Forumlar
Yeni Mesajlar
CerezExtra
EĞLENCE ↓
Şans Kurabiyesi
Renk Falınız
ÇerezRADYO
Sevgiliye Özel
ÇerezDERGİ
Hızlı Okuma Testleri
Pratik Çözümler
Yeniler
Yeni Mesajlar
Yeni ürünler
Yeni kaynaklar
Son Aktiviteler
İndir
En son incelemeler
Dükkan
Giriş
Kayıt
Yeniler
Yeni Mesajlar
Menu
Giriş
Kayıt
Uygulamayı yükle
Yükle
Forumlar
Yaşam...
Hikayeler / Efsaneler
Sevginin Gözyaşları
JavaScript devre dışı bırakıldı. Daha iyi bir deneyim için, devam etmeden önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
You are using an out of date browser. It may not display this or other websites correctly.
You should upgrade or use an
alternative browser
.
Konuya cevap yaz
Mesaj
<blockquote data-quote="Joker7238" data-source="post: 654513" data-attributes="member: 110400"><p><strong>.....</strong></p><p><strong>İlkin Sevgi uyandı. Gün henüz ışıyordu. Fırladı döşeğinden, Hüsran’ı uyandırmadan süzüldü dışarı. Aman Tanrı’m, diye düşündü, bu ne anlatılmaz duyguydu! Sevinçten gözleri yaşardı, bağırası geldi, kendini zor tuttu, ciğerlerine dolu dolu çekti sabah serini havayı. Hemen koşturdu, sevgi çiçeklerinin ortasına, çiyden ürpermiş çimenin üstüne bırakıverdi kendini. Üstünün ıslandığına aldırmadı, kollarını iki yana açıp uzun kirpikli gözlerini yumdu. Bir süre orada öylece yattı... Sonra yekinip kalktı, servinin yanından seğirtip yüz adım ötesindeki, sıkça bitkilerin girişini gizlediği mağaraya daldı. Gözlerinin loşluğa alışmasını bekledi, beklerken yüreğinin atışını duydu duvarlardan yankılanan, gülümsedi. Sonra başladı şarkısına... Ama bu seferki bir başkaydı... Çok başkaydı... Bu seferki, öncekilerden, her günbatımında söylediği, her söylediğinde bir sevgi çiçeği açtıran şarkılarından başkaydı... Buna şarkı denemezdi aslında... Bunu hiçbir ölümlü söyleyemez, hatta rüyalarında bile olsa duyamazdı... Bu ses cennetteki hurilere bile parmak ısırtabilirdi... Belki de onlar bile şu an kendi şarkılarını bırakmış, onu dinliyorlardı...</strong></p><p><strong>Güneş mahmurluğunu üstünden silkip telaşla biraz daha yükseldi. Ağaçların yapraklarında hışırdanan rüzgâr hızını azaltıp esmez oldu. Doğan uçmasını yarım bıraktı, gitti bir kayanın üzerine tünedi, yabanıl bakışları yumuşadı. Cerenler su içmelerini bırakıp koklaştılar. Kuşlar buldukları ilk ağaç dallarına kondular, çifter çifter. Kelebekler, arılar, kanatlı kanatsız böcekler, her bir canlı hepten kulak kesildi bu sese...</strong></p><p> <strong>Ve ses başladı tüm dünyayı kaplamaya, teker teker insanların yüreklerini okşamaya. Bu sesi yüreğinde duyumsayan insan, işte o anda içinde bulunan bütün öfkelerden, nefret ve husumetlerden kurtuluyor; bir erkek karısını sevgiyle kucaklıyor; bir anne en tatlı uykusundan kalkıp bebeğinin alnına sıcak bir buse konduruyor; bir kan davalı davasından vazgeçiyor; küskünler barışıyor, sevenler kavuşuyor; cephede bir asker karşısındaki açık vermiş düşmanına o mermiyi sıkmıyordu...</strong></p><p> <strong>Sonra ses, dönüp dolaşıp mağaranın duvarlarından içeri akıyor, ayaklarının hemen önünde bir ışık demeti haline gelip, üzerindeki, bilinen bilinmeyen bütün renkleri birbiriyle yoğurduktan sonra yerden yukarı, Sevgi’nin boyu kadar bir çiçek olup fışkırıyor, mağaranın içi yaldır yaldır ışığa kesiyordu...</strong></p><p> <strong>Sevgi sustu... İşte bu da Sevgi ile Hüsran’ın çiçeği, onların sevdasıydı...</strong></p><p><strong></strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>.....</strong></p><p><strong>Adam ellerini şakaklarına bastırdı, damarlarını dolaşan kin başını ağrıtıyordu...</strong></p><p> <strong>Birden sert bir rüzgâr çıktı, bulduğu her şeyi önüne katıp götürmeye başladı, belleri bükük ağaçlar kurumuş dallarıyla inledi. Uzaklardan kurtlar uludu, çakallar heykirdi, bunlara baykuş ötüşleri karıştı. Sokak lambaları titreşti, söndü söner oldu...