Forumlar
Yeni Mesajlar
CerezExtra
EĞLENCE ↓
Şans Kurabiyesi
Renk Falınız
ÇerezRADYO
Sevgiliye Özel
ÇerezDERGİ
Hızlı Okuma Testleri
Pratik Çözümler
Yeniler
Yeni Mesajlar
Yeni ürünler
Yeni kaynaklar
Son Aktiviteler
İndir
En son incelemeler
Dükkan
Giriş
Kayıt
Yeniler
Yeni Mesajlar
Menu
Giriş
Kayıt
Uygulamayı yükle
Yükle
Forumlar
Yaşam...
Hikayeler / Efsaneler
Sevginin Gözyaşları
JavaScript devre dışı bırakıldı. Daha iyi bir deneyim için, devam etmeden önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
You are using an out of date browser. It may not display this or other websites correctly.
You should upgrade or use an
alternative browser
.
Konuya cevap yaz
Mesaj
<blockquote data-quote="Joker7238" data-source="post: 654514" data-attributes="member: 110400"><p><strong>.....</strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>Pustuğu kayanın arkasından boynunu uzattı, elini gözlerine siper etti. İşte, kulübeden çıkmışlardı. Ne kadar da çok uyuyorlardı! Sevgi, Hüsran’a sarıldı, adamın gözleri kinle kısıldı, mutlulukları ta buradan bile belli oluyor, diye düşündü. Hüsran uzaklaşırken döndü, Sevgi’ye el salladı, kan adamın beynine sıçradı. Daha fazla bakamadı, elleriyle yüzünü kapattı. İçindeki öfke damarlarını sızıldatıyordu. Umarım bu son el sallayışın olur dedi, dişlerini gıcırdattı. Gidişin olsun da, dönüşün olmasın diye ilendi. Gözlerini kadına dikti, her hareketini izlemeye başladı. Bütün her şey işte bu kadındaydı... Bundan emindi...</strong></p><p> <strong>Gün akşama kavuşana dek o bir çift göz Sevgi’yi izledi, hiç bıkmadan, hiç usanmadan. O nereye gittiyse, o gözler de onu takip etmişlerdi. Artık güneş yorulmuş, gölgeler uzamıştı. Adam kayda değer bir şey görememenin kızgınlığıyla yanıp tutuşuyordu. Koca bir geceyi ve peşinden koca bir günü burada, bu ayazda geçirmiş ama henüz hiçbir şey geçmemişti eline... Ama sabretmeliydi, buna mecburdu. Emelini gerçekleştirmenin yolu sabırdan geçiyordu. Sabreden derviş, muradına ermiş’ti... Bu ‘derviş’ benzetmesi hoşuna gitti, pis pis sırıttı.</strong></p><p><strong>Sevgi bir ara dudaklarındaki şarkı mırıltısıyla kulübeye girdi, omzunda pembe bir şalla geri geldi. Pembe, diye söylendi adam. Breh, breh, amma da yakışmıştı yani... Bu kadın milleti de ne acayip oluyordu. Niye pembeydi de siyah değildi? Ya da niye renksiz değildi? Aslında en güzeli renksiz olan renkti. Sonra, bırak şimdi renklerle dalaşmayı, dedi kendi kendine, bak kadın yel yepelek bir yerlere gidiyordu. Hemen sindiği yerden atıldı, kadının peşine düştü.</strong></p><p> <strong>Sevgi koşar adımlarla servinin yanından geçti, sayıları iyice artmış, boy boy olmuş sevda çiçeklerinin oraya geldi, azıcık soluklandıktan sonra etrafını sevince, adamın kara yüreğini ise öfkeye boğan o sıcacık, o yumuşacık şarkılarından birisini söylemeye başladı. O söyledikçe çevresindeki çiçeklerin renkleri daha bir canlanıyor, daha bir parlaklaşıyordu. Şarkısı bittiğindeyse çimenlerin arasından rengarenk yeni bir çiçek daha filizlenmişti. Adam gözlerini inanamayarak kırpıştırdı. Demek buydu ha!.. Dünyadaki o kahrolası sevgilerin kaynağı buydu demek!.. Nasıl olmuştu da şimdiye dek bunu akıl edememişti? Vay sersem kafam vay dedi, kafasını yumrukladı.