Psikolojide Teoriler

Suskun

V.I.P
V.I.P
Psikolojide Teoriler


BTr4H.gif

Adams'ın Denklik Teorisi
Motivasyon konusunda ortaya atılan süreç teorilerinden (process theories) olan Adams'ın (1963) teorisi (Adams Equity Theory) Festinger'den hareketle üretilen denge teorilerine dayanmaktadır. Burada, bireyin belirli bir davranışı yapması için, psikolojik gerilim durumunu giderme eğilimi esas alınır. Adams'a göre bireyler, genel olarak bir denklik durumu ararlar, daha açıkçası, örgüt içinde takas ilişkilerinde diğerleriyle karşılaştırıldığında adil ya da hakkaniyetli bir muamele gördükleri duygusu taşımaları önemlidir. Bu açıdan girdi-çıktı hesabı yaparlar.

Girdiler, bireyin örgüte katkılarıdır (formasyonu, verimi, ustalığı, vb.), çıktılar ise örgütün ona verdikleridir (ücret, prim, mesleğinde ilerleme, saygınlık, vb.). Adams'ın teorisinde girdi-çıktı oranının dengeli olduğu durumda, bireyin harekete geçme yönünde güdülü olmadığı, dengesizlik durumunda ise hareket için motivasyona sahip olduğu varsayılmaktadır.

Adams'ın teorisi, çoğu kez endüstriyel alanda örgütlerde uygulanmakla birlikte, tüm takas durumlarına uygulanmaya uygun genel bir teori olarak değerlendirilmektedir. Takas teorilerinin genellikle iddia ettiği gibi, öğretmen ve Öğrenci, kadın ve erkek, ana-baba ve çocuk, iki arkadaş söz konusu olduğunda bile, kişiler arası ilişkilerde verilenler ile alınanlar, kayıplar ve kazançlar arasında bir kıyaslama yapılmaktadır.

Adams denksizliğin (az veya çok ödüllendirilme gibi) rahatsızlık verici bir duygu meydana getirdiğini, Festinger anlamında bir tür bilişsel gerilim yarattığını ve denkliği oluşturma yönünde tepkilere (katkılarını artırmak veya azaltmak, kazançlarını artırmaya çalışmak, bilişsel çarpıtmalara, yanlılıklara girerek değerlendirmelerini değiştirmek, kıyas çerçevesini değiştirmek, vb.) ya da yol açtığını öne sürmektedir.

Alan teorisi (fıeld teory), sosyal psikolojinin önemli figürlerinden biri olan Kurt Lewin tarafından ortaya atılmıştır. Lewin, fiziksel alan kavramını (manyetik alan, çekim alanı, vb.), psikolojiye taşıyarak, birbiriyle karşılıklı bağımlı olan ve dinamik bir sistem oluşturan psişik süreçler bütününü ifade eden psikolojik alan kavramını geliştirmiştir. Psikolojik alan, belirli bir anda belirli bir birey veya grup için söz konusudur ve bu birey veya grubun davranışlarını etkileyen temel dinamiktir. Psikolojik alanın öğeleri, yaşam alanı, çevre ve kişi olarak ayırdedilebilir.


BTr4H.gif

Alan Teorisi
Alan teorisi, dar anlamda bir teori olmaktan ziyade, geştaltçı bir perspektiften, nedensel ilişkilerin analizine ve teorik kavramların ve hipotezlerin oluşturulmasına uygun bir yöntemdir. Yaşam alanı ile davranışı etkileyen güçler (gerilimler, değerler, enerji, vb.) karşılıklı bağımlılık içinde bulunurlar. Birey veya grup, birbiriyle karşılıklı etkileşen bu öğelerin dinamik bir bütünüdür.


BTr4H.gif

Alderfer Motivasyon Teorisi
Bu teori, motivasyon konusunda ortaya atılan içerik teorilerinden biridir. Motivasyonu, ihtiyaçlara sıkıdan bağlı gören Alderfer (1969), üç grup ihtiyaç ayırdeder: Varoluşsal ihtiyaçlar (maddi ve fizyolojik plandaki temel ihtiyaçlar; beslenme, ücret, iş koşullan, vb. tarafından doyurulan ihtiyaçlar); sosyallik ihtiyaçları (anlamlı sosyal ilişkiler kurulmasıyla doyurulan ihtiyaçlar; sosyal onay ve saygınlık ihtiyacı, vb.); gelişme ihtiyaçları (bireyin potansiyelini gerçekleştirmesiyle ilgili ihtiyaçlar). Tüm ihtiyaçlar aynı bir çizgi (continuum) üzerinde

yer alırlar. Söz konusu ihtiyaçlar arasında katı bir hiyerarşik düzen yoktur; bireyler, ihtiyaç kategorileri arasında ileri veya geriye giderek enerjilerini çeşitli ihtiyaçların doyurulması yönünde kullanabilir.


BTr4H.gif

Aşılama Teorisi
Tutum değişimi ve propaganda alanında McGuire (1964) tarafından ortaya atılan bir teoridir. Tek yönlü iletişime kıyasla, çift yönlü iletişimin daha etkili olduğu yönündeki araştırma sonuçlarına dayanan bu teori, hastalıklara karşı insan vücudunun direncini artırmak için bir miktar zayıflatılmış mikrop zerk etmenin yararlı olduğu şeklindeki biyolojik bir olgudan yola çıkmaktadır.

1950'lerde Kore'de esir düşen Amerikan askerlerine uygulanan beyin yıkama tekniklerinin etkililiğini gözleyen McGuire, insanları propaganda amaçlı iknaya karşı daha dirençli kılmanın yollarını araştırmıştır. McGuire, ikna amaçlı mesajlara karşı iki savunma tarzı ayırtetmiştir:

Bunlardan birincisi, kişinin önceki görüşlerinin yeni argümanlarla desteklenmesine dayalı destekleyici savunmadır (supportive defense). İkincisi ise kişiye, karşı görüşün (kolayca başa çıkılabilecek ölçü veya nitelikteki) argümanlarının verilmesine dayanan aşılama yoluyla savunmadır (inoculation defense).

Burada propagandaya hedef bireyleri, aykırı görüşlere karşı aşılamanın mümkün olduğu inancıyla, yukarda değinilen biyolojik olgu, psiko-sosyal alana aktarılmaktadır. Buna göre bir miktar karşı propaganda, alıcı bireyi, daha sonra maruz kalabileceği karşıt etkilere bağışık kılacaktır.


BTr4H.gif

Bağlanma Teorisi
Kişiler arası çekim ve ilişkilerin dinamiği konusunda ortaya atılan teorilerden biri olan bağlanma teorisi (attachment theory), anneye veya rahatlatıcı bir başka figüre bağlanmanın, çocuğun yaşamını sürdürmesinde önemli bir işlevi olduğunu savunmaktadır. Bu yaklaşımdaki sosyal psikologlara göre (Bowlby, Ainsworth, vb.), bazı kişilerle sıcak-yakın ilişki ihtiyacı, insan doğasının temel bir boyutudur. Zira, hem insan, hem de primatlarda gözlenen bağlanma ihtiyacı, yeni doğmuş çocuğu çevresel tehlikelerden korumaya yönelik bio-sosyal bir süreçtir.

Anne-çocuk ilişkisinde yaygın inanç, annenin çocuğuna karşı özverili, dikkatli, her an yardıma koşmaya hazır olduğu şeklindedir. Ancak Ainsworth ve ark. (1978), çocuk-anne ilişkisinde arasında üç farklı bağlanma stili ve dolayısıyla üç farklı ilişki tipi ayırtetmişlerdir:

Birinci tip, yaygın inanca uygundur, çocuk, annesini çevreyle ilişkisinde güven verici bir dayanak olarak kullanmaktadır ve 'güvenli çocuk' tipini yansıtmaktadır. İkinci tipte, anne mesafeli durmakta, çocuğun kendine yaklaşma çabalarını reddetmekte ve bunun sonucunda 'kaçınan çocuk' tipi belirmektedir. Üçüncü tipte anne, çocuğun isteklerine cevap vermede geç kalmakta veya belirsiz/istikrarsız tepkiler göstermekte ve bunun sonucunda, 'kaygılı çocuk' tipi ortaya çıkmaktadır.


BTr4H.gif

Beliren Norm Teorisi
Beliren norm teorisi (emergent norm theory), kolektif davranışların açıklanmasını konu almaktadır. Le Bön tarafından sosyal bulaşma ve kolektif histeri terimleriyle açıklanan kitle psikolojisinde önemli bir adım sayılabilecek bu yaklaşım Turner ve Killian (1957) tarafından geliştirilmiştir.

Bu teoriye göre, kitlelerin homojenliği iddiası bir illüzyondur; kitleler, roller ve rol ilişkileri etrafında yapılanmıştır. Kolektif ruh veya grup ruhu denilen bir şeyin varlığı tartışmalıdır. Kitlenin hareketini yöneten birtakım özgül ilkeler vardır. Kitle düzeyinde düzenlilikler görülmektedir ve bazı genellemeler yapılabilir. Kitlenin davranışlarında salt duygusallık veya akıldışılık egemen değildir.

Kitlede bir tek biçimlilik ve dolayısıyla güdülerde benzerlik olduğunu varsayan yaklaşımların aksine, burada, kitle içinde farklı kişiler ve güdüler bulunduğu öne sürülür; örneğin bir doğal afet veya felaket durumunda oluşan kitle içinde, beş grup insan ayırtedilebilir: Felaketle doğrudan ilgili olanlar (angajman düzeyi yüksek), olaydan dolaylı olarak etkilenen kaygılı kişiler (bölgede yakınları olanlar, komşular), yardımcılar / gönüllüler, seyirciler/meraklılar ve nihayet fırsatçılar (çıkar güdenler).


BTr4H.gif

Bilişsel Çelişki Teorisi
1950'li yıllarda Festinger (1957) tarafından geliştirilen bu teori, bilişsel harmoniyi konu almaktadır ve insanların, bilişsel planda çelişki yaratan biliş, duygu ve davranışlardan kaçındıklarını, biliş öğeleri arasında bir tutarlılık oluşturmaya ve mevcut tutarlılığı korumaya çaba harcadıklarını ön görmektedir.