</strong></p><p> <strong>Adam aynanın karşısına geçti, saçlarını düzeltir gibi yaptı. Aynada o anda küçük, belli belirsiz bir çatlak başgösterdi. Bulmalıydı onu! Bulup bütün bunlara bir son vermeliydi.</strong></p><p> <strong>Bir şimşek parıldadı geçti, gök iyice bulandı, bozardı, ardından bir şimşek daha kırıklandı gök gürültüsüyle karışık. Başı boş kediler, sokak köpekleri kaçıştılar, her biri bulduğu bir kuytuluğa sığındı.</strong></p><p><strong>Elini göğsünde şöyle bir gezdirdi, kalbinin üstünde bekletti. Ne güzeldi şu sessizlik! İşte tüm dünya da böyle sessiz olmalıydı! O atışlar, hele hele onların heyecanlıları, sevgiyle coşmuşları hiç duyulmamalıydı. En sevdiği şey, işte bu andaki, şu elinin altındaki gibi olan sessizlikti! Ve bu hep böyle olmalı, ilelebet böyle kalmalıydı! Olmazsa huzur bulamaz, içini dağlayan öfke, yüreğini sıkıştıran haset, gün olur elinin altındaki şu güzelim sessizliği bitirebilirdi. Bunu derken aynadaki hayalin dudaklarına çarpık bir gülücük sinmişti...</strong></p><p> <strong>Haşin bir dalga, üstündeki tekneyi aldı havalandırdı, yukarı yukarı savurdu, sonra ansızın bırakıverdi. Tekne direnemedi, bir an için boşlukta asılı kaldı, ardından hoyrat bir çocuğun elinden kurtulup düşen kırık bir oyuncak gibi, düştü aşağısındaki azmış ıslağın köpürtülü karanlığına, imi timi bellisiz oldu...</strong></p><p> <strong>Aynadaki çatlak büyüdü, adamın hançeresinden fırlayan korkunç bir kahkaha odanın duvarlarını yokladı, pencerenin aralığından kurtulup dışarıdaki bomboşluğa karıştı.</strong></p><p><strong>Tarlasında çift sürmekte olan gönlü yanık genç elindeki sabanı bıraktı, bastı yürüdü sevdiği kızın evinden yana. Artık beklemeyecekti, sabrı tükenmişti. Kaçırmayacaktı da. Madem onun olmayacaktı, o zaman kimseye yâr etmeyecekti. Kapıyı açan kızın hayretten açılmış gözlerine baka baka çekti kuşağındaki tabancayı, bastı tetiğe, akabinde bir el silah sesi daha doldurdu üzerlerinde o musibet kahkahanın gezindiği tarlaları, bağları... İki beden yığılıp kalıverdi kapının eşiğine, dudaklarının kenarında büyük, bir o kadar da hazin ve yaşanmamış bir sevgiyle.</strong></p><p> <strong>Adamın gergin hatları gevşedi, aynadaki kendisine sırıttı. Biraz olsun rahatlamıştı. Artık gidebilirdi... Yeterince vakit kaybetmişti... Çıktı dışarı, kapıyı ardından kapattı... Ayna büyük bir şangırtıyla yere düştü, çaka söne, binlerce parçaya dağılıverdi...</strong></p><p> <strong>Sezgileri onu yanıltmazdı ama gene de kolay olmayacaktı. Bu işin ucunu bırakacak değildi... Karşıdan gelen yaşlı bir adamla çarpıştılar, adamcağız sendeledi, düşeyazdı. Adam oralı olmadı. Yaşlı adam elindeki değneği sallayarak ardınca bir şeyler söyledi, sesi rüzgârın sesine karıştı, duyulmaz oldu.</strong></p><p> <strong>Bu duygu onu sinirden öldürecekti... Yanından geçen, sarmaş dolaş olmuş genç bir çifti durdurttu, sigarasına ateş istedi. Az uzaklaşmıştı ki, arkasından bir tokat sesi, onu müteakip kızın şaşkın çığlığını duydu, mutlandı... Sevmesinlerdi ne yapalım! Onlara ille de birbirinizi seveceksiniz diye dayatan mı vardı?!.. Değil mi ya!.. Kin, öfke, hiddetten daha güzel olabilir miydi hiç sevmek?.. Kıskançlık, günü dururken, ne demeyeydi muhabbet?.. Husumet gibisi var mıydı? İnsan yanıp tutuşur, geceleri gözünü kırpamaz, başka bir şey düşünemez olurdu... Dostluk hiç bunun yerini tutabilir miydi, ha?.. Ne güzel bir şeydi kalp kırmak! Savaşlar ise en hoşlandığı oyunlardı. Hele ardında bıraktığı yıkım! Tarumar olmuş şehirler, enkazlar... Sıra sıra, üst üste yatan, günlerce kokuşan, kokusu dağlara taşlara, havada uçan akbabalara sinen ve bir daha hiç çıkmayan cesetler... Yiğitlerine ağlayan taze gelinlerin çırpınışı, baba diye diye gözlerinde yaş kalmayan çocuklar!.. Ne doyumsuz bir manzaraydı o!..