Forumlar
Yeni Mesajlar
CerezExtra
EĞLENCE ↓
Şans Kurabiyesi
Renk Falınız
ÇerezRADYO
Sevgiliye Özel
ÇerezDERGİ
Hızlı Okuma Testleri
Pratik Çözümler
Yeniler
Yeni Mesajlar
Yeni ürünler
Yeni kaynaklar
Son Aktiviteler
İndir
En son incelemeler
Dükkan
Giriş
Kayıt
Yeniler
Yeni Mesajlar
Menu
Giriş
Kayıt
Uygulamayı yükle
Yükle
Forumlar
Tarih
Osmanlı Tarihi
Sorularla OSMANLI
JavaScript devre dışı bırakıldı. Daha iyi bir deneyim için, devam etmeden önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
You are using an out of date browser. It may not display this or other websites correctly.
You should upgrade or use an
alternative browser
.
Konuya cevap yaz
Mesaj
<blockquote data-quote="wien06" data-source="post: 86507" data-attributes="member: 4383"><p><strong>1877 Martında açılabilen Meclisi Meb’ûsân neden Şubat 1878’de kapatıldı? II. Abdülhamid demokrasi düşmanı mıydı?</strong></p><p></p><p>Maalesef tarihi çarpıtanlar, Mart 1877’de açılan Meclisi Meb’üsân’ının Şubat 1878’de kapatılmasını, devri istibdada giriş olarak değerlendirmektedirler. Halbuki, Midhat Paşa ve liyakatsiz ekibi, Osmanlı Devleti’ni 93 Harbi diye bilinen felâkete sürüklemiş ve devlet yıkılmayla karşı karşıya kalmıştı. Eğer o günkü siyasi şartlar içinde Meclis kapatılmasaydı, şu anda Türkiye Cumhuriyeti topraklan da Müslüman Türklerin elinde olmazdı. Kuvayı Milliye, İstanbul ve İzmir’i değil, Konya ve Sivas’ı savunmak durumunda kalırdı. Tarihin kanunlarına uyan II. Abdülhamid, Meclis’i kapatıp şahsî idare devrini açmakla, Osmanlı Devleti’nin ömrünü 3040 yıl daha uzatmış oldu. Şöyle ki;</p><p></p><p>Evvela, Meclisi Meb’ûsân’ın zabıtları okununca anlaşılacaktır ki, düveli mu’azzama bu meclisin açılmasını, Osmanlı Devleti’nin huzura kavuşması için değil, kendi adamları olan milletvekilleri eliyle iç idareye daha rahat karışabilmek için istemiştir. İcrayı baskı altında tutan bir meclis söz konusudur. İkinci olarak, Azınlık milletvekilleri, her bir grup arkasına bir Avrupa Devletini alarak, üyesi olduğu meclisten bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmışlardır. Zaten 240 üyeden sadece 6070 kişinin Türk asılllı olduğu düşünülürse, mesele daha iyi anlaşılabilir. Gerçekten Girid’in, Tesalya’nın ve Yanya’nın Yunanistan’a bırakılması gerektiğini ifade eden milletvekilleri çıkmıştır. Bazı milletvekilleri, Doğu’da bir Ermeni Prensliğinin kurulması için teklifler vermişlerdir. Buna Yeşilköy’e kadar gelen Rusya’nın baskısını ve özellikle de, "biz, Berlin Andlaşmasını, Osmanlı Devleti’nin lehine olsun diye yapmıyoruz; sadece Ayastafanos Andlaşması Avrupalı Devletlerin aleyhine olduğu için buradayız" diyecek kadar ileri giden Bismark’ın sözlerini okursanız, meselenin vehametini daha iyi anlayabilirdiniz. Eğer bu meclis ile Berlin Andlaşması imzalansaydı, Balkanlarda kurulan yeni devletler kadar Anadolu’da ve Ortadoğu’da da yeni devletler kurulacaktı. II. Abdülhamid de bu devleti, Midhat Paşa’nın mirası olarak değil, ecdadının ve milletinin mirası olarak devralmıştı. Nitekim iptal kararından sonra, Prens Bismark şöyle demiştir: "Bir devlet, tek milletten meydana gelmedikçe, parlamentonun faydadan ziyade zarar getireceği ortadadır.". Nitekim bu işten rahatsız olan, Ermenistanı ve benzeri bağımsız devletleri destekleyen İngiltere ve Fransız’lardı.</p><p></p><p>Elbette ki İslâm’ın tavsiye ettiği şûra meclisini andıran bu meclise, gerekleri yerine getirilmek şartıyla karşı çıkmak mümkün değildir. Ancak bu şartlarda bir demokrasi talebi, sadece devletin yıkılmasını istiyenlere yardım etmek demektir.</p><p></p><p><strong>93 Harbi nedir ve sebep olanlar kimlerdir? Berlin Muahedesi bu sebeple mi imzalanmıştır?</strong></p><p></p><p>Midhat Paşa ve arkadaşları, Kanunı Esâsi’yi ilan ederek, Avrupalıların gözüne gireceklerini ve onların devlet üzerindeki baskılarını kaldıracaklarını umuyorlardı. Umdukları olmadı. Avrupalılar, Tersane Konferansı ile Osmanlı Devleti’ni Bulgaristan ve BosnaHersek gibi eyâletlerde ıslâhata zorluyordu. Midhat Paşa ve arkadaşları, Ocak 1877’de, çoğunluğu Türk olmayan Meclis’e bu teklifleri reddettirdi ve Rusya ile savaşı göze aldı. Hatta Midhat Paşa, bu konuda yeni Padişah Abdülhamid’i azarladı. Batılı devletler de büyükelçiliklerini çekerek Osmanlı Devleti’ni Rusya ile başbaşa bıraktılar. Mart 1877’de altı büyük Avrupa Devleti, daha hafif tekliflerle Londra Protokolünü imzaladılar ve Rus Çarı II. Aleksandr’ın barış yanlısı olmasını da kullanarak, Karadağ’a Nikşik Kazasının verilmesi şartıyla, savaşı önlemek istediler. Ancak Midhat Paşa’nın ekibinin elinde olan ve Abdülhamid’i devre dışı bırakan grup, bu teklifi de reddetti ve resmen Nisan 1877’de halkın 93 harbi dediği harp başlamış oldu.</p><p></p><p>Maalesef harbe sebep olanlar, Midhat Paşa ve ekibidir. İki cephede birden başlayan 93 Harbi, Osmanlı Devleti’ni yıkılmakla karşı karşıya getirmiştir. Tuna Cephesinde başkumandan Abdülkerim Nâdir Paşa’dır (Halk arasında Abdi Paşa diye bilinir). Üst üste hatalar yapılmıştır. Sırbistan’ı yanına alan Rusya güçlerini arttırırken, Osmanlı’ya bağlı kalmak isteyen Romanya’nın basit istekleri reddedilerek onlar da Rusların tarafına geçmişlerdir. 