Forumlar
Yeni Mesajlar
CerezExtra
EĞLENCE ↓
Şans Kurabiyesi
Renk Falınız
ÇerezRADYO
Sevgiliye Özel
ÇerezDERGİ
Hızlı Okuma Testleri
Pratik Çözümler
Yeniler
Yeni Mesajlar
Yeni ürünler
Yeni kaynaklar
Son Aktiviteler
İndir
En son incelemeler
Dükkan
Giriş
Kayıt
Yeniler
Yeni Mesajlar
Menu
Giriş
Kayıt
Uygulamayı yükle
Yükle
Forumlar
Tarih
Osmanlı Tarihi
Sorularla OSMANLI
JavaScript devre dışı bırakıldı. Daha iyi bir deneyim için, devam etmeden önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
You are using an out of date browser. It may not display this or other websites correctly.
You should upgrade or use an
alternative browser
.
Konuya cevap yaz
Mesaj
<blockquote data-quote="wien06" data-source="post: 86512" data-attributes="member: 4383"><p><strong>Nizâmı Cedid ne demektir? III. Selim bu yeni düzenle neyi gaye edinmiştir?</strong></p><p></p><p>Bir devletin iki temel vazifesi vardır: Birincisi, memleket içinde adaleti ayakta tutarak vatandaşların haklarını korumak ve ikincisi de, vatanın sınırlarını düşmana karşı savunmaktır. III. Selim tahta çıktığında yani 1789 yılında, Osmanlı Devleti, memleketin her tarafına yayılan derebeylik ve a’yânlar idaresiyle birinci vazifesini ve imzaladığı Küçük Kaynarca Andlaşması ile de ikincisini yapamaz hale gelmişti. Bütün bu bozukluklar, Lale Devrinden beri devam edip gidiyordu. I. Mahmûd, III. Mustafa ve I. Abdülhamid, bunların farkına varmalarına rağmen, yeniçeri engelinden dolayı istenilenleri yapamadılar.</p><p></p><p> </p><p></p><p>Birincisini yapabilmenin şartı hukukî, idarî ve iktisadî hayata ait köklü ıslâhatlar yapmak ve ikincisini yerine getirmenin şartı da, artık savaş yapamaz hale gelen Osmanlı askerini yani kapıkullarını yeniden düzenlemek idi. İşte bu alanlarda yapılacak olan yeni düzenlemelere ve ıslâhata nizâmı cedîd adı verildi ve bu düzenlemelerden özellikle askerî alanda yeniden tertip edilen ve Avrupa usulü eğitilen düzenli orduya nizâmı cedîd askerleri denmesi hasebiyle, bu tabirden birinci derecede bu ikinci mana anlaşılmaya başlandı.</p><p></p><p>III. Selim, tesis ettiği güzel bir adetle Meclisi Meşveret ile devleti yönettiğinden, bu problemi de aynı yolla çözüme kavuşturmak istiyordu. Bunun için henüz seferden dönmek üzere olan Sadrazama ve yetkili zatlara, Osmanlı Devleti’nin zaafa uğrayan askerî meselelerini ve buna ilâveten diğer problemlerini çözme tekliflerini ihtiva eden lâyihalar hazırlamalarını ve bu layihaların tartışılarak en iyi metodun tesbit olunarak hemen uygulamaya geçilmesini emreden hattı hümâyûnlar gönderdi.</p><p></p><p>Burada önemle belirtmemiz gereken bir husus vardır. Bazı tarihçiler (Yılmaz Öztuna ve Enver Ziya Karal gibi), açılan bu teklifin bütün Osmanlı Kanunlarına şamil olduğunu zannetmişler ve netice olarak da, değişikliğe karşı çıkanları mürteci, taraftar olanları radikal ve devrimci ve ortada olanları da bazan muhafazakâr diye İsimlendirmişlerdir. Halbuki bu tamamen yanlıştır. Tartışılan İslâm Hukukunun hükümleri değil, İslâm Hukukunun ülü’lemre verdiği yetkiye dayanılarak tedvîn edilen ve Kanuni devrinde kemâlini bulan kanun hükümleridir, kanunnamelerdir. Dolayısıyla, III. Selim’i yüzünü batıya çeviren ve şerî’attan yüz çeviren bir padişah olarak vasıflandırmak mümkün değildir.</p><p></p><p>III. Selim’in fermanı üzerine ikisi yabancı olmak üzere 21 mütehassıs Osmanlı askerî kanunları ve diğer örfî kanunları üzerinde kanaatlerini açıklayan lâyihaları hazırladılar. Bunların arasında, muhafazakâr diye bilinen Rumeli Kazaskeri pâyelisi Tatarcık Abdullah Efendi, o zaman Defterdar olan Şerif Efendi, Sadrazam Yusuf Paşa, Çavuşbaşı Râşid Efendi, Sadrı Âli Kethüdası Mustafa Reşîd Efendi (Köse Kethüda) ve Muhâsebei Evvel Hacı İbrahim Efendi gibi şahsiyetler bulunmaktadır. Bunların tamamının ittifak ettiği nokta, yapılacak yeni düzenlemelere ordudan başlanmasıdır. Ancak tekliflerin ayrıntılarında farklılık vardır. Bunları üç grupta toplamak mümkündür:</p><p></p><p>1) Tatarcık Abdullah Efendi’nin başını çektiği bir grup, Yeniçeri ocağına Kanuni kanunlarındaki gibi itibar edilmesini ve ancak Avrupa’daki yeni harp teknolojisinin ve eğitim usullerinin bu kanunlara adapte edilerek alınmasını savunmuşlardır.</p><p></p><p>2) Sadrazam Yusuf Paşa’nın başını çektiği bir grup ise, yeniçeri ocağının ıslâhının mümkün olmadığını; tamamen yeni bir ordu tanzim edilerek ve Avrupa ordularındaki yeni eğitim metotları da esas alınarak mevcut sistemin değişmesini müdâfaa etmektedirler.</p><p></p><p>3) Muhâsebei Evvel Hacı İbrahim Efendi ve ReisülKüttâb Abdullah Berrî Efendilerin başını çektiği bir grup ise, askerin mutlaka tanzim edilmesini, ancak bunun için yeniçeri kanunlarının iptali yönüne gidilmesinin doğru olmadığını arzu etmişlerdir.