</strong></p><p> <strong>Bir köpek hırladı ondan yana, hemen de kuyruğunu kısıp kaçtı, öcü görmüş gibi saklandı.</strong></p><p><strong></strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>.....</strong></p><p><strong>Bacadan tüten duman salına savrula yükseliyordu... Buralarda, yakınlarda bir yerlerde olmalıydı o... Adam sezilerine kulak vermiş, bir av köpeği gibi yiveleye yiveleye buralara gelmişti. Kulübeye sokuldu, kapısını tıklattı. İçindeki karanlık baş edilemez olmuştu.</strong></p><p> <strong>Bugün Sevgi’nin üzerinde bir tuhaflık vardı. Bu tuhaflığı neye yoracağını kestiremiyor, anlam veremediği bu duygu içini daraltıyordu...</strong></p><p> <strong>Kapının tıklamasıyla düşüncelerinden sıyrıldı, kapıya yöneldi. Hüsran olamazdı, o kapıyı neden çalsındı ki?</strong></p><p> <strong>Adam, Sevgi’yi görür görmez anladı! Bulmuştu işte! Yüreğindeki o soğuk, bir anda bir fırtınaya dönüştü, oradan bakışlarına vurdu, gözleri parladı.</strong></p><p><strong>“Merhaba, küçük hanım...” dedi, gülümseyerek.</strong></p><p> <strong>Sevgi de gülümsemeye çalıştı.</strong></p><p><strong>“Merhaba...”</strong></p><p> <strong>“Tanrı misafiri kabul edersiniz herhalde?..”</strong></p><p><strong>Tabii kabul edecekti, adı üstünde Tanrı misafiriydi, kapıdan çevirecek değildi ya! Kapıyı iyice açtı, adamı içeri buyur etti.</strong></p><p><strong>“Havalar da iyice serinledi,” dedi adam, ovuşturduğu ellerini sobaya doğru tutarken. “Bayağı da yorulmuşum...”</strong></p><p><strong>Sevgi ses etmedi. İçine garip bir duygu yerleşivermişti birden.</strong></p><p><strong>“Hüsran da neredeyse gelir...” dedi sonra, cılız, titrek bir sesle. Sesine kendi de şaştı. Ne oluyordu? Bu tedirginlik neyin nesiydi? Allah Allah!.. Altı üstü, adamın da dediği gibi, bir Tanrı misafiriydi gelen. Gelip de sobanın başına koşan, üşümüş bedenini ısıtmaya çalışan. Olacak şey miydi şimdi şu düşündükleri? Ne vardı, ne olmuştu ki? Başını iki yana salladı belli belirsiz.</strong></p><p><strong>“Hüsran?!.”</strong></p><p> <strong>“Yakacak tedarik etmeye çıkmıştı, biliyorsunuz işte, odun, çalı çırpı filan.”</strong></p><p> <strong>“Haa!..” dedi adam. Demek birlikte yaşadığı adamın adı buydu! “O zaman ben sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim...”</strong></p><p><strong>Gördün mü bak, diye içinden geçirdi Sevgi, surat yaparak adamcağızı incittin. Dağ başında kalmış bir insana şu sobayı çok gördün. Hora geçirmedin.</strong></p><p><strong>“Yoo, olmaz, bırakmam... Karnınız da açtır sizin...”</strong></p><p> <strong>“Yok, değil,” dedi adam. “Ben izninizle...”</strong></p><p> <strong>“Bir tas sıcak çorba içmeden hiçbir yere gidemezsiniz,” diye üsteledi Sevgi.</strong></p><p> <strong>Hemen yere bir örtü yaydı, tahta sofrayı üstüne yerleştirdi, bir perdeyle odadan ayrılmış bölmeye koştu, çabucak da bir tasla döndü. Sobanın üstündeki tencereden aldığı iki kepçe çorbayı içine doldurup kaşla göz arasında sofranın üzerine koydu.</strong></p><p><strong>“Buyrun, afiyetle için!”</strong></p><p><strong>Adam çorbasını yavaş yavaş kaşıklarken, kalkıp gitmek istermiş gibi yapmasının ne denli yerinde bir davranış olduğunu düşündü. Kız hemencecik de üzülmüş, kalması için kendine yalvar yakar olmuştu. Ee, dedi, bunun başka türlü olmasını da beklememişti zaten.</strong></p><p> <strong>Çorbası bitmiş, Hüsran denen o adam hâlâ gelmemişti. Daha ne kadar süre ısınıyormuş gibi yapacaktı böyle bu sobanın başında!.. Gelseydi de, o da tamamen emin olsaydı iyi olacaktı artık... Gerçi emindi, ayakları onu alıp kendiliklerinden buraya getirmişti ama yine de... Usulca büzüldü oturduğu köşede, uyuyacakmış gibi kıvrıldı. Tam o esnada kapı açıldı, içeriye temiz bir serinlik doldu. Sevgi yüzünde güller açaraktan hemen Hüsran’ın yanına koştu, onu karşıladı.