19 Temmuz 1877’de Şıpka Geçidini geçen Ruslar, nihayet Plevne’ye kadar dayanmışlardır. Plevne komutanı Gâzî Osman Paşa, 20 Temmuz 1877’de, 30 Temmuz 1877’de ve Ekim 1877’de üç defa Rusların üstün kuvvetlerine karşı tarihe Plevne Zaferleri diye geçen başarıları elde etmişse de, Aralık 1877’de teslim olmak mecburiyetinde kalmış ve sonra da esir edilmiştir. Artık Osmanlı orduları Rusları durduramamıştır; maalesef 20 Ocak 1878’de Edirne’yi ve nihayet Şubat 1878’de ise Yeşilköy’ü (Ayastafanos) işgal etmişlerdir. Avrupa cephesinde savaş, Rusların kesin zaferiyle sona ermiştir.</p><p></p><p>Kafkas cephesinde ise, komutan Ahmed Muhtar Paşa’dır ve iyi bir komutandır. Ancak silah ve ordu itibariyle Osmanlı’dan üstün olan Ruslar, Haziran 1877’de Ahmed Muhtar Paşa’ya yenilmişlerse de, Mayıs 1877’de Ardahan’ı işgal etmişlerdir. Diğer komutanların destek vermemeleri üzerine, Kasım 1877’de Kars düşmüş ve Ruslar Aziziye Tabyalarına kadar gelmiştir. Nene Hâtûnların direnişiyle karşılaşan Ruslar Erzurum’u alamamışlardır.</p><p></p><p>Devletin yıkılmak üzere olduğunu gören Abdülhamid, İngiltere Kraliçesi Victoria’dan mütâreke imzalanması için aracı olmasını talep etmiştir. Mütâreke ancak Ocak 1878’de imzalanabilmiştir. İstanbul’un Rusların eline geçmesinden korkan Avrupalı devletler hemen harekete geçmişler ise de, Osmanlı Devleti, Mart 1878’de Yeşilköy (Ayastafanos) Andlaşmasım kabul etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Ruslarla imzalanan bu andlaşma, tam bir intihar andlaşmasıdır. İşte II. Abdülhamid’in 30 yıl sürecek ve devleti bir müddet daha muhafaza edecek olan diplomatik dehası, evvela Ayastafanos’u geçersiz kılma teşebbüsleriyle başlamıştır. İlk işi, Elviyei Selâse (Kars, Ardahan ve Bâyezid) Osmanlı’ya iade edilmek ve imzalanan Andlaşma yerine Berlin Muahedesini kabul ettirmek şartıyla, Kıbrıs, İngiltere’ye taviz olarak verilmiştir. Berlin Muahedesi de iyi bir andlaşma değildir. 1699 tarihli Karlofça Andlaşmasından sonra Osmanlı Devleti’ni Avrupa’dan tasfiye eden ikinci andlaşmadır. Ancak Ayastafanos ile mukayesesi de mümkün değildir. Zira Osmanlı’nın Balkanlardaki ömrünü 1913 yılına kadar (Londra Muahedesi) devam ettirmiştir. Berlin Muahedesi ile, Osmanlıya bağlı üç prensliğe yani Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a istiklâliyet verilmiştir. Berlin Muahedesinin en kötü şartları, Doğu Anadolu’da Ermeniler lehine ve Makedonya’da da gayri müslimler lehine devletin bazı ıslâhat yapmaya mecbur bırakılmasıdır.</p><p></p><p>Kısaca 93 Harbi ve bunun acı meyvesi olan Berlin Muahedesi, II. Abdülhamid’in değil, onu başlangıçta kukla gibi kullanmak isteyen Midhat Paşa ve ekibinin eseridir. Abdülhamid’in tek başına idareyi almasının sebebi de budur. Yoksa devletin yıkılacağı kesindi</p><p></p><p></p><p><strong>Sultân Abdülaziz intihar mı etmiştir yoksa şehid mi edilmiştir?</strong></p><p></p><p>30.5.1876 tarihinde hal’ edilen ve yıllarca ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı yağma edilen Sultân Abdülaziz, görevden alındıktan sonra Hüseyin Avni Paşa’nın adamları tarafından Topkapı Sarayı’na nakledilmiştir. Burada ölüm korkusuyla büyük sıkıntılar çeken ve kendisine bakım yapılmayan Sultân Abdülaziz, yeni Padişah’a hitaben kendisinin Çırağan Sarayı’na nakli için insanı hüzne boğacak manalarda tezkireler kaleme almıştır. Bunun üzerine Çırağan Sarayı’nın üst tarafında V. Murad için yapılan dairelere getirilmiştir. Burada da ölüme terkedilmiş gibi bakımı yapılmayan Sultân Abdülaziz’in hayatından bıktığı ve hatta ölümü arzuladığı doğru olabilir. Ancak intihar ettiğine inanmak mümkün değildir.</p><p></p><p>4 Haziran 1876 sabahı haremdeki kadınların çığlıklarıyla Abdülaziz’in vefat ettiği öğrenilmiştir. Duruma müdahale eden Serasker Hüseyin Avni Paşa, hemen Fahri Bey isimli Abdülaziz’in yakın hizmetkârlarından birine, "sultân Abdülaziz’in sabahleyin validesini ve cariyeleri yanından kovarak oda kapısını kapattığını, sakalını düzeltmek için bir makas istediğini ve bu makas ile kollarının kan damarlarını kestiğini ve içeriye girildiğinde hayatını kurtarmanın mümkün olmadığım" söyletmişler; getirdikleri kendi tabiblerine doğru dürüst muayene bile ettirmeden subaylar eli ile cesedini açık bir şekilde Karakol’a iletmişlerdir. Maalesef, resmî olarak tutulan ölüm raporunda, son zamanlarda aklî dengesini bozduğu ve neticede intihar ettiği yazılarak mesele kamuoyuna böylece duyurulmuştur.</p><p></p><p>Konu daha sonra çok tartışılmıştır. Çünkü tarih çarpıtılmış ve gizlenmiştir. Mesele incelendiğinde görülmektedir ki, olay intihar değil, açıkça Hüseyin Avni Paşa, Mithad Paşa ve arkadaşlarının işlettikleri bir cinayettir. Zira;</p><p></p><p>Evvela, Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, makasla sol kolunun damarlarını kestikten sonra yaralı kol ile sağ kolunun damarlarını kesmesi inanılmaz bir durumdur.</p><p></p><p>İkinci olarak, koskoca Osmanlı Padişahının bu şekilde ölümü üzerine, şer’an ve kanunen her çeşit soruşturma ve tıbbî incelemenin yapılması gerekirken, asla bu yola gidilmemiş ve sadece Fahri Bey denen birinden sorularak alelacele sahte ölüm raporu hazırlanmıştır. Hüseyin Avni Paşa, muayene taleplerini şiddetle reddetmiştir.</p><p></p><p>Üçüncü olarak, asıl kendilerine sorulması gereken ailesine yani valide sultân ve cariyelere konu sorulmamış, tam tersine, gelen subaylardan Nazif isminde birisi, Valide Sultan’ın kulağındaki altın küpeyi çekip alacak kadar alçalmış ve hadiseyi bilen yakınları, olaydan sonra zulme ve baskıya maruz bırakılmıştır.