Bilişsel çelişki, günlük hayatımızda oldukça sık karşılaştığımız bir olgudur. Davranışlarımız, çoğu kez bir şekilde davranmamızı ve bir başka şekilde davranmamamızı gerektiren bir takım dış talep, emir veya zorlamalara bağlıdır. Oysa, genelde düşünce ve kanaatlerimize göre davrandığımıza, kendimizle tutarlı olduğumuza inanırız.

Davranışlarımız, hareketlerimiz, eylemlerimiz ile tutumlarımız, görüşlerimiz, ideolojimiz arasında bir tutarlılık ararız. Bu nedenledir ki, genellikle bir mesleği seçenler, meslekleri hakkında olumlu görüş taşırlar; bir kurum veya iş yerindeki mevkimiz ile iş yerimiz hakkındaki görüşümüz arasında bir ilişki vardır, örneğin hiyerarşik konumumuz yükseldikçe, nispeten daha olumlu düşünürüz ("Taç giyen baş akıllanır" sözü, bu çerçevede değerlendirilebilir).

Tutarlılık teorisyenlerine göre bilişsel öğelerin çelişkisi, insanların kaçındığı, istemediği bir durumdur. Dolayısıyla, insanın temel eğilimi bilişsel tutarlılığı olabildiğince sağlamak ve korumaktır. Tutarsızlık, bilişsel öğelerin birinde veya diğerinde değişimi güdüleyen bir nitelik taşımaktadır.

Bu temel görüşler, denge, uygunluk ve bilişsel çelişki terimleriyle anılan çeşitli tutarlılık teorilerinde az çok ortak olan bir kuramsal çerçeve oluşturmaktadır. Bilişsel çelişki teorisi, kognitif çelişkiye bir motivasyon gücü atfederek onu bir güdü, bir gerilim durumu olarak görmektedir: Bu güdü, insanları, çelişkiyi azaltma, indirgeme yönünde davranışlara itmektedir.

Çelişkinin azaltılması çeşitli yollardan sağlanmaktadır. Bunun için ilk yol, çelişen öğe sayısını azaltmak veya uyuşan öğe sayısını artırmaktır. İkinci yol, uyuşan öğelerin önemini artırırken çelişen öğelerinkini azaltmaktır. Üçüncü yol, bu iki yolu birlikte kullanmak olabilir. Çelişkiyi azaltmanın yollarından hangisinin seçileceği sorunu, çeşitli etmenlere bağlıdır.

Her şeyden önce bireyin realist tutumu ve çevreye başarılı bir uyum, gerçeklik hakkında doğru bir şekilde değerlendirme yapmayı gerektirmektedir. Herhangi bir bilişsel öğe, gerçekliğin doğru bir yansıması olduğunda, gerçekliği değiştirmeksizin, bu gerçekliğe tekabül eden bilişsel öğeyi değiştirmek zorlaşmaktadır.

Ancak, diğer pek çok teorisyen gibi, Festinger de fiziksel ve sosyal gerçeklikleri ayırtetmektedir. Bu ayrım, emprik yollarla tahkik edilebilen veya sosyal uzlaşmalara dayanan gerçeklikler şeklinde de ifade edilebilir. Bu açıdan bakılırsa, çelişkinin kaynağı olan davranışların değiştirilmesi zor veya kolay olabilmektedir. Çelişkiye yol açan bilişsel Öğeler, bireyin davranışıyla ilgiliyse, bilişsel tutarlılık, davranışların değiştirilmesi yoluyla gerçekleştirilmektedir.

Çelişkinin kaynağı dış dünya ise, bilişsel öğeyi değiştirmek için dış dünyayı değiştirmek gerekmektedir. Ancak, fiziksel gerçeklik söz konusu olduğunda bu, genellikle imkansızdır; dolayısıyla fiziksel gerçekliğe tekabül eden bilişsel öğe de, değişmeye karşı direnecektir.

Bu durumda, çelişkiyi azaltmak, diğer öğeler üzerinde oynamayı gerektirmektedir. Fakat fiziksel gerçeklik yerine, sosyal gerçeklik söz konusu olduğunda, örneğin çelişki, bireyin bağlandığı, örnek aldığı, özdeşleştiği kişilerin konsensüsünden ileri geliyorsa, bu konsensüsün değiştirilmesine çalışılabilir ya da bu kişi veya gruplar terk edilebilir.

Çelişkiyi azaltma yolları, aktif veya pasif bir tutum gerektirmesine göre farklılaştırılabilir. Çelişkiyi indirgemek için bireyler, pasif bir tutumla mevcut bilişsel öğeleri değiştiremez veya yenilerini ekleyemezlerse, tutarlılığı destekleyen ve bilişsel sonuçları olan davranışlara yönelmektedir. Yeni enformasyon arayışı, bu tür davranışların bir örneğidir.

Öte yandan çelişkiyi azaltma biçimleri, çelişki olgusunun özelliğine bağlı olabilir, bilişsel çelişki, bir kararın, bir girişimin, bir çabanın, bir emrivaki durumunun, grup etkileşiminin, diğerlerinin önünde kanaatlerinin aksi bir davranışta bulunmanın sonucunda oluşabilir.

Nihayet, bilişsel çelişki teorisi, insanların davranışlarını değiştirmek için, Öncelikle tutumlarının değiştirilmesini gerekli sayan yaygın görüşün aksine, insanların tutumlarını değiştirmenin yolunun, davranışlarını değiştirmekten geçtiğini ortaya koymaktadır. Bu anlamda bilişsel çelişki teorisi, 'bilincin sosyal gerçekliği değil, sosyal gerçekliğin bilinci belirlediği' tezini sınıf bilinci (proleter bilinci) oluşumunun temeline koyan Marksist yaklaşımla paralellik göstermektedir.

BTr4H.gif

Bilişsel Teori
Psikolojide bilişsel teori, davranışların açıklanmasında düşünce, beklenti, tutum, şema, prototip, temsil, atıf ve benzeri içsel süreçleri temel alan teorik bir perspektiftir. Bu yaklaşımın temel anlayışına göre insanlar çevrelerinde karşılaştıkları uyaranların algılanmasında ve yorumlanmasında aktiftirler.

Bu başlık altında, birbirinden az çok farklı çeşitli model ve yaklaşımlar yer almaktadır. Bunlar arasında en önemlileri geştalt teori, fenomenoloji, alan teorisi, bilgi-işlem teorisi olarak belirtilebilir.

Bilişsel yaklaşım, bireylerin benzer uyaranlar karşısında farklı tepkilerini anlamamızı sağlamaktadır. Örneğin bir sınavdan aynı notu alan iki öğrenciden birinin hoşnut olması, diğerinin olmaması, notu veya uyaranın objektif özelliklerini dikkate alan yaklaşımlara göre anlaşılmaz bir tepki gibi görünmektedir; ancak bu olgu, sınav notunun bireyler tarafından algılanmasını ve sınavın bireyler için anlamını öne çıkaran bilişsel yaklaşım çerçevesinde rahatlıkla açıklanabilmektedir.


BTr4H.gif

Bilişsel Tutarlılık Teorileri
Bilişsel tutarlılık (cognitive consistency) teorileri, bireylerin bilgileri, inançları, duyguları ve eylemleri arasında bir tutarlılık sağlama eğiliminde oldukları sayıltısından hareket eden teorilerdir. Bilişsel öğeler (inanç, değer, tutum veya davranışın bilişsel temsilleri) arasındaki tutarlılık, hem bireyin kendisi, hem de bireyler arası davranışlar arasındaki ilişkiler için söz konusu edilmektedir.

Genel olarak bu teoriler tutarlılığın istenen bir durum olduğunu ve tutarsızlığın, bilişsel öğelerin birinde veya diğerindeki değişimi güdülediğini varsaymaktadır. Literatürde çok sayıda bilişsel tutarlılık teorisi bulunmakla birlikte, bunlar arasında en önemlileri 'denge teorisi' (balance theory; Heider, 1958), 'uygunluk teorisi' (congruity theory, Osgood ve Tannenbaum, 1955) ve 'bilişsel çelişki teorisi' (cognitive dissonance theory; Festinger, 1957) şeklinde belirtilebilir.


BTr4H.gif

Denge Teorisi
Sosyal psikoloji literatüründe ilk tutarlılık teorileri arasında anılan ve Heider (1946, 1958) tarafından geliştirilen bu teoriye göre insanlar, diğerleriyle ilişkilerinde bilişlerinde ve duygularında dengeyi ararlar.

Kişiler arası algıyı konu alan denge teorisi, fenomenolojik bir perspektiften, yani algılayan kişi açısından zihinsel öğeler arasındaki dengeli ve dengesiz durumları ortaya koymaktadır.

Teoride özellikle kişinin (k), diğer bir kişi (d) ve bir tutum objesi (o) arasındaki ilişkilerin olumlu (+) veya olumsuz (-) oluşlarına göre denge durumları irdelenmektedir. Örneğin birbirini seven iki arkadaş aynı bir tutum objesi hakkında olumlu tutuma sahipse (+ + +) veya olumsuz bir tutum taşıyorsa (+ - -) dengeli bir durum; biri olumlu diğeri olumsuz tutuma sahipse (++-) dengesiz bir durum söz konusudur.


BTr4H.gif

Dil Edimleri Teorisi

Dil filozofu J. L. Austin tarafından ortaya atılan bu teori, sosyal bilimler literatüründe 'lengüistik dönemeç' olarak adlandırılan önemli bir kilometre taşı olmuştur. Austin'in ölümünden sonra yayınlanan (1962) 'How to do things with words' adlı kitabı, dil felsefesinde de önemli bir kitap olarak kabul edilmektedir. Austin, dildeki bazı ifadelerin özelliğine dikkati çekmekte ve iki tür ifade ayırdetmektedir: Saptayıcı ve performatif ifadeler.

Birincisi doğru veya yanlış olarak değerlendirilebilen çeşitli betimsel ifadeleri kapsar. Örneğin 'dünya yuvarlaktır' veya 'dünya düzdür' veya 'kapı kapalı' gibi. İkinciler ise hiçbir özel enformasyon taşımayan, 'sana saatin kaç olduğunu soruyorum' veya 'kapıyı kapatmanı emrediyorum' gibi ifadelerdir.