</strong></p><p><strong>“Hoş geldin yiğidim!”</strong></p><p> <strong>“Hoş bulduk,” dedi Hüsran, derken gözü içerdeki yabancıya takıldı. “Yeşil gözlüm,” diye kulağına eğilip fısıldayarak tamamladı lafının gerisini.</strong></p><p><strong>“İçerde bir Tanrı misafirimiz var,” dedi Sevgi. “Hele sen gir içeri, geç sobanın karşısına, ben de sana hemencecik bir çorba getireyim.”</strong></p><p><strong>Adamın yüzü, onların daha bu ilk görüşmelerinde karardı, içinde kıskançlık uç vermeye başlamıştı bile. Bozuntuya vermemeye çabalayarak, yüzüne hafiften gülümseyen maskesini takıverdi. Demek, sezgileri doğruydu! Öyle olmasa bunların birbirleriyle böyle sevgiyle, saygıyla konuşmaları ne mümkündü!.. Onun bulunduğu yerde ot bitmez, tomurcuk açmazdı... Sevgiler o saat tükenir, mutluluklar körelirdi. Bir de şunlara bakındı hele!..</strong></p><p> <strong>Hüsran gelip adamın karşısına oturdu, halini hatırını sordu. Adam pek konuşkan değil, diye düşündü, üstünde durmadı, Sevgi’nin getirdiği çorbasını içmeye koyuldu. Onun da üstüne bir tedirginlik çöküvermişti. Adamın bakışları bir tuhaftı... Nasıl anlatmalıydı? O donuk bakışların arkasında başka bir şey vardı... Gizli, açığa çıkmasının istenmediği bir şey... Sonra vazgeçti bu düşüncelerinden, azıcık da kendisine kızdı. Bir konuk hakkında ne biçim düşünüyordu...</strong></p><p> <strong>Kısa süreli, zorlama olduğu her halinden anlaşılan bir hoşbeşten sonra adam müsaade isteyip ayaklandı. Gitmesi gerekti! Bir an evvel terk etmeliydi burayı! Şurada, sevgiyle çarpan şu iki yüreğin tıpırtısını duymak onu çıldırtabilirdi! Evet, duyuyordu onları, hem de ta iliklerinde... Dayanamayacaktı artık!</strong></p><p> <strong>Adam çıkmadan önce, kapının eşiğinde durup öyle bir baktı ki, hem Sevgi’nin hem de Hüsran’ın yüreği titredi. Sonra hızlı adımlarla karıştı gitti akşamın ıslak karanlığına.</strong></p><p><strong></strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>.....</strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>Neden, neden, neden?.. Adam bu soruyu kendi kendine sorup duruyor, her soruşunda sinirden soluğu tıkanıyordu. Neden onlara bir etkisi olmuyordu ve neden onların yürekleri de diğerlerininki gibi o anda öfkeye batmıyor, birbirlerine bakan gözleri kin kusmuyordu? Nedendi? Nasıl oluyordu? Sorusuna yanıt bulamıyor, bulamadıkça iyiden iyiye delleniyordu. Ama biliyordu... Hep O’nun başının altından çıkıyordu... O yüzündeki gülücük sahte, gözlerindeki ışıklar sahte karının başının altından... Solduracaktı o sevgiyi... İçindeki kızgınlık öyle bir hal almış, öyle bir hal almıştı ki, kendine hâkim olmasa hemen şu anda çat diye ta orta yerinden çatlar, un ufak olabilirdi.</strong></p><p> <strong>O kızıp köpürdükçe gök iyice kararıp bozarıyor, inceden inceye yağan yağmur azıyor, rüzgâr uğultularla ağaçları yerlere dek eğiyor, onları inildetiyordu.</strong></p><p> <strong>Adam şimdi, bir yandan garip sesler çıkararak bağırıyor, lânetler okuyor, bir yandan saçını başını çekiştiriyordu. Bağırtıları dalga dalga göğe yükseliyor, dağları, ovaları aşıp, duyan her türlü canlıyı birbirine düşürüyordu. Adam bunu hissediyor, hissettikçe sesi daha bir ürkünç, daha bir kötülükçül çıkıyordu. Artık sadece bağırmıyor, hem hırıltılarla karışık gülüyor, hem acı acı uluyordu...</strong></p><p> <strong>Sesin eriştiği bir kedi yattığı yerde birden kulaklarını dikti, tısladı, onu şimdiye dek hep el üstünde tutmuş, hiçbir vakit yiyeceğini aksatmamış yaşlı sahibesinin kendisini sevmekte olan elini cırnaklayıp kanlar içinde bıraktı, sonra kaçıp girdiği kanepenin altından vahşi vahşi baktı.