</p><p></p><p>Dördüncü olarak, Ahmed Cevdet Paşa’nın nakline göre, sonradan V. Murad’ın yakınlarından biri olayı kendisine anlatınca, Padişah olayın dehşetinden aklını kaçırmış ve delirmiştir. Ahmed Cevdet Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın bir aralık olayı kendisine anlatmak istediğini ve ancak anlatamadan öldüğünü bizzat nakletmektedir. Hatta Ahmed Cevdet Paşa 1298/1881 tarihine kadar olayın müphem ve şüpheli kaldığını, o tarihe kadar herkesin intihar ettiğine inandığını ve bu tarihden itibaren meselenin anlaşıldığını kaydetmektedir.</p><p></p><p>Beşinci olarak, o dönemi ve bizzat olay günlerini yaşayan muteber tarihçilerin (Ahmed Cevdet Paşa ve Mahmûd Celâleddin Paşa giibi), son dönem tarihçilerin (Abdurrahman Şeref ve Mahmut Kemal gibi) ve de olay sırasında yayınlanan Avrupa basınının da kanaati olayın bir cinayet olduğu yönündedir.</p><p></p><p>Kısaca, İngilizlerin kuklası olan Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve benzeri hırslı kişiler, kendi gayri meşru emellerine ters gördükleri Abdülaziz’i, İngilizlerin tahrikiyle şehid etmişlerdir.</p><p></p><p></p><p><strong>1856 (1272) tarihli Islâhat Fermanının getirdiği yenilikler nelerdir? Neden hem Müslümanlar ve hem de gayri müslimler bu fermandan memnun olmamışlardır?</strong></p><p></p><p>Islâhat Fermanı da tıpkı Tanzimat Fermanı gibi, hukuk tarihimizde temel hak ve hürriyetlerin gündeme getirildiği ilk fermanlardan değildir. Belki Islâhat Fermanı, Tanzîmât Fermanından da kötü bir muhteva arz etmektedir. Zira Tanzîmât Fermanının uygulaması ve hazırlanış gayesi tenkit edilse bile, o dönemde, Tanzimat ya’ni yeniden düzenlemelerin yapılması ve mevcut suiistimallere son verilmesi, bir zaruretti. Tanzîmât’a kimse karşı duramazdı; karşı durulan, yapılan yeni düzenlemelerin şekliydi. Islâhat fermanı ise, bir hak ve hürriyetler beyannâmesi olmak şöyle dursun, suiistimalleri önlemek gayesiyle yapılan bir düzenleme de değildi. Belki Avrupalı Hıristiyan devletlerin baskısıyla, Osmanlı Devleti’ndeki gayrı müslimlere yeni geniş haklar tanımak; Kur’ân ve Sünnet’in vermediğini onlara vermeye kalkışmak ve hatta Müslüman halkı geri plana iterek, gayrı müslimleri ön plana çıkarmak gayesiyle zorla ilan edilmiş bir belgedir. Konuyla ilgili iki otoritenin sözlerini özetleyerek, bu konuyu da kapatmak istiyorum:</p><p></p><p>Birinci otorite, Hollandalı bir hukukçudur ve II. Abdülhamid’e yazdığı bir Lâyihada Islâhat Fermanı hakkında şöyle demektedir:</p><p></p><p>"Tanzimat hakkında söylediklerimiz 1856 tarihli Ferman hakkında dahi geçerlidir. Bunda da Bâbı Âli Rusya Devleti aleyhine harp ilan etmesi için dostları olan devletler tarafından yapılan teşvikler üzerine, daha önce yapılan va’dler ve özellikle kanunî ıslâhatlar tekrar edilmiştir. Bundan fazla olarak Osmanlı Devleti’nde mezhep hürriyeti esasının tamamen icra edileceği va’d edilmiştir. Bununla birlikte, İslâm mürtedleri hakkında İslâm Hukukunun ta’yin ettiği cezalar lağv edilmemiştir. Gayrı müslimlerin yargılanması ile alakalı va’dler, da’vaların neşir ve ilanı ile ilgili istekler ve işkencenin kaldırılması gibi hususlar, zaten İslâm Hukukunda var olan hususlardır".</p><p></p><p>İkinci otorite ise, Osmanlı Hukukunun yıldız simalarından Ahmed Cevdet Paşa’dır ve Islâhat fermanı hakkında şunları söylemektedir:</p><p></p><p>"1272 senesi içinde en fazla önemle üzerinde durulan konu, gayri müslim teb’anın imtiyazları meselesi idi. Kurulan komisyon bazı kararlar aldı ki, Islâhat Fermanı dediğimiz fermandır.</p><p></p><p>Bu Ferman’ın hükmüne göre, müslim ve gayrı müslim teb’a, bütün haklarda eşit olacaktı. Daha önce yapıları sulh akdinin maddelerinden biri, Hıristiyanların imtiyazları meselesi idi. Şimdi ise, bütün gayrı müslimlerin imtiyazları mevzu bahis idi. Müslümanların çoğu, "Babalarımızın ve dedelerimizin kanlarıyla kazanılmış olan mukaddes haklarımızı bugün kaybettik. İslâm Milleti hâkim millet iken, böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı. Ehli İslama bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür." deyu söylenmeye başladılar. Gayrı müslim teb’a ise, o gün hâkim millet olma sevinci içinde idiler".</p><p></p><p>Ancak gayri müslimler kendi dindaşlarından aidat toplayamadıklarından dolayı onlar da memnun değillerdi.</p><p></p><p>Tamamını vermek kitabı maksadından çıkaracağından, sadece mevzu ile alakalı bazı maddelerini sadeleştirerek nakledelim:</p><p></p><p>"Aşağıdaki hususların icrasına İrâdei Seniyyem sâdır olmuştur:</p><p></p><p>Gülhâne’de okunan Hattı Hümâyunum ile ve yapılan Tanzîmât gereğince, her din ve mezhebde bulunan bütün teb’am hakkında, hiç bir istisna söz konusu olmaksızın, can, mal ve namus emniyeti te’kit edilmiştir. Va’dlerin fiile çıkarılması için gerekli tedbirler alınacaktır.</p><p></p><p>Osmanlı diyarında bulunan Hıristiyan ve diğer gayrı müslim cemâ’atlerine, dedelerim tarafından verilen bütün imtiyazlar ve muafiyetler ibkâ edilecektir. Ancak her bir cemâ’at, belli bir zaman dilimi içinde mevcut imtiyaz ve muafiyetlerini tesbit ederek yapılacak ıslâhat iradelerini tarafımıza arz edecekler; nezâretimizin emri altında ve hususan Patrikhanelerde kurulacak komisyonlarla bu tesbit işlemleri yapılacaktır.