Muvaffak olunamayınca, Yedikule’ye götürüldü ve maalesef Davud Paşa’nın nezâretinde orada şehid edildi. (Mayıs 1622). Ne yazık ki, bu fitnenin başında Sultân Mustafa’nın Valide Sultân’ı bulunmaktaydı.</p><p></p><p>II. Osman’ın öldürülmesi, Osmanlı tarihinin en acı olaylarından biridir ve maalesef Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa olayı gibi tarihin akışını değiştirmiştir. II. Osman, bir zamanlar Osmanlı Devieti’nin yükselmesine sebep olan yeniçeri teşkilâtının artık çürüdüğünün farkına varmıştı ve bu gerileme sebebini ortadan kaldıramadan vefat etti.</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="wien06, post: 86514, member: 4383"] [B]Füzenin kâşifi kabul edilen Lagarı veya Lagrî Hasan Çelebi’nin de idam edildiği veya Şeyhülislâm Yahya Efendi tarafından engellendiği söylenmektedir. Bu da doğru mudur?[/B] Lagari Hasan Çelebi, füzeciliğin atası sayılmaktadır. Füze ile uçan ilk Türk’tür. 1633 yılında IV. Murad’ın kızı Kaya Sultân’ın doğduğu gece yapılan şenlikler sırasında füzeyle uçma hünerini gösterdi. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde anlattığına göre, Hasan Çelebi 50 okkalık barut macunuyla dolu 7 kollu, kendi îcadı olan bir fişeğe binerek yardımcılarının ateşlemesiyle uçmayı başarmıştır. Füzenin barutu bitince de daha önce hazırlamış olduğu kanatları açmış, Sinan Paşa Sarayı önünde denize inmiştir. Bu gösteri üzerine IV. Murad tarafından mükâfatlandırılmış, sipahi sınıfına yazdırılmıştır. Daha sonra Lagarî Hasan Çelebi Kırım’a gitmiş, orada Selâmet Giray Hanın yanında ölmüştür. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Roketle uçma olayını şu şekilde anlatmaktadır: "Murad Hân’ın Kaya Sultân isimli kızı dünyaya geldiği gece akika kurbanı şenliği oldu. Bu Lagarî Hasan elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek îcad eyledi. Sarayburnu’nda Hünkâr huzurunda fişenge bindi ve şakirtleri (yardımcıları) fitili ateşlediler. Lagarî, "Padişahım seni Huda’ya ısmarladım. İsa Nebi ile konuşmağa gidiyorum" diyerek semaya fırladı. Yanında olan diğer fişekleri ateşleyip rûyu deryayı çırağan eyledi. Fişengi kebirinin barutu kalmayınca zemine doğru inerken kartal kanatlarını açarak Sinan Paşa Köşkü önünde deryaya indi ve padişahın huzuruna geldi. Zemini bûs ederek, "Padişahım, İsâ Nebî sana selam söyledi" diyerek şakaya başladı. Bir kese akçe İhsan olunup 70 akçe ile sipahi yazıldı.". Bu konudaki en önemli kaynağımız olan Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde ne Hezarfen’in ve ne de Lagarî Hasan Çelebi’nin, bu ilmî buluşlarından dolayı idam edildiklerine dair bir kayda rastlanmamaktadır. Hatta tam tersine, bunların taltif edildiklerine dair izahlar vardır. O halde, şayet bunlardan biri idam edilmişse, başka bir sebepten dolayı olabilir. Ancak o sebebi de kesin belirlemek zordur. Ayrıca bir takım müfterilerin iddia ettiği gibi, ilim âşıkı Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin böyle bir hadise ile alakalı ilmin ve teknolojinin aleyhinde bir fetvası da mevcut değildir. Bu tür iddialar, ecdada ve tarihimize yapılan iftiralardan ibarettir. Netice olarak şunu ifade edelim ki, "Kişi bilmediğinin düşmanıdır" kaidesince, doğru tarihimizi bilmeyenler, tarihimize ve medeniyetimize düşman kesilmektedirler. Önemle ifade edelim ki, VVeekly Word News Dergisinin neşrettiğine göre, Norveçli âlim Roffavik, ilk uzay roketinin Türkler tarafından icad olunduğunu batıya kabul ettiren bir araştırma yapmıştır. [B]IV. Murad’ın kendi döneminde uçma denemeleri yapan Hezarfen Ahmed Çelebi’yi idam ettirdiği söylenmektedir. Acaba doğru mudur?