</p><p></p><p>Bu üç görüşten de anlaşılacağı gibi, herkes bu düzenlemenin yapılmasında müttefiktir. Ancak usullerde ayrılmaktadır. Bu görüş ayrılıkları, tamamen, askerî hukuk ve teşkilât ile yani kanunnamelerdeki hükümlerle alakalıdır. Bunu, bütün bir Osmanlı hukuk sistemine teşmil ederek, düzeni değiştirmeyi, Osmanlı Devleti’nin esas kabul ettiği Şer’i şerifden taviz manasına almak ve muhalif olanları irtica ile suçlamak, tarihi anlamamak demektir.</p><p></p><p>III. Selim, ikinci şıkkı esas almış ve Osmanlı ordusunun tamamen şirazeden çıktığını bildiğinden dolayı, Şubat 1793 yılında bütün lâyihaları özetleyerek bir Risâle’de toplatmış ve temel olarak şu kararları almıştır: a) Mevcut asker nizâmı yeniden düzenlenecek; b) Avrupa’daki eğitimli askerler benzeri yeni bir ordu kurulacak (nizâmı cedid askeri) ve c) Savaş teknikleri ve askerî eğitim yeniden tanzim olunacak. İşte nizâmı cedid deyince akla gelmesi gereken bunlardır.</p><p></p><p>Bu nizâmı cedid rüzgarı bununla da kalmamıştır. Gerçekten 1206 ve 1207 hicrî yıllarında yeni düzenlemeler olmak üzere gördüğümüz bir dizi ıslâhat yapılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:</p><p></p><p>1) Taşradan İstanbul’a olan göç yeniden düzenlenerek teftişi sıkı kurallara bağlanmıştır. </p><p></p><p>2) Gemicilik mesleği teşvik edilmesi için nizâmnâme yapılmıştır. </p><p></p><p>3) Resmi elbiseler ve protokol kaideleri yeniden tanzim olunmuştur. </p><p></p><p>4) Yeniçeri ocağının ıslâhı için tedbirler alınmıştır. </p><p></p><p>5) Asker maaşları düzenlenmiştir. </p><p></p><p>6) Bahriye Zabitleri Kanunu çıkarılmıştır. </p><p></p><p>7) Yargı Islâhatı yapılmıştır. </p><p></p><p>8) Topçu ve Arabacı Kanunları kabul edilmiştir. </p><p></p><p>9) İrâdı Cedid Hazinesi kurulmuştur. </p><p></p><p>10) Asâkiri Mu’alleme Kanunu çıkarılmıştır.</p><p></p><p>Bu ıslâhat, aklı başında olan hiç kimse tarafından reddedilemezdi. Ancak uygulanmasında problemler çıkmış ve III. Selim’in tahtına ve canına mal olmuştur. Yoksa, Nizâmı Cedid Islâhatından kasıt, rejim değişikliği demek değildir. Nitekim konuyu daha sonra tekrar ele alan Ahmed Cevdet Paşa, nizâmı cedid nizâmının şer’an ve aklen gerekli olduğunu, ancak hakikatı halden habersiz bir takım rezillerin bu askerlere dil uzattıklarını ve maalesef III. Selim’in de şefkatinden dolayı bu rezilleri cezalandırmayarak sonunda canından olduğunu gayet açık anlatmaktadır.</p><p></p><p></p><p><strong>Patrona Halil isyanının mahiyeti nedir ve neden çıkmıştır? Lale devri ile ilgisi var mıdır?</strong></p><p></p><p>Bu olayı da, "her musibet, geçmişteki bir cinayetin neticesi ve gelecekteki bir mükâfatın da mukaddimesidir" kaidesine göre açıklamak gerekmektedir. Gerçekten Lale Devrinde, Padişah Saraylarında ve Sadrazam Köşklerinde, bize ulaşan kaynaklardaki bilgilere göre, gayri meşru bir fiil görülmese ve hatta sadece dedikodu halinde kalsa bile, o dönemin İstanbul’unda halk arasında bazı ahlaksızlıkların ve gayri meşru eğlencelerin yayıldığı kesindir. İslama sımsıkı sarılmayan devletler, hemen mağlubiyet ve açlık gibi umumi felaketlerle cezalandırılmaktadır. İşte Lale Devri için de söz konusu olan budur.</p><p></p><p>İran cephesinden Osmanlı Devleti aleyhinde haberler gelmeye başlamıştır. 1143/1730’da Sadrazam İbrahim Paşa, İran Savaşı için Padişahın bizzat sefere katılmasını arzu etmektedir. Ancak şahsiyeti ve alıştığı hayat itibariyle buna hazır olmayan Padişah, buna gönülsüzdür ve red cevabı vermekte gecikmemiştir. Tam bunu fırsat bilen fitne ateşi, sadrazamın aleyhine bazı şeyler yaymaya başladığı gibi, Padişah aleyhinde de "mahmûd’ülhisâl bir Padişah isteriz" diye dedikodu yaptırmak şeklinde alevlenmeye başlamıştır. Sadrazamın, başta damatları olmak üzere, yakınlarını devlet kademelerine getirmesinden rahatsız olanlar, bu dönemde yapılan eğlenceler ve ziyafetler yüzünden bunların gayri meşru olduğunu ileri sürenler, altı yedi aydır bu fitneyi ateşlemek için uğraşan bahriyeli, bir nefer olan Patrona Halil ve arkadaşlarının, Bâyezid Câmiinin Kaşıkçılar Kapısı tarafında, "Şer’ ile davamız vardır; Ümmeti Muhammed’den olanlar dükkânlarını kapayıp bizimle gelsin" demeleriyle birlikte, tarihe Patrona Halil İsyanı diye geçecek olan kargaşayı başlatmışlardır.</p><p></p><p>Bu isyanın başını çekenler, Muslubeşe, Küçük Muslu, Kutucu Hacı Hüseyin, Çınar Ahmed ve Ali Usta gibi ayak takımları ile bunların fikir babası olan ve daha önce Damad İbrahim Paşa’dan zarar gören eski İstanbul Kadısı Zülâlî Hasan Efendi, Hâriç Müderrislerinden Deli İbrahim ve Ayasofya Vaizi İspirizâde Ahmed Efendi gibi insanlardır. Şeyhülislâm Abdullah Efendi’nin şerî’at adına araya girme teşebbüsleri de fayda vermeyince, âsilerin isteklerine uyularak sadrazam, Şeyhülislâm ve İbrahim Paşa’nın yakınları olan bütün damatları görevden alındı ve çoğu sürgün edildi. Sadrazam iki damadı ile birlikte boğuldu. At Meydanında toplanan asiler bununla da yetinmediler; kendi adamları olan ve Rumeli Kazaskerliğine getirilmesini istedikleri Zülâlî Hasan Efendi ile İstanbul Kadılığına getirilmesini arzu ettikleri İbrahim Efendi’nin küstah tavırlarıyla Padişah’ın feragat ederek yerine Sultân Mahmûd’un padişah olmasını istediler. İstekleri üzerine, III. Ahmed, 2 Ekim 1730’da Osmanlı tahtını biraderi II. Mustafa’nın oğlu Sultân Mahmûd’a terk etti.