</strong></p><p><strong>Sevgi gittikten sonra adam hiç vakit geçirmeden o sevgileri yeşerten çiçeklerin arasına daldı, muleta görmüş azgın bir boğa gibi onları ayaklarının altında ezdi, çiğnedi, üzerlerinde tepindi. Kimilerini çekip yoldu, kendisine bakan ayın hüzünlü, donuk çehresine doğru kökleriyle birlikte savurdu. Bunları yaparken garip bir şehvetle yamulmuş ağzından salyalar akıyor, durmadan yakası açılmadık küfürler ediyordu. Bir ara durur gibi oluyor, kendi kendine bir şeyler söyleniyor, sonra birden solundaki çiçeğin üstüne hücum edip onu paramparça ettikten sonra anında sağındakinin üstüne atlayıp tekmeliyor, böyle böyle kendini kaybetmiş bir halde nazenin çiçekleri bir bir örseliyor, tahrip ediyordu. Sonuncu çiçeğin yapraklarını tek tek kopardıktan ve başını ayağıyla eze eze toprağa gömdükten sonra duruldu adam. Yüzünde hafiften bir gevşeme görüldü, iki eliyle mintanının önünü açtı, bağrını aya döndü, kızgın teri göğe doğru buğu buğu yükselirken sürekli ‘alın size çiçek, alın size sevgi’ diyordu...</strong></p><p><strong></strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>.....</strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>Devrisi gün kimse kimseye selâm vermedi, kimse diğerine ‘günaydın’ demedi. İçlerinden gelmedi. Herkes birbirine burun kıvırdı. Dedikodu aldı başını yürüdü, büyüğün küçüğün içinde haset kol gezmeye başladı. Herkes nedenini bilmediği halde birbirinin kuyusunu kazmanın düşüncelerine yatmış, başkalarının gözünü oymanın vereceği hazzı şimdiden yaşamaya başlamıştı. İnsanların arasındaki sevgi bitmiş, anlaşılmaz bir nefret yüreklere egemen olmuştu. Kapılar komşulara açılmaz, çocuklar sokak aralarında oynamaz, top koşturmaz olmuştu. İnsanlar yardımlaşmayı bir külfet addetmeye, zenginler yoksulları daha bir sömürmeye, ellerindeki son lokmalarını bile onlara çok görmeye başlamışlardı. Güçlüsü düşkününü, düşkünüyse kendisinden daha düşkününü ezmeye bayılır olmuştu. Kimse de kalkıp neden biz böyle olduk demiyor, yaptığı kötülükleri vicdan terazisine koymuyordu. Geceler huzursuz geçiyor, eşler birbirlerine sırtlarını dönüp yatıyor, daha olmadı odalarını ayırıyorlardı...</strong></p><p><strong>Gelgelelim, bunca zaman geçmesine karşın ne Sevgi ne de Hüsran’da en ufak bir değişme olmuştu... İşte adam bunu anlayamıyordu! Nasıl oluyordu da bu ikisi hâlâ birbirlerini bu denli sevebiliyorlardı? O kadın yine her akşam yaptığı gibi oraya, o çiçeklerin olduğu yere gitmiş, harap edilmiş çiçekleri ilk gördüğünde oturup iki gözü iki çeşme ağlamış, söylemeye çalıştığı sevgi şarkısı ses olup boğazının boğumlarından çıkamamıştı. O gece, bütün gece durmadan ağlayıp hıçkırmış, buna Hüsran bile engel olamamıştı. Ondan sonraki akşam yine o yere gidip şarkı söylemeye çalışmış ama yüreğindeki derin acı, kalın, kıvrım kıvrım bir yılan olup boğazına çöreklenmiş ve bunu her defasında imkânsız kılmıştı. Sevgi artık şarkılarını söyleyemez olmuş, gönlü koparılan sevgi çiçekleri misali solmuştu.