</strong></p><p><strong>Hırsızlık için girdiği evden sessizce çıkmak üzere olan hırsız durdu, geri döndü, ben ne yapıyorum bile demedi, paldır küldür daldı evin yatak odasına, başladı elindeki bıçağı yorganın altındaki o iki bedene rastgele saplamaya... Sapladıkça keyifleniyor, keyiflendikçe habire daha büyük bir arzuyla saplıyordu.</strong></p><p> <strong>Adam nihayet sustu. Beynini teslim alan öfkesi bir nebze olsun yatışmıştı. Şimdi sızlanmak vakti değildi... Şimdi oturup düşünmeli, o aşkı yerle bir etmenin yolunu bulmalıydı. Yoksa böyle bağırıp çağırmakla hiçbir şey elde edemezdi. Olsa olsa bir-iki mendeburu etkileyebilirdi. Ama bu onun dişinin kovuğuna bile gitmezdi. Dünyadaki bütün umutları, beklentileri; bütün arkadaşlık ve dostlukları; sonra, evet sonra da sevgiyle ilişiği olan herbir şeyi dumura uğratmalı ve en nihayetinde de sevginin kendisinin köküne kibrit suyu dökmeliydi...</strong></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Joker7238, post: 654513, member: 110400"] [B]..... İlkin Sevgi uyandı. Gün henüz ışıyordu. Fırladı döşeğinden, Hüsran’ı uyandırmadan süzüldü dışarı. Aman Tanrı’m, diye düşündü, bu ne anlatılmaz duyguydu! Sevinçten gözleri yaşardı, bağırası geldi, kendini zor tuttu, ciğerlerine dolu dolu çekti sabah serini havayı. Hemen koşturdu, sevgi çiçeklerinin ortasına, çiyden ürpermiş çimenin üstüne bırakıverdi kendini. Üstünün ıslandığına aldırmadı, kollarını iki yana açıp uzun kirpikli gözlerini yumdu. Bir süre orada öylece yattı... Sonra yekinip kalktı, servinin yanından seğirtip yüz adım ötesindeki, sıkça bitkilerin girişini gizlediği mağaraya daldı. Gözlerinin loşluğa alışmasını bekledi, beklerken yüreğinin atışını duydu duvarlardan yankılanan, gülümsedi. Sonra başladı şarkısına... Ama bu seferki bir başkaydı... Çok başkaydı... Bu seferki, öncekilerden, her günbatımında söylediği, her söylediğinde bir sevgi çiçeği açtıran şarkılarından başkaydı... Buna şarkı denemezdi aslında... Bunu hiçbir ölümlü söyleyemez, hatta rüyalarında bile olsa duyamazdı... Bu ses cennetteki hurilere bile parmak ısırtabilirdi... Belki de onlar bile şu an kendi şarkılarını bırakmış, onu dinliyorlardı... Güneş mahmurluğunu üstünden silkip telaşla biraz daha yükseldi. Ağaçların yapraklarında hışırdanan rüzgâr hızını azaltıp esmez oldu. Doğan uçmasını yarım bıraktı, gitti bir kayanın üzerine tünedi, yabanıl bakışları yumuşadı. Cerenler su içmelerini bırakıp koklaştılar. Kuşlar buldukları ilk ağaç dallarına kondular, çifter çifter. Kelebekler, arılar, kanatlı kanatsız böcekler, her bir canlı hepten kulak kesildi bu sese... Ve ses başladı tüm dünyayı kaplamaya, teker teker insanların yüreklerini okşamaya. Bu sesi yüreğinde duyumsayan insan, işte o anda içinde bulunan bütün öfkelerden, nefret ve husumetlerden kurtuluyor; bir erkek karısını sevgiyle kucaklıyor; bir anne en tatlı uykusundan kalkıp bebeğinin alnına sıcak bir buse konduruyor; bir kan davalı davasından vazgeçiyor; küskünler barışıyor, sevenler kavuşuyor; cephede bir asker karşısındaki açık vermiş düşmanına o mermiyi sıkmıyordu... Sonra ses, dönüp dolaşıp mağaranın duvarlarından içeri akıyor, ayaklarının hemen önünde bir ışık demeti haline gelip, üzerindeki, bilinen bilinmeyen bütün renkleri birbiriyle yoğurduktan sonra yerden yukarı, Sevgi’nin boyu kadar bir çiçek olup fışkırıyor, mağaranın içi yaldır yaldır ışığa kesiyordu... Sevgi sustu... İşte bu da Sevgi ile Hüsran’ın çiçeği, onların sevdasıydı... ..... Adam ellerini şakaklarına bastırdı, damarlarını dolaşan kin başını ağrıtıyordu... Birden sert bir rüzgâr