Performatif ifadelerin bir kısmı bu örneklere kıyasla daha belirsizdir, durumun/ bağlamın dikkate alınmasını gerektirirler; örneğin bir yönetim kurulu toplantısında başkanın 'toplantı başladı' sözü performatif iken bu ifadeyi bir dış gözlemcinin toplantı hakkında söylemesi saptayıcıdır.

Austin her ifadenin arkasındaki edim türünün (üç farklı tip) dikkate alınması gerektiğini vurgular.

Performatİf ifadeler, enformasyon iletmez, bir şeyin durumunu betimlemez, fakat bir dil edimi (örneğin vaadde bulunma, isteme veya emretme edimi) gerçekleştirirler. Ancak tüm ifadeler, saptayıcı da olsalar, ifade edildikleri durumda dikkate alınırlarsa daima bir edim değeri taşırlar. Örneğin 'kapı kapalı' ifadesi, duruma göre, zımni olarak bir talep ('bana kapıyı açar mısın?'), öneri ('Burada yalnızız, ciddi olarak konuşalım') veya ikaz (beni rahatsız etmemen için uyarıyorum') değeri taşıyabilir.

Austin'in teorisi, dilin pozitivist analizinin eleştirisine bir katkı sayılmıştır. Zira bu teoriye göre pek çok cümle dil edimleri oluşturabilir; yanlış veya doğru olmaksızın bir işlev görebilir, söylemde bir anlam tipi araştırmayı başlatır; bu anlam, söylemin dediğiyle değil, yaptırttığıyla ilgilidir; bu, dilin pragmatik boyutudur.

Austin'in dil edimleri teorisi, daha sonra öğrencisi Searle tarafından geliştirilmiştir. Bazı yazarlar, dil edimleri teorisini, dil sosyal psikolojisinin temellerinden biri saymaktadır. Chabrol'un deyişiyle, "Dil sosyal psikolojisi, iletişimlerin incelenmesi ile etkileşimsel bir eylem teorisini birbirine eklemlemek suretiyle, sosyal gerçekliği oluşturan günlük etkileşimleri üreten ve yorumlayan sosyal aktörlerin iletişim kompetansının altında yatan bilişsel, dilsel ve sosyal ilkeleri, kuralları, prosedürleri, uzlaşmaları, normları ve stratejileri irdelemeyi konu alır".


BTr4H.gif

Dilsel Uyum Teorisi
Dilsel uyum teorisi (Giles ve ark. 1973, 1987), dil davranışlarının farklılığını, bireylerin etnokültürel özellikleri farklı gruplara aidiyetine göre açıklayan teoridir. Buna göre bireyler grubun dilsel özelliklerine uyum (accommodation) gösterirler.

Dil konusuna eğilen araştırmacılar, genellikle, dil sorunlarını kişiler arası iletişim olguları çerçevesinde ele almaktadır. Ancak gerçeklikte kişiler arası iletişim, özellikle çok kültürlü toplumlarda, kültürler arası veya gruplar arası (hatta aynı bir grup içindeki alt-gruplar arası) iletişimle iç içe bulunmaktadır. Dil kullanımları, bu tür gruplara ve durumlara göre farklılaşmaktadır.

Dilin öğrenilmesi ve kullanımı belirli kodlara göre gerçekleşmektedir. Sosyal kimlik büyük ölçüde grup temeline oturduğundan grup aidiyeti, gruba özgü bir dil kodunun kullanımına yol açmaktadır. Uygun dil kodunun kullanımı, grupla özdeşleşmenin aracı olmaktadır.

Kodların bulunmaması halinde, farklı stratejiler izlenmekte, örneğin muhatabıyla aynı dili konuşmaya çalışma (dilsel birleşme), muhatabından farklı dil kullanmaya yönelme (dilsel ayrışma) veya dil tutumunu değiştirmeme gibi.

Dilsel uyum teorisi, bu stratejilerden birinin veya diğerinin seçimini, olumlu sosyal kimlik yaratma, yani olumlu bir imaj yansıtma motivasyonuna dayandırmaktadır. Örneğin muhatabına yakınlaşma, onunla olumlu bir ilişki kurma isteği, genel olarak birleşici stratejiye; buna karşılık muhatabına karşı duyulan düşmanlık, çatışma ve çelişki durumları, dilsel ayrışmaya veya en azından dilini korumaya yol açmaktadır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
BTr4H.gif

Engellenme-Saldırganlık
Psikanalizden esinlenen ve Dolard ve arkadaşları tarafından 1939'da ortaya atılan bu teorik yaklaşım (frustration-agression hypothesis), saldırgan davranışların temelinde bir engellenmenin bulunduğunu öne sürmektedir.

Teorinin bu ilk versiyonunda, araçsal saldırganlık değil, düşmanca saldırganlık söz konusudur. Bu yaklaşımdaki araştırmacılara göre, saldırganlık, engellenmenin şiddetiyle orantılıdır. Engellenmeye tolerans eşiği, engellenme yaşantılarının birikimine bağlı olarak azalır.

Öte yandan, saldırganlık dışa vurulup ifade edildiğinde, yani saldırgan bir davranış yapıldığında, katartik bir etki uyandırabilir ve yeni saldırganlık eğilimine ket vurulması, saldırganlığın bastırılması sonucunu doğurabilir. Nihayet engellenmenin nedeni olan hedef kişi ortada olmadığında, saldırganlık başka hedeflere (günah keçileri, vb.) doğru yöneltilir. Hedef değiştirme, engellenmenin şiddetinden, ket vurmanın gücünden, eski ve yeni hedefler arası benzerlikten etkilenir.

Engellenme - saldırganlık hipotezi, 1960'larda yeniden formüle edilmiştir (Berkowitz, 1962). Çağrışımcılık perspektifinden yapılan bu yeni versiyon, klasik şartlanma ilkelerine dayandırılmıştır. Buna göre, engellenme-saldırganlık zinciri bazı koşullarda geçerlidir.

Eğer engelleyici kişiyle, durumla veya nesnelerle ilgili bir takım dış işaretler yoksa, engellenen kişi saldırganlıktan başka davranışlar gösterebilir. Ayrıca tüm hedefler saldırgan davranışlar göstermeye uygun değildir, vb. Çağrışımcı model, daha sonraları tekrar ele alınarak geliştirilmiş ve engellenme ile saldırganlık arası nedensellik ilişkisi, başka faktörlerle (örneğin, engellenmenin niyetli olup olmaması, geçmiş yaşantılar, tarafların kişilikleri, sosyal kurallar) ilişkilendirilmiştir.

BTr4H.gif

Etiketleme Teorisi
Sembolik etkileşimcilik çerçevesinde gelişen etiketleme teorisi (labelling theory), Durkheim ve Simmel'den itibaren sosyal bilimlerin önemli bir sorunu olan ve anomi kavramı temelinde ele alınan 'sosyal normlardan sapma' konusundaki önemli yaklaşımlardan birisidir.

Durkheim'ın 'sosyal yoğunluk arttıkça, moral yoğunluk azalır' varsayımı, Chicago Ekolü'nün 'moral yoğunluğun parçalanması, suçluluk, marjinallik, sapkınlık, anomi, vb. modern sosyal patolojilere yol açar' görüşüyle devam etmiştir. Aynı doğrultuda 1960'larda sembolik etkileşimciler, temel tezi "toplum ve dışlananlar, etkileşim halindeki iki sistemdir' şeklinde ifade edilebilecek yeni bir bakış açısıyla ortaya çıkmışlar ve sosyal dışlanma biçimleri üzerinde yoğunlaşmışlardır.

Sembolik etkileşimcilere göre, toplum tarafından cezalandırılan sosyal olgular, sadece sapkınlık (delinquency) ve suçlar değildir. Toplum, yeni sapma (âeviance) kategorileri yaratarak nüfusun giderek daha büyük bir kısmına yaptırım uygulamaktadır. Toplumda, bir kurum veya grubun normlarının dışına taşan her davranış 'sapma' olarak nitelenmektedir.

G. H. Mead'in kariyer ve benlik kavramlarını alan sembolik etkileşimciler, sapmanın bir durum gibi değil, bir süreç olarak görülmesi gerektiğini ve belirli bir sorunun analizinde, normal veya sapan olsun, ilgili tüm aktörlerin algılarının dikkate alınması gerektiğini öne sürmüşlerdir.

Etiketleme teorisi çerçevesinde yapılan alan araştırmaları, Becker'in 1961'de direktörü olduğu 'Social Problems' dergisinde yayınlanmıştır. Bu yaklaşımın temel eserleri arasında Becker'in 'Outsiders'ı (1963), Goffman'ın 'Stigmate'i (1961), Matza'nın 'Delinguency and drift'i (1964), Cicourel'in "The Social Organisation of Juvenile Justice'ı (1968) sayılabilir.

Etiketleme teorisinin öne sürdüğü görüşler, sosyal psikolojide Mead'den kaynaklanan ve benlik kavramının şekillenmesinde diğerlerinin rolünü vurgulayan görüşlerle paralellik göstermektedir. Bir kişiye yapıştırılan etiketler, diğerlerinin bu kişi karşısındaki davranışlarını etkilemekte ve sonuçta, kişinin diğerleriyle etkileşimi, etiketin damgasını taşımaktadır. Pygmalion Etkisi veya kendini gerçekleştiren kehanet olgularının temelinde de bu mekanizma bulunmaktadır.


BTr4H.gif

Gerçek Çatışmalar Teorisi
Gerçek çatışmalar teorisi (realistle coflict theory), gruplar arası çatışmalar konusunda ortaya atılmış görüşlerden biridir. Muzaffer Şerif (1966) tarafından öne sürülen bu görüşe göre, önyargı ve ayrımcılığın temel nedenlerinden biri, sınırlı kaynakları elde etmek için girişilen mücadeledir.

İki grup arası ilişkilerin kalitesi, gerçek bir çıkar çatışmasının bulunup bulunmamasına bağlıdır. Kaynakların sınırlı olduğu bir bağlamda, gruplar arası rekabet iç grup yanlılığına yol açmaktadır.