</p><p></p><p> </p><p></p><p>Âsiler bununla da kalmadılar. İbrahim Paşa aleyhine kadına düşkünlüğünü ve başta Sa’dâbâd olmak üzere köşkler aleyhine de fitne ve fesada vesile olduklarını ileri sürerek bu köşklerin yakılmasını istediler. Yakılmasına gönlü razı olmayan ve ancak yıkılmasına izin veren Padişah’ın fermanı ve İstanbul Kadısı İbrahim Efendi’nin fetvasıyla, halk ve devlet, Kağıthane’deki yüzlerce köşkü yıktılar. İsyan süresince yağmalamalar ve her türlü rezalet yaşandı. Neticede 13 gün süren isyan 11 Ekim 1730 tarihinde son buldu. Önce sadrazamlığa göz diken Patrona Halil, devlet işlerinden anlamadığı ileri sürülerek Revan Seraskerliğine tayin edilmiştir. Ancak Kırım Hanı ve Şeyhülislâmın da yardımıyla, Kasım 1730’da Sofa Köşküne davet edilen zorbacıların başı Patrona Halil ile Muslubeşe hemen katledilmiş ve asi liderlerinden 18’inin cesedi III. Ahmed Çeşmesinin yanına atılmıştır. 1731’deki ikinci bir isyan hareketi ise sonuçsuz kalmıştır.</p><p></p><p>Hadisenin, Lale devrinde yaşanan İslama aykırı hallerin bir cezası olduğu açıktır. Ancak Patrona Halil ve arkadaşlarının da, İslama hizmet gayesiyle değil, kendi şahsî kin ve menfaatlerini tatmin gayesiyle bu işe kalkıştıkları da gün gibi ortadadır. İbret alınırsa önemli bir olaydır.</p><p></p><p></p><p><strong>Lale devrinde sadece keyif ve eğlence mi yapılmıştır? Fikir ve kültür hayatına yönelik bir şey yapılmamış mıdır?</strong></p><p></p><p>III. Ahmed’in 1718-1730 tarihleri arasında ve Nevşehirli İbrahim Paşa’nın sadâreti ile geçen devresine Lale Devri dendiğini daha evvel ifade etmiştik. Acaba bu devir sadece eğlencelerle mi geçmiştir? Bu sorunun cevabı verilmelidir.</p><p></p><p>Eski adı Muşkara olan ve İbrahim Paşa’nın gayretiyle köyden şehire dönüşen Nevşehir’de doğan İbrahim Paşa, 1689 yılında Saray’a intisap etmiş ve 1717 yılında III. Ahmed’in kızı Fatma Sultân ile de evlenince iyice Padişah’m gözüne girmeye başlamıştır. III. Ahmed’in çok güvendiği İbrahim Paşa, Mayıs 1718 tarihinde sadrazamlığa getirilmiştir. Kendisi tamamen sulh taraftarı ve sakin yaşamayı seven bir insandır. III. Ahmed’in de şahsiyeti buna uyum sağlayınca, bu dönem Lale devri olarak tarihe geçmiştir.</p><p></p><p>Bu dönem sadece eğlence ile geçmemiştir. Zira Matbaanın açılması başta olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin fikir ve kültür hayatına dair çok önemli katkılar bu devirde sağlanmıştır.</p><p></p><p>Evvela, kendisi de tahsilli olan İbrahim Paşa, ilim ve san’at adamlarını sonuna kadar desteklemiştir. Eğer Osmanlı vekâyi’nüvislerinin İbrahim Paşa dönemini anlatan yüzlerce sayfalık tarih kitaplarını ve mesela Çelebizâde’nin Râşid Tarihi Zeylini incelerseniz, hem Padişah’m ve hem de İbrahim Paşa’nın dinî ilimler ve diğer ilimlerde uzman olan âlimlerle hususi dersler düzenlediğini, tanzim edilen ziyafetlerde Şeyhülislâm ve benzeri şahsiyetlerin daima hazır bulunduğunu görürsünüz.</p><p></p><p>İkinci olarak, Damad İbrahim Paşa tarihe çok meraklı olduğundan, Osmanlı ve Türk Tarihi ile ilgili en önemli çalışmalar bu dönemde yapılmıştır. Aynî’nin Ikd’ülCümân isimli meşhur tarihi, Hondmir’in Farsça çok geniş bir tarih olan Habîb’üsSiyer adlı eseri, Mevlevi Ahmed Dede’nin Câmi’udDüvel adlı muazzam eseri, hep bu dönemde kurulan ilim heyetleri tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.</p><p></p><p>Üçüncü olarak, Damad İbrahim Paşa’nın bir küçük köy olan Muşkara’yı bir şehir haline getirerek imar etmesi, başta İstanbul’daki Dâr’ülHadis Medresesi olmak üzere çok sayıda vakıf eserler meydana getirmesi, başta çinicilik olmak üzere kaybolmaya yüz tutan bazı Türk sanatlarını ihyaya çalışması ve nihayet Matbaa gibi önemli bir müesseseyi yerleştirmesi, onun sadece eğlence ve ziyafetlerle vakit geçirmediğini açıkça göstermektedir.</p><p></p><p>Dördüncü olarak, Nedim, Seyyid Vehbi, Tarihçi Râşid, Nahîfî ve Ahmed Neylî gibi edip ve şairler, Damad İbrahim Paşa’nın himayesiyle ölmez eserlerini vermişlerdir.</p><p></p><p>Osmanlı Devleti, ilim ve teknoloji konusunda, Gerileme Devrinden beri, ilk defa bu dönemde Avrupa’yı takip eder hale gelmiştir. Ayrıca devleti idaresinde Sokullu ve Köprülü’ye ulaşması mümkün olmayan bu devlet adamının, İslâmi açıdan istikameti ve dindarlığı itibariyle onlar gibi olduğu tarihçilerin verdiği bilgiler arasındadır.</p><p></p><p></p><p><strong>Baltacı Mehmed Paşa’nın Rus Çarının karısı Katerina ile gayri meşru hayat yaşayarak Osmanlı ordusunu sattığı ve böylece Prut Zaferi’nin Osmanlı Devleti’nin aleyhine geliştiği söylenmektedir. Bu olayın aslı nedir?