[/B] İdam iddiası doğru değildir; ancak sürgün edildiği doğrudur. Şöyle ki, IV. Murad’ın hükümdarlık yaptığı yıllarda Hezarfen Ahmed Çelebi adında bir Türk bilgini uçma teşebbüslerine girişti. İlk önce Ok Meydanından kısa mesafeli dokuz deneme yaptı. Hepsinde de başarılı oldu. Milâdî takvim 1636 yılını gösteriyordu. Hezarfen Ahmed Çelebi büyük uçuşunu yapmaya hazırlanmaya başladı. Galata Kulesi’nin üstüne çıktı. Kendini rüzgara bırakıp Üsküdar’a uçacaktı. O gün İstanbul halkı deniz kıyısını doldurmuştu. Kısa bir zamanda mahşerî bir kalabalık toplandı. IV. Murad, sadrazam ve vezirleriyle birlikte Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkünden olup bitenleri seyrediyordu. Herkesi alabildiğine bir heyecan kaplamış, bütün gözler Galata Kulesinin tepesine dikilmiş, kendini boşluğa atacak kahramanı bekliyorlardı. Nihayet beklenen an geldi. Hezarfen Ahmed Çelebi, "Bismillah" deyip kendini boşluğa bıraktı. Vücuduna taktığı kanatlarıyla Boğaza doğru süzüldü. Herkes hayretteydi. Hezarfen Ahmed Çelebi Lodos rüzgarının da yardımıyla bir kuş gibi uçup İstanbul Boğazını geçmiş, Üsküdar’daki Doğancılar’a inmişti. Onun bu başarısından hoşlanan Sultân IV. Murad, kendisine bir kese altın verdi. Maalesef bu ihsanına rağmen "Böyle kimselerin bekası caiz değil" diye Cezâir’e sürgün ettiği ve orada vefat ettiği Evliya Çelebi’nin kayıtları arasındadır. İdam edildiği ve deryaya atıldığı iddiası asla doğru değildir. Hezarfen Ahmed Çelebi uçma tasarısını ilk gerçekleştiren bir bilgin olarak havacılık tarihinde yerini alırken, planörcülüğün de öncülüğünü yapmış oluyordu. Çünkü, o uçuşunda bir planörcü gibi rüzgarın esişini dikkate almış, ona göre uçmasını gerçekleştirmişti. Onun bu başarısını gören halk ona "bin fenli" mânâsında "Hezarfen" lâkabını taktı. Hezarfen Ahmed Çelebi bu uçma denemelerinde Türkistan’ın Fârâb şehrinde olan İsmail Cevheri’yi örnek almıştı. [B]Murad’ın sefîh ve içkici olduğuna dair iddialar hakkında ne dersiniz?[/B] Konuyu iki açıdan incelemek yerinde olacaktır: Birincisi, IV. Murad’ın sefîh olduğu iddiasıdır. Bilindiği gibi, sefâhet, şer’an yasak olan şeylere, zevk ve eğlenceye dalma manasına gelmektedir. Bugün ifade ettiği manayla, özellikle gayri meşru kadınlarla düşüp kalkmaya ve içkili alemlere katılmaya denir. Bu zikredilen manada IV. Murad’ın sefâhet içinde olduğunu söylemek tamamen yanlıştır ve hiç bir temel tarih kitabında, böyle bir şey kayd edilmemiştir. Maalesef Cumhuriyet döneminde yazılan tarih kitaplarının, "şakaya, nükteye, eğlenceye ve maalesef sefâhete düşkündü" demeleri, "MelâMb ve melâhîye" yani oyun ve eğlencelere düşkün olduğunu ifade eden Osmanlı tarihçilerinin bu beyânları, hep gayri meşru oyun, eğlence ve sefâhet olarak anlatılmıştır ki, tamamen yanlıştır. IV. Murad’ın ve bütün Osmanlı Padişahlarının gayrı meşru kadınlarla beraber olmalarına ihtiyaç yoktur. Zira teserrî dediğimiz cariyelerle, meşru dairede hayat yaşamaları her zaman mümkündür. Nitekim IV. Murad’ın Ayşe Sultân isimli bir hanımı ve karıkoca hayatı yaşadığı yedi sekiz de cariyesi olduğu nakledilmektedir. 