Sen ve o

yesim434

Hırçın Karadeniz Kızı Biricik Yeşim
AdminE
Bu Ayın Lideri
Gözleri o kadar iriydi ki aynı anda birçok mevsimi gözbebeklerinde taşıyabilirdi ama o gün, durgun ve sade bir sesle bana hiç unutamayacağım cümleleri söylerken ben onun gözlerinde mevsimini yitirmiş bir alacakaranlıkla, o alacakaranlıkta koşan siyah ceylanlar gördüm.

- Bir kadın çok sevdiği birini içinde öldürmek istediğinde iki şey yapabilir, demişti, ya intihar eder ya da başka bir erkeğe gider... İkisinde de kadın ölür, hangisini seçerse seçsin o erkeği öldürebilmek için kendisine zarar vermek zorundadır. O erkek onun o kadar derinine yerleşmiştir ki, kendisine zarar vermeden ona ulaşıp, onu öldüremez.

Cümleler bittiğinde gece ve ceylanlar kayboldu, mevsimler belirdi yeniden ve bir gülümseme.

Niye bir kadın çok sevdiği bir erkeği içinde öldürmek isterdi acaba?

Bulduğum her cevap bir başka soru sordurdu bana.

Bir kadın sevdiği erkeği öldürmek isterdi bazen çünkü bir kadına dayanamayacağı kadar ağır bir acıyı ancak sevdiği erkek yaşatabilirdi.

Ama niye sevgi böyle bir yokoluşa ya da yokedişe yol açacak bir acı yaratıyordu.

Sevgi insanı acıdan koruyamıyor muydu?

Bazı sevgiler koruyordu belki ama bazen o sevgi bir kuşkuyla, bir güvensizlikle, öfkelendirici bir aldırmazlıkla yaralandığında, bu yara ne kadar küçük olursa olsun, oradan acı sızmaya başlıyor, içeri sızan her damla acıyla o yara büyüyor ve yeni acıların girebilmesi için sevginin kırılgan kabuğunda daha büyük çatlaklar yaratıyordu.

Sanki sevgi sonsuz bir acıyla kuşatılmış gibiydi.

İlk yara oluşana kadar inanılmaz güçlüydü, her türlü acıya karşı dayanıklıydı, hayatın bütün kederini ve zorluklarını dışarıda tutabiliyordu.

Ama o ilk yara açıldıktan sonra, o sevgi ne kadar büyükse o kadar dayanıksız oluyordu.

Büyük kırılganlığı sevginin büyüklüğü yaratıyordu.

Sevginin içi acıyla doluyordu.

Onları birbirinden ayırmak neredeyse imkansızlaşıyordu.

Bir zaman, belki o eski günlere, bütün acılara karşı dayanıklı olan o sevginin yaşandığı günlere yeniden dönebilirim diye bekliyordu.

Sonunda dönemeyeceğine karar veriyordu.

Bundan kurtulabilmek için sevgiyi, erkeği ve kendisini öldürmek zorundaydı.

Ve bu zor işti.

Öldürmek bile yeterli değildi.

Bir sevgi acı vermeye başladığında, dokuz başlı masal ejderhalarına dönüyor,her yanından zehir ve ateş püskürüyordu.

Bir vuruşta onu öldürmek mümkün olmuyordu.

Önce onu parçalamak, kurtulma isteğiyle bilenmiş öfkenin keskin kılıcıyla, ateş fışkırtan ejderhayı budamak gerekiyordu.

Ve parçalamaya başlıyordu insan.

Sevgi parçalanıyordu, acı parçalanıyordu, erkek parçalanıyordu, kadın parçalanıyordu.

Kılıcın her vuruşunda ümit veren bir ferahlama yaşanıyor ama ilerde bir aşkı parçalamanın hesabını soracak gizli bir keder de derinlere pençelerini geçiriyordu.

O lekesiz günlerin, neşeli sabahların, ortak ve mahrem şakaların her an biraz daha uzaklaştığı hissediyordun, uzaklaşmanın getirdiği rahatlamayla birlikte bir daha dönüşü olamayacağını bildiğin unutuşa yaklaşmanın sarsıcı hüznü insanı kuşatıyordu.

En çok yaşamak istediğinden en hızlı adımlarla kaçıyordun.

Ejderha yavaş yavaş ölüyor, aşk ve acı küçük parçalara bölünerek azalıyordu.

İçinde bir boşluk doğuyor, oraya bir başka sevgiyi yerleştirmeye hazırlanıyordun.

Terk edilmeye hazırlanılan bildik bir evi andırıyordu ruhun.

Tanıdık bütün eşyalar beyaz örtülere sarılıyor, perdeler indiriliyor, sesler mahzun bir uğultuyla boşlukta yankılanıyordu.

Biraz sonra bu evden çıkıp gideceğini biliyordun.

Sana acı çektirmiş ama seni çok da sevindirmiş bir evi terk ediyordun.

Son anları belki de en hüzünlü olanlarıydı.

Üstleri örtülmüş ama altlarında ne olduğu hala bilinen parçalar darmadağınık duruyordu.

Kurtuluyordun.

Kurtulmanın bütün kederini hissederek...

Ve gözbebeklerinden, ne zaman bunlardan söz etsen bir alacakaranlıkta koşan siyah ceylanlar geçeceğini biliyordun.

Siyah ceylanlar koşuyordu.


Ahmet Altan.
 

Top