</strong></p><p> <strong>Tamam, kadın şarkı söyleyemez, o çiçekleri açtıramaz olmuştu... İyiydi, güzeldi ama ya o herifle aralarındaki sevgi?.. Ona niye bir şey olmuyordu?.. Bu işte bir bit yeniği vardı ama neydi?</strong></p><p> <strong>Üçüncü gün, güneş yerini usul usul, hiç belli etmeden akşama bırakırken yüreği hopladı Sevgi’nin birden... Nasıl olmuştu da aklına gelmemişti? Hemen fırladı yerinden, sırtına zehirli birer ok gibi yapışmış bakışları fark etmeden, bir solukta mağaraya ulaştı. Allah’a şükür, dedi, dua etti. Sevda çiçeği tüm haşmetiyle, tüm canlılığıyla olduğu yerde ışılayıp duruyordu. Gitti, önünde diz çöktü, gövdesine elini sürdü, sevdi...</strong></p><p> <strong>Sevgi mağaradan çıktıktan sonra, adam sinsice içeri daldı. Gördüğü manzaraya önce çok şaşırdı, sonra öfkelendi. Günlerdir, gecelerdir kendi kendine sorduğu soruların yanıtı işte karşısında, onunla alay edercesine nazlı nazlı arzı endam ediyordu. Öfkesi tez dindi, sevinçle ellerini ovuşturdu. Sakince çiçeğe yaklaştı, ağzında yılık bir gülücük, gitti yapraklarını birer birer okşadı, anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Sonra birden ipinden boşanmış kudurgun bir it gibi saldırdı güzelim çiçeğe. Neresi denk gelirse orasını çekti, kırdı, kopardı. Ağzından taşan köpürmüş tükürükler üstüne başına sıçrıyor, gözleri yuvalarından uğrayacakmış gibi beleriyordu. Bu eşitsiz kıyım ne kadar sürdü fark etmemişti, yorulduğunu hissetti, durdu. Bayağı terlemişti. Çiçekten bir-iki adım uzaklaştı, soluk soluğa yere bağdaş kurdu, ağzının kıyısına çiçeğin ince parçalarından birini yerleştirdi, keyifle gevelemeye başladı. Eserini artık zevkle seyredebilirdi...</strong></p><p><strong></strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>.....</strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>Ertesi gün, Sevgi içinde tuhaf bir huzursuzlukla yatağında döndü, kolunu Hüsran’ın yattığı yana uzattı, eliyle bir-iki yokladı. Sonra telaşla gözlerini açtı. O da ne? Hüsran’ın yerinde o her zaman sevda ezgileri üflediği kavalı duruyordu sadece... Soğuk bir ter boydan boya dolaştı bedenini. Koşarak dışarı çıktı, “Hüsran, Hüsran!..” diye bağırdı. Kulübenin çevresini dolandı, geldi. Yoktu! Ses de vermiyordu! Bunun ne anlama geldiğini çıkartamadı. Ani bir kararla başladı mağaraya doğru koşmaya. Düştü, kalktı, gene koştu, bacakları feldir feldir girdi karanlık mağaradan içeriye. Girmesiyle, gördüğü sahne karşısında bayıldı bayılacak gibi oldu... O güzelim çiçeğin herbir parçası bir yana dağılmıştı! Aynı öteki çiçekler gibi! Ne olmuştu? Bunu kim yapmıştı? Bunları bile düşünecek halde değildi. Bir hamlede çıkıp terk etti artık içerisi sevda ışığına batmayan mağarayı... Onu bulmalıydı! Bir yandan deliler gibi koşuyor, öte yandan avazı çıktığınca Hüsran’ın adını ünlüyordu. Sesi sisler arkasındaki dağlardan dönüp geri geliyor, “Hüsran’ı bulamadım, onu göremedim” diye kulaklarında çınlıyordu...