</strong></p><p></p><p>Prut zaferini en ince ayrıntılarıyla anlatan tarih kaynakları elimizdedir ve bunların en ayrıntılı olanı da Râşid’in sadece III. Ahmed devrine 4 cilt ayırdığı meşhur tarihidir. Bu kaynakların hiç birinde, Baltacı Mehmed Paşa’nın Rus Katerina ile gayri meşru bir ilişkide bulunduğu veya en azından Rus Çarı ve hanımının bu savaşın yapıldığı mekâna geldikleri yazılı değildir.</p><p></p><p>Olayın aslı şudur: Çorum’un Osmancık Kasabasından olan Mehmed Paşa, musikiye meyli ve sesinin güzelliği sebebiyle Pâkçe Müezzin lakabı ile anılmıştır. III. Ahmed’in padişah olmasıyla </p><p></p><p> </p><p></p><p>1. İmrahor’luğa getirilen Mehmed Paşa, kendisini tezkiye eden Kalyakoz Ahmed Paşa’nın aleyhine çalışmış ve Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi’nin tavsiyesi ile 1704 yılında 1. defa sadrazamlığa getirilmiştir. Sevmedikleri hakkında dili uzun olan ve yeterli tahsili olması hasebiyle konuşmasını da iyi beceren Mehmed Paşa, dilinin cezasını çekerek, 1706 yılında azl olunmuştur. 1710 Eylül’ünde tekrar sadrazamlık makamına gelen Baltacı, fazla becerikli bir kumandan olmamasına rağmen, Prut Zaferine imza basan komutan sıfatıyla, henüz İstanbul’a gelmeden itibar kazanmaya başlamıştır.</p><p></p><p>Bilindiği gibi 1710 yılında Ruslara karşı ilan edilen harpte, açlık ve düzensizlik sebebiyle Petro’nun savaş meydanına gelmeyerek uzaktan idare ettiği ordusu mağlubiyetle karşı karşıya gelmiştir. Rus ordusunun komutanı Şermetivef’di ve Deli Petro ile hanımı asla harp meydanına gelmemişti. Çar, mağlup olacağını anlayınca, Başbakan Baron Şafirov vasıtasıyla çok değerli mücevherlerini hediye gönderdi ve sulh andlaşması yapılmasını arzuladı. İsveç Kralı’nın ve Kırım Hanı Devlet Giray’ın farklı kanaatlerini dinlemeyen ve müşavirlerinin tesiri altında kalan Baltacı Mehmed Paşa, çok cazip şartlarla sulh akdi yaptı ve muzaffer bir komutan olarak İstanbul’a gelmek üzere yola çıktı (Prut Muâhedenâmesi, Temmuz 1711). Burada bilinmesi gereken gerçekler şunlardır:</p><p></p><p> </p><p></p><p>1) İsveç Kralı XII. Cari ve Kırım Hanı Devlet Giray, Baltacı’nın sulh teklifini reddetmesini ve Rusların sıkıştığı böyle bir dönemde kolay şartlarla andlaşma yapılmamasını müdafaa ediyorlardı. Bunların görüşü haklıdır ve Baltacı’nın acele ettiği de doğrudur. Ruslar, sonradan sözlerinde durmamakla bu görüşü teyid etmişlerdir.</p><p></p><p> </p><p></p><p>2) Baltacı Mehmed Paşa’nın zaten aleyhinde olan ve Padişahın çok sevdiği Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi, Damad Ali Paşa ve Darüssa’ade Ağası Süleyman Ağa, sert hareketlerinden ve patavatsız sözlerinden dolayı, Baltacı’nın aleyhindeki faaliyet ve planlarına hız verdiler. Paşa, henüz İstanbul’a gelmeden Rus Çarı’nın sözünde durmamasını da bahane ederek, hemen aleyhte bir plan hazırladılar. İlk planları, Baltacı’nın İsveç Kralı ve Kırım Hanı’nın sözlerine önem vermediğini, vermiş olsaydı Rus Çarını diri diri yakalama fırsatı elde edildiğini, Rus Çarı tarafından gönderilen paralar sebebiyle sulh yolunu tercih ettiğini ısrarla Padişah’a anlatmak oldu. Taraftarları da, tek kabahatin gece ile gelen altın arabaları olduğunu, yoksa Çarı yakalamamak için bir sebep bulunmadığını ilave ettiler. İşte bu noktada Hammer, Rus Çarı’nın karısı Katerina’nın sulh andlaşması uğruna bütün kıymetli mücevherlerini Osmanlı komuta heyetine gönderdiğini ve Şermetivef vasıtasıyla sulhu sağlaması için Veziri A’zama mektup ilettiğini ifade etmektedir. Bazı çağdaş tarihçiler de, Baltacı’nın asla rüşvet almadığını, belki müşavirlerinden Ömer Efendi ve Osman Efendi’nin bu hediyeleri kabul ettiğini kaydetmektedirler.</p><p></p><p>Padişah da, böylesine bir zafere imza atan Sadrazamın bu ithamlarla azledilmesinin doğru olmayacağını ifade ederek, ilk etapta gelen ithamları reddetti. Ancak Baltacı aleyhtarları, Edirne’de veziri azamın kapıkulu maaşlarını vermeye başlaması üzerine yeniden harekete geçtiler. Bu sefer Padişah’a, Edirne’de ulufe vermesinin ne manaya geldiğini dostlarına sorması icab ettiğini, yaptığı hataları affettirmek için Kapıkulu ile gizli anlaşmalar içinde olduğunu arz ettiler. Padişahın hakem kabul ettiği Şeyhülislâm da aleyhte beyan verince Baltacı Mehmed Paşa azledilerek (Kasım 1711) Midilli Adasında ikamete memur edildi.</p><p></p><p> </p><p></p><p>3) Dikkat edilirse, Baltacı’nın Katerina ile çadırda beraber olduğuna dair, muteber Osmanlı kaynaklarında ve hatta çağdaş tarihçilerin eserlerinde en küçük bir bilgi bulunmadığı gibi, kaynaklarda Çar ve hanımının asla harp yerine gelmediğini ve bu tür iddiaların tamamen yalan olduğunu ifade eden beyanlar yer almaktadır. Râşid meseleyi şu cümlelerle özetlemektedir:</p><p></p><p>"Rikâbı hümâyûn tarafında olanlar dahi sadrazam hakkında gizlice nice kale gelmez nesneler yazdıklarından. Padişahın gadabını tahrik ettiler. Veziriazam meydana gelen büyük hizmetleri mukabelesinde çeşitli iltifat ve ikramlar beklerken, olmayan hıyanet suçlamasıyla karşı karşıya kalmış ve kıskançların hileleri ile nâmeşkûr olmuştur".