</p><p></p><p>Patriklerin seçim usulleri tesbit ve icra edilecek; Osmanlı devleti ile cemaatlerin ruhanî liderleri arasında yapılacak görüşmeler sonucunda alınacak kararlarla, bunların yemin merasimleri belli esaslara bağlanacak; bu zamana kadar patriklere ve cemaat başlarına verilen hediyeler kaldırılarak, bunun yerine patriklere ve cemaat başlarına belli gelirler tahsis edilecek; diğer papazlara ve görevlilere de rütbelerine göre maaşlar verilecek; ancak Hıristiyan papazlarının menkul ve gayrimenkul mallarına asla dokunulmayacaktır.</p><p></p><p>Bütün cemaatlerin idareleri ve maslahatlarının görülmesi, aralarından seçilen üyelerden oluşacak bir meclise devredilecek; cemâatlere ait mabedler, mektepler hastahaneler, mezarlıklar ve diğer binaların tamirine mâni’ olunmayacak; bu yerlerin yeniden inşası lazım geldiğinde, cemaat başlarının tasvibi ile durum tarafımıza arz edilecek ve gereken yapılacaktır.</p><p></p><p>Bir mezhebe tâbi1 olanların sayısı ne olursa olsun, o mezhebin tam bir serbestlik içinde icrası için gerekli tedbirler alınacak; bir sınıf diğer sınıfa üstün tutulmayacak ve hakaret manasını taşıyan sözler söylenmeyecektir.</p><p></p><p>Her din ve mezhep kendi âyinini serbestçe yapabilecek; hiç kimse bulunduğu dinin âyinini yapmaktan alıkonulmayacak; din ve mezhep değiştirmeye kimse zorlanmıyacaktır.</p><p></p><p>Devlet memurlarının seçim ve tayini, Padişahın İrâdesine ve tasdikine bağlıdır. Ancak Osmanlı vatandaşları, hangi din ve milletten olurlarsa olsunlar, devletin hizmet ve memuriyetlerine, ehil olmak şartıyla kabul edileceklerdir.</p><p></p><p>Bütün din ve millet mensupları, askerî ve mülkî mekteplere kabul edilecekleri gibi, her cemaat, maarif ve sanayi’e dair millî mekteplerini açabileceklerdir. Ancak bu mekteplerin meseleleri, bir kısım üyeleri tarafımdan tayin edilecek ve bir kısmı da cemaat tarafından seçilecek bir Medisi Maârif tarafından, Nezâret’in murakabesi altında yürütülecektir.</p><p></p><p>Müslüman ve gayrı müslimler arasında meydana gelecek ticâret ve ceza da’vaları, Muhtelit Divanlara havale edilecek; divanların da’va meclisleri alenî olacak; şahitler takrirlerini kendi dinleri üzerine yapacaklar ve mezheplerine göre yemin edeceklerdir.</p><p></p><p>Hukuk da’vaları da eyâlet ve sancaklardaki Muhtelit Meclislerde, vali ve kadı’nın huzurunda şer’an yahut nizâmen görülecektir.</p><p></p><p>İnsan haklarını adaletin haklarıyle te’lif edebilmek için, sanıklar veya cezaî te’dibe müstahak olanların hapis ve tevkiflerine mahsus olan bütün hapishane ve nezarethanelerde, mümkün mertebe az müddet zarfında ıslâhına gayret edilmesi yoluna gidilecek; her halükârda hapishanelerde cismânî ceza ve işkenceye asla müsaade edilmeyecektir. Aksine hareket edenler, Ceza Kanunnâmesi hükümlerine göre yargılanıp cezalandırılacaktır.</p><p></p><p>Bütün Osmanlı ülkesinde emniyet ve zabtiye işlerinin herkesin mal ve canlarını koruyacak şekilde tanzimi zaruridir. Vergi adaleti diğer mükellefiyetlerin eşitliğini mucip olduğu gibi, hukukda adalet de vazifelerde eşitliği gerektireceğinden, gayrı müslim teb’a da Müslüman teb’a gibi, askerî vazifeyi ifa konusunda mükellefiyet altında olacaklardır. Bedel vermek ve akçe ödemekle askerî hizmetten muaf olmak ve gayri müslim teb’anın askeriyede istihdamı konusunda ayrıca nizâmnâmeler düzenlenecektir.</p><p></p><p>Eyâlet ve Liva Meclislerinde gayrı müslim üyelerin seçilmesi konusunda gerekli düzenlemeleri yapmak ve bu Meclislerin terkip ve teşkili hakkındaki nizâmâtın ıslâhına gayret göstermek gerekir.</p><p></p><p>Alımsatım, menkul ve gayrimenkul tasarrufları hakkındaki bütün kanunlar, Osmanlı vatandaşı olan herkes hakkında eşit uygulanacaktır.</p><p></p><p>Osmanlı vatandaşları üzerine tarh olunacak olan vergi ve diğer tekâlifin tahsili, sınıf ve mezheplerine bakılmayarak aynı usule tâbi’ olacak; özellikle a’şârın tahsilinde ve bu hususta meydana gelen suiistimallerin önlenmesinde her türlü tedbir alınacak; doğrudan doğruya vergi tahsili usulü yayıldıkça, iltizâm usulünün terki yoluna gidilecek; devlet memurlarının iltizâm almaları şiddetle men’ edilecek; bayındırlık hizmetleri için tayin ve tahsis olunacak meblağları temin etmek üzere hususi vergiler ilâve edilecek ve mahallî vergiler de mümkün mertebe mahsulâta halel vermeyecek tarzda tanzim olunacaktır.</p><p></p><p>Osmanlı Devleti’nin gelir ve giderlerini gösterecek bütçesinin hazırlanması; mevzu ile alakalı nizâmların icra edilmesi; memurların maaşlarının muntazaman te’diyesi icabeder.</p><p></p><p>Meclisi Vâlâ’nın üyeleri, gerek normal ve gerekse fevkalade toplantılarda, re’y ve mütâla’alarını, doğruca beyân ve ifâde etmeleri; bundan dolayı asla rencide olunmamaları gerekir.</p><p></p><p>Fesâd çıkarma, irtikâb ve zulme dâir kanunların hükümleri, bütün Osmanlı vatandaşları hakkında eşit olarak tatbik edilecektir.</p><p></p><p>Devleti Aliyye’nin sikke usulünün tashih edilmesi; devletin malî i’tibarının artması için banka gibi müesseselere izin ve müsâ’ade verilmesi; servet kaynaklarının kolaylıkla nakli için gereken yolların yapılması ve ticâret ile zirâ’at işlerine engel olan şeylerin bertaraf edilmesi de icab etmektedir.</p><p></p><p>Bu hükümler, bütün Osmanlı ülkesine neşredilecek ve tatbiki için gereken her şey yapılacaktır.</p><p></p><p>110 Cemâziyelâhire 1272 /1856.".