İki grup arasında işbirliği olduğunda, gruplar arası algı ve davranışlar da olumlu olmaktadır; rekabet bulunduğunda ise dış gruba karşı olumsuz tutum ve davranışlar gelişmektedir. Şerifin 'Hırsızlar Mağarası' adıyla tanınan çalışmaları, ortak projeler yönünde işbirliğinin, gruplar arası ilişkilerin iyileşmesini sağladığını ortaya koymaktadır.

Sınırlı kaynaklara sahip olma yönündeki rekabet ne kadar büyükse, önyargılar, ayrımcılık ve düşmanlık da o kadar büyük olmaktadır. Ülkemizde köyler arasında mera paylaşımı yüzünden çıkan çatışmalar ve bunun doğurguları, gerçek çatışmalar teorisi çerçevesinde açıklanabilir.


BTr4H.gif

Geştalt Teorisi
Geştalt teorisi, bir eşya veya olayın anlamlandırılmasında, uyaran veya biçimlerin bütünsel algısını vurgulayan görüş olarak tanımlanabilir. Yüzyılın başlarında Almanya'da Wertheimer, Koffka ve Köhler tarafından geliştirilen bu teori, yüzyılın başında psikolojiye hakim olan 'psikofizik'e (algı, bellek ve benzeri psişik edimleri refleks, duyum ve imaj terimleriyle, yani basit biyolojik olgularla açıklayan yaklaşım) bir tepki olarak doğmuştur.

Psikoloji tarihinde Önemli bir yeri olan geştalt teorisine göre, tüm zihinsel edimlerde anlam, durumun bütününün algısından çıkar, eğer parçalara ayırarak, öğelere bölüp sonra toplayarak yaklaşılırsa, anlam gözden kaçar. Bütün parçalarının toplamından fazladır.

Bunun ilk örneklerinden biri XIX. yüzyıl sonunda Ehrenfels tarafından verilmiştir. Eğer bir melodiyi algılıyorsak ve tanıyorsak, bu, onu oluşturan notalardan her birini öğrenip bellekte tuttuğumuzdan değil, notalar arası harmoniyi, melodiyi veren yapıyı bellekte tuttuğumuzdandır.

Partisyonu bir başka tonaliteye naklederek notaları değiştirebiliriz, ama melodi aynı kalır. Melodinin algısı, notalarının ardışık algısı değildir, notaların oluşturduğu orijinal bütünün algısıdır. Algılamak, bir biçimin, bir geştaltın tanınmasıdır.

Bu yaklaşım, algı sorunlarının, örneğin illüzyonların açıklanmasında ('doğru biçim' ihtiyacı, bazı şekillere üçüncü boyut eklenmesine yol açmaktadır, vb.), doğal bir bütünlüğün söz konusu olduğu ve her bir fonksiyonun bitişik fonksiyonlarla birlikte ele alınması gereğinin duyulduğu alanlarda (nöroloji, bellek, zeka, vb.) önemli bir uygulama alanı bulmuştur.

Geştalt teori, sosyal psikoloji alanında Kurt Lewin'in etkisiyle ve Asch, Şerif, vb. öncü sosyal psikologların çalışmalarıyla önemli bir yer kazanmıştır. Halen 'global algı - analitik algı' tartışmalarında güncelliğini korumaktadır.

BTr4H.gif

Günah Keçisi Teorisi
Günah keçisi teorisi (scapegoat theory), iç grup yanlılığını, bir früstrasyon yaşayan bireyin, früstrasyon kaynağı çok güçlü veya etkilenemez olduğu zaman, saldırganlığını, nispeten daha zayıf olan bir dış grubun üyelerine doğru yöneltmesiyle açıklayan görüştür. Literatürde mevcut en önemli günah keçisi teorilerinden birisi Girard (1982) tarafından ortaya atılmıştır.

Tarihsel perspektifte mitsel-ritüel toplumlardan itibaren pek çok kıyım olayını ve öyküsünü gözden geçiren Girard'a göre, günah keçisi anlayışı, kriz fikriyle bağlantılıdır; bir toplumda, tüm insanlar aynı şeyi arzuladığında, büyük çapta bir mimetizm meydana geldiğinde ve bu arzular gerçekleşmediğinde, nihayet grubun tüm üyeleri, ortak arzularından vazgeçme konusunda anlaşamazlarsa ve bir kurban feda ederek kolektif katarsise varamazlarsa, toplumun iç dayanışması çatlar ve sosyal birliği bozulur.

Tüm mitolojilerde, örneğin Ödip mitosunda, bir kurban vererek krizden çıkmayı öngören bir toplum yasası anlayışı vardır; bir kişi feda edilerek tüm diğerleri kurtulur. Girard'ın çözümlediği tarihsel olgulardan biri, XIV. yüzyıl ortalarında Fransız şairi Guillaume de Michaut'nun Jugemenî du Roy de Navarre adlı kitabında anlattığı felaketlerle ilgilidir; şairin anlattığına göre gökte birtakım işaretler vardır; taşlar yağmur gibi yağar; insanları öldürür; yıldırımlar şehirleri harabeye çevirir; pek çok insan ölür; bu ölümlerin bir kısmı Yahudilerin ve onların Hıristiyanlar arasındaki suç ortaklarının eseridir; nehirleri ve su kaynaklarını zehirleyerek bunu yapmışlardır.

Ama ilahi adalet buna son verir; halka suçluları gösterir ve halk Yahudilerle suç ortaklarını toptan halleder, vs. Öykünün gerçek dışı yanları ortadadır; ama pek çok diğer tarihsel kaynak, bu tür olayların (Yahudi kıyımı) yaşandığını doğrulamıştır. Olayların cereyan ettiği zaman, veba salgınlarının başlangıç yılları olarak düşünülebilir; bu yıllarda, veba epidemisinin terörüyle ve Yahudilerin sulara zehir kattığı fısıltılarıyla gözü dönmüş kalabalıkların kolektif saldırganlıktan vardır.

Ortaçağ toplulukları, vebadan öylesine ürkmektedirler ki, adını bile anmamaktadırlar; olabildiğince uzun zaman vebadan sözetmezler ve gerekli önlemleri de almazlar. Çaresizlikleri öylesine büyüktür ki, hakikati itiraf etmek, durumla başa çıkmaktan ziyade normal hayata benzeyen her şeyden vazgeçmek ve toplumu dağıtıcı etkilere teslim olmakla eş anlamlıdır.

Bu durumda halkın tümü bu tür bir körlüğe gönüllü katılır. Bu umutsuzca apaçıklığı inkâr etme isteği, günah keçisi aramaya elverişli bir ortam yaratır. Aynı şey La Fontaine'in Vebalı Hayvanlar fablında da vardır; burada da kolektif bir görmezlikten gelme söz konusudur; veba, tanrının bir cezası olarak yorumlanır. Felaketten kurtulmanın yolu, suçluyu keşfetmek ve cezalandırmak ya da kutsallığa feda etmektir. Kuşkusuz bu bakış açısı kurbanın değil, kıyımı yapanların perspektifidir; kıyım yapanlar şiddet eylemlerinin haklılığından emindir; kendilerini "adaletin kılıcı" olarak görürler; suçlu kurbanlara ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla kıyımlarını saklama gereği duymazlar.

Girard, diğer bazı günah keçisi bulma olaylarını; örneğin kalabalıklar tarafından doğrudan ortaya konan şiddet hareketlerini (kara veba salgınları sırasında Yahudi katliamları) veya biçimlerinde yasal, fakat aşırı tahrik olmuş bir kamuoyunun teşvik ettiği kolektif rezonanslı şiddet hareketlerini (büyücü avı türündeki kıyımlar) dikkate alarak, kıyım olaylarında birtakım ana-çizgiler ayırteder:

Toplumda krizin gerçek olması; şiddetin gerçek olması; kurbanların onlara atfedilen suçlar nedeniyle değil, krizle çağrışımlı olabilecek bir yakınlık ve "kurban işaretleri" nedeniyle seçilmiş olması; krizin sorumluluğunun kurbanların üzerine atılması ve bunlar üzerinde eylemde bulunarak "kirlettikleri" topluluktan ihraç edilmeleri, kovulmaları veya katledilmeleri.

Kriz dönemleri, bir yandan normal kurumların zayıflamasını, öte yandan kalabalıkların oluşmasını kolaylaştırıcı dönemlerdir; bu dönemlerde kendiliğinden bir araya gelen popüler topluluklar, zayıflayan kurumların yerini alabilir veya onları etkileyebilirler. Şiddetin hedefi olan kişi veya topluluklar, günah keçileridir. Günah keçisi terimi, eş zamanlı olarak, kurbanların suçsuzluğunu, onları hedef alan kolektif bir kutup oluşmasını ve bu kutup oluşturan insanların kolektif erekselliğini ifade eder.

Kıyımın olduğu her seferinde, kıyımı yapanların yaşadıkları krizi açıklama ve krizden kurtulma yolu hep aynıdır: Suçluları ya da krizin sorumlularını bulmak. Etnologların ilgilendiği "ilkel" toplumlarda, herhangi bir salgın hastalık ortaya çıktığında, ilk akla gelen şey bazılarının topluluk kurallarını çiğnemiş olmalarıdır. Potansiyel günah keçileri, genelde diğerlerine kıyasla görünür özelliklere (kambur, topal, cüce, esmer, siyah, vb.) sahip olanlardır.

Günah keçisi, arkaik toplumlarda, bir başkasının yerine kurban edilen biridir, yani bir ikamedir. Bir şefin günah işlediğinde, günahlarından arınması ve affedilmesi için seçilmiş bir kurbandır ve bu anlamda adalet sisteminin bir gereğidir. Zamanla bunun yerine hukuki bir sistem yerleşmiş ve kurbandan vazgeçilmiştir (Bu gelişmenin başlıca evreleri, Roma Hukuku, Hıristiyanlık ve nihayet yurttaşların hukuk planında eşitliğini öngören 1789 Devrimi olarak belirtilebilir).

Ama toplumların kriz anlarında, bir kurban aranması olgusu varlığını sürdürmektedir. Girard'a göre mitoslar, 'kıyım metinleri'dir. Genellikle kıyımcıların ağzından anlatılmışlardır ve masum değildirler. Bu tür mitoslar, kahramanları değiştirilir, yer ve tarihleri belirtilmez ise ve kabaca bir makyajı yapılıp anlatılırsa, kolayca çağdaş olgular olarak algılanacaktır.