</p><p></p><p>Netice olarak, Baltacı Mehmed Paşa’nın İsveç Kralı ile Kırım Hanı’nı dinlememesi, müşavirlerinin sözleriyle hareket etmesi, her şeyi ben bilirim havasına girmesi ve neticede bu fırsatı kaçırması, tarihçiler tarafından eksiklik olarak kabul edilmektedir. Aleyhinde kampanya başlatanlar ve bazı Batılı tarihçiler, Katerina’nın mücevher ve mektup gönderdiğini de kabul etmektedirler. Osmanlı tarihçileri, bunun da Darüssa’ade Ağası ile yakınlarının ithamları olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Ancak hiç bir tarihçi ve hatta Rus Vekâyi’nâmeleri bile, Katerina’nın harp meydanına geldiğini yazmamıştır ve bu sadece kuru bir iftiradan ibarettir.</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="wien06, post: 86512, member: 4383"] [B]Nizâmı Cedid ne demektir? III. Selim bu yeni düzenle neyi gaye edinmiştir?[/B] Bir devletin iki temel vazifesi vardır: Birincisi, memleket içinde adaleti ayakta tutarak vatandaşların haklarını korumak ve ikincisi de, vatanın sınırlarını düşmana karşı savunmaktır. III. Selim tahta çıktığında yani 1789 yılında, Osmanlı Devleti, memleketin her tarafına yayılan derebeylik ve a’yânlar idaresiyle birinci vazifesini ve imzaladığı Küçük Kaynarca Andlaşması ile de ikincisini yapamaz hale gelmişti. Bütün bu bozukluklar, Lale Devrinden beri devam edip gidiyordu. I. Mahmûd, III. Mustafa ve I. Abdülhamid, bunların farkına varmalarına rağmen, yeniçeri engelinden dolayı istenilenleri yapamadılar. Birincisini yapabilmenin şartı hukukî, idarî ve iktisadî hayata ait köklü ıslâhatlar yapmak ve ikincisini yerine getirmenin şartı da, artık savaş yapamaz hale gelen Osmanlı askerini yani kapıkullarını yeniden düzenlemek idi. İşte bu alanlarda yapılacak olan yeni düzenlemelere ve ıslâhata nizâmı cedîd adı verildi ve bu düzenlemelerden özellikle askerî alanda yeniden tertip edilen ve Avrupa usulü eğitilen düzenli orduya nizâmı cedîd askerleri denmesi hasebiyle, bu tabirden birinci derecede bu ikinci mana anlaşılmaya başlandı. III. Selim, tesis ettiği güzel bir adetle Meclisi Meşveret ile devleti yönettiğinden, bu problemi de aynı yolla çözüme kavuşturmak istiyordu. Bunun için henüz seferden dönmek üzere olan Sadrazama ve yetkili zatlara, Osmanlı Devleti’nin zaafa uğrayan askerî meselelerini ve buna ilâveten diğer problemlerini çözme tekliflerini ihtiva eden lâyihalar hazırlamalarını ve bu layihaların tartışılarak en iyi metodun tesbit olunarak hemen uygulamaya geçilmesini emreden hattı hümâyûnlar gönderdi. Burada önemle belirtmemiz gereken bir husus vardır. Bazı tarihçiler (Yılmaz Öztuna ve Enver Ziya Karal gibi), açılan bu teklifin bütün Osmanlı Kanunlarına şamil olduğunu zannetmişler ve netice olarak da, değişikliğe karşı çıkanları mürteci, taraftar olanları radikal ve devrimci ve ortada olanları da bazan muhafazakâr diye İsimlendirmişlerdir. Halbuki bu tamamen yanlıştır. Tartışılan İslâm Hukukunun hükümleri değil, İslâm Hukukunun ülü’lemre verdiği yetkiye dayanılarak tedvîn edilen ve Kanuni devrinde kemâlini bulan kanun hükümleridir, kanunnamelerdir. Dolayısıyla, III. Selim’i yüzünü batıya çeviren ve şerî’attan yüz çeviren bir padişah olarak vasıflandırmak mümkün değildir. III. Selim’in fermanı üzerine ikisi yabancı olmak üzere 21 mütehassıs Osmanlı askerî kanunları ve diğer örfî kanunları üzerinde kanaatlerini açıklayan lâyihaları hazırladılar. Bunların arasında, muhafazakâr diye bilinen Rumeli Kazaskeri pâyelisi Tatarcık Abdullah Efendi, o zaman Defterdar olan Şerif Efendi, Sadrazam Yusuf Paşa, Çavuşbaşı Râşid Efendi, Sadrı Âli Kethüdası Mustafa Reşîd Efendi (Köse Kethüda) ve Muhâsebei Evvel Hacı İbrahim Efendi gibi şahsiyetler bulunmaktadır. Bunların tamamının ittifak ettiği nokta, yapılacak yeni düzenlemelere ordudan başlanmasıdır. Ancak tekliflerin ayrıntılarında farklılık vardır. Bunları üç grupta toplamak mümkündür: 1) Tatarcık Abdullah Efendi’nin başını çektiği bir grup, Yeniçeri ocağına Kanuni kanunlarındaki gibi itibar edilmesini ve ancak Avrupa’daki yeni harp teknolojisinin ve eğitim usullerinin bu kanunlara adapte edilerek alınmasını savunmuşlardır. 2) Sadrazam Yusuf Paşa’nın başını çektiği bir grup ise, yeniçeri ocağının ıslâhının mümkün olmadığını; tamamen yeni bir ordu tanzim edilerek ve Avrupa ordularındaki yeni eğitim metotları da esas alınarak mevcut sistemin değişmesini müdâfaa etmektedirler. 