çıktı, bulduğu her şeyi önüne katıp götürmeye başladı, belleri bükük ağaçlar kurumuş dallarıyla inledi. Uzaklardan kurtlar uludu, çakallar heykirdi, bunlara baykuş ötüşleri karıştı. Sokak lambaları titreşti, söndü söner oldu... Adam aynanın karşısına geçti, saçlarını düzeltir gibi yaptı. Aynada o anda küçük, belli belirsiz bir çatlak başgösterdi. Bulmalıydı onu! Bulup bütün bunlara bir son vermeliydi. Bir şimşek parıldadı geçti, gök iyice bulandı, bozardı, ardından bir şimşek daha kırıklandı gök gürültüsüyle karışık. Başı boş kediler, sokak köpekleri kaçıştılar, her biri bulduğu bir kuytuluğa sığındı. Elini göğsünde şöyle bir gezdirdi, kalbinin üstünde bekletti. Ne güzeldi şu sessizlik! İşte tüm dünya da böyle sessiz olmalıydı! O atışlar, hele hele onların heyecanlıları, sevgiyle coşmuşları hiç duyulmamalıydı. En sevdiği şey, işte bu andaki, şu elinin altındaki gibi olan sessizlikti! Ve bu hep böyle olmalı, ilelebet böyle kalmalıydı! Olmazsa huzur bulamaz, içini dağlayan öfke, yüreğini sıkıştıran haset, gün olur elinin altındaki şu güzelim sessizliği bitirebilirdi. Bunu derken aynadaki hayalin dudaklarına çarpık bir gülücük sinmişti... Haşin bir dalga, üstündeki tekneyi aldı havalandırdı, yukarı yukarı savurdu, sonra ansızın bırakıverdi. Tekne direnemedi, bir an için boşlukta asılı kaldı, ardından hoyrat bir çocuğun elinden kurtulup düşen kırık bir oyuncak gibi, düştü aşağısındaki azmış ıslağın köpürtülü karanlığına, imi timi bellisiz oldu... Aynadaki çatlak büyüdü, adamın hançeresinden fırlayan korkunç bir kahkaha odanın duvarlarını yokladı, pencerenin aralığından kurtulup dışarıdaki bomboşluğa karıştı. Tarlasında çift sürmekte olan gönlü yanık genç elindeki sabanı bıraktı, bastı yürüdü sevdiği kızın evinden yana. Artık beklemeyecekti, sabrı tükenmişti. Kaçırmayacaktı da. Madem onun olmayacaktı, o zaman kimseye yâr etmeyecekti. Kapıyı açan kızın hayretten açılmış gözlerine baka baka çekti kuşağındaki tabancayı, bastı tetiğe, akabinde bir el silah sesi daha doldurdu üzerlerinde o musibet kahkahanın gezindiği tarlaları, bağları... İki beden yığılıp kalıverdi kapının eşiğine, dudaklarının kenarında büyük, bir o kadar da hazin ve yaşanmamış bir sevgiyle. Adamın gergin hatları gevşedi, aynadaki kendisine sırıttı. Biraz olsun rahatlamıştı. Artık gidebilirdi... Yeterince vakit kaybetmişti... Çıktı dışarı, kapıyı ardından kapattı... Ayna büyük bir şangırtıyla yere düştü, çaka söne, binlerce parçaya dağılıverdi... Sezgileri onu yanıltmazdı ama gene de kolay olmayacaktı. Bu işin ucunu bırakacak değildi... Karşıdan gelen yaşlı bir adamla çarpıştılar, adamcağız sendeledi, düşeyazdı. Adam oralı olmadı. Yaşlı adam elindeki değneği sallayarak ardınca bir şeyler söyledi, sesi rüzgârın sesine karıştı, duyulmaz oldu. Bu duygu onu sinirden öldürecekti... Yanından geçen, sarmaş dolaş olmuş genç bir çifti durdurttu, sigarasına ateş istedi. Az uzaklaşmıştı ki, arkasından bir tokat sesi, onu müteakip kızın şaşkın çığlığını duydu, mutlandı... Sevmesinlerdi ne yapalım! Onlara ille de birbirinizi seveceksiniz diye dayatan mı vardı?!.. Değil mi ya!.. Kin, öfke, hiddetten daha güzel olabilir miydi hiç sevmek?.. Kıskançlık, günü dururken, ne demeyeydi muhabbet?.. Husumet gibisi var mıydı? İnsan yanıp tutuşur, geceleri gözünü kırpamaz, başka bir şey düşünemez olurdu... Dostluk hiç bunun yerini tutabilir miydi, ha?.. Ne güzel bir şeydi kalp kırmak! Savaşlar ise en hoşlandığı oyunlardı. Hele ardında bıraktığı yıkım! Tarumar olmuş şehirler, enkazlar... Sıra sıra, üst üste yatan, günlerce kokuşan, kokusu dağlara taşlara, havada uçan akbabalara sinen ve bir daha hiç çıkmayan cesetler... Yiğitlerine ağlayan taze gelinlerin çırpınışı, baba diye diye