</strong></p><p> <strong>O gün bütün gün, yağmur demedi, soğuk demedi koştu, Hüsran’ını aradı, bağırdı. Sonra sesi kısıldı, o yine durmadı, bu kez fısıldadı yine de aramasını bırakmadı. Her ağacın arkasına, her çalının altına, olacak olmayacak her yere baktı. Kayaların kuytuluklarını dolandı. Soluklanmayı aklının ucundan bile geçirmeden oraya buraya çılgınca koşturdu. Gördüğü böceklere, kelebeklere onu sordu. Bir ağacın dalında oturan doğana yalvardı, bana yardım et, dedi. Gece akşamla nöbet değiştirirken kulübeye döndü, kendini bomboş yatağa boylu boyunca bıraktı. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerini yumdu, Hüsran’ın yastığını koynuna çekti, sıkı sıkıya sarıldı...</strong></p><p><strong>Sevgi’nin dayanacak gücü kalmamıştı artık. Kaç gün, kaç gece olmuştu? Her saniyesi Hüsran’ı aramakla geçmiş, yemekten içmekten kesilmiş, yaşama isteği kalmamış, her an ona artık bir işkence olmuştu. Her sabah, daha tanyerleri ışımadan kalkmış, kendini yollara vurmuştu ama hepsi beyhudeydi!.. Hüsran yer yarılmış da içine girmiş, gaiplere karışmıştı...</strong></p><p><strong></strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>.....</strong></p><p><strong></strong></p><p><strong>Bir ikindi vakti sessizce terk etti kulübeyi... Avurtları birbirine geçmiş, gözleri çökmüş, altları kapkara kesilmişti. Saçı başı darmadağınıktı. Başı önde, arkasına dönüp bakmadı bile, kapıyı da kapatmadı. Yüreğinde zorlu bir yas, dilinde Hüsran’ın adı, aldı yürüdü. Ortalığa meşum bir sessizlik çökmüş, bütün yaratıklar, bütün dünya bu sessizliğe teslim olmuştu... Çayıra geldiğinde, havada daireler çizip bir o yana bir bu yana delirmişçe uçan, uçarken tuhaf sesler çıkaran doğanın farkına bile varmadı. Ağaçlar üşür gibi ürperdiler, yaprakları titredi. Güneş, gölgelerini Sevgi’nin üstüne vura vura geçip giden kara kara bulutların ardından bir görünüyor bir yitiyor, o bile aslında hiç görünmek istemiyordu...</strong></p><p> <strong>Derenin üstündeki köprüyü geçti, karşısındaki tepenin beline bir sevgili gibi sarılmış yolu tırmanmaya başladı. Nereye gittiğini bilmiyordu. Bildiği tek şey bu yaşamın Hüsran’sız hiçbir şey ifade etmediğiydi. Tepenin doruğuna varınca şöyle bir durakladı, bir umutla arkasına baktı. Hayır, yoktu! Ve artık hiç gelmeyecekti! Demek bu denli kolaydı, ha?.. Demek bu denli yanılmıştı, ha?.. Demek... Düşünceleri beynini acıttı; söylemek, haykırmak istediği sözleri boğazını bir ağı gibi yaktı. Bakışlarındaki ölgün ışıltının son kırıntıları da sönüverdi, alnı kırış kırış oldu. Artık hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Niçin düşünsündü ki?.. Tek istediği vardı... İçindeki karşı konulamaz dürtüye uyarak önündeki boşluğa doğru bir adım attı, bunu yaparken gözlerinden kurtulmak isteyen yaşları da özgür bırakmıştı...</strong></p><p><strong>Saçları, entarisinin etekleri yukarı doğru uçuşurken, bedenini yalayıp geçen, kulaklarında “Hüsran, Hüsran” diye uğuldayan yel, aynı anda her yanı kaplayan o iğrenç, insanı hayvanı korkuya salan kahkahaları duymasını sanki bilerek engelliyordu... Hüzünlü gözlerinin son gördüğü şey ise, ölmekte olan bir sevginin (Sevgi’nin) hemen önünden denize karışırken pırıltılanan gözyaşlarıydı...