BTr4H.gif

Heider'in Atıf Teorisi
Heider (1944, 1946 ve 1958), modern sosyal psikolojiye geştaltçı perspektifi getiren sosyal psikologlardan biridir. İnsan davranışlarını birbirinden az çok bağımsız bir tepkiler dizisi gibi değil, bilişsel bir bütün olarak gören Heider, kişiler arası ilişkilerin algısını, bilişsel tutarlılık kavramına dayanarak incelemiştir.

Ona göre, söz konusu ilişkileri bireyler, çevreleri hakkında dengeli bir görüş sahibi olacak şekilde örgütlemektedirler. Bu şekilde yapılandırılmış bir temsil alanının oluşması için bireyin, çevresindeki öğeleri anlamlandırması gerekir ve bu gereklilik, atıflar yoluyla sağlanır. Atıf, herhangi bir olaya bir anlam verme, onun kaynağını saptama süreci ya da insanın gerçekliği kavrama ve onu öngörme, ona hakim olma sürecidir.

Heider'in bakış açısında, atıflar, bireylerin belirli bir durumda mevcut verilerin ötesine geçmelerini, olaylara, davranışlara bîr anlam eklemelerini, yani "anlam düzeyinde artı-değer üretmeyi" (Deschamps ve ark. 1990) ifade etmektedir.

Bu süreç, "bir jestten, bir mizaçtan, bir dispozisyondan veya bir objeden hareketle kişinin kendi durumu veya bir başkasının durumu hakkında bir yargıda bulunması, bir çıkarsama yapması, bir sezgi, bir duygu, bir nitelik çıkarmasıdır" (Moscovici, 1972). Olaylara bir neden bularak çevreyi tutarlı ve istikrarlı bîr şekilde algılamayı sağlayan bir açıklama çabasıdır. Sosyal gerçekliğin, örtük/zımni bir faktör analizi yoluyla nedensel bir yorumudur, kendiliğinden ve naif istatistiksel analizidir.

Heider'a göre bu analiz, olay ve davranışlara, kişisel olan veya olmayan nedenler yükleyerek yapılmaktadır ve kişisel nedenler (birisinin bir şeyle vurması) esas olarak 'niyet' faktörüne dayandırılmaktadır. Genellikle nedensel açıklamalarda çevresel nedenlerden ziyade, kişisel nedenler öne çıkarılmaktadır.

Fakat neden atıfları, keyfi bir nitelik taşımamakta, bireyin herhangi bir yargısının diğer yargı ve beklentileriyle tutarlılık göstermesini isteyen bilişsel dengenin korunması ilkesine uygun bir tarzda gerçekleşmektedir. Bu anlamda atıf süreci, belirli bir motivasyon temelinde cereyan etmektedir: Çevresel değişikliklerin arkasında değişmeyeni bulma ve böylece çevresel istikrarı, bilişsel dengeyi koruma gibi...

BTr4H.gif

Herzberg İki Faktör Teorisi
Motivasyon alanında ortaya atılan içerik teorilerinden biridir (Herıberg's Motivation-Hygiene Theory veya Two-Factors Theory). Herzberg'in (1959) temel tezine göre, iş yerinde bazı faktörler doyumla, bazı faktörler de duyumsuzlukla ilgilidir. Dolayısıyla ihtiyaçlar iki ayrı çizgi (continuum) üzerinde yer alırlar.

Herzberg bizzat işin kendisine ve kişinin gelişmesine bağlı olan doyum faktörlerini, 'içsel faktörler' ya da 'motivasyon faktörleri' olarak nitelemiştir; başarı, saygınlık, iş, sorumluluklar ve terfiler bu grupta yer alırlar.

Buna karşılık işe karşı olumsuz tutumlarla ilişkili duyumsuzluk faktörlerine, 'dışsal faktörler' ya da 'hijyen faktörleri' adını vermiştir; işletmenin yönetimi ve politikaları, ücret, iş ilişkileri ve iş koşulları, bunlar arasında yer alır.

Kısaca belirtmek gerekirse, bu teoriye göre insanda iki tür ihtiyaç vardır. Hayvanlarla ortak olan birinciler, zor ve acı veren durumlardan kaçınmakla ilgilidir. İkinciler, insana özgüdür ve psikolojik olarak gelişmekle ilgilidir. Hijyen faktörleri, Maslow piramidinin ilk iki basamağına (fizyolojik ve güvenlik) ve Alderfer'in varoluş ve sosyallik ihtiyaçlarına tekabül etmektedir.

BTr4H.gif

Kavramsal Bağımlılık Teorisi
Schank (1975) tarafından ortaya atılan bu teori (conceptual dependency theory), cümlelerin anlamının temsilini konu almakta ve anlamı aynı olan iki cümlenin bir tek temsilinin bulunduğu görüşünden hareket etmektedir. Bu temel önermeye göre, bir cümledeki örtük enformasyonun, cümlenin anlamının temsilinde açık seçik (explicit) olması gereklidir.

Dil karşısında olabildiğince nötr bir temsile (cümlelerin anlamının temsili) ulaşmak isteyen Schank, bu temsili, kavramları ve kavramlar arası ilişkileri kapsayan bir kavram olarak tanımladığı 'kavramsallaştırma' kavramıyla karşılar (Bloch, 1997) ve üç temel kavram tipi ayırdeder: Nominal kavramlar, eylem kavramları ve dönüştürücü kavramlar. Ona göre tüm bu kavramlar, bir takım kurallar çerçevesinde birbirine bağlanır ve bağımlı hale gelir.

Schank'in nihai amacı, cümle ve metinlerin temsili yoluyla doğal dilin yapay zeka çerçevesinde simülasyonunu başarmak ve tüm dilleri anlayabilecek bir program geliştirmektir.

BTr4H.gif

Kendini Algılama Teorisi
1970'li yıllarda Bem tarafından formüle edilen bu teori (self-perception theory), bireylerin kendilerini daha iyi tanımayı nasıl öğrendiklerini konu almaktadır. Atıf konusunda benliğin analizinde önemli bir katkı sağlayan bu teori, iki postülaya dayanmaktadır:

• Bireyler, kendi tutumlarını, duygularını ve benzeri içsel durumlarını, kendi davranışlarından ve bu davranışların içinde yer aldığı koşullardan hareketle yordayarak tanırlar.

• İçten gelen işaretler belirsiz, zayıf ve güç yordanır oldukları ölçüde birey, işlevsel olarak, tıpkı bir dış gözlemcinin konumundadır, yani o da kendisini tanıma çabasında iken, dış gözlemcinin ona baktığı gibi bakar ve dışa yansıyan işaretlerden çıkarsama yapar.

Özetle bu teori, insanın kendisini bir gözlem objesi gibi aldığını ve kendi tepkilerine ve tutumlarına bakarak yorumda bulunduğunu öne sürmektedir. Kendini algılama teorisi, bilişsel çelişki teorisine ve bireyin kendine atıfları konusuna getirdiği farklı bakış ya da katkılar bakımından da sıklıkla tartışılmaktadır.

Bem, bireyin tutumuna aykırı bir davranış yapmasının, onda iç gerilimi azaltmaya yönelik bilişsel bir çabaya yol açtığı fikrini temelsiz bulmaktadır. Ona göre bu durumdaki birey, kendi davranışını ve onu buna iten koşullan irdeler; en çok ücret ya da ödül alanların, tutum değişikliğine gitmemesini, buna karşılık az ücret veya ödülü az olanların tutum değiştirmesini doğal bulur.

Festinger ve Carlsmith'in deneyinde denekler, davranışlarını ödülün sonucu gibi algılamakta ve dolayısıyla kendi gerçek tutumlarını yansıtmamaktadır. Eğer buna aykırı davranmışsa, önemli düzeyde bir Ödül aldığı içindir. Bern'e göre dış gözlemcilere, bu deneklerin davranışı ve deney koşulları açıklansa, onlar da aynı davranışları ortaya koyarlar.

Nitekim Bem, gözlemci deneklere (aktör değil) durumun verilerini sunarak aktör konumundaki deneklerin ne tür çıkarsamalar yapacaklarını sorar. Bern'in denekleri (gözlemci), gerçek deneklerle aynı sonuçlan gösterirler (Bem, deneyinde, gözlemci deneklere, aktör deneklerin ilk tutumlarını belirtmemiş olması dolayısıyla eleştirilmiştir).

BTr4H.gif

Kendini Değerlendirme Teorisi
Trope (1975, 1983) tarafından ortaya atılan bu teoriye (self-assessment theory) göre, belirli bir ustalık veya beceri konusunda kendinden emin olmayan bireyler, açık seçik bir bilgi verecek işleri yaparak kendilerini test etme eğilimi gösterirler. Teşhis değeri yüksek olan bu işler, söz konusu ustalık konusunda bireyin belirsizlik derecesini azaltır veya giderirler.

BTr4H.gif

Kendini Doğrulama Teorisi

Swann (1983) tarafından ortaya atılan bu görüşe (self-verification theory) göre bireyler kendi haklarındaki olumlu ya da olumsuz görüşlerini doğrulayan kişileri, böyle olmayanlara tercih ederler. Çünkü bireyler, diğerlerinin kendilerine karşı nasıl davranacaklarını ön görme ve denetleme isteğindedirler.

BTr4H.gif

Kendini Sunma Teorileri
Kendini sunma, kendini uyarlama, kimlik sunumu, görüntü verme, imaj oluşturma, izlenim oluşturma gibi birbiriyle ilişkili bir dizi olgu ve kavram, sosyal psikolojide yakın yıllarda gelişen bir araştırma alanının yapı taşlarını oluşturmaktadır.

Bireylerin bu olgular çerçevesindeki davranış ve etkinliklerini açıklamak üzere ortaya atılan çeşitli yaklaşımlar, kendini sunma teorileri olarak gruplandırılabilir ve bu bağlamda Goffman'ın Tiyatro Yaklaşımı, Tedeschi ve arkadaşlarının İzlenim Yönetimi Teorisi, Alexander'ın Durumsal Kimlikler Teorisi, Jones'un Kendini Sevdirme Teorisi zikredilebilir.