11 oğlu ve 4 kızı olduğu nakledilmektedir. Bunlardan Kaya Sultân, Safiye Sultân ve Rukıyye Sultân dışındakiler, küçük yaşta vefat etmişlerdir. Meşru dairede istediği ve başkasıyla evli olmayan her câriye ile beraber olması mümkün olan bir insanın, gayri meşru yollarla bir kadınla beraber olması mümkün değildir. İkincisi, IV. Murad’ın içkici ve sarhoş olduğuna dair iddialardır. Sefih olması hususundaki yanlış izahlar, onun içkici birisi olduğu konusundaki izahlar gibidir. Osmanlı Padişahlarından I. Bâyezid ve IV. Murad, Osmanlı tarihçileri tarafından içki kullandıklarına dair nakiller bulunan iki Padişahtırlar. Ancak bunların açıktan içki kullandıklarına dair olan rivayetler de kesin doğru değildir. Bu konuda en doğru ifade Naima’nın şu tesbitleridir: "Çocukluğunda örnek bir hâkân hayatı yaşayan IV. Murad, gençliğinin ilk yıllarından itibaren hevâ ve heveslerini tahrik eden kötü arkadaşlarının teşvikiyle (Silahdar ve Emir Güne oğlu gibi), rütbesine lâyık olmayan bazı işlere teşebbüs eyledi. Sohbetlerinde, hep ehli kemal bulunsaydı, selefleri olan Padişahları unuttururdu ve bu zamana kadar onun gibi bir Padişah görülmezdi". Gizlice ve buhran dönemlerinde içki kullansa bile, açıktan içki içtiği ve bir sarhoş olduğu söylenemez. vBile’ diyoruz: çünkü IV. Murad’ın içki içtiğini kesin bir şekilde bilmiyoruz. Zira; "(Bir seferden) İstanbul’a dâhil olduklarında, hamre yasağ olub cümle meyhaneleri yıkdırub bu bâbda mübalağa olundu. Ve bizzat kendüleri gece ve gündüzlerde gezüb buldukları sarhoşu kati ederlerdi. Hatta birini bizzat ok ile vurub deryaya düşdükde helak oldu deyü geçdiler. Ba’dehû ol biçare çıkub halâs buldı". Böylesine içki düşmanı olan bir Padişahın, içkici ve sarhoş biri olduğunu söylemek çok zordur. Fakat yine de gençliğinde böyle bir günaha girdiğini de ihtimal dahilinde görüyoruz. Gizlice içse dahi, bundan pişmanlık duyduğunu anlıyoruz. Bir kısım yazarların IV. Murad ile alakalı bazı kelimeleri ve tesbitleri yanlış yorumladıkları da bir gerçektir. Bunlara bir örnek verip konuyu kapatalım: "Murad IV, 1 Şevvalde bayram tebriklerini kabulden ve Sinan Paşa köşkünde İç ağalarının türlü hünerlerini seyredip, biraz at koşturduktan sonra Atmeydanı’nda Silâhtar Mustafa Paşa’ya tahsis edilen saraya giderek, istirahat etti ve akşam yemekte yakınlarının (Silâhtar ve Emirgûneoğlu) teklifi ile, tövbeyi bozarak fazlaca içki içti; bu sefahat gecesinin ertesi günü hastalandı; bütün tedavilere ve kan alınmasına rağmen, gündengüne fenalaştı". Değerli tarihçi hocamız Cavit Baysun’un bu bilgileri Naima’dan aktardığı çok açık. Onun için aktarma yaptığı yeri, biz de sadeleştirerek nakledeceğiz ve meselenin nasıl saptırıldığını daha rahat anlayacağız: "Ramazan Bayramında erkân ve a’yân el öpüp gittiler. Kendileri mu’tâd üzere deryada Sinan Paşa Köşküne inip (okçuluk ve atıcılıkta) hünerli olan şahısların çeşitli (harp) oyunlarını ve