</strong></p><p><strong></strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>.....</strong></p><p><strong></strong></p><p><strong>İşte o günden sonra hepimizin; insan olan her insanın, sevgiyi yüreğinin ta en derinlerinde duyumsayabilen herbirimizin, sevindiğimizde, ağız dolusu güldüğümüzde, birisini en içten duygularla sevdiğimizde gözlerimizden yaşlar gelir olmuştur... Biz buna “sevinç gözyaşları” demişiz... Belki de doğrusu “Sevgi’nin gözyaşları” olmalıydı... Ne dersiniz?... </strong></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Joker7238, post: 654514, member: 110400"] [B]..... Pustuğu kayanın arkasından boynunu uzattı, elini gözlerine siper etti. İşte, kulübeden çıkmışlardı. Ne kadar da çok uyuyorlardı! Sevgi, Hüsran’a sarıldı, adamın gözleri kinle kısıldı, mutlulukları ta buradan bile belli oluyor, diye düşündü. Hüsran uzaklaşırken döndü, Sevgi’ye el salladı, kan adamın beynine sıçradı. Daha fazla bakamadı, elleriyle yüzünü kapattı. İçindeki öfke damarlarını sızıldatıyordu. Umarım bu son el sallayışın olur dedi, dişlerini gıcırdattı. Gidişin olsun da, dönüşün olmasın diye ilendi. Gözlerini kadına dikti, her hareketini izlemeye başladı. Bütün her şey işte bu kadındaydı... Bundan emindi... Gün akşama kavuşana dek o bir çift göz Sevgi’yi izledi, hiç bıkmadan, hiç usanmadan. O nereye gittiyse, o gözler de onu takip etmişlerdi. Artık güneş yorulmuş, gölgeler uzamıştı. Adam kayda değer bir şey görememenin kızgınlığıyla yanıp tutuşuyordu. Koca bir geceyi ve peşinden koca bir günü burada, bu ayazda geçirmiş ama henüz hiçbir şey geçmemişti eline... Ama sabretmeliydi, buna mecburdu. Emelini gerçekleştirmenin yolu sabırdan geçiyordu. Sabreden derviş, muradına ermiş’ti... Bu ‘derviş’ benzetmesi hoşuna gitti, pis pis sırıttı. Sevgi bir ara dudaklarındaki şarkı mırıltısıyla kulübeye girdi, omzunda pembe bir şalla geri geldi. Pembe, diye söylendi adam. Breh, breh, amma da yakışmıştı yani... Bu kadın milleti de ne acayip oluyordu. Niye pembeydi de siyah değildi? Ya da niye renksiz değildi? Aslında en güzeli renksiz olan renkti. Sonra, bırak şimdi renklerle dalaşmayı, dedi kendi kendine, bak kadın yel yepelek bir yerlere gidiyordu. Hemen sindiği yerden atıldı, kadının peşine düştü. Sevgi koşar adımlarla servinin yanından geçti, sayıları iyice artmış, boy boy olmuş sevda çiçeklerinin oraya geldi, azıcık soluklandıktan sonra etrafını sevince, adamın kara yüreğini ise öfkeye boğan o sıcacık, o yumuşacık şarkılarından birisini söylemeye başladı. O söyledikçe çevresindeki çiçeklerin renkleri daha bir canlanıyor, daha bir parlaklaşıyordu. Şarkısı bittiğindeyse çimenlerin arasından rengarenk yeni bir çiçek daha filizlenmişti. Adam gözlerini inanamayarak kırpıştırdı. Demek buydu ha!.. Dünyadaki o kahrolası sevgilerin kaynağı buydu demek!.. Nasıl olmuştu da şimdiye dek