Tiyatro Yaklaşımı, sosyal yaşamı ve kişiler arası ilişkileri, bireylerin çeşitli rolleri oynadıkları bir tiyatro gibi kavramlaştırmak-tadır. Burada rol, bireylerin kendilerini dışa yansıtma bakımından seçtikleri sözel ve sözel olmayan davranışlar bütününü kapsamaktadır. Goffman'a göre her insan çok sayıda kimliğe, yani bir kimlikler repertuvarına sahiptir ve muhatapların durumuna veya koşullara göre bunlardan biri oynanır, yani o rolün görüntüsü verilir.

İzlenim Yönetimi Teorisi (Impression Management Theory), kişiler arası ilişkiler, insanların saygınlıklarını korumak amacıyla birbiri üzerinde güç sahibi olma eğilimine dayandırılır. Uygun ve tutarlı görüntüler verme, bunu sağlamanın en önemli yollarından biridir.

Durumsal Kimlikler Teorisi (Theory of Situtited Identities), her sosyal ortanı veya kişiler arası ilişki bağlamı için, sosyal davranışın o ortama uygun bir kalıbının olduğu fikrine dayanır. Bu davranış kalıbı, durumsal kimliği ya da duruma uygun kimliği ifade eder. Her insan sosyal ilişkilerinde kendisi için en uygun durumsal kimliği oluşturmaya çalışır.

Kendini Sevdirme Teorisi ya da bir başka adıyla Stratejik Kendini Sunma Teorisi de, kişiler arası ilişkileri, bir diğerine ödül veya ceza verebilme kapasitesi anlamında güç elde etme çabası olarak açıklar. Kendini sevdirme ve bu amaçla ideal görüntüler sergileme, nispeten zayıf olanların gücü elde etmesinin önemli bir yoludur.

BTr4H.gif

Kohlberg Moral Gelişim Teorisi
Kohlberg'in moral gelişim teorisi, insanın sosyal gelişimi alanında ortaya konmuş son derece kapsamlı bir çalışmanın ürünüdür. Bu teoriden hareket ederek gerçekleştirilmiş 5000 civarında araştırma sayılmaktadır (Clouse). Teorinin son hali (1987), her biri üç dilemma içeren üç paralel mülakat formu çerçevesinde kişilerle birebir yapılan görüşmelerin karmaşık bir kodlama sistemine değerlendirilmesini öngörmektedir. Söz konusu ikilemler, hipotetik niteliklidir:

Örneğin, özetle 'Heinz'ın karısı hastadır; tedavi için gerekli ilacı almaya yeterli parası da yoktur ve ilacı fahiş fiyatla satan eczacı da indirim yapmamaktadır. Heinz, karısının hayatını kurtarmak için eczacının laboratuvarına girer ve karısına gerekli ilacı çalar'. Görüşülen kişilere Heinz'ın haklı olup olmadığını, nedenleriyle birlikte açıklamaları istenir.

Veya 14 yaşında bir genç olan Joe, bir kampa katılmayı istemektedir; babası ona bizzat kendisi para biriktirdiği takdirde izin vereceğine dair söz vermiş ve Joe da gazete dağıtımında çalışarak gerekli parayı biriktirmiştir. Fakat kamp öncesi babası fikrini değiştirmiş ve arkadaşlarının düzenlediği bir balık avı partisine katılmaya karar vermiştir; ancak para sıkıntısı vardır ve oğlundan kamp parasını ister. Kamptan vazgeçmek istemeyen Joe babasının isteğini reddetmeyi düşünmektedir'.

Kişilere Joe'nun babasına parayı vermesinin gerekli olup olmadığı, babanın vaadini yerine getirmesinin zorunlu olup olmadığı gibi sorular sorulur. Cevaplar 6 aşamalı karmaşık bir moral gelişim sistemine göre değerlendirilir.

Özetle birinci aşamada, davranışları sonuçlarına (ödül ve ceza) ve otoriteye itaata göre yargılama anlayışı (heteronom ahlak anlayışı); ikinci aşamada kişinin ihtiyaçlarını, çıkarını esas alan, diğeriyle ilişkileri sadece alışveriş mantığıyla yürüten ve karşılıklı takasla sınırlandıran ('Ben sana, sen bana') (bireysele! ve araçsal ahlak anlayışı); üçüncü aşamada aile ve benzeri aidiyet grupları çerçevesindeki kişiler arası ilişkilere odaklasan, diğerlerini memnun etmeyi hedefleyen ve yaygın normlara uymayı yücelten (kişilerarası normatif ahlak anlayışı); dördüncü aşamada toplumun genel işleyişini dikkate alan, yerleşik kuralları ve mevcut düzeni koruyucu ve destekleyici, görev odaklı (sosyal sistem odaklı ahlak anlayışı); beşinci aşamada sosyal çevreyi, toplum menfaati, insan haysiyeti ve saygınlığı gibi genel ilkelere göre yargılayan (insan haklan ve kamu çıkarına odaklı ahlak anlayışı) ve çok az sayıda kişinin ulaştığı altıncı aşamada, sosyal düzenin kurallarından az çok bağımsız olan, vicdanın sesi olarak ifade edilen, genel soyut etik ilkelere dayanan ve evrensellik içeren bir ahlak anlayışı söz konusudur.

Kohlberg'in felsefi temelinde Rawls'ın prosedüral adalet anlayışının bulunduğu söylenebilir. Zira ahlak anlayışını, sosyal norm ve kurallara pasif bir şekilde itaat etmeyi ve geleneklere eleştirisiz saygı göstermeyi, vazeden töresel/uzlaşımsal bir moral anlayışdan farklı olarak, her yerde aynı olan bir rasyonellik üstüne kurmaktadır. Ona göre moral, evrenseldir, toplumlardaki uzlaşmaları (konvansiyon) aşar, kişinin çiğnenemez haklarına gönderir.

Gerçekten doğru olan bir moral yargı, kişilerin birbiriyle çıkar ilişkileri dışında veya birbirini bilmeksizin vardıkları bir yargıdır, daha somut bir deyişle birbirlerinin yaşını, cinsiyetini, sosyal veya ekonomik statüsünü dikkate almadan oluşturdukları yargıdır. Bu perspektif, Aydınlanma felsefesine uzanan bireyselci bir moral anlayışın perspektifidir. Çünkü bireysel hakların, sosyal gereklere, normlara veya uzlaşmalara kıyasla öncelikli olduğu görüşünü taşımakta ve sosyal aidiyetlerinden sıyrılmış özerk bir birey kurgusuna dayanmaktadır.

Tostain (1999), Kohlberg Teorisi ve benzeri ahlak teorilerinde, insanların içinde hareket ettikleri somut durumları dikkate alarak niçin bu durumlarda şu ya da bu davranışın ortaya çıktığım açıklayacak; ahlak gelişiminde evrenselcilik-görecelikcilik (ya da kültüralizm) karşıtlığını aşmayı sağlayacak; insanların ahlaki gereklere uyma veya uymamasında eğitim pratikleri, iktidar biçimleri ve sosyal normların ortaklaşa etkilerini gösterecek psiko-sosyal bir bakış açısının eksik olduğunu öne sürmüştür (Vandenplas- Holper, 1999).

 

Suskun

V.I.P
V.I.P
BTr4H.gif

Locke'un Hedefler Teorisi
Bu teori (Locke's theory ofgoal-setting), motivasyon konusunda ortaya atılan süreç teorilerinden (process îheories) biridir. Locke'a (1968, 1990) göre, bireyin işyerindeki randımanı ve davranışı, saptadığı hedeflerden etkilenmektedir.

Teorinin ilk versiyonu, sınırlı bir kapsamdadır ve buna göre kendine hedefler saptayan bir kişi, hedefsiz olanlara kıyasla daha verimli olmakta ve daha iyi sonuçlar elde etmektedir.


BTr4H.gif

Maslow İhtiyaçlar Teorisi
Bu teori (Maslow's hierarchy of needs} motivasyon konusunda ortaya atılan ilk içerik teorilerindendir (content theories). Motivasyonu ihtiyaçlara bağlayan Maslow (1954), esas olarak beş basamakta topladığı ihtiyaçların hiyerarşik bir düzende ve bir piramid gibi yapılandığını öne sürmüştür.

Ona göre piramidin ilk basamağında fizyolojik ihtiyaçlar yer almaktadır. İkinci basamakta güvenlik ihtiyaçları (tehlikelere, yokluğa, tehdide karşı korunma ihtiyacı); üçüncü basamakta aidiyet ihtiyaçları (bir gruba girme, dostluk ilişkileri kurma ihtiyacı); dördüncü basamakta sosyal onay ve prestij ihtiyaçları (öz saygı, özgüven, bağımsızlık, sosyal tanınma, vb. ihtiyaçlar); beşinci basamakta kendini gerçekleştirme ihtiyaçları (kendini, projelerini gerçekleştirme, potansiyelini geliştirme, mükemmelleşme, vb.) bulunmaktadır ve tüm bu ihtiyaçlar aynı bir çizgi (continuum) üzerinde yer almaktadırlar.


BTr4H.gif

McClelland Motivasyon Teorisi
Bu teori, (McClelland Learned Needs Theory), motivasyon konusunda ortaya atılan içerik teorilerinden biridir. McClelland (1961), iş ortamıyla ilgili üç ihtiyaç üzerinde durmuştur. Üç ayrı çizgi (conünuum) üzerinde yer alan bu ihtiyaçlar, gerçekleştirme ihtiyacı (başarma, verimli, etkili olma ihtiyacı), bağlanma ihtiyacı (sosyal ilişkiler kurma, sosyal onay, bütünleşme ihtiyacı) ve güç ihtiyacı (diğerlerini etkileme ihtiyacı) olarak ifade edilebilir. McClelland, bu ihtiyaçların iş ortamında davranışları nasıl etkilediğini ortaya koymaya çalışmıştır.

Ona göre, her bireyde bu ihtiyaçlardan biri daha belirgindir, ama koşullara göre diğer iki ihtiyaç da etkide bulunabilir. İhtiyaçların kaynağında kültür, sosyal normlar ve kişisel deneyimler bulunur ve bu anlamda motivasyon, bağımlı değişken durumundadır.