</p><p></p><p> </p><p></p><p>İşte hakkında çok şeyler söylenen Islâhat Fermanı’nm asıl maddeleri de bu zikredilenlerden ibarettir. İyi tetkik edildiğinde, yeni bir şey getirmediği; daha önce İslâm Hukukunun kabul ve tesbit edip eski Osmanlı Padişahlarının uyguladıkları hak ve hürriyetleri, uygulamadaki suiistimallerden dolayı tekrar hatırlatarak te’yid ettiği ve gayri müslimlere verilen imtiyazlarda ise, İslâm Hukukunun hükümlerini zorlayacak ve hatta yer yer tecâvüz edecek kadar ileri gittiği hemen görülecektir. Daha fazla ma’lumat isteyenler, Ahmed Cevdet Paşa’nın Tezâkir’indeki ciddi bilgileri mütâla’a edebilirler. Zaten Tanzimat’ın mimarı olan Reşid Paşa da bu fermanı beğenmemiştir. Tanzimat veya Islâhat Fermanlarının eski hukuk nizâmının terk edilerek yeni ve batı kaynaklı bir hukuk nizâmına geçiş olarak değerlendirilmesi ise, Osmanlı Hukuk nizâmının asla bilinmemesi demektir"</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="wien06, post: 86507, member: 4383"] [B]1877 Martında açılabilen Meclisi Meb’ûsân neden Şubat 1878’de kapatıldı? II. Abdülhamid demokrasi düşmanı mıydı?[/B] Maalesef tarihi çarpıtanlar, Mart 1877’de açılan Meclisi Meb’üsân’ının Şubat 1878’de kapatılmasını, devri istibdada giriş olarak değerlendirmektedirler. Halbuki, Midhat Paşa ve liyakatsiz ekibi, Osmanlı Devleti’ni 93 Harbi diye bilinen felâkete sürüklemiş ve devlet yıkılmayla karşı karşıya kalmıştı. Eğer o günkü siyasi şartlar içinde Meclis kapatılmasaydı, şu anda Türkiye Cumhuriyeti topraklan da Müslüman Türklerin elinde olmazdı. Kuvayı Milliye, İstanbul ve İzmir’i değil, Konya ve Sivas’ı savunmak durumunda kalırdı. Tarihin kanunlarına uyan II. Abdülhamid, Meclis’i kapatıp şahsî idare devrini açmakla, Osmanlı Devleti’nin ömrünü 3040 yıl daha uzatmış oldu. Şöyle ki; Evvela, Meclisi Meb’ûsân’ın zabıtları okununca anlaşılacaktır ki, düveli mu’azzama bu meclisin açılmasını, Osmanlı Devleti’nin huzura kavuşması için değil, kendi adamları olan milletvekilleri eliyle iç idareye daha rahat karışabilmek için istemiştir. İcrayı baskı altında tutan bir meclis söz konusudur. İkinci olarak, Azınlık milletvekilleri, her bir grup arkasına bir Avrupa Devletini alarak, üyesi olduğu meclisten bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmışlardır. Zaten 240 üyeden sadece 6070 kişinin Türk asılllı olduğu düşünülürse, mesele daha iyi anlaşılabilir. Gerçekten Girid’in, Tesalya’nın ve Yanya’nın Yunanistan’a bırakılması gerektiğini ifade eden milletvekilleri çıkmıştır. Bazı milletvekilleri, Doğu’da bir Ermeni Prensliğinin kurulması için teklifler vermişlerdir. Buna Yeşilköy’e kadar gelen Rusya’nın baskısını ve özellikle de, "biz, Berlin Andlaşmasını, Osmanlı Devleti’nin lehine olsun diye yapmıyoruz; sadece Ayastafanos Andlaşması Avrupalı Devletlerin aleyhine olduğu için buradayız" diyecek kadar ileri giden Bismark’ın sözlerini okursanız, meselenin vehametini daha iyi anlayabilirdiniz. Eğer bu meclis ile Berlin Andlaşması imzalansaydı, Balkanlarda kurulan yeni devletler kadar Anadolu’da ve Ortadoğu’da da yeni devletler kurulacaktı. II. Abdülhamid de bu devleti, Midhat Paşa’nın mirası olarak değil, ecdadının ve milletinin mirası olarak devralmıştı. Nitekim iptal kararından sonra, Prens Bismark şöyle demiştir: "Bir devlet, tek milletten meydana gelmedikçe, parlamentonun faydadan ziyade zarar getireceği ortadadır.". Nitekim bu işten rahatsız olan, Ermenistanı ve benzeri bağımsız devletleri destekleyen İngiltere ve Fransız’lardı. Elbette ki İslâm’ın tavsiye ettiği şûra meclisini andıran bu meclise, gerekleri yerine getirilmek şartıyla karşı çıkmak mümkün değildir. Ancak bu şartlarda bir demokrasi talebi, sadece devletin yıkılmasını istiyenlere yardım etmek demektir. [B]93 Harbi nedir ve sebep olanlar kimlerdir? Berlin Muahedesi bu sebeple mi imzalanmıştır?[/B] Midhat Paşa ve arkadaşları, Kanunı Esâsi’yi ilan ederek, Avrupalıların gözüne gireceklerini ve onların devlet üzerindeki baskılarını kaldıracaklarını umuyorlardı. Umdukları olmadı. Avrupalılar, Tersane Konferansı ile Osmanlı Devleti’ni Bulgaristan ve BosnaHersek gibi eyâletlerde ıslâhata zorluyordu. Midhat Paşa ve arkadaşları, Ocak 1877’de, çoğunluğu Türk olmayan Meclis’e bu teklifleri reddettirdi ve Rusya ile savaşı göze aldı. Hatta Midhat Paşa, bu konuda yeni Padişah Abdülhamid’i azarladı. Batılı devletler de büyükelçiliklerini çekerek Osmanlı Devleti’ni Rusya ile başbaşa bıraktılar. Mart 1877’de altı büyük Avrupa Devleti, daha hafif tekliflerle Londra Protokolünü imzaladılar ve Rus Çarı II. Aleksandr’ın barış yanlısı olmasını da kullanarak, Karadağ’a Nikşik Kazasının verilmesi şartıyla, savaşı önlemek istediler. Ancak Midhat Paşa’nın ekibinin elinde olan ve Abdülhamid’i devre dışı bırakan grup, bu teklifi de reddetti ve resmen Nisan 1877’de halkın 93 harbi dediği harp başlamış oldu. Maalesef harbe sebep olanlar, Midhat Paşa ve ekibidir. İki cephede birden başlayan 93 Harbi, Osmanlı Devleti’ni yıkılmakla karşı karşıya getirmiştir. Tuna Cephesinde başkumandan Abdülkerim Nâdir Paşa’dır (Halk arasında Abdi Paşa diye bilinir). Üst üste hatalar yapılmıştır. Sırbistan’ı yanına alan Rusya güçlerini arttırırken, Osmanlı’ya bağlı kalmak isteyen Romanya’nın basit istekleri reddedilerek onlar da Rusların tarafına geçmişlerdir. 