bunu akıl edememişti? Vay sersem kafam vay dedi, kafasını yumrukladı. Sevgi gittikten sonra adam hiç vakit geçirmeden o sevgileri yeşerten çiçeklerin arasına daldı, muleta görmüş azgın bir boğa gibi onları ayaklarının altında ezdi, çiğnedi, üzerlerinde tepindi. Kimilerini çekip yoldu, kendisine bakan ayın hüzünlü, donuk çehresine doğru kökleriyle birlikte savurdu. Bunları yaparken garip bir şehvetle yamulmuş ağzından salyalar akıyor, durmadan yakası açılmadık küfürler ediyordu. Bir ara durur gibi oluyor, kendi kendine bir şeyler söyleniyor, sonra birden solundaki çiçeğin üstüne hücum edip onu paramparça ettikten sonra anında sağındakinin üstüne atlayıp tekmeliyor, böyle böyle kendini kaybetmiş bir halde nazenin çiçekleri bir bir örseliyor, tahrip ediyordu. Sonuncu çiçeğin yapraklarını tek tek kopardıktan ve başını ayağıyla eze eze toprağa gömdükten sonra duruldu adam. Yüzünde hafiften bir gevşeme görüldü, iki eliyle mintanının önünü açtı, bağrını aya döndü, kızgın teri göğe doğru buğu buğu yükselirken sürekli ‘alın size çiçek, alın size sevgi’ diyordu... ..... Devrisi gün kimse kimseye selâm vermedi, kimse diğerine ‘günaydın’ demedi. İçlerinden gelmedi. Herkes birbirine burun kıvırdı. Dedikodu aldı başını yürüdü, büyüğün küçüğün içinde haset kol gezmeye başladı. Herkes nedenini bilmediği halde birbirinin kuyusunu kazmanın düşüncelerine yatmış, başkalarının gözünü oymanın vereceği hazzı şimdiden yaşamaya başlamıştı. İnsanların arasındaki sevgi bitmiş, anlaşılmaz bir nefret yüreklere egemen olmuştu. Kapılar komşulara açılmaz, çocuklar sokak aralarında oynamaz, top koşturmaz olmuştu. İnsanlar yardımlaşmayı bir külfet addetmeye, zenginler yoksulları daha bir sömürmeye, ellerindeki son lokmalarını bile onlara çok görmeye başlamışlardı. Güçlüsü düşkününü, düşkünüyse kendisinden daha düşkününü ezmeye bayılır olmuştu. Kimse de kalkıp neden biz böyle olduk demiyor, yaptığı kötülükleri vicdan terazisine koymuyordu. Geceler huzursuz geçiyor, eşler birbirlerine sırtlarını dönüp yatıyor, daha olmadı odalarını ayırıyorlardı... Gelgelelim, bunca zaman geçmesine karşın ne Sevgi ne de Hüsran’da en ufak bir değişme olmuştu... İşte adam bunu anlayamıyordu! Nasıl oluyordu da bu ikisi hâlâ birbirlerini bu denli sevebiliyorlardı? O kadın yine her akşam yaptığı gibi oraya, o çiçeklerin olduğu yere gitmiş, harap edilmiş çiçekleri ilk gördüğünde oturup iki gözü iki çeşme ağlamış, söylemeye çalıştığı sevgi şarkısı ses olup boğazının boğumlarından çıkamamıştı. O gece, bütün gece durmadan ağlayıp hıçkırmış, buna Hüsran bile engel olamamıştı. Ondan sonraki akşam yine o yere gidip şarkı söylemeye çalışmış ama yüreğindeki derin acı, kalın, kıvrım kıvrım bir yılan olup boğazına çöreklenmiş ve bunu her defasında imkânsız kılmıştı. Sevgi artık şarkılarını söyleyemez olmuş, gönlü koparılan sevgi çiçekleri misali solmuştu. Tamam, kadın şarkı söyleyemez, o çiçekleri açtıramaz olmuştu... İyiydi, güzeldi ama ya o herifle aralarındaki sevgi?.. Ona niye bir şey olmuyordu?.. Bu işte bir bit yeniği vardı ama neydi? Üçüncü gün, güneş yerini usul usul, hiç belli etmeden akşama bırakırken yüreği hopladı Sevgi’nin birden... Nasıl olmuştu da aklına gelmemişti? Hemen fırladı yerinden, sırtına zehirli birer ok gibi yapışmış bakışları fark etmeden, bir solukta mağaraya ulaştı. Allah’a şükür, dedi, dua etti. Sevda çiçeği tüm haşmetiyle, tüm canlılığıyla olduğu yerde ışılayıp duruyordu. Gitti, önünde diz çöktü, gövdesine elini sürdü, sevdi... Sevgi mağaradan çıktıktan sonra, adam sinsice içeri daldı. Gördüğü manzaraya önce çok şaşırdı, sonra öfkelendi. Günlerdir, gecelerdir kendi kendine sorduğu soruların yanıtı işte karşısında, onunla alay edercesine nazlı nazlı arzı endam ediyordu. Öfkesi tez dindi, sevinçle ellerini ovuşturdu. Sakince çiçeğe yaklaştı, ağzında yılık bir gülücük, gitti yapraklarını birer birer okşadı, anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Sonra birden ipinden boşanmış kudurgun bir it gibi saldırdı güzelim çiçeğe. Neresi denk gelirse orasını çekti, kırdı, kopardı. Ağzından taşan köpürmüş tükürükler üstüne başına sıçrıyor, gözleri yuvalarından uğrayacakmış gibi beleriyordu. Bu eşitsiz kıyım ne kadar sürdü fark etmemişti, yorulduğunu hissetti, durdu. Bayağı terlemişti. Çiçekten bir-iki adım uzaklaştı, soluk soluğa yere bağdaş kurdu, ağzının kıyısına çiçeğin ince parçalarından birini yerleştirdi, keyifle gevelemeye başladı. Eserini artık zevkle seyredebilirdi... ..... Ertesi gün, Sevgi içinde tuhaf bir huzursuzlukla yatağında döndü, kolunu Hüsran’ın yattığı yana uzattı, eliyle bir-iki yokladı. Sonra telaşla gözlerini açtı. O da ne? Hüsran’ın yerinde o her zaman sevda ezgileri üflediği kavalı duruyordu sadece... Soğuk bir ter boydan boya dolaştı bedenini. Koşarak dışarı çıktı, “Hüsran, Hüsran!..” diye bağırdı. Kulübenin çevresini dolandı, geldi. Yoktu! Ses de vermiyordu! Bunun ne anlama geldiğini çıkartamadı. Ani bir kararla başladı mağaraya doğru koşmaya. Düştü, kalktı, gene koştu, bacakları feldir feldir girdi karanlık mağaradan içeriye. Girmesiyle, gördüğü sahne karşısında bayıldı bayılacak gibi oldu... O güzelim çiçeğin herbir parçası bir yana dağılmıştı! Aynı öteki çiçekler gibi! Ne olmuştu? Bunu kim yapmıştı? Bunları bile düşünecek halde değildi. Bir hamlede çıkıp terk etti artık içerisi sevda ışığına batmayan mağarayı... Onu bulmalıydı! Bir yandan deliler gibi koşuyor, öte yandan avazı çıktığınca Hüsran’ın adını ünlüyordu. Sesi sisler arkasındaki dağlardan dönüp geri geliyor, “Hüsran’ı bulamadım, onu göremedim” diye kulaklarında çınlıyordu... O gün bütün gün, yağmur demedi, soğuk demedi koştu, Hüsran’ını aradı, bağırdı. Sonra sesi kısıldı, o yine durmadı, bu kez fısıldadı yine de aramasını bırakmadı. Her ağacın arkasına, her çalının altına, olacak olmayacak her yere baktı. Kayaların kuytuluklarını dolandı. Soluklanmayı aklının ucundan bile geçirmeden oraya buraya çılgınca koşturdu. Gördüğü böceklere, kelebeklere onu sordu. Bir ağacın dalında oturan doğana yalvardı, bana yardım et, dedi. Gece akşamla nöbet değiştirirken kulübeye döndü, kendini bomboş yatağa boylu boyunca bıraktı. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerini yumdu, Hüsran’ın yastığını koynuna çekti, sıkı sıkıya sarıldı... Sevgi’nin dayanacak gücü kalmamıştı artık. Kaç gün, kaç gece olmuştu? Her saniyesi Hüsran’ı aramakla geçmiş, yemekten içmekten kesilmiş, yaşama isteği kalmamış, her an ona artık bir işkence olmuştu. Her sabah, daha tanyerleri ışımadan kalkmış, kendini yollara vurmuştu ama hepsi beyhudeydi!.. Hüsran yer yarılmış da içine girmiş, gaiplere karışmıştı... ..... Bir ikindi vakti sessizce terk etti kulübeyi... Avurtları birbirine geçmiş, gözleri çökmüş, altları kapkara kesilmişti. Saçı başı darmadağınıktı. Başı önde, arkasına dönüp bakmadı bile, kapıyı da kapatmadı. Yüreğinde zorlu bir yas, dilinde Hüsran’ın adı, aldı yürüdü. Ortalığa meşum bir sessizlik çökmüş, bütün yaratıklar, bütün dünya bu sessizliğe teslim olmuştu... Çayıra geldiğinde, havada daireler çizip bir o yana bir bu yana delirmişçe uçan, uçarken tuhaf sesler çıkaran doğanın farkına bile varmadı. Ağaçlar üşür gibi ürperdiler, yaprakları titredi. Güneş, gölgelerini Sevgi’nin üstüne vura vura geçip giden kara kara bulutların ardından bir görünüyor bir yitiyor, o bile aslında hiç görünmek istemiyordu... Derenin üstündeki köprüyü geçti, karşısındaki tepenin beline bir sevgili gibi sarılmış yolu tırmanmaya başladı. Nereye gittiğini bilmiyordu. Bildiği tek şey bu yaşamın Hüsran’sız hiçbir şey ifade etmediğiydi. Tepenin doruğuna varınca şöyle bir durakladı, bir umutla arkasına baktı. Hayır, yoktu! Ve artık hiç gelmeyecekti! Demek bu denli kolaydı, ha?.. Demek bu denli yanılmıştı, ha?.. Demek... Düşünceleri beynini acıttı; söylemek, haykırmak istediği sözleri boğazını bir ağı gibi yaktı. Bakışlarındaki ölgün ışıltının son kırıntıları da sönüverdi, alnı kırış kırış oldu. Artık hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Niçin düşünsündü ki?.. Tek istediği vardı... İçindeki karşı konulamaz dürtüye uyarak önündeki boşluğa doğru bir adım attı, bunu yaparken gözlerinden kurtulmak isteyen yaşları da özgür bırakmıştı... Saçları, entarisinin etekleri yukarı doğru uçuşurken, bedenini yalayıp geçen, kulaklarında “Hüsran, Hüsran” diye uğuldayan yel, aynı anda her yanı kaplayan o iğrenç, insanı hayvanı korkuya salan kahkahaları duymasını sanki bilerek engelliyordu... Hüzünlü gözlerinin son gördüğü şey ise, ölmekte olan bir sevginin (Sevgi’nin) hemen önünden denize karışırken pırıltılanan gözyaşlarıydı... ..... İşte o günden sonra hepimizin; insan olan her insanın, sevgiyi yüreğinin ta en derinlerinde duyumsayabilen herbirimizin, sevindiğimizde, ağız dolusu güldüğümüzde, birisini en içten duygularla sevdiğimizde gözlerimizden yaşlar gelir olmuştur... Biz buna “sevinç gözyaşları” demişiz... Belki de doğrusu “Sevgi’nin gözyaşları” olmalıydı... Ne dersiniz?... [/B] [/QUOTE]
Alıntıları ekle...
İsim
Spam kontrolü
Ülkemizin kuzeyindeki deniz hangisidir? (bitişik yazınız)
Cevapla
Forumlar
Yaşam...
Hikayeler / Efsaneler
Sevginin Gözyaşları
Top