eğlencelerini seyrettiler. Ol sâhibkırân gül gibi açılıp handan oldular ve bir mikdar at koşturdular. Daha sonra At Meydanı’na nazır Silahdar Paşa Sarayına varub meydana ve etrâfı âleme nazır Köşk’de oturup hava aldılar. Büyük ziyafet tertip olundu. Bu sırada Silahdar Paşa ve bazı özel sohbet arkadaşları, şevkini ve neşesini arttırmak ve gönlünü açmak kasdıyla, gül renkli kâseye bakmalarını rica ve niyaz ettiler. Nefsin kuvvelerini ferahlandırmak ve arzulan harekete getirmek iddiasıyla hafifmeşrep arkadaş sohbetlerine onu teşvik ettiler. O gün orada Padişahlara yakışır şekilde zevk ve sohbet edüp Saray’a geldiler. Ertesi günü durumları değişti ve şiddetli hastalıktan vücutları etkilenip zayıfladı.". Şimdi ikisini mukayese edelim ve kendi kendimize soralım: Acaba tövbeyi bozup fazlaca içki içtiğini hangi ifadeden çıkarabilirsiniz? Sefâhet gecesi manasını hangi kelimelerden anlayabilirsiniz? Hele hele Ramazan Bayramında bir Osmanlı Padişahının içki alemi yapıp eğlendiğini, bu satırlardan sonra nasıl iddia edebilirsiniz? O halde gizliden gizliye içki içtiğini ve ancak bu halinden pişmanlık duyarak tevbeyi arzuladığını ifade etmek ile, içki meclisleri düzenleyip sefâhet alemlerinde yaşadığını söylemek arasında fark olsa gerektir. [B]Osmanlı Padişahları neden hacca gitmemişlerdir? Genç Osman’ın öldürülmesinde hacca gitmek istemesinin rolü var mıdır?[/B] Bu soru çokça sorulmaktadır. Ancak bu sorunun cevaplandırılacağı en güzel yer, II. Osman meselesidir. Zira II. Osman’ın katli olayında bu sorunun cevabı da verilmiştir. Evvela haccın farz olmasının şartlarını özetleyelim: Müslüman olmak; akıllı olmak; ergen olmak; hac yolu için hem gıda ve hem de yol masraflarını karşılayabilecek kadar zengin olmak; haccın farz olduğunu bilmek; yol emniyeti bulunmak. Bu kısa izahlardan sonra, Osmanlı Padişahlarının neden hacca gitmediklerinin cevabını arayalım: 1) İslâm Hukukuna göre, cihâd, Müslümanlar için farzı kifâyedir. Bu sebeple fert olarak bir Müslüman, açık bir düşman tehlikesi bulunmadığı müddetçe, farzı ayn olan haccı farzı kifâye olan cihâda tercih edebilecektir. Cihâd, fert olarak Müslümanların hac ibadetine engel olmayacaktır. Bunun tek istisnası, düşmanın bertaraf edilebilmesi için hacca gidecek Müslümanlara da ihtiyaç olmasıdır. İşte bu noktada halife ve sultânların hükmü, Müslüman fertlerden farklıdır ve onlar için cihâd yani düşmanların hücumunu bertaraf ederek Müslümanların emniyetini sağlamak ve bunun için gerekirse savaşmak, farzı ayndır. Hz. Peygamber’e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, sırasıyla, Allah’a ve Peygamberine iman, Allah yolunda cihad ve haccı mebrûr cevabını vermiştir. Sebebi bellidir; Müslümanların canını, malını ve namusunu korumak hukukullah da denilen kamu haklarındandır; yani cemiyete ait bir ibadettir. Bazan kamu haklarından olan bir mesele, şahsî farzlardan daha ehemmiyetli hale gelmektedir. İşte burada da durum budur. Osmanlı Padişahlarının II. Selim’e kadar gelenlerinin tamamı, ömürlerinin yarısını Allah yolunda cihâd için seferlerde geçirmişlerdir. Üzerlerine farzı ayn olan ve hukukullah mahiyetinde bulunan cihâdı ve nizâmı âlemin devamını, şahsî farz olan hacca tercih