19 Temmuz 1877’de Şıpka Geçidini geçen Ruslar, nihayet Plevne’ye kadar dayanmışlardır. Plevne komutanı Gâzî Osman Paşa, 20 Temmuz 1877’de, 30 Temmuz 1877’de ve Ekim 1877’de üç defa Rusların üstün kuvvetlerine karşı tarihe Plevne Zaferleri diye geçen başarıları elde etmişse de, Aralık 1877’de teslim olmak mecburiyetinde kalmış ve sonra da esir edilmiştir. Artık Osmanlı orduları Rusları durduramamıştır; maalesef 20 Ocak 1878’de Edirne’yi ve nihayet Şubat 1878’de ise Yeşilköy’ü (Ayastafanos) işgal etmişlerdir. Avrupa cephesinde savaş, Rusların kesin zaferiyle sona ermiştir. Kafkas cephesinde ise, komutan Ahmed Muhtar Paşa’dır ve iyi bir komutandır. Ancak silah ve ordu itibariyle Osmanlı’dan üstün olan Ruslar, Haziran 1877’de Ahmed Muhtar Paşa’ya yenilmişlerse de, Mayıs 1877’de Ardahan’ı işgal etmişlerdir. Diğer komutanların destek vermemeleri üzerine, Kasım 1877’de Kars düşmüş ve Ruslar Aziziye Tabyalarına kadar gelmiştir. Nene Hâtûnların direnişiyle karşılaşan Ruslar Erzurum’u alamamışlardır. Devletin yıkılmak üzere olduğunu gören Abdülhamid, İngiltere Kraliçesi Victoria’dan mütâreke imzalanması için aracı olmasını talep etmiştir. Mütâreke ancak Ocak 1878’de imzalanabilmiştir. İstanbul’un Rusların eline geçmesinden korkan Avrupalı devletler hemen harekete geçmişler ise de, Osmanlı Devleti, Mart 1878’de Yeşilköy (Ayastafanos) Andlaşmasım kabul etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Ruslarla imzalanan bu andlaşma, tam bir intihar andlaşmasıdır. İşte II. Abdülhamid’in 30 yıl sürecek ve devleti bir müddet daha muhafaza edecek olan diplomatik dehası, evvela Ayastafanos’u geçersiz kılma teşebbüsleriyle başlamıştır. İlk işi, Elviyei Selâse (Kars, Ardahan ve Bâyezid) Osmanlı’ya iade edilmek ve imzalanan Andlaşma yerine Berlin Muahedesini kabul ettirmek şartıyla, Kıbrıs, İngiltere’ye taviz olarak verilmiştir. Berlin Muahedesi de iyi bir andlaşma değildir. 1699 tarihli Karlofça Andlaşmasından sonra Osmanlı Devleti’ni Avrupa’dan tasfiye eden ikinci andlaşmadır. Ancak Ayastafanos ile mukayesesi de mümkün değildir. Zira Osmanlı’nın Balkanlardaki ömrünü 1913 yılına kadar (Londra Muahedesi) devam ettirmiştir. Berlin Muahedesi ile, Osmanlıya bağlı üç prensliğe yani Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a istiklâliyet verilmiştir. Berlin Muahedesinin en kötü şartları, Doğu Anadolu’da Ermeniler lehine ve Makedonya’da da gayri müslimler lehine devletin bazı ıslâhat yapmaya mecbur bırakılmasıdır. Kısaca 93 Harbi ve bunun acı meyvesi olan Berlin Muahedesi, II. Abdülhamid’in değil, onu başlangıçta kukla gibi kullanmak isteyen Midhat Paşa ve ekibinin eseridir. Abdülhamid’in tek başına idareyi almasının sebebi de budur. Yoksa devletin yıkılacağı kesindi [B]Sultân Abdülaziz intihar mı etmiştir yoksa şehid mi edilmiştir?[/B] 30.5.1876 tarihinde hal’ edilen ve yıllarca ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı yağma edilen Sultân Abdülaziz, görevden alındıktan sonra Hüseyin Avni Paşa’nın adamları tarafından Topkapı Sarayı’na nakledilmiştir. Burada ölüm korkusuyla büyük sıkıntılar çeken ve kendisine bakım yapılmayan Sultân Abdülaziz, yeni Padişah’a hitaben kendisinin Çırağan Sarayı’na nakli için insanı hüzne boğacak manalarda tezkireler kaleme almıştır. Bunun üzerine Çırağan Sarayı’nın üst tarafında V. Murad için yapılan dairelere getirilmiştir. Burada da ölüme terkedilmiş gibi bakımı yapılmayan Sultân Abdülaziz’in hayatından bıktığı ve hatta ölümü arzuladığı doğru olabilir. Ancak intihar ettiğine inanmak mümkün değildir. 4 Haziran 1876 sabahı haremdeki kadınların çığlıklarıyla Abdülaziz’in vefat ettiği öğrenilmiştir. Duruma müdahale eden Serasker Hüseyin Avni Paşa, hemen Fahri Bey isimli Abdülaziz’in yakın hizmetkârlarından birine, "sultân Abdülaziz’in sabahleyin validesini ve cariyeleri yanından kovarak oda kapısını kapattığını, sakalını düzeltmek için bir makas istediğini ve bu makas ile kollarının kan damarlarını kestiğini ve içeriye girildiğinde hayatını kurtarmanın mümkün olmadığım" söyletmişler; getirdikleri kendi tabiblerine doğru dürüst muayene bile ettirmeden subaylar eli ile cesedini açık bir şekilde Karakol’a iletmişlerdir. Maalesef, resmî olarak tutulan ölüm raporunda, son zamanlarda aklî dengesini bozduğu ve neticede intihar ettiği yazılarak mesele kamuoyuna böylece duyurulmuştur. Konu daha sonra çok tartışılmıştır. Çünkü tarih çarpıtılmış ve gizlenmiştir. Mesele incelendiğinde görülmektedir ki, olay intihar değil, açıkça Hüseyin Avni Paşa, Mithad Paşa ve arkadaşlarının işlettikleri bir cinayettir. Zira; Evvela, Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, makasla sol kolunun damarlarını kestikten sonra yaralı kol ile sağ kolunun damarlarını kesmesi inanılmaz bir durumdur. İkinci olarak, koskoca Osmanlı Padişahının bu şekilde ölümü üzerine, şer’an ve kanunen her çeşit soruşturma ve tıbbî incelemenin yapılması gerekirken, asla bu yola gidilmemiş ve sadece Fahri Bey denen birinden sorularak alelacele sahte ölüm raporu hazırlanmıştır. Hüseyin Avni Paşa, muayene taleplerini şiddetle reddetmiştir. Üçüncü olarak, asıl kendilerine sorulması gereken ailesine yani valide sultân ve cariyelere konu sorulmamış, tam tersine, gelen subaylardan Nazif isminde birisi, Valide Sultan’ın kulağındaki altın küpeyi çekip alacak kadar alçalmış ve hadiseyi bilen yakınları, olaydan sonra zulme ve baskıya maruz bırakılmıştır. Dördüncü olarak, Ahmed Cevdet Paşa’nın nakline göre, sonradan V. Murad’ın yakınlarından biri olayı kendisine anlatınca, Padişah olayın dehşetinden aklını kaçırmış ve delirmiştir. Ahmed Cevdet Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın bir aralık olayı kendisine anlatmak istediğini ve ancak anlatamadan öldüğünü bizzat nakletmektedir. Hatta