gözlerinde yaş kalmayan çocuklar!.. Ne doyumsuz bir manzaraydı o!.. Bir köpek hırladı ondan yana, hemen de kuyruğunu kısıp kaçtı, öcü görmüş gibi saklandı. ..... Bacadan tüten duman salına savrula yükseliyordu... Buralarda, yakınlarda bir yerlerde olmalıydı o... Adam sezilerine kulak vermiş, bir av köpeği gibi yiveleye yiveleye buralara gelmişti. Kulübeye sokuldu, kapısını tıklattı. İçindeki karanlık baş edilemez olmuştu. Bugün Sevgi’nin üzerinde bir tuhaflık vardı. Bu tuhaflığı neye yoracağını kestiremiyor, anlam veremediği bu duygu içini daraltıyordu... Kapının tıklamasıyla düşüncelerinden sıyrıldı, kapıya yöneldi. Hüsran olamazdı, o kapıyı neden çalsındı ki? Adam, Sevgi’yi görür görmez anladı! Bulmuştu işte! Yüreğindeki o soğuk, bir anda bir fırtınaya dönüştü, oradan bakışlarına vurdu, gözleri parladı. “Merhaba, küçük hanım...” dedi, gülümseyerek. Sevgi de gülümsemeye çalıştı. “Merhaba...” “Tanrı misafiri kabul edersiniz herhalde?..” Tabii kabul edecekti, adı üstünde Tanrı misafiriydi, kapıdan çevirecek değildi ya! Kapıyı iyice açtı, adamı içeri buyur etti. “Havalar da iyice serinledi,” dedi adam, ovuşturduğu ellerini sobaya doğru tutarken. “Bayağı da yorulmuşum...” Sevgi ses etmedi. İçine garip bir duygu yerleşivermişti birden. “Hüsran da neredeyse gelir...” dedi sonra, cılız, titrek bir sesle. Sesine kendi de şaştı. Ne oluyordu? Bu tedirginlik neyin nesiydi? Allah Allah!.. Altı üstü, adamın da dediği gibi, bir Tanrı misafiriydi gelen. Gelip de sobanın başına koşan, üşümüş bedenini ısıtmaya çalışan. Olacak şey miydi şimdi şu düşündükleri? Ne vardı, ne olmuştu ki? Başını iki yana salladı belli belirsiz. “Hüsran?!.” “Yakacak tedarik etmeye çıkmıştı, biliyorsunuz işte, odun, çalı çırpı filan.” “Haa!..” dedi adam. Demek birlikte yaşadığı adamın adı buydu! “O zaman ben sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim...” Gördün mü bak, diye içinden geçirdi Sevgi, surat yaparak adamcağızı incittin. Dağ başında kalmış bir insana şu sobayı çok gördün. Hora geçirmedin. “Yoo, olmaz, bırakmam... Karnınız da açtır sizin...” “Yok, değil,” dedi adam. “Ben izninizle...” “Bir tas sıcak çorba içmeden hiçbir yere gidemezsiniz,” diye üsteledi Sevgi. Hemen yere bir örtü yaydı, tahta sofrayı üstüne yerleştirdi, bir perdeyle odadan ayrılmış bölmeye koştu, çabucak da bir tasla döndü. Sobanın üstündeki tencereden aldığı iki kepçe çorbayı içine doldurup kaşla göz arasında sofranın üzerine koydu. “Buyrun, afiyetle için!” Adam çorbasını yavaş yavaş kaşıklarken, kalkıp gitmek istermiş gibi yapmasının ne denli yerinde bir davranış olduğunu düşündü. Kız hemencecik de üzülmüş, kalması için kendine yalvar yakar olmuştu. Ee, dedi, bunun başka türlü olmasını da beklememişti zaten. Çorbası bitmiş, Hüsran denen o adam hâlâ gelmemişti. Daha ne kadar süre ısınıyormuş gibi yapacaktı böyle bu sobanın başında!.. Gelseydi de, o da tamamen emin olsaydı iyi olacaktı artık... Gerçi emindi, ayakları onu alıp kendiliklerinden buraya getirmişti ama yine de... Usulca büzüldü oturduğu köşede, uyuyacakmış gibi kıvrıldı. Tam o esnada kapı açıldı, içeriye temiz bir serinlik doldu. Sevgi yüzünde güller açaraktan hemen Hüsran’ın yanına koştu, onu karşıladı. “Hoş geldin yiğidim!” “Hoş bulduk,” dedi Hüsran, derken gözü içerdeki yabancıya takıldı. “Yeşil gözlüm,” diye kulağına eğilip fısıldayarak tamamladı lafının gerisini. “İçerde bir Tanrı misafirimiz var,” dedi Sevgi. “Hele sen gir içeri, geç sobanın karşısına, ben de sana hemencecik bir çorba getireyim.” Adamın yüzü, onların daha bu ilk görüşmelerinde karardı, içinde kıskançlık uç vermeye başlamıştı bile. Bozuntuya vermemeye çabalayarak, yüzüne hafiften gülümseyen maskesini takıverdi. Demek, sezgileri