3) Muhâsebei Evvel Hacı İbrahim Efendi ve ReisülKüttâb Abdullah Berrî Efendilerin başını çektiği bir grup ise, askerin mutlaka tanzim edilmesini, ancak bunun için yeniçeri kanunlarının iptali yönüne gidilmesinin doğru olmadığını arzu etmişlerdir. Bu üç görüşten de anlaşılacağı gibi, herkes bu düzenlemenin yapılmasında müttefiktir. Ancak usullerde ayrılmaktadır. Bu görüş ayrılıkları, tamamen, askerî hukuk ve teşkilât ile yani kanunnamelerdeki hükümlerle alakalıdır. Bunu, bütün bir Osmanlı hukuk sistemine teşmil ederek, düzeni değiştirmeyi, Osmanlı Devleti’nin esas kabul ettiği Şer’i şerifden taviz manasına almak ve muhalif olanları irtica ile suçlamak, tarihi anlamamak demektir. III. Selim, ikinci şıkkı esas almış ve Osmanlı ordusunun tamamen şirazeden çıktığını bildiğinden dolayı, Şubat 1793 yılında bütün lâyihaları özetleyerek bir Risâle’de toplatmış ve temel olarak şu kararları almıştır: a) Mevcut asker nizâmı yeniden düzenlenecek; b) Avrupa’daki eğitimli askerler benzeri yeni bir ordu kurulacak (nizâmı cedid askeri) ve c) Savaş teknikleri ve askerî eğitim yeniden tanzim olunacak. İşte nizâmı cedid deyince akla gelmesi gereken bunlardır. Bu nizâmı cedid rüzgarı bununla da kalmamıştır. Gerçekten 1206 ve 1207 hicrî yıllarında yeni düzenlemeler olmak üzere gördüğümüz bir dizi ıslâhat yapılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: 1) Taşradan İstanbul’a olan göç yeniden düzenlenerek teftişi sıkı kurallara bağlanmıştır. 2) Gemicilik mesleği teşvik edilmesi için nizâmnâme yapılmıştır. 3) Resmi elbiseler ve protokol kaideleri yeniden tanzim olunmuştur. 4) Yeniçeri ocağının ıslâhı için tedbirler alınmıştır. 5) Asker maaşları düzenlenmiştir. 6) Bahriye Zabitleri Kanunu çıkarılmıştır. 7) Yargı Islâhatı yapılmıştır. 8) Topçu ve Arabacı Kanunları kabul edilmiştir. 9) İrâdı Cedid Hazinesi kurulmuştur. 10) Asâkiri Mu’alleme Kanunu çıkarılmıştır. Bu ıslâhat, aklı başında olan hiç kimse tarafından reddedilemezdi. Ancak uygulanmasında problemler çıkmış ve III. Selim’in tahtına ve canına mal olmuştur. Yoksa, Nizâmı Cedid Islâhatından kasıt, rejim değişikliği demek değildir. Nitekim konuyu daha sonra tekrar ele alan Ahmed Cevdet Paşa, nizâmı cedid nizâmının şer’an ve aklen gerekli olduğunu, ancak hakikatı halden habersiz bir takım rezillerin bu askerlere dil uzattıklarını ve maalesef III. Selim’in de şefkatinden dolayı bu rezilleri cezalandırmayarak sonunda canından olduğunu gayet açık anlatmaktadır. [B]Patrona Halil isyanının mahiyeti nedir ve neden çıkmıştır? Lale devri ile ilgisi var mıdır?[/B] Bu olayı da, "her musibet, geçmişteki bir cinayetin neticesi ve gelecekteki bir mükâfatın da mukaddimesidir" kaidesine göre açıklamak gerekmektedir. Gerçekten Lale Devrinde, Padişah Saraylarında ve Sadrazam Köşklerinde, bize ulaşan kaynaklardaki bilgilere göre, gayri meşru bir fiil görülmese ve hatta sadece dedikodu halinde kalsa bile, o dönemin İstanbul’unda halk arasında bazı ahlaksızlıkların ve gayri meşru eğlencelerin yayıldığı kesindir. İslama sımsıkı sarılmayan devletler, hemen mağlubiyet ve açlık gibi umumi felaketlerle cezalandırılmaktadır. İşte Lale Devri için de söz konusu olan budur. İran cephesinden Osmanlı Devleti aleyhinde haberler gelmeye başlamıştır. 1143/1730’da Sadrazam İbrahim Paşa, İran Savaşı için Padişahın bizzat sefere katılmasını arzu etmektedir. Ancak şahsiyeti ve alıştığı hayat itibariyle buna hazır olmayan Padişah, buna gönülsüzdür ve red cevabı vermekte gecikmemiştir. Tam bunu fırsat bilen fitne ateşi, sadrazamın aleyhine bazı şeyler yaymaya başladığı gibi, Padişah aleyhinde de "mahmûd’ülhisâl bir Padişah isteriz" diye dedikodu yaptırmak şeklinde alevlenmeye başlamıştır. Sadrazamın, başta damatları olmak üzere, yakınlarını devlet kademelerine getirmesinden rahatsız olanlar, bu dönemde yapılan eğlenceler ve ziyafetler yüzünden bunların gayri meşru olduğunu ileri sürenler, altı yedi aydır bu fitneyi ateşlemek için uğraşan bahriyeli, bir nefer olan Patrona Halil ve arkadaşlarının, Bâyezid Câmiinin Kaşıkçılar Kapısı tarafında, "Şer’ ile davamız vardır; Ümmeti Muhammed’den olanlar dükkânlarını kapayıp bizimle gelsin" demeleriyle birlikte, tarihe Patrona Halil İsyanı diye geçecek olan kargaşayı başlatmışlardır. Bu isyanın başını çekenler, Muslubeşe, Küçük Muslu, Kutucu Hacı Hüseyin, Çınar Ahmed ve Ali Usta gibi ayak takımları ile bunların fikir babası olan ve daha önce Damad İbrahim Paşa’dan zarar gören eski İstanbul Kadısı Zülâlî Hasan Efendi, Hâriç Müderrislerinden Deli İbrahim ve Ayasofya Vaizi İspirizâde Ahmed Efendi gibi insanlardır. Şeyhülislâm Abdullah Efendi’nin şerî’at adına araya girme teşebbüsleri de fayda vermeyince, âsilerin isteklerine uyularak sadrazam, Şeyhülislâm ve İbrahim Paşa’nın yakınları olan bütün damatları görevden alındı ve çoğu sürgün edildi. Sadrazam iki damadı ile birlikte boğuldu. At Meydanında toplanan asiler bununla da yetinmediler; kendi adamları olan ve Rumeli Kazaskerliğine getirilmesini istedikleri Zülâlî Hasan Efendi ile İstanbul Kadılığına getirilmesini arzu ettikleri İbrahim Efendi’nin küstah tavırlarıyla Padişah’ın feragat ederek yerine Sultân Mahmûd’un padişah olmasını istediler. İstekleri üzerine, III. Ahmed, 2 Ekim 1730’da Osmanlı tahtını biraderi II. Mustafa’nın oğlu Sultân Mahmûd’a terk etti. Âsiler bununla da kalmadılar. İbrahim Paşa aleyhine kadına düşkünlüğünü ve başta Sa’dâbâd olmak üzere köşkler aleyhine de fitne ve fesada vesile olduklarını ileri sürerek bu köşklerin yakılmasını istediler. Yakılmasına gönlü razı olmayan ve ancak yıkılmasına izin veren Padişah’ın fermanı ve İstanbul Kadısı İbrahim Efendi’nin fetvasıyla, halk ve devlet, Kağıthane’deki yüzlerce köşkü yıktılar. İsyan süresince yağmalamalar ve her türlü rezalet yaşandı. Neticede 13 gün süren isyan 11 Ekim 1730 tarihinde son buldu. Önce sadrazamlığa göz diken Patrona Halil, devlet işlerinden anlamadığı ileri sürülerek Revan Seraskerliğine tayin edilmiştir. Ancak Kırım Hanı ve Şeyhülislâmın da yardımıyla, Kasım 1730’da Sofa Köşküne davet edilen zorbacıların başı Patrona Halil ile Muslubeşe hemen katledilmiş ve asi liderlerinden 18’inin cesedi III. Ahmed Çeşmesinin yanına atılmıştır. 