Ahmed Cevdet Paşa 1298/1881 tarihine kadar olayın müphem ve şüpheli kaldığını, o tarihe kadar herkesin intihar ettiğine inandığını ve bu tarihden itibaren meselenin anlaşıldığını kaydetmektedir. Beşinci olarak, o dönemi ve bizzat olay günlerini yaşayan muteber tarihçilerin (Ahmed Cevdet Paşa ve Mahmûd Celâleddin Paşa giibi), son dönem tarihçilerin (Abdurrahman Şeref ve Mahmut Kemal gibi) ve de olay sırasında yayınlanan Avrupa basınının da kanaati olayın bir cinayet olduğu yönündedir. Kısaca, İngilizlerin kuklası olan Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve benzeri hırslı kişiler, kendi gayri meşru emellerine ters gördükleri Abdülaziz’i, İngilizlerin tahrikiyle şehid etmişlerdir. [B]1856 (1272) tarihli Islâhat Fermanının getirdiği yenilikler nelerdir? Neden hem Müslümanlar ve hem de gayri müslimler bu fermandan memnun olmamışlardır?[/B] Islâhat Fermanı da tıpkı Tanzimat Fermanı gibi, hukuk tarihimizde temel hak ve hürriyetlerin gündeme getirildiği ilk fermanlardan değildir. Belki Islâhat Fermanı, Tanzîmât Fermanından da kötü bir muhteva arz etmektedir. Zira Tanzîmât Fermanının uygulaması ve hazırlanış gayesi tenkit edilse bile, o dönemde, Tanzimat ya’ni yeniden düzenlemelerin yapılması ve mevcut suiistimallere son verilmesi, bir zaruretti. Tanzîmât’a kimse karşı duramazdı; karşı durulan, yapılan yeni düzenlemelerin şekliydi. Islâhat fermanı ise, bir hak ve hürriyetler beyannâmesi olmak şöyle dursun, suiistimalleri önlemek gayesiyle yapılan bir düzenleme de değildi. Belki Avrupalı Hıristiyan devletlerin baskısıyla, Osmanlı Devleti’ndeki gayrı müslimlere yeni geniş haklar tanımak; Kur’ân ve Sünnet’in vermediğini onlara vermeye kalkışmak ve hatta Müslüman halkı geri plana iterek, gayrı müslimleri ön plana çıkarmak gayesiyle zorla ilan edilmiş bir belgedir. Konuyla ilgili iki otoritenin sözlerini özetleyerek, bu konuyu da kapatmak istiyorum: Birinci otorite, Hollandalı bir hukukçudur ve II. Abdülhamid’e yazdığı bir Lâyihada Islâhat Fermanı hakkında şöyle demektedir: "Tanzimat hakkında söylediklerimiz 1856 tarihli Ferman hakkında dahi geçerlidir. Bunda da Bâbı Âli Rusya Devleti aleyhine harp ilan etmesi için dostları olan devletler tarafından yapılan teşvikler üzerine, daha önce yapılan va’dler ve özellikle kanunî ıslâhatlar tekrar edilmiştir. Bundan fazla olarak Osmanlı Devleti’nde mezhep hürriyeti esasının tamamen icra edileceği va’d edilmiştir. Bununla birlikte, İslâm mürtedleri hakkında İslâm Hukukunun ta’yin ettiği cezalar lağv edilmemiştir. Gayrı müslimlerin yargılanması ile alakalı va’dler, da’vaların neşir ve ilanı ile ilgili istekler ve işkencenin kaldırılması gibi hususlar, zaten İslâm Hukukunda var olan hususlardır". İkinci otorite ise, Osmanlı Hukukunun yıldız simalarından Ahmed Cevdet Paşa’dır ve Islâhat fermanı hakkında şunları söylemektedir: "1272 senesi içinde en fazla önemle üzerinde durulan konu, gayri müslim teb’anın imtiyazları meselesi idi. Kurulan komisyon bazı kararlar aldı ki, Islâhat Fermanı dediğimiz fermandır. Bu Ferman’ın hükmüne göre, müslim ve gayrı müslim teb’a, bütün haklarda eşit olacaktı. Daha önce yapıları sulh akdinin maddelerinden biri, Hıristiyanların imtiyazları meselesi idi. Şimdi ise, bütün gayrı müslimlerin imtiyazları mevzu bahis idi. Müslümanların çoğu, "Babalarımızın ve dedelerimizin kanlarıyla kazanılmış olan mukaddes haklarımızı bugün kaybettik. İslâm Milleti hâkim millet iken, böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı. Ehli İslama bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür." deyu söylenmeye başladılar. Gayrı müslim teb’a ise, o gün hâkim millet olma sevinci içinde idiler". Ancak gayri müslimler kendi dindaşlarından aidat toplayamadıklarından dolayı onlar da memnun değillerdi. Tamamını vermek kitabı maksadından çıkaracağından, sadece mevzu ile alakalı bazı maddelerini sadeleştirerek nakledelim: "Aşağıdaki hususların icrasına İrâdei Seniyyem sâdır olmuştur: Gülhâne’de okunan Hattı Hümâyunum ile ve yapılan Tanzîmât gereğince, her din ve mezhebde bulunan bütün teb’am hakkında, hiç bir istisna söz konusu olmaksızın, can, mal ve namus emniyeti te’kit edilmiştir. Va’dlerin fiile çıkarılması için gerekli tedbirler alınacaktır. Osmanlı diyarında bulunan Hıristiyan ve diğer gayrı müslim cemâ’atlerine, dedelerim tarafından verilen bütün imtiyazlar ve muafiyetler ibkâ edilecektir. Ancak her bir cemâ’at, belli bir zaman dilimi içinde mevcut imtiyaz ve muafiyetlerini tesbit ederek yapılacak ıslâhat iradelerini tarafımıza arz edecekler; nezâretimizin emri altında ve hususan Patrikhanelerde kurulacak komisyonlarla bu tesbit işlemleri yapılacaktır. Patriklerin seçim usulleri tesbit ve icra edilecek; Osmanlı devleti ile cemaatlerin ruhanî liderleri arasında yapılacak görüşmeler sonucunda alınacak kararlarla, bunların yemin merasimleri belli esaslara bağlanacak; bu zamana kadar patriklere ve cemaat başlarına verilen hediyeler kaldırılarak, bunun yerine patriklere ve cemaat başlarına belli gelirler tahsis edilecek; diğer papazlara ve görevlilere de rütbelerine göre maaşlar verilecek; ancak Hıristiyan papazlarının menkul ve gayrimenkul mallarına asla dokunulmayacaktır. Bütün cemaatlerin idareleri ve maslahatlarının görülmesi, aralarından seçilen üyelerden oluşacak bir meclise devredilecek; cemâatlere ait mabedler, mektepler hastahaneler, mezarlıklar ve diğer