etmeleri için, Şeyhülislâmlar fetva vermişlerdir. II. Bâyezid Amasya’da vali iken hacca gitmeye niyetlenirken, sadrazam ve diğer devlet erkânının imzası ile gönderilen mektupta, hemen gelip tahta geçmesi gerektiğini, hacca gitmeyi halka ve devleti idare etme işi olmayanlara bırakması icab ettiğini tavsiye etmişler; aksi takdirde düşmanın cesaretlenerek Müslümanlara saldırmasına sebep olacağını ikaz eylemişlerdir. Aynı şekilde ısrarla hacca gitmek isteyen ve bu niyetinin bedelini canıyla ödeyen II. Osman’a, Kayınpederi ve Şeyhülislâm olan Es’ad Efendi aynen şu fetvayı vermiş ve fıkıhtaki bu hükmü özetlemiştir: "Padişahlara hac lâzım değildir; oturup adi eylemek evlâdır. Caiz ki, bir fitne zuhur eyleye". Verilen bu fetvayı tasdik eden asrının kutbu Aziz Mahmûd HUdâyî Hazretleri de, II. Osman’ı fetvaya uyması için ciddi ikaz eylemiştir. Hatta bu meseleden dolayı Padişah’ın askeri tahrik ettiniz tarzında tahkirine hedef olan ve sonradan Şeyhülislâmlık makamına gelen Yahya Efendi’nin ifadeleri de tamamen fıkhın ölçülerine uygundur: "Padişahım! Hâşâ ki, ulema duacılarınız eşkıyayı tahrik ede. Ancak içten gelerek bu niyetinizi istemezdik. Sebebi budur ki, ecdadınız etmemişler, bu tarike gitmemişler, günahımız varsa ol kadarcadır.". Nitekim halk ve asker arasında yayılan dedikoduyu özetleyen şu cümleler de meseleyi açıklamaktadır: "Nizâmı âlem içün padişahlar haccı terk edegelmiştir. Düşmanın ortaya çıkması ve düşmanların memleketi karıştırma ihtimali var iken, Memâliki Mahrûse’yi koyup gitmek hatadır.". 2) Bazı İslâm hukukçuları, bedeni sıhhatli olma şartını açarak, sıhhatli olsa bile tutuklu olma veya kendisini hacdan alıkoyan zâlim idareciden korkmanın da haccın edasını engelleyeceğini ifade ederken, sultân ve o manadaki devlet yetkililerinin de mahbus yani tutuklu gibi kabul edileceğini; sadece beytülmal dışında kendine ait malından haccın farz olacağını ve bu özür devam ettiği müddetçe ölünceye kadar hacca gidemeyebileceğini hükme bağlamışlardır. Günümüzdeki gibi ulaşım imkânlarının gelişmediği ve bir hac görevinin en az üç ay süreceği bir asırda, Osmanlı Padişahlarının hacca gitmeleri gerektiğini düşünmek, İslâm Hukukunu bilmemek olur. Kaldı ki, ömürlerinin yarısını cephede geçiren Padişahların, neden Mısır’a kadar cihâda gidip de hacca varmadıkları da ileri sürülemez; zira ordunun başında mücahid bir komutan olarak sefere giden padişahla, kendi şahsî ibadeti için üç ay memleketini yalnız bırakan padişah bir tutulamaz. Bunun en müşahhas misâli II. Osman’a karşı askerin ve hatta halkın duyduğu tepkidir. İslâm âlimleri, haccın şartlarından olan yol emniyetini ihlal eden Karamita grubunun isyanı sebebiyle, 326/937 tarihinden itibaren 20 yıl kadar haccın farz olmadığını, çünkü yollarda anarşi yaşanabileceğini ifade etmişlerdir. Özetle Osmanlı Padişahlarına dinen bizzat hacca gitmeleri farz olmamıştır. Ancak kendi yerlerine bedel olarak başkalarını mutlaka göndermişlerdir. Ayrıca Sultân Abdülaziz’in gizlice tebdili kıyafet ederek hacca gittiği söylenmektedir. Ancak elimizde bunu doğrulayacak bir vesika bulunmamaktadır. [B]Hâile-i Osmaniye adı verilen Genç Osman olayını kısaca özetler misiniz?