1731’deki ikinci bir isyan hareketi ise sonuçsuz kalmıştır. Hadisenin, Lale devrinde yaşanan İslama aykırı hallerin bir cezası olduğu açıktır. Ancak Patrona Halil ve arkadaşlarının da, İslama hizmet gayesiyle değil, kendi şahsî kin ve menfaatlerini tatmin gayesiyle bu işe kalkıştıkları da gün gibi ortadadır. İbret alınırsa önemli bir olaydır. [B]Lale devrinde sadece keyif ve eğlence mi yapılmıştır? Fikir ve kültür hayatına yönelik bir şey yapılmamış mıdır?[/B] III. Ahmed’in 1718-1730 tarihleri arasında ve Nevşehirli İbrahim Paşa’nın sadâreti ile geçen devresine Lale Devri dendiğini daha evvel ifade etmiştik. Acaba bu devir sadece eğlencelerle mi geçmiştir? Bu sorunun cevabı verilmelidir. Eski adı Muşkara olan ve İbrahim Paşa’nın gayretiyle köyden şehire dönüşen Nevşehir’de doğan İbrahim Paşa, 1689 yılında Saray’a intisap etmiş ve 1717 yılında III. Ahmed’in kızı Fatma Sultân ile de evlenince iyice Padişah’m gözüne girmeye başlamıştır. III. Ahmed’in çok güvendiği İbrahim Paşa, Mayıs 1718 tarihinde sadrazamlığa getirilmiştir. Kendisi tamamen sulh taraftarı ve sakin yaşamayı seven bir insandır. III. Ahmed’in de şahsiyeti buna uyum sağlayınca, bu dönem Lale devri olarak tarihe geçmiştir. Bu dönem sadece eğlence ile geçmemiştir. Zira Matbaanın açılması başta olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin fikir ve kültür hayatına dair çok önemli katkılar bu devirde sağlanmıştır. Evvela, kendisi de tahsilli olan İbrahim Paşa, ilim ve san’at adamlarını sonuna kadar desteklemiştir. Eğer Osmanlı vekâyi’nüvislerinin İbrahim Paşa dönemini anlatan yüzlerce sayfalık tarih kitaplarını ve mesela Çelebizâde’nin Râşid Tarihi Zeylini incelerseniz, hem Padişah’m ve hem de İbrahim Paşa’nın dinî ilimler ve diğer ilimlerde uzman olan âlimlerle hususi dersler düzenlediğini, tanzim edilen ziyafetlerde Şeyhülislâm ve benzeri şahsiyetlerin daima hazır bulunduğunu görürsünüz. İkinci olarak, Damad İbrahim Paşa tarihe çok meraklı olduğundan, Osmanlı ve Türk Tarihi ile ilgili en önemli çalışmalar bu dönemde yapılmıştır. Aynî’nin Ikd’ülCümân isimli meşhur tarihi, Hondmir’in Farsça çok geniş bir tarih olan Habîb’üsSiyer adlı eseri, Mevlevi Ahmed Dede’nin Câmi’udDüvel adlı muazzam eseri, hep bu dönemde kurulan ilim heyetleri tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Üçüncü olarak, Damad İbrahim Paşa’nın bir küçük köy olan Muşkara’yı bir şehir haline getirerek imar etmesi, başta İstanbul’daki Dâr’ülHadis Medresesi olmak üzere çok sayıda vakıf eserler meydana getirmesi, başta çinicilik olmak üzere kaybolmaya yüz tutan bazı Türk sanatlarını ihyaya çalışması ve nihayet Matbaa gibi önemli bir müesseseyi yerleştirmesi, onun sadece eğlence ve ziyafetlerle vakit geçirmediğini açıkça göstermektedir. Dördüncü olarak, Nedim, Seyyid Vehbi, Tarihçi Râşid, Nahîfî ve Ahmed Neylî gibi edip ve şairler, Damad İbrahim Paşa’nın himayesiyle ölmez eserlerini vermişlerdir. Osmanlı Devleti, ilim ve teknoloji konusunda, Gerileme Devrinden beri, ilk defa bu dönemde Avrupa’yı takip eder hale gelmiştir. Ayrıca devleti idaresinde Sokullu ve Köprülü’ye ulaşması mümkün olmayan bu devlet adamının, İslâmi açıdan istikameti ve dindarlığı itibariyle onlar gibi olduğu tarihçilerin verdiği bilgiler arasındadır. [B]Baltacı Mehmed Paşa’nın Rus Çarının karısı Katerina ile gayri meşru hayat yaşayarak Osmanlı ordusunu sattığı ve böylece Prut Zaferi’nin Osmanlı Devleti’nin aleyhine geliştiği söylenmektedir. Bu olayın aslı nedir?[/B] Prut zaferini en ince ayrıntılarıyla anlatan tarih kaynakları elimizdedir ve bunların en ayrıntılı olanı da Râşid’in sadece III. Ahmed devrine 4 cilt ayırdığı meşhur tarihidir. Bu kaynakların hiç birinde, Baltacı Mehmed Paşa’nın Rus Katerina ile gayri meşru bir ilişkide bulunduğu veya en azından Rus Çarı ve hanımının bu savaşın yapıldığı mekâna geldikleri yazılı değildir. Olayın aslı şudur: Çorum’un Osmancık Kasabasından olan Mehmed Paşa, musikiye meyli ve sesinin güzelliği sebebiyle Pâkçe Müezzin lakabı ile anılmıştır. III. Ahmed’in padişah olmasıyla 1. İmrahor’luğa getirilen Mehmed Paşa, kendisini tezkiye eden Kalyakoz Ahmed Paşa’nın aleyhine çalışmış ve Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi’nin tavsiyesi ile 1704 yılında 1. defa sadrazamlığa getirilmiştir. Sevmedikleri hakkında dili uzun olan ve yeterli tahsili olması hasebiyle konuşmasını da iyi beceren Mehmed Paşa, dilinin cezasını çekerek, 1706 yılında azl olunmuştur. 