binaların tamirine mâni’ olunmayacak; bu yerlerin yeniden inşası lazım geldiğinde, cemaat başlarının tasvibi ile durum tarafımıza arz edilecek ve gereken yapılacaktır. Bir mezhebe tâbi1 olanların sayısı ne olursa olsun, o mezhebin tam bir serbestlik içinde icrası için gerekli tedbirler alınacak; bir sınıf diğer sınıfa üstün tutulmayacak ve hakaret manasını taşıyan sözler söylenmeyecektir. Her din ve mezhep kendi âyinini serbestçe yapabilecek; hiç kimse bulunduğu dinin âyinini yapmaktan alıkonulmayacak; din ve mezhep değiştirmeye kimse zorlanmıyacaktır. Devlet memurlarının seçim ve tayini, Padişahın İrâdesine ve tasdikine bağlıdır. Ancak Osmanlı vatandaşları, hangi din ve milletten olurlarsa olsunlar, devletin hizmet ve memuriyetlerine, ehil olmak şartıyla kabul edileceklerdir. Bütün din ve millet mensupları, askerî ve mülkî mekteplere kabul edilecekleri gibi, her cemaat, maarif ve sanayi’e dair millî mekteplerini açabileceklerdir. Ancak bu mekteplerin meseleleri, bir kısım üyeleri tarafımdan tayin edilecek ve bir kısmı da cemaat tarafından seçilecek bir Medisi Maârif tarafından, Nezâret’in murakabesi altında yürütülecektir. Müslüman ve gayrı müslimler arasında meydana gelecek ticâret ve ceza da’vaları, Muhtelit Divanlara havale edilecek; divanların da’va meclisleri alenî olacak; şahitler takrirlerini kendi dinleri üzerine yapacaklar ve mezheplerine göre yemin edeceklerdir. Hukuk da’vaları da eyâlet ve sancaklardaki Muhtelit Meclislerde, vali ve kadı’nın huzurunda şer’an yahut nizâmen görülecektir. İnsan haklarını adaletin haklarıyle te’lif edebilmek için, sanıklar veya cezaî te’dibe müstahak olanların hapis ve tevkiflerine mahsus olan bütün hapishane ve nezarethanelerde, mümkün mertebe az müddet zarfında ıslâhına gayret edilmesi yoluna gidilecek; her halükârda hapishanelerde cismânî ceza ve işkenceye asla müsaade edilmeyecektir. Aksine hareket edenler, Ceza Kanunnâmesi hükümlerine göre yargılanıp cezalandırılacaktır. Bütün Osmanlı ülkesinde emniyet ve zabtiye işlerinin herkesin mal ve canlarını koruyacak şekilde tanzimi zaruridir. Vergi adaleti diğer mükellefiyetlerin eşitliğini mucip olduğu gibi, hukukda adalet de vazifelerde eşitliği gerektireceğinden, gayrı müslim teb’a da Müslüman teb’a gibi, askerî vazifeyi ifa konusunda mükellefiyet altında olacaklardır. Bedel vermek ve akçe ödemekle askerî hizmetten muaf olmak ve gayri müslim teb’anın askeriyede istihdamı konusunda ayrıca nizâmnâmeler düzenlenecektir. Eyâlet ve Liva Meclislerinde gayrı müslim üyelerin seçilmesi konusunda gerekli düzenlemeleri yapmak ve bu Meclislerin terkip ve teşkili hakkındaki nizâmâtın ıslâhına gayret göstermek gerekir. Alımsatım, menkul ve gayrimenkul tasarrufları hakkındaki bütün kanunlar, Osmanlı vatandaşı olan herkes hakkında eşit uygulanacaktır. Osmanlı vatandaşları üzerine tarh olunacak olan vergi ve diğer tekâlifin tahsili, sınıf ve mezheplerine bakılmayarak aynı usule tâbi’ olacak; özellikle a’şârın tahsilinde ve bu hususta meydana gelen suiistimallerin önlenmesinde her türlü tedbir alınacak; doğrudan doğruya vergi tahsili usulü yayıldıkça, iltizâm usulünün terki yoluna gidilecek; devlet memurlarının iltizâm almaları şiddetle men’ edilecek; bayındırlık hizmetleri için tayin ve tahsis olunacak meblağları temin etmek üzere hususi vergiler ilâve edilecek ve mahallî vergiler de mümkün mertebe mahsulâta halel vermeyecek tarzda tanzim olunacaktır. Osmanlı Devleti’nin gelir ve giderlerini gösterecek bütçesinin hazırlanması; mevzu ile alakalı nizâmların icra edilmesi; memurların maaşlarının muntazaman te’diyesi icabeder. Meclisi Vâlâ’nın üyeleri, gerek normal ve gerekse fevkalade toplantılarda, re’y ve mütâla’alarını, doğruca beyân ve ifâde etmeleri; bundan dolayı asla rencide olunmamaları gerekir. Fesâd çıkarma, irtikâb ve zulme dâir kanunların hükümleri, bütün Osmanlı vatandaşları hakkında eşit olarak tatbik edilecektir. Devleti Aliyye’nin sikke usulünün tashih edilmesi; devletin malî i’tibarının artması için banka gibi müesseselere izin ve müsâ’ade verilmesi; servet kaynaklarının kolaylıkla nakli için gereken yolların yapılması ve ticâret ile zirâ’at işlerine engel olan şeylerin bertaraf edilmesi de icab etmektedir. Bu hükümler, bütün Osmanlı ülkesine neşredilecek ve tatbiki için gereken her şey yapılacaktır. 110 Cemâziyelâhire 1272 /1856.". İşte hakkında çok şeyler söylenen Islâhat Fermanı’nm asıl maddeleri de bu zikredilenlerden ibarettir. İyi tetkik edildiğinde, yeni bir şey getirmediği; daha önce İslâm Hukukunun kabul ve tesbit edip eski Osmanlı Padişahlarının uyguladıkları hak ve hürriyetleri, uygulamadaki suiistimallerden dolayı tekrar hatırlatarak te’yid ettiği ve gayri müslimlere verilen imtiyazlarda ise, İslâm Hukukunun hükümlerini zorlayacak ve hatta yer yer tecâvüz edecek kadar ileri gittiği hemen görülecektir. Daha fazla ma’lumat isteyenler, Ahmed Cevdet Paşa’nın Tezâkir’indeki ciddi bilgileri mütâla’a edebilirler. Zaten Tanzimat’ın mimarı olan Reşid Paşa da bu fermanı beğenmemiştir. Tanzimat veya Islâhat Fermanlarının eski hukuk nizâmının terk edilerek yeni ve batı kaynaklı bir hukuk nizâmına geçiş olarak değerlendirilmesi ise, Osmanlı Hukuk nizâmının asla bilinmemesi demektir" [/QUOTE]
Alıntıları ekle...
İsim
Spam kontrolü
Turizmin başkenti olarak bilinen güneydeki ilimiz?
Cevapla
Forumlar
Tarih
Osmanlı Tarihi
Sorularla OSMANLI
Top