Daha sonraki versiyonunda hedeflerin özgüllüğü (açık seçik olması), güçlüğü ve kabulü (gerçekçi ve benimsenmiş olan hedefler) gibi değişkenleri devreye sokan Locke'a göre, hedef açık seçik oldukça ulaşılma şansı artar; ulaşılması zor hedefler, benimsenmeleri koşuluyla kolaylara kıyasla randımanı artırır; bireyler hedeflerini benimsedikleri ölçüde verimli olma yönündeki motivasyonları artar, reddedilen hedefler, motivasyonu düşürür, vb.


BTr4H.gif

Oyun Teorisi
Oyun teorisi, kaynağını, J. von Neumann ve O. Morgenstern'in (1944) Theory of Games and Economic Behaviour adlı klasik kitaplarında bulan stratejik bir yaklaşım ve analiz tarzı olarak nitelendirilebilir. Oyun teorisi, günümüzde serbest piyasa ekonomisinde rekabet içindeki ekonomik aktörlerin davranışlarının, uluslararası ilişkilerin analizinde ve stratejik kararların alınmasında kullanılmaktadır.

Oyun teorisinin felsefi temelleri, XVIII. yüzyılın ekonomik fayda teorilerine kadar uzanmaktadır. Fayda teorileri, XVIII. yüzyıldan itibaren sanayileşme sürecine giren Avrupa ülkelerinde yaşanan köklü değişmeleri, belirli bir insan ve toplum anlayışı çerçevesinde kavramsallaştırmaya çalışan teorilerin en önemlilerindendir.

Fayda teorisyenleri (Bentham, Mili, Smith, Green, vs.) insanın yarar arayışında olduğu ve tüm insan davranışlarının bu güdü tarafından yönlendirildiği gibi temel bir sayıltıdan hareketle yeni bir insan modelini, Homo Economicus'u ortaya atmışlardır.

Bu düşünürler, ekonomik liberalizme dayalı bir insan ve toplum modeli geliştirmeyi hedeflemekle birlikte, görüşleri, psikolojik planda yetersiz kalmış, bireysel davranışları açıklamakta ve bireysel ile sosyali eklemlendirmekte başarısız olmuşlardır.

XIX. yüzyıl sonlarında psikoloji biliminin gelişmeye başlaması ve buradaki boşluğun bir kısmının psikoloji teorileri tarafından ele alınmasıyla yeni bir aşamaya gelinmiştir. Ekonomik fayda teorileri, salt ekonomi ve politika alanında kalmayıp psikolojiye de taşmış ve bunların psikolojik versiyonu, pekiştirme veya öğrenme teorileri adı altında ortaya çıkmış ve behevyorist metodoloji, çağrışımcılık ve hedonizm üçgeni çerçevesinde gelişmeye başlamıştır (Deutsch ve Krauss, 1974).

Pavlov'un klasik şartlanması ve Thorndike'ın enstrümental şartlanması, bu konudaki çalışmaların temel iki paradigmasını oluşturmuştur. Yüzyılın başından bu yana çeşitli araştırmacılar (Thorndike, Homans, Hull, Miller ve Dollard, Hovland, Skinner, Thibault ve Kelley, vs.), bu yönde çalışmışlardır. Sosyal psikolojide kişiler arası takas teorisi de aynı çizgide yer almış ve kişiler arası ilişkiler, bir tür ekonomik ahş-veriş gibi kavramsallaştırılmıştır.

Oyun teorisi, bu akımın en rafine örneklerinden biridir. Burada oyun kavramı iki veya daha çok sayıda partönerin kazanç ve kayıpları arasında karşılıklı bir ilişkinin bulunduğu, taraflardan her birinin tüm kuralları (kayıp veya kazanç koşulları) bildiği ve önceden saptanmış birtakım kurallara göre tercihlerde bulunduğu bir durumu ifade etmektedir. Teorinin amacı, iki veya daha fazla partner arasındaki çatışmalı durumlarda, rasyonel bir insanın izleyeceği optimal eylem politikaları veya stratejileri oluşturmaktır.


BTr4H.gif

Örtük Kişilik Teorileri

Örtük veya zımni (implicit theory of personality) kişilik teorileri, insanların kendilerinin ve özellikle diğerlerinin kişilikleri hakkındaki görüşlerini ifade etmektedir. Burada teorinin örtük olması demek, açıkça ve biçimsel olarak ifade edilmemiş, ancak doğal olarak böyle anlaşılır olmak demektir (Beauvois, 1984).

Örtük kişilik teorileri, Shweder'in (1977) ifadesiyle, sıradan insanların günlük yaşamlarında kişilik çizgileri planında 'ne neyle birlikte gider' ya da 'hangi kişilik özellikleri birlikte bulunur' konusundaki fikirlerdir. Örneğin erkeksilik çizgisinin, zekayla değil, fiziksel güç, kararlılık, cesaret veya karakter gücüyle ilişkilendirilmesi gibi. Burada bir kişiyi betimleyen ve birlikte bulunduğu düşünülen çizgiler, bu kişi hakkındaki beklentilerimizden ve tasvirlerimizden kaynaklanmaktadır ve bu teori, hiçbir geçerlik kriterine dayanmamaktadır.

Kısacası bu teorilerde, kişilik, çeşitli kişilik çizgilerinden oluşan bilişsel bir yapı gibi düşünülür ve bu çizgiler arasında bir takım ilişkiler beklenir; yani kişiler hakkında bir yandan birtakım çizgiler repertuvarı geliştirilir, öte yandan bu çizgiler arasında bir takım ilişkiler olduğu varsayılır (Leyens, 1983; Schneider, 1973). Örtük kişilik teorileri, çoğu kez diğer insanlarla paylaşılan ortak görüşlerdir. Bunların paylaşılmış olmaları, onlara bir tür sağlamlık kazandırır ve onların 'doğrulukları' hakkındaki inancımızı pekiştirir.


BTr4H.gif

Örtük Mutluluk Teorileri
Örtük veya zımni mutluluk teorileri, sosyal düşünceyle ilgilenen sosyal psikologların dikkatini çeken ve insanların günlük yaşamlarında ürettikleri teorilerdendir.

Bu teoriler, insanların kendilerinin veya diğerlerinin yaşamlarındaki mutluluk konusunda ortaya attıkları açıklamaları kapsamaktadır. Örneğin bu teoriler, insanların mutluluğun kaynağında diğerleriyle ilişki, aşk, iyi bir evlilik, dostluklar, çocuk sahibi olmak gibi hususları gördüklerini ortaya koymaktadır.

Üniversite öğrencileriyle yapılan bir araştırmada (Klinger, 1977), "Yaşamınıza anlam veren şey ne?" sorusuna örneklemin %89'u, 'diğerleriyle ilişki' (aşk, dostluk aile ilişkileri) cevabını vermiştir. Campbell'in (1981) anket sonuçlarına göre mutluluk kaynakları arasında, mutlu bir evlilik, hoş bir aile yaşamı ve güvenilecek dostlara sahip olma öne çıkmıştır.

Freedman'ın (1978) araştırmasında ise mutluluk faktörleri arasında aşık olmak, ahenkli bir evlilik, doyumlu cinsel ilişkiler, dostları olmak ve hoş bir sosyal yaşam etkili görülmüştür; bu alanlarda mutlu olduklarını söyleyenlerin %90'ınm genel olarak yaşamlarından da memnun oldukları; mutsuz olduklarını söyleyenlerin, mutlu olmak için yaşamlarında aşkın eksik olduğunu belirttikleri saptanmıştır (Kaynak; Vallerand ve ark.,' 1994).
BTr4H.gif

Örtük Teoriler
Örtük veya zımni teoriler (implicit theory), günlük yaşamda bireylerin kendilerinin veya diğerlerinin davranış ve yaşantıları konusunda üretip kullandıkları, ancak bilimsel olarak temellendirilmemiş görüşlerdir.

Bunlara naif teoriler de denebilir. Zira özel bir uzmanlık gerektirmeyen bu teoriler, bilinçli bir şekilde oluşturulmamış ve apaçıkça ifade edilmemiş görüşlerdir.
BTr4H.gif


Pekiştirme Teorisi

Pekiştirme teorileri (reinforcemenî theories), esas olarak öğrenme konusunu (tepkilerin kazanılması, öğrenilmesi) ele alan, kısacası öğrenme teorisi kavramlarını, kişiler arası ilişkiler bağlamına aktaran ve bunları uyaran-tepki paradigmasına göre açıklayan görüşlerdir.

İnsanın sosyal davranışlarının hemen hiçbirinin, organizmanın genetik bagajı tarafından belirlenmemiş olması, öğrenme olgularının son derece geniş bir yelpazeye yayıldığının açık bir göstergesidir. Söz konusu olguların incelenmesi üç büyük teorik yaklaşımın etkisindedir: Behevyorizm (ya da behevyorist metodoloji), çağrışımcılık (ya da temel yapısal ilkeleri) ve hedonizm (ya da motivasyon ilkesi).

Pekiştirme teorileri özellikle üçüncü yaklaşımla ilgilidir. Bu teoriler uyaran-tepki zincirinin oluşmasında 'ödül' veya muadillerinin (gerilimin azaltılması, zevk, doyum faktörleri, vb.) rolünü vurgulamaktadır. Hedonist yaklaşım Bentham'dan Thorndike'a, Thibaut ve Kelley'den Homans'a, Miller ve Dollard'dan Hovland'a, Skinner'den Bandura ve Walters'a, klasik şartlanmadan edimsel şartlanmaya kadar uzanan uzun bir tarihe sahiptir.

Bu tarih içersinde öğrenme teorileri, başlangıçta uzun yıllar boyunca sosyal davranışlarla ilgilenmediğinden, sosyal psikolojideki etkileri de sınırlı kalmıştır. Sosyal psikolojide, özellikle kişiler arası ilişkiler ve çekim konusunda söz konusu edilmektedirler.

Pekiştirme, bir tepkiyi izleyen ve tepkinin tekrarını daha olası hale getiren her tür olayı ifade etmektedir. Pratikte pekiştirmenin sağlanma tarzına göre, literatürde 'ikincil pekiştirme', 'sürekli pekiştirme', 'aralıklı veya programlı pekiştirme', 'negatif veya pozitif pekiştirme' gibi farklı pekiştirmelerden söz edilmektedir.