[/B] Hâile-i Osmaniye, yeniçerilerin kazan kaldırarak II. Osman’ın canına kıydıkları acı musibet demektir. Bilindiği gibi, II. Osman, I. Ahmed’in oğlu olup Hatice Mahfirûze Sultân’dan Kasım 1604 yılında dünyaya gelmişti. 14 yaşında yani Şubat 1618’de tahta geçen ve Genç Osman diye de bilinen II. Osman, Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca bilecek kadar âlim ve Fâris yahut Fârisî mahlaslarıyla şiir yazacak kadar da edibdi. Üzerinde müessir olan üç şahsiyetten birisi Hocası Ömer Efendi ve diğeri de Kızlar Ağası Mustafa Ağa ile Süleyman Ağa idi. Sadrazam Halil Paşa’yı yerinde bırakan Padişah, Kaimmakam Sofi Mehmed Paşa’nın yerine Kara Mehmed Paşa’yı getirdi. İlk işi 1612 Nasuh Paşa anlaşması ile sona ermiş gibi görünen ve ancak devam eden İran’la olan ihtilafı sona erdirmek oldu ve Eylül 1618’de anlaşma imzalandı. Sıra 1617 yılından beri devam eden Lehistan problemine gelmişti. Veziri azam İstanköylü Ali Paşa harp açılmasına taraftardı, diğer erkânı devlet ise istemiyorlardı. Seferden önce Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzâde Kemâlüddin Efendi’den fetva alarak kardeşi Şehzade Mehmed’i kati ettirdi ve ahım aldı. Eylül 1620 tarihinde başlayan Lehistan seferi, Ekim 1621 tarihinde barış antlaşması ile sona erdi. Budin Beylerbeyi Karakaş Mehmed Paşa şehid olmuş ve ordu moralsiz kaldığından istenen zafer elde edilememişti. II. Osman askerlere ve asker de kara hadımların sözlerine inandığı için II. Osman’a kırılmışlardı. II. Osman bazı ıslâhatları yapmak niyetindeydi ve bu ıslahata tamamen bozulmaya başlayan kapı kulu ocaklarından başlamak niyetindeydi. Hatta Halep, Şam ve Mısır beylerbeylerine emirler göndererek Padişah’a sadık yeni bir ordu teşkili için gizliden gizliye hazırlıklara başlamıştı. Kızlar ağası Süleyman Ağa ile Hocası Ömer Efendi padişahı hacca gitmesi için ikna etmeye başladılar. Hacca gitmesine, askerler, Kayınpederi ve Şeyhülislâm Es’ad Efendi ile Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri şiddetle karşı çıkıyordu. Devreye kapıkulu askerleri girdi ve Padişah’ı hacca göndermek isteyen Ömer Efendi, Süleyman Ağa ve Veziriazam Dilâver Paşa’nın başını isteyerek başta Rumeli Kazaskeri Yahya Efendi olmak üzere ulemayı araya soktular. Fayda vermedi ve sonunda askerler isyan ederek Bâbı Hümâyun’dan içeri girdiler. Sultân Mustafa’ya zorla bî’at gerçekleştikten sonra, II. Osman Orta Camiye getirildi. Burada yeni Sadrazam olan Kara Davud Paşa’nın talimatıyla kemend ile boğulmak istendi. Muvaffak olunamayınca, Yedikule’ye götürüldü ve maalesef Davud Paşa’nın nezâretinde orada şehid edildi. (Mayıs 1622). Ne yazık ki, bu fitnenin başında Sultân Mustafa’nın Valide Sultân’ı bulunmaktaydı. II. Osman’ın öldürülmesi, Osmanlı tarihinin en acı olaylarından biridir ve maalesef Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa olayı gibi tarihin akışını değiştirmiştir. II. Osman, bir zamanlar Osmanlı Devieti’nin yükselmesine sebep olan yeniçeri teşkilâtının artık çürüdüğünün farkına varmıştı ve bu gerileme sebebini ortadan kaldıramadan vefat etti. [/QUOTE]
Alıntıları ekle...
İsim
Spam kontrolü
Sarı kırmızı renkleri ile ünlü futbol takımımız?
Cevapla
Forumlar
Tarih
Osmanlı Tarihi
Sorularla OSMANLI
Top