1710 Eylül’ünde tekrar sadrazamlık makamına gelen Baltacı, fazla becerikli bir kumandan olmamasına rağmen, Prut Zaferine imza basan komutan sıfatıyla, henüz İstanbul’a gelmeden itibar kazanmaya başlamıştır. Bilindiği gibi 1710 yılında Ruslara karşı ilan edilen harpte, açlık ve düzensizlik sebebiyle Petro’nun savaş meydanına gelmeyerek uzaktan idare ettiği ordusu mağlubiyetle karşı karşıya gelmiştir. Rus ordusunun komutanı Şermetivef’di ve Deli Petro ile hanımı asla harp meydanına gelmemişti. Çar, mağlup olacağını anlayınca, Başbakan Baron Şafirov vasıtasıyla çok değerli mücevherlerini hediye gönderdi ve sulh andlaşması yapılmasını arzuladı. İsveç Kralı’nın ve Kırım Hanı Devlet Giray’ın farklı kanaatlerini dinlemeyen ve müşavirlerinin tesiri altında kalan Baltacı Mehmed Paşa, çok cazip şartlarla sulh akdi yaptı ve muzaffer bir komutan olarak İstanbul’a gelmek üzere yola çıktı (Prut Muâhedenâmesi, Temmuz 1711). Burada bilinmesi gereken gerçekler şunlardır: 1) İsveç Kralı XII. Cari ve Kırım Hanı Devlet Giray, Baltacı’nın sulh teklifini reddetmesini ve Rusların sıkıştığı böyle bir dönemde kolay şartlarla andlaşma yapılmamasını müdafaa ediyorlardı. Bunların görüşü haklıdır ve Baltacı’nın acele ettiği de doğrudur. Ruslar, sonradan sözlerinde durmamakla bu görüşü teyid etmişlerdir. 2) Baltacı Mehmed Paşa’nın zaten aleyhinde olan ve Padişahın çok sevdiği Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi, Damad Ali Paşa ve Darüssa’ade Ağası Süleyman Ağa, sert hareketlerinden ve patavatsız sözlerinden dolayı, Baltacı’nın aleyhindeki faaliyet ve planlarına hız verdiler. Paşa, henüz İstanbul’a gelmeden Rus Çarı’nın sözünde durmamasını da bahane ederek, hemen aleyhte bir plan hazırladılar. İlk planları, Baltacı’nın İsveç Kralı ve Kırım Hanı’nın sözlerine önem vermediğini, vermiş olsaydı Rus Çarını diri diri yakalama fırsatı elde edildiğini, Rus Çarı tarafından gönderilen paralar sebebiyle sulh yolunu tercih ettiğini ısrarla Padişah’a anlatmak oldu. Taraftarları da, tek kabahatin gece ile gelen altın arabaları olduğunu, yoksa Çarı yakalamamak için bir sebep bulunmadığını ilave ettiler. İşte bu noktada Hammer, Rus Çarı’nın karısı Katerina’nın sulh andlaşması uğruna bütün kıymetli mücevherlerini Osmanlı komuta heyetine gönderdiğini ve Şermetivef vasıtasıyla sulhu sağlaması için Veziri A’zama mektup ilettiğini ifade etmektedir. Bazı çağdaş tarihçiler de, Baltacı’nın asla rüşvet almadığını, belki müşavirlerinden Ömer Efendi ve Osman Efendi’nin bu hediyeleri kabul ettiğini kaydetmektedirler. Padişah da, böylesine bir zafere imza atan Sadrazamın bu ithamlarla azledilmesinin doğru olmayacağını ifade ederek, ilk etapta gelen ithamları reddetti. Ancak Baltacı aleyhtarları, Edirne’de veziri azamın kapıkulu maaşlarını vermeye başlaması üzerine yeniden harekete geçtiler. Bu sefer Padişah’a, Edirne’de ulufe vermesinin ne manaya geldiğini dostlarına sorması icab ettiğini, yaptığı hataları affettirmek için Kapıkulu ile gizli anlaşmalar içinde olduğunu arz ettiler. Padişahın hakem kabul ettiği Şeyhülislâm da aleyhte beyan verince Baltacı Mehmed Paşa azledilerek (Kasım 1711) Midilli Adasında ikamete memur edildi. 3) Dikkat edilirse, Baltacı’nın Katerina ile çadırda beraber olduğuna dair, muteber Osmanlı kaynaklarında ve hatta çağdaş tarihçilerin eserlerinde en küçük bir bilgi bulunmadığı gibi, kaynaklarda Çar ve hanımının asla harp yerine gelmediğini ve bu tür iddiaların tamamen yalan olduğunu ifade eden beyanlar yer almaktadır. Râşid meseleyi şu cümlelerle özetlemektedir: "Rikâbı hümâyûn tarafında olanlar dahi sadrazam hakkında gizlice nice kale gelmez nesneler yazdıklarından. Padişahın gadabını tahrik ettiler. Veziriazam meydana gelen büyük hizmetleri mukabelesinde çeşitli iltifat ve ikramlar beklerken, olmayan hıyanet suçlamasıyla karşı karşıya kalmış ve kıskançların hileleri ile nâmeşkûr olmuştur". Netice olarak, Baltacı Mehmed Paşa’nın İsveç Kralı ile Kırım Hanı’nı dinlememesi, müşavirlerinin sözleriyle hareket etmesi, her şeyi ben bilirim havasına girmesi ve neticede bu fırsatı kaçırması, tarihçiler tarafından eksiklik olarak kabul edilmektedir. Aleyhinde kampanya başlatanlar ve bazı Batılı tarihçiler, Katerina’nın mücevher ve mektup gönderdiğini de kabul etmektedirler. Osmanlı tarihçileri, bunun da Darüssa’ade Ağası ile yakınlarının ithamları olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Ancak hiç bir tarihçi ve hatta Rus Vekâyi’nâmeleri bile, Katerina’nın harp meydanına geldiğini yazmamıştır ve bu sadece kuru bir iftiradan ibarettir. [/QUOTE]
Alıntıları ekle...
İsim
Spam kontrolü
Ülkemizin kuzeyindeki deniz hangisidir? (bitişik yazınız)
Cevapla
Forumlar
Tarih
Osmanlı Tarihi
Sorularla OSMANLI
Top