BTr4H.gif

Psikanalitik Teori

Freud tarafından ortaya atılan psikanaliz, her şeyden önce XIX. yüzyılın determinist anlayışını insani olgulara genişletmesi, psişik yapıyı ve süreçleri içgüdüler temelinde açıklaması, früstrasyon ve çatışmaların neden ve sonuçlarını sistematik bir tarzda incelemesi, insan davranışlarını bilinçdışı mekanizmalarla ilişkilendirmesi, psikoseksüel bir gelişim modeli geliştirmesi, insanın zihinsel yaşamında cinsel güdülerin ve saldırganlık güdülerinin rolünü vurgulaması gibi hususlarla karakterize edilebilir.

Freud'ün sosyal psikoloji yazıları, Totem ve Tabu (1913), Kolektif Psikoloji ve Ben'in Analizi (1921), Uygarlıkta Bunalım (1930), Musa ve Monoteıim gibi eserlerinde toplanmıştır. Totem ve Tabu'da, ilkel toplumlardaki tabuları ve totemizmi, baba ve oğulların anneye yönelik rekabet ve çatışmasına dayandırır. İnsanlık tarihinin ilk zamanlarında bu çatışma, oğulların kendi aralarında koalisyona gitmesi ve babayı katliyle sonuçlanmaktadır. Bu 'ilk günah', pişmanlık ve suçluluk duygularına yol açmakta ve yasak arzulara karşı önlem olarak tabular tesis edilmektedir. Totemizm ise oğulların babayla özdeşleşmesini pekiştirmeyi sağlamaktadır.

İkinci eserde Freud, sosyal bağ ve dayanışmayı, babaya veya şefe karşı düşmanca duyguların dönüştürülmesiyle açıklamaktadır. Bireyleri birbirine bağlayan şey, cinsellikten arındırılmış veya yüceltilmiş dostluktur; ayrıca bireyler kendi gruplarında Ben'in ideali olarak seçtikleri şefle özdeşleşerek birbiriyle de Özdeşleşmiş olmaktadırlar.

Freud uygarlığın krizini, birey ve toplumun amaçlarının örtüşmemesine bağlamaktadır. Bu durumda, insanın doğuştan getirdiği saldırganlık veya yıkma arzusu, toplumun dağılmasına yol açan en temel güç olarak ortaya çıkmaktadır. Toplum bu yıkıcılığı Üst-Ben vasıtasıyla kontrol etmeye çalışmaktadır, vb.

Psikanalitik yaklaşım sosyal psikoloji alanında Freud sonrasında, bir yandan Adorno'nun Otoriter Kişilik kavramı etrafındaki çalışmalarda, öte yandan Kardiner'in Temel Kişilik kavramı etrafındaki çalışmalarda devam etmiştir.

BTr4H.gif

Shweder Moral Teorisi
Kohlberg sonrası moral teorilerdendir. Kohlberg'in topluluğundan soyutlanmış bireye odaklı ahlak anlayışı yerine, kişileri topluluğu İçine yerleştiren holist bir anlayışa dayanır. Buradaki hareket noktası geleneksel toplumlarda kişilerarası ilişkilerin bireyin Özerk yargılarına değil, dinsel inançlara, mitoslara, değerlere tabi olduğu, kısacası toplumun birincil, bireyinse ikincil planda bulunduğudur.

Bu bağlamda sosyal uzlaşmalar, moral bir boyuta sahiptirler, zira toplumun norm ve kuralları, ilahi bir gücün veya düzenin ifadeleri olarak algılandığından buyurucu bir nitelik taşırlar.

Shweder ve arkadaşları (1987) kültürler arası (Hindistan ve ABD) çalışmalarından hareketle, geleneksel toplumlarda ahlak ile uzlaşmaların birbirinden ayırdedilmediğini, ayrıca sosyal düzene uymanın (uzlaşma morali), bireysel haklardan daha önce geldiğini öne sürmüşlerdir.

Araştırmacılar çeşitli davranışları a) herkesin yapması/uyması gerekenler, yani evrensel ve çiğnenemez olanlar, b) sadece bir toplumun üyelerinin yapması gerekenler, yani kültüre/topluma göreceli olanlar şeklinde iki kategoride tasnif etmişlerdir. Bunlardan ilki (hırsızlık yapmama, yalan söylememe gibi) moral davranışlardır, ikinciler (inek eti yememe gibi) ise uzlaşımsal (ülkelere göre serbest veya yasak olan) davranışlardır. Hintliler cevaplarında ikinci kategorideki davranışları da birincilerin yanına koymuşlar, yani moral ile uzlaşma arasında ayrım yapmamışlardır.

Shweder'e göre üç büyük moral kod ya da etik alan vardır ve her kültür bunlara farklı bir önem atfeder. Birincisi, özerklik eliğidir: Bu kod, kişisel kimliği yüceltir ve bireysel hakları, adalet ve özgürlüğü vurgular. İkincisi topluluk (komünote) etiğidir: Bu kod, kişilerin birbirine karşı görev ve yükümlülüklerini vurgular.

Üçüncüsü kutsallık etiğidir. Bu kod, insanın spiritüel özünü gerçekleştirmeyi, saflığı, arınmışlığı yüceltir. Birinci kod (Kohlberg'in evrensel saydığı kod) esas olarak Batı dünyası, diğerleri ise geleneksel toplumlar için önem taşır (Shweder'in teorisinin, modern etik ile geleneksel etiği kutuplaştırması, günümüz dünyasında oldukça abartılı görünmektedir) (Kaynak; Vandenplas-Holper, 1999).

BTr4H.gif

Skript Teorisi

Kutupsallık teorisi (polarity theory) olarak da adlandırılan ve ideoloji-kişilik ilişkilerini irdeleyen bu teori, Batı düşüncesinde ideolojinin yeni bir kavramlaştırmasını sunan Tomkins (1963, 1982) tarafından öne sürülmüştür.

Tomkins'e göre, hümanist ve normatif yönelimler arasında bir kutuplaşma vardır: Sağ ve sol dünya görüşlerini de ayırdeden bu kutuplaşma, teoloji, metafizik, matematik anlayışları, estetik teorileri, siyaset kuramları, epistemoloji, çocuk yetiştirme tutumları, psikoterapi yaklaşımları gibi hayatın her alanında farklı yaklaşımlara yol açmaktadır. Birey, grup ve kültüre ilişkin ideolojiler, hümanizm ve normativizm boyutlarına göre anlaşılıp sınıflandırılabilir.

Tomkins'in tanımladığı şekliyle, insanı, etkin, yaratıcı, düşünen ve arzulayan bir varlık olarak gören hümanist yönelim, onu kendinden hareketle anlayan bir yaklaşımın ifadesidir. Buna karşılık normatif yönelim, gerçekliği, insandan bağımsız olarak tanımlama eğilimindedir; Bu anlayışta insan, kendi dışında belirlenmiş kurallar, normlar sistemine ve gerçekliğin dünyasına uyma potansiyeliyle anlaşılabilir.

Farklı kişilik ve ideolojiler, normatif-hümanist ya da sağ-sol kutupları arasında uzanan bir süreklilik çizgisi (continuum) boyunca yerleştirilebilir. Bu çerçevede sağ-sol kişilik farklılıkları, ideo-affektif yapılar ya da kısaca "kalıplar" olarak tanımlanır.

Bu kalıplar, pek çok alanda etkisini göstermektedir. Örneğin farklı çocuk yetiştirme yaklaşımları, bir ucunda çocuğun çevreye uyumuna ve itaatine ağırlık veren bir eğitim anlayışı, öbür ucunda ise çocuğun kendi gerçekliğinin ortaya çıkarılmasına, kendini ifade etmesine ağırlık veren eğitim anlayışlarının bulunduğu bir çizgi üzerinde konumlandırılabilir.

Normatif-hümanist tutumlar, bilinen diğer bazı psiko-sosyal değişkenlerle de ilişkili görünmektedir. Nitekim ülkemizde yapılan bir araştırmada Göregenli (2000), normatif-hümanist eğilimler ile otoriterlik arasında olumlu bir ilişki olduğunu saptamıştır.

BTr4H.gif

Sosyal Karşılaştırma Teorisi
Festinger tarafından ortaya atılan bu teoriye göre bireyler kendileri hakkında bir kanaate varmak için görüşlerini, değerlerini, yeteneklerini veya duygularını değerlendirme ihtiyacı hissederler. Bu ihtiyaç objektif yollardan giderilemediğinde, kendilerini diğerleriyle karşılaştırarak bir fikre varmaya çalışırlar. Genel olarak birey ile diğerleri arasındaki fark (bireyin aleyhine) çok büyükse karşılaştırmadan kaçınılır.

Festinger, sosyal karşılaştırma teorisi çerçevesinde şu tür sorulara cevap aramıştır: Niçin diğeriyle karşılaştırmaya gidilir? Kimlerle karşılaştırma yapılır? Sosyal karşılaştırmanın kişiler açısından sonuçları nelerdir?

Festinger'in modeli, rasyonel bir birey varsayar. Sosyal karşılaştırma teorisyenleri, daha sonraki yıllarda yeni karşılaştırma stratejileri üzerinde durmuşlardır: Yatay, aşağıya doğru ve yukarıya doğru karşılaştırmalar gibi.

BTr4H.gif

Vroom'un Beklenti Teorisi

Vroom'un (1964) beklenti teorisi (expectancy theory), motivasyon konusunda ortaya atılan süreç teorilerinden biridir.

Burada, bireysel davranış, davranışın sonuçlarının algılanan değerine (valence) göre açıklanır. Öte yandan bireyler, hedeflerine ulaşmalarını sağlayacak imkânlar arasında, kazanç-paha hesabı yaparak ve bilinçli bir şekilde tercihte bulunur. Bu açıdan bakıldığında diğer motivasyon teorilerine kıyasla Vroom'un teorisinde bireylerin hedefleri doğrultusunda rasyonel tercihler yapmalarına ağırlıklı bir yer verilmektedir.

Vroom'un (1964) teorisi, daha sonra başka araştırmacılar (Porter ve Lawler, 1968; Nadler ve Lawler, 1991, Steers, Porter ve Bigley, 1996) tarafından geliştirilmiştir
 
Top