doğruydu! Öyle olmasa bunların birbirleriyle böyle sevgiyle, saygıyla konuşmaları ne mümkündü!.. Onun bulunduğu yerde ot bitmez, tomurcuk açmazdı... Sevgiler o saat tükenir, mutluluklar körelirdi. Bir de şunlara bakındı hele!.. Hüsran gelip adamın karşısına oturdu, halini hatırını sordu. Adam pek konuşkan değil, diye düşündü, üstünde durmadı, Sevgi’nin getirdiği çorbasını içmeye koyuldu. Onun da üstüne bir tedirginlik çöküvermişti. Adamın bakışları bir tuhaftı... Nasıl anlatmalıydı? O donuk bakışların arkasında başka bir şey vardı... Gizli, açığa çıkmasının istenmediği bir şey... Sonra vazgeçti bu düşüncelerinden, azıcık da kendisine kızdı. Bir konuk hakkında ne biçim düşünüyordu... Kısa süreli, zorlama olduğu her halinden anlaşılan bir hoşbeşten sonra adam müsaade isteyip ayaklandı. Gitmesi gerekti! Bir an evvel terk etmeliydi burayı! Şurada, sevgiyle çarpan şu iki yüreğin tıpırtısını duymak onu çıldırtabilirdi! Evet, duyuyordu onları, hem de ta iliklerinde... Dayanamayacaktı artık! Adam çıkmadan önce, kapının eşiğinde durup öyle bir baktı ki, hem Sevgi’nin hem de Hüsran’ın yüreği titredi. Sonra hızlı adımlarla karıştı gitti akşamın ıslak karanlığına. ..... Neden, neden, neden?.. Adam bu soruyu kendi kendine sorup duruyor, her soruşunda sinirden soluğu tıkanıyordu. Neden onlara bir etkisi olmuyordu ve neden onların yürekleri de diğerlerininki gibi o anda öfkeye batmıyor, birbirlerine bakan gözleri kin kusmuyordu? Nedendi? Nasıl oluyordu? Sorusuna yanıt bulamıyor, bulamadıkça iyiden iyiye delleniyordu. Ama biliyordu... Hep O’nun başının altından çıkıyordu... O yüzündeki gülücük sahte, gözlerindeki ışıklar sahte karının başının altından... Solduracaktı o sevgiyi... İçindeki kızgınlık öyle bir hal almış, öyle bir hal almıştı ki, kendine hâkim olmasa hemen şu anda çat diye ta orta yerinden çatlar, un ufak olabilirdi. O kızıp köpürdükçe gök iyice kararıp bozarıyor, inceden inceye yağan yağmur azıyor, rüzgâr uğultularla ağaçları yerlere dek eğiyor, onları inildetiyordu. Adam şimdi, bir yandan garip sesler çıkararak bağırıyor, lânetler okuyor, bir yandan saçını başını çekiştiriyordu. Bağırtıları dalga dalga göğe yükseliyor, dağları, ovaları aşıp, duyan her türlü canlıyı birbirine düşürüyordu. Adam bunu hissediyor, hissettikçe sesi daha bir ürkünç, daha bir kötülükçül çıkıyordu. Artık sadece bağırmıyor, hem hırıltılarla karışık gülüyor, hem acı acı uluyordu... Sesin eriştiği bir kedi yattığı yerde birden kulaklarını dikti, tısladı, onu şimdiye dek hep el üstünde tutmuş, hiçbir vakit yiyeceğini aksatmamış yaşlı sahibesinin kendisini sevmekte olan elini cırnaklayıp kanlar içinde bıraktı, sonra kaçıp girdiği kanepenin altından vahşi vahşi baktı. Hırsızlık için girdiği evden sessizce çıkmak üzere olan hırsız durdu, geri döndü, ben ne yapıyorum bile demedi, paldır küldür daldı evin yatak odasına, başladı elindeki bıçağı yorganın altındaki o iki bedene rastgele saplamaya... Sapladıkça keyifleniyor, keyiflendikçe habire daha büyük bir arzuyla saplıyordu. Adam nihayet sustu. Beynini teslim alan öfkesi bir nebze olsun yatışmıştı. Şimdi sızlanmak vakti değildi... Şimdi oturup düşünmeli, o aşkı yerle bir etmenin yolunu bulmalıydı. Yoksa böyle bağırıp çağırmakla hiçbir şey elde edemezdi. Olsa olsa bir-iki mendeburu etkileyebilirdi. Ama bu onun dişinin kovuğuna bile gitmezdi. Dünyadaki bütün umutları, beklentileri; bütün arkadaşlık ve dostlukları; sonra, evet sonra da sevgiyle ilişiği olan herbir şeyi dumura uğratmalı ve en nihayetinde de sevginin kendisinin köküne kibrit suyu dökmeliydi...[/B] [/QUOTE]
Alıntıları ekle...
İsim
Spam kontrolü
En iyi yönetim şekli?
Cevapla
Forumlar
Yaşam